Kalan Çocuklar

Çocuklar kalır bölünmelerden geriye
yetim çocuklar; ana dilleri öfke
*
geri sayım başlamıştı okullara
çocuklar ; yatıcaz kalkıcaz parmak hesabı
birden on ocağa birden ateş
ateş birden yirmi beş ocağa birden
aklımda bir şiir:
“besmeleni çek ve başla !
tumturaklı sözlere ihtiyacın yok buğzetmek için”
*
biyoloji soğukkanlı:
insan doğar, büyür, yaşar ve ölür
sosyoloji : arada bir yerde de okula gider
ben : Türk olduğunu öğrenir, doğru ve çalışkan
varlığını armağan etmeyi bir de
*
tam böyle okullar diyecektim
eğitim şart, okullar mühim tam böyle
4000 isteyen bi dershaneyle
dershane isteyen bi düzen arasında
anneyim diyecektim
kapısı takılmamış sınıflar
sınıflar boyası yapılmamış
yakacak için ödenek var da
ya suyu kesilmiş tuvaletler?
*
babanın biri, uç uca sigaralarını hırsla
yumruğunu dişleriyle aynı anda ve hınçla
çenesi soğuktan, dumandan gözleri
gözlerini kocaman açtı
hepsi damga puluydu diyecektim on liralık
altı üstü bi paket A4 kağıttı
ama en çok da Mehmed’in yüzü
çünkü abisinin geçen seneki önlüğü
bu sene omuzlardan büyük gelen önlüğü
ama olsun, seneye tam olur önlüğü diyecektim
*
aklımın bütünlüğü tehlikede
dün aklımdan bunlar geçmiyordu
daha dün annemizin kollarında
hiçbirimizin aklından bunlar geçmiyordu
büyüdük ve okullu olduk
bazılarımız bütün okulları…
bazılarımız okulları bırakıp…
o dağ bizim dağımız mıdır?
*
insan doğar, büyür ve …
orada dur !
yaşayamadan
mesela maça gidemeden oğluyla
kızının kuşağını bağlayamadan
Kan ter içinde kalamadan
çoğalamadan ulan
bütün gövdesiyle, bi kez bile çoğalamadan
ölür bazen pis pis, pisi pisine
un ufak paramparçalar bırakarak
Sayın bakanım biliyor musunuz
insan dediğiniz geri dönüşümsüzdür
ölür.
*
oğlum, çılgın atıyormuş- ne demekse
ben, varsa bir bağ çılgınla çığlık arasında
tam ortasına atılıyorum
tam ortasında okulla ateşin kan tutuyor beni
aklımdan bir dağ geçiyor
manşetler pusularından çıkmış
bi gecede diyorlar, hepsi uyurken buraları
Ya da kimliklerine bakıp sorgusuz sualsizce
o dağ bizim dağımız değil midir?
*
Ben gördüm
Gülsüm’ü gördüm, gerçekti
Halime teyzeyi gerçek
Gülsüm anlıyordu sövenleri, ağlıyordu gerçekti
Halime Teyze, Gülsüm’e soruyordu
bi oğluma , bi elindeki resme
ağlıyordu, gerçek
acı, hiçbir resmî ağızda böyle gerçek olmamıştı
tuz hiçbir şiirde böyle gerçek değildi
*
karışıyorum
okulla ateşin tam ortasında
tam ortasında çılgın bi çığlığın
Uludere’den geçerken katırcılar
Yüzümde bi mühimmat kamyonu
yüzümde Mehmed’in yüzü
öfkeli bir dağ yüzümde
o dağ bizim dağımız mıdır?
*
keşke yaşasaydınız öğretmenim
sorardım; hangi babanın pazusu
oğlunun tabutunu taşımaya yeter, diye
bir ana, feryâd yazmayı bilmeyen
nece ağıt yakar
nece koklar hala ve hep bebeğinin kundağını
kardeşler, nece yemin ederler kardeşlerinin başında
kınası bile solmamış bi gelin
yatağın boş yanına nece devrilir
nece üşür
nece yanar
ya geceleri
babam ne zaman gelecek diyen çocuk
bavê mın çı waxt weri diyen çocuk ya da
avutulur mu öğretmenim
nece

Dilek Kartal

Merhaba Canım

ben az konuşan çok yorulan biriyim
şarabı helvayla içmeyi severim
hiç namaz kılmadım şimdiye kadar
annemi ve allahı da çok severim
annem de allahı çok sever
biz bütün aile zaten biraz
allahı ve kedileri çok severiz

hayat trajik bir homoseksüeldir
bence bütün homoseksüeller adonistir biraz
çünkü bütün sarhoşluklar biraz
freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır

siz inanmayın bir gün değişir elbet
güneşe ve penise tapan rüzgarın yönü
çünkü ben okumuştum muydu neydi
bir yerlerde tanrılara kadın satıldığını
ah canım aristophones

barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum
ölümü de bir giz gibi içimde
ölümü tanrıya saklıyorum
ve bir gün hiç anlamayacaksınız

güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum
düşüverecek ellerinizden ve
bir gün elbette
zeki müren’i seveceksiniz
(zeki müren’i seviniz)

Arkadaş Z. Özger

Yeşil Düş

Bütün gün ağladım aynada
Penceremi ağaçların yeşil düşüneAçmıştı bahar
Gövdem sığmıyordu yalnızlığın kozasına ve
Kokusu kâğıtlardan örülmüş tacımın
Kaplamıştı gökyüzünü baştan başa
O güneşsiz ülkenin

Yapamıyordum artık yapamıyordum
Sokağın sesi bastırıyordu birden ve kuşların sesi
Kayboluşunun sesi paltoluk çocuk kumaşı toplarının
Şamatası çocukların
İplerin ucunda yükselen
Uçurtmaların dansı
Sabun köpükleri gibi
Ve rüzgâr
Sevişmenin en derin ve karanlık anında esmeye başlayan rüzgâr
Zorluyordu
Surlarını güvenimin sessiz kalesinin
Kendi adıyla çağırıyordu yüreğimi çok eski çatlaklardan sızarak

Bütün gün gözlerimi diktim
Gözlerine yaşamın
O korkak ve kaygılı gözlere
Bakışımdan kaçan
Ve yalancılar gibi gizleniveren
Gözkapaklarının tehlikesiz sığınağına

Hangi tepe hangi doruk?
Tümü dolambaçlı yolların
Bir kavuşma noktası ve son
Bulmuyorlar mı o soğuk ve yok edici ağızda?
Ve ne derdiniz bana ey yalın ve aldatıcı sözcükler?
Ne verdiniz tenin ve isteğin kaçışından başka?
Daha da yalancı olmaz mıydı
Başıma koyduğum ve kokular saçan
Kâğıttan yapılmış taçtan daha yalancı
Saçlarıma iliştirdiğim bir çiçek?

Nasıl da tutuldum çölün ruhuna
Ve uzaklaştırdı beni ayın büyüsü sürünün inançlarından
Nasıl büyüdü yüreğimin yarım kalmışlığı
Tamamlayamadı bir türlü hiç olan yarım öbür yarımı
Durdum nasıl ve gördüm kayıyor
Ayaklarımın altındaki toprak
Ve geçmiyor tenimin bomboş bekleyişine
Sıcaklığı tenimin

Hangi tepe hangi doruk?
Koruyun beni ey kaygılı ışıklar
Aydınlık evler
Çamaşırların ıtırlı tütsülerle güneşli çatılarında salındığı
Koruyun beni ey olgun ve saf kadınlar
Parmakları çocuğun zevkten çıldırtıcı kıpırtılarını izleyen tenleri üstünde
Göğüslerinden süt kokusuyla karışık taze esintiler gelen

Hangi tepe hangi doruk?
Beni koruyun ey ateş dolu ocaklar, uğur boncukları
Karanlık mutfaklardaki türküsü bakır kapların
Yüreği biraz sıkkın mırıltısı dikiş makinalarının
Kavgası sürüp giden süpürgelerle halıların
Koruyun beni ey tutkulu aşklar
Yatağımızı üremenin acı isteği
Cadı suları ve kan damlalarıyla donatıyor

Bütün bir gün boyu bütün bir gün
Terk edilmiş terk edilmiş bir ceset gibi su yüzünde
İlerledim ürkütücü kayalıklara
En derin deniz mağaralarına ve
En etobur balıklara
Durmadan gerildi sırtımın incecik omurgası
Bir ölüm duygusuyla

Yapamıyordum artık yapamıyordum
Yadsıyarak yükseliyordu yoldan ayak seslerim
Daha büyüktü umutsuzluğum sabırdan
Ve geçiyordu bahar o yemyeşil düş
Penceremden sesleniyordu yüreğime:
“Bak
Hiçbir zaman ilerlemedin
Battın sen!”

Furuğ Ferruhzad
Çeviri: Onat Kutlar – Celal Hosrovşahi

Pencere

pencereyi kapama
gök dolabilir içeri
sen neyi görebilirsin
ıslak bir bulutun ağışını mı

pencereyi kapama
kuş dolabilir içeri
sen neyi taşıyabilirsin
kırık bir dalın yükünü mü

Pencereyi aç
Soluğun çıksın dışarı
sen büyütmedin mi ciğerinde onu
Kokusu hayatı yıkasın diye

Pencereyi aç
Sesin sarsın dünyayı
Duyulur elbet ta ötelerden
Yürek kendini tanır

Arkadaş Zekai Özger

Aşkla Sana

alnını
dağ ateşiyle ısıtan
yüzünü
kanla yıkayan dostum
senin
uyurken dudağında gülümseyen bordo gül
benim kalbimi harmanlayan isyan olsun
şimdi dingin gövdende
uğultuyla büyüyen sessizlik
birgün benim elimde
patlamaya sabırsız mavzer olsun
başını omzuma yasla
göğsümde taşıyayım seni
gövdem gövdene can olsun

söyle bana ey
ölümün açıklayıcı pervanesi
hangi yavru tek başına yiğittir
hangi yangın bir başına söndürülür
ah herkes susuyor
hiçkimse bilmiyor içimin yangınını
ah herkes mi susuyor
kalbimi kalbine bağladığım dostum
ah herkes mi susuyor
kalbi kalbimize benzeyen dostlar
bir çarmıh gibi bırakıyorken kendini dünyaya
hayatın ateş renkli kelebekleri
bir bir tutuluyorken korkunç koleksiyonlar için
ah herkes mi susuyor

bağırsam içimdeki dehşeti
hırsım deler mi toprağı
beni
acısıyla onduran
dostumu
aşkla vurduran hayat
sana
yaşananla harlanan bağrımın sevdasını akıttım
dünyanın yeni baharına
çatlarken kadim güneş
bağrım delinirken fidanların kanıyla
anamın doğurgan karnıdır diye
sevgilimin sütlenecek göğsüdür diye
dostumun üretken gülüdür diye
sana bağlandım
sana sarıldım

beni umutsuz koma
tarihle avutma beni
çünki aşkla sınanmışım sana
sana yangınla, suyla, ateşle
ölümle, yaprakla, şiirle sınanmışım
ey yaşarken kanayan acı
şimşekli gök, tufan, kan fırtınası
uçurum kıyısında hızla büyüyen ot
yapraksız bir ölümün anısı için
körpecik kuzuların derisi için
beni tarihle avutma
umutsuz koma beni

akıtsam deliren sevdamı
köpürürmü hayatı besleyen su
ey benim
yedi başlı kartalım
her başını
bir dağ başlangıcında koyanım
senin
böyle diri bir akarsu gibi kıvrılan gövdendir
bizim aşkımızı solduranların korkusu
çünki elbette bir su
kendi akacağı toprağın sertliğini bilir
ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak
artık ırmak mı ne denir
işte devrim
ona benzer bir akışın hızına denir
yarın ne olur bilirim ben
bahar gelir, otlar büyür
ölüm de yapraklanır
bir dağ bulur uzun uzun bakarım
bir çam ağacı gölgesi
güzel kokular veren
bir damla güneş görünce
sana da gülümseyeceğim yarın

şimdi senin uzanıp yattığın otlarda
yarın yeni bir yeşillik büyüyecek

Arkadaş Zekai Özger

deliler gibi

birini sevecek olsam,
yürekten sevecek olsam birini,
tutamam dilimi,
pattadan söylerim,
onu deliler, deliler gibi sevdiğimi.

yalnız ona değil, tutamam kendimi
sütçüye de söylerim hemen o sabah
kapımı herkesten önce çalan.
çerçiye, simitçiye, kasaba, manava…
artık kim çıkarsa yolda karşıma.

tutamam kendimi, tutamam kendimi
kurda kuşa da söylerim,
ota, ağaca, taşa,
rüzgâra, buluta, yağmura…
kim çıkarsa, ne çıkarsa şansıma.

ve bir defa sevince de,
yalnızca bir tek kişiyi değil,
yalnızca bazı şeyleri
ve sevginin bir tek türüyle
ve öyle mevsimden mevsime değil,

sevginin bin bir bahrinde
bin bir kanatlı rüzgâr,
bin bir katmanlı bir esin gibi
sarmak, kucaklamak isterim
herkesi, her şeyi, her anı, her hali,

öper, okşar, içime sokarım,
kendime katarım onları, bunları, şunları.
ve kendimden geçerim, kendimi aşarım,
kendimden taşarım, deliler gibi,
çocuklar gibi, şairler gibi.

Cahit Koytak

Varlığın Dilleri

ışığın ve gölgenin dilini öğrendim,
rüzgârın dilini,
yağmurun dilini;
kuşları, çiçekleri, ağaçları anlayabiliyorum;
ve tanrının onlarla
ne demek istediğini bana…

(…)
çatlayan, ufalanan,
yamaçlardan aşağı yuvarlanan,
parlayan ve göğeren kayaların,
uluyan bozkırın
ve mırıldanan kum tepelerinin,
sezebiliyorum, yerini tanrının planında.
ve bulabiliyorum karşılığını, bütün bunların
yeryüzü oyununda,
büyük şiirinde, hilkatin.

(…)
bir tek kendi yüreğimin dilini,
bir tek onu…
ve tanrının onunla bana neler söylediğini,
neler söylemek istediğini
bir ömür boyu
gece gündüz uğraşıyorum,
çalışıyorum, didiniyorum
ama bir türlü sökemiyorum,
çözemiyorum,
anlayamıyorum,
konuşamıyorum!

cahit koytak

Pencere

Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana

Oyuncak bebeklerin ülkesinden geliyorum ben
Bir resimli kitap bahçesinde
Kâğıt ağaçların gölgesi altından
Toprak yollarında geçip giden
Kurum mevsiminden, kısır aşk ve dostluk deneylerinin
Sıralarında veremli okulların
Alfabelerin soluk harflerinin büyüdüğü yıllardan
Ve karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar
Ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
Uçup gittikleri
O andan
Etobur bitkilerin köklerinden geliyorum ben
Ve hâlâ başım
Dopdolu
Bir deftere toplu iğnelerle
Çakılan
O kelebeğin yabancı sesiyle

Asılınca güvenim adaletin koptu kopacak ipiyle
Ve bütün kentte
Parıldayan ışıklarımın yüreğini parça parça edince onlar
Koyu renk mendiliyle yasanın, bağladıklarında
Aşkımın çocuksu gözlerini
Ve isteğimin acı şakaklarından
Fışkırdığında kan
Yaşamım artık
Hiçbir şey olmadığında, hiçbir şey olmadığında duvar saatinin
tiktaklarından başka
Anladım birden yolum yok yolum yok yolum yok
Çılgınca sevmekten başka

Bir pencere yeter bana bir tek pencere
Bilince ve bakışa ve suskunluğa
İşte öylesine boy atmış ki ceviz fidanı
Anlatabilir artık genç yapraklarına tüm bir duvarı
Ve sor aynadan
Adını kurtarıcının
Ve işte senden daha yalnız değil mi
Ayaklarının altında titreyen yeryüzü?
Yıkıntı elçiliğini, peygamberler
Kendileriyle birlikte getirmediler mi çağımıza?
Ve yankıları değil mi o kutsal metinlerin
Bu patlamalar art arda
Bu zehirli bulutlar?
Ey dost, ey kardeş, ey herkes!
Yazın tarihini gül soykırımının
Aya vardığınızda!

Düşler
Ne kadar safsalar o yükseklikten düşer ölürler
Şimdi dört yapraklı bir yoncayı kokluyorum ben
Eski düşüncelerin gömütünde boy atmış yonca
Ve soruyorum saflığın ve bekleyişin kefeninde toprak olan o kadın
gençliğim miydi benim?
Çıkabilecek miyim yeniden o merak merdivenlerinden?
Merhaba diyebilecek miyim o iyi Tanrı’ya çatılarda dolaşan?

Seziyorum zaman geçip gitti artık
Seziyorum an, tarihin yapraklarından benim payıma düşendir
Seziyorum aldatıcı bir aralıktır bu masa saçlarımla o garip ve kederli
adamın elleri arasında

Bir şey söyle bana
Teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan
Ne istiyor diri kalma duygusundan başka?
Bir şey söyle bana
Kıyısındayım pencerenin
Ve güneşle bağlantıda…

Furuğ FERRUHZAD

Onat KUTLAR – Celal HOSROVŞAHİ

Hepimiz Hrant’ız

‘Hepimiz Hrant’ız’
Sevgili eşine yazdığı o, yürekleri dağlayan mektubuyla bu şiire esin veren Rakel Dink Hanımefendi’ye…

seni tanımıyordum, Hrant,
yeterince tanımıyordum, evet,fakat gördükten sonra o gün
küskün bir çocuk gibi orada, kaldırımda,
yüzükoyun uzanmış, öyle büyük, destansı,
öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe,
hak edilmiş onura benzeyen bir erinçle
uyurkenki resmini,

hani, yalnız kendine değil, hayır,
ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru
şeyler uğruna olsun isteyecek herkese,
her ölümlüye benzeyen güzellikte…
ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin
zorbalarıyla baş edemediği için
hırsından gizli gizli ağlayan,
kendi yüreğini kemiren,
gün günden budandığını, yontulduğunu
ve lokma lokma yutulduğunu hisseden
mahallenin sessiz yetimlerine
güç veren dirilikte
uyurkenki resmini
gördükten sonra o gün,

artık diyorum ki, kendime:
vursalardı beni de, Hrant gibi,ben şahsen, zaptiyenin
örtbas muşambasıyla değil, hayır,
Agos gazetesiyle
örtsünler isterdim cesedimi;

Agos gazetesiyle örtsünler, ne fark eder,
yalnızca, senin gibi, perçemim, potinlerim,
bir de -biraz iş çıksın diye
yoksul şairciklere, çömez muhabirlere-
benim de potinlerimdeki
iki romanesk delik
görünecek biçimde…

ki, böylece, resmin geri kalan kısmını
güvercinler doldursun!
senin o, İsa Peygamber’inkini andıran
yakışıklı alnını
kanatıncaya kadar duvara vura vura
sonunda kalbimizde açmayı başardığınÜ
mucizevi gedikten
gökyüzüne saçılan güvercinler…

hani şu, sen susunca, senin şu koskocaman,
Tann’nın eliyle okşanmışçasına sıcak
olduğu anlaşılan yüreğinin sesini,
‘sessizliğin sesi’ni, sonsuzluğun sesini
açıkça işitilir kılan,
daha gür, daha beyaz,
daha cesur kanat vuruşlarıyla
gökleri çatırdatan
‘tedirgin güvercinler’…
seni tanımıyordum,
fazlaca tanımıyordum, fakat
vursalardı beni de, Hrant Dink, senin gibi,
her şeyi göze alıp, cenaze namazımı
Tanrı’nın ‘Meryem Ana’ evinde
o evin avlusunda
kılsınlar isterdim, ‘bizimkiler’!

kılsınlar, ne fark eder?
kılsınlar ki, böylece, Tanrı’yı bir mülk gibi
çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler
bütün mülklerin, mabetlerin
O’na ait olduğunu bilsinler!

seni tanımıyordum evet, tanımıyordum, fakat
seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla
oyundan çıkarılmış bir çocuk
gibi gördükten sonra, dostum,
büyük kalkış gününde
aynı oyuna çağınlan iki kafadar gibi
kalkıp da koşabilmek için
sana komşu mezardan,
belki daha cesur, daha kanatlı şeyler,
delice mizansenler hayal etmeli
ve diyebilmeliyim ki,

vursalardı beni de, senin gibi, Hrant Dink,
bu yaşlı şakağımdan,
benim de, o güvey uykusunun tadından,
o gençlik, güzellik uykusunun tadından
adını, kimliğini unutan cesedimi
bir ‘karambol’ eseri
Balıklı Mezarlığı’na defnetsinler isterdim;
üstümü de, meselâ, lavtacı Nazaret’in,
Hamparsum’un, Nikolaki Ağa’nın
iyi cins bir vatan toprağı gibi demli
ve bir rast semai gibi ağır, kederli
‘Ermeni’ toprağıyla örtsünler!
evet, evet örtsünler, ne fark eder?

örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını,
kanın ve kanla karılmış gücün
verdiği sarhoşluğu burada
kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp
büyük göç katarına katılmasını bilen,
yani senin gibi, Hrant Dink,
şakaklarında ve potinlerinde delik,
ama boyunlarında ne haç, ne ay yıldız,
ne süleymanın mührü,
simurgunu arayan bütün kanatlıların,
bütün ‘tedirgin’ sakaların,
bülbüllerin, çayırkuşlarının
ve güvercinlerin
orada, ‘eskilerin’ sözüyle,
‘sınıfsız ve devletsiz’,
çitsiz, çepersiz, çetesiz
çayırlarında, ebediyetin,
kendi soylarına soplarına boş verip,
sabah akşam yalnızca
Tanrının adını, yalnızca O’nunkini
yücelttiklerini
öğrensin zeolotlar!

ve simurgun gökçe diriliğini,
gökçe doğurganlığını,
ölülere yaşama, taşlara kanatlanma
şevkini veren bir neşide olarak
eklediklerini
sabah akşam ötüşlerine…

26 Ocak 2007

cahit koytak

(Değerli Etyen Mahçupyan,

Sizinle tamşmıyoruz, ama ben, sizin topluma, siyasete ilişkin derinlikli yazılarınıza; değişik kimlikler, değişik kostümler ve maskeler altında, insanın, kendi yüzünü, kendi içini görmesini kolaylaştıran ince, hatta çok defa şairce yaratıcı, şairce coşkulu analizlerinize çok şey borçlu olduğunu düşünen okurlarınızdan biriyim.
İlişikte, dostunuz Hrant Dink için taziye dileklerimin ve derin acınızı paylaşma isteğimin bir ifadesi olarak, o aziz insan için yazılmış ve onun değerli eşi Rakel Hanımefendi’ye ithaf edilmiş, “Hepimiz Hrant’ız” başlıklı bir şiir bulacaksınız.
Bu şiiri, açıkça ifade etmem gerekirse, hem aynı toprağı, aynı dünyayı ve dolayısıyla pek çok bakımdan aynı insanlık durumunu paylaşan bir birey olarak, hem de, İsa’yı da, Musa’yı da, Muhammed’i de (hepsine selâm olsun) aynı gökçe öğretinin, yani güç ve tahakküm karşısında insan onurunu ayakta tutmaya çağıran, bu ülküye destek veren tek bir öğretinin habercileri, kardeş öncüleri olarak gören bağımsız Müslüman kimliğinin Hrant Dink cinayetine bakışını ve bu saldırıyı duygu planında kendi üzerine alınma biçimini yansıtması bakımından, Hrant Dink’in dostlarına ulaştırmayı bir borç olarak telakki ettim.
Şiiri, eğer sizin için de anlamlı olacaksa, Hrant Dink’in yakınlarına, dostlarına ve ona reva görülen bu kahpece saldırıyı kendi üzerine alındığını düşündüğünüz acılı insanlara iletmenizin ve yine eğer anlamlı olacağını düşünürseniz, onun Agos gazetesinde yayımını sağlamanızın benim için büyük onur olacağını bilmenizi isterim.

Saygılarımla. 28 Ocak 2007)

Yeniden Doğuş

Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek.

Ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca ve suya ve ateşe aşıladım!

Yaşam belki
uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği,
yaşam belki
bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı,
yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur,
yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır,
ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi,
şapkasını kaldırarak,
başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle “günaydın” diyen.

Yaşam belki de o tıkalı andır,
benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı
ve bir duyumsama var bunda
benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim.

Yalnızlık boyutlarındaki bir odada,
aşk boyutlarındaki yüreğim,
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemize diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini.

Ah..
Budur benim payıma düşen,
budur benim payıma düşen,
benim payıma düşen,
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür,
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette,
benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü bir gezintidir.

Ve “ellerini
seviyorum” diyen
sesin hüznünde ölmektir.

Ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar.

Küpeler takacağım kulaklarıma
ikiz iki kirazdan
ve tırnaklarımı papatya çiçeği yapraklarıyla süsleyeceğim.
Bir sokak var orada,
aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar
bir gece rüzgarın bizi alıp götürdüğü.

Bir sokak var benim yüreğimin
çocukluk mahallesinden çaldığı,
zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
ve bir oylumla gebe bırakmak bir zamanın kuru çizgisini
bilinçli bir simgenin oylumu
aynanın konukluğundan dönen.

Ve böylecedir,
birisi ölür
ve birisi yaşar.
Hiçbir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır.

Ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan…

Furuğ Ferruhzad
Çeviren: Haşim Hüsrevşahi