Siste

Gariptir siste yürümek
Her taş, her çalı ıssızdır.
Hiçbir ağaç diğerini göremez
Her biri yalnızdır.

Dostlarla doluydu dünyam
Yaşantım aydınlıkken henüz
Şimdi, sis çöktüğünden
Oldular hepsi görünmez.

Gerçek bir bilge değildir
Karanlığı bilmeyen
O, kaçınılmaz ve sessizdir
Ayırır insanı her şeyden.

Gariptir siste yürümek
Yaşamak yalnız olmaktır.
Hiçbir insan diğerini tanımaz
Her biri yalnızdır.

Hermann Hesse

Çırpınıp içinde döndüğüm deniz

Hikâye malum: Sivas’ın bir köyü, ihtiyarın kendinden genç sayılacak eşi son günlerde hep tedirgin. Gözü ve gönlü yokmuş gibi duruyor evinde. İğreti bir dal, her an gölgesini toplayıp gidecek, sadece gününü bekliyor.

Sezdirmiyor ama gözlerini küçüklüğünde kaybetmiş elli yaşını sürmekte olan beyi, ayan beyan her şeyin farkında. Susuyor, içine gömdüğü karşılıksız sevginin bir mühlet daha sıcaklığıyla avunmaya gönüllü. Görmeden sevmenin burukluğunu, dokunarak, koklayarak, umarak ve sazının tellerinden akıttığı ezgilerle sığınarak gidermeye çalışıyor. Okuma yazması yok ama sevmenin, sahiplenmemek olduğunu da biliyor.

Genç eş, aşığıyla gizli gizli buluşuyor, eşine fark ettirmeden haberleşmeyi biraz pervasızca, biraz da kaderiymiş gibi sürdürüyor. Göz görmeyince gönül katlanırmış. Kanarmış ama yine de katlanırmış.

“Çırpınıp içinde döndüğüm deniz” demişti ya şair o hesap. Sivas neresi deniz neresi… Denizi görmeden ummana dalmanın bir felsefesi olmalı. Bazı kelimeleri hatta imgeleri duyup, görüp, hissetmeden de kâğıda dökebilirsiniz. Ancak, sezmenin, sanat üretenlere bağışladığı bir öncelikle açıklanabilecek bir durum bu. Binlerce sayfa kitap devirsen, sergilerden, sanatsal faaliyetlerden başına kaldırmasan dahi, asla semtine uğramayacak dizeleri, başkasından duymaya ve okumaya da mahkûm olabiliyor insan.

Neyse, sözü çok uzatıp, öykünün akışını yavaşlatmayayım. Veda, bekletilmeyecek bir konuktur. Vakti gelmişse, kimse uzatamaz ve erteleyemez bu sözleşmeyi. Yaz ayı. Temmuz ya da Ağustos… Yer gök sarı. Gece, sadece yıldızlara kalmış gibi. Âşıklar, kaderlerine yürümenin hazzını tadacaklar, birazdan. Hele hane halkı bir uyusun, el ayak çekilsin, ortalık sütliman olsun…

Yaşlı koca uyumamakta. Zaten gözlerini açsa da kapasa da aynı karanlık, yıllardır göz çukurlarında oturmakta. Koltuğunun altında bohçası ile parmak uçlarına basarak holü geçen genç eş, aceleyle lastik ayakkabılarını ayağına geçirip, karanlıkta sıkı sıkıya tuttuğu eli, artık hiç bırakmayacaktır. Geriye bir kez olsun dönüp bakmaz, istese de bakamaz. Gitmenin raconudur, dönüp bakmamak. Perdenin arkasından onları sessizce uğurlayan yaşlı koca, alnına yazılan bu yazının kıvrımını, yüksünmeden taşıyacaktır hep, ta ki toprak olana kadar.

Firariler, köyden hayli uzaklaşmış, tan ağarmaya başlamıştır. Genç kadının inip kalkan göğsü, seherin buğusuyla soğumakta… O sırada fark eder lastik ayakkabısının ucundaki kabalığı. Ayak parmakları, aceleyle tükettikleri mesafeler boyunca pek de hissetmemiştir o şişkinliği. Parmaklarını biraz rahatlatmak için ayakkabılarını çıkaran geç kadının eline, düğümlenmiş bir mendil ilişir. Mendili açıp baktıklarında, onlara birkaç ay yetecek kadar para tomarı çıkar içinden. Yaşlı koca koymuştur bu armağanı. Sevdiği kadının gittiği yerde darda kalmasına rızası yoktur çünkü.

“Çırpınıp içinde döndüğüm deniz” bu dizeyi ilk kez duyduğumda kesin şair Sedat Umran’a aittir demiştim. Çünkü Umran, daha önce de “Gittin taş atarak denizlerime” demiş ve ruh momentlerini şiirin aynasından yansıtmıştı. Yanılmışım, aşkın en güzel hallerini dile getiren Sedat Umran, bu kez yüz vermemişti bana.

Behçet Necatigil boşuna söylememiştir: “Çünkü bazı şiirler, bekler bazı yaşları…” Bazı şiirler de, şairleri kendileri seçer, arar bulurlar onları. İçinde geniş çağrışımların barındığı bu dize, nasıl oluyor da bir halk şairinin ağzından dökülüyor ve dillendiriliyor. Hâlâ anlamış değilim. Buna, bilgeliğinin aşkla olan hesaplaşması deyip, çıkalım işin içinden. Çünkü başka makul bir açıklaması görünmüyor şimdilik.

Gelelim sözün yetersiz kaldığı bölüme: O yaşlı ve kör âşık, tahmin ettiğiniz gibi Veysel Şatıroğlu idi.
“Çırpınıp içinde döndüğüm deniz”i geçenlerde televizyon kanallarının birinde dinledim Veysel’in sesi ve sazından. Unutmuşum bu türkünün ezgilerini, hatırladım sonra. Kırk, kırk beş yıl öncesine gittim, çocukluğuma; çocukluğumun Bülbül Deresine, Elmalık mahallesine… Radyonun başında uyuduğum günlere döndüm tekrar. İlk o yıllarda duymuştum bu türküyü.
Geçenlerde Sivaslı şair arkadaşım Hüseyin Kaya’nın ilk deneme kitabı çıkageldi, ismi: “Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz”. Sanırım, Veysel’e bir armağandı. Bu kadarı pes dedim ve bu yazı boynuma borç oldu adeta.
Sözü artık Veysel’e bırakalım:

Çırpınıp içinde döndüğüm deniz
Dalgalanır coşar ürüzgârından
Mevce gelir coşar inleyen aşkım
Ah çektikçe kaynar gelir derinden

Derya coşar inci saçar kenara
Aşk ehli dayanır ateşe kara
Bülbüller gül için giyinler kara
Seherler uyanır gülizarından

Dert ile mihnete dalmayan aşık
Ne yemiş ne doymuş eli bulaşık
Kınama Veysel’i fikri dolaşık
Ayrılmış yarinden yar diyarından

Gökhan Akçiçek

Bir Kipriğin Bile Değmedi Tenime

Oysa ne çok gezdirmiştim gövdemi
Dolaşmanız muhtemel semtlerde
Söz vermiştim, rastlarsam
Uzaktan bakacaktım tereddütsüz
İncinmeyesiniz diye profilinize.

Sizi bekledim çaktırmadan vitrinlerde
Aynı gömleği ben de sordum
Gülünç bir çekinceyle
Boşuna ummuşum buluşur diye sesimiz
Tezgâhtar kızın gülümseyen yüzünde.

Hatırlar mısınız bilmem?
Bir gün karşılaşmıştık bu yarım kürede
O şaşkınlıkla ceketimin düğmesini
İliklemişim etime.
Yazık, aynı şehirdeydik hâlbuki
Bir kirpiğiniz bile değmedi tenime.

Gökhan Akçiçek

İpine Küsen Mandal

Balkon ipinde unutulan mandal
Bütün kış orada
Ne yapar
Benden söylemesi
Küçük bir mendil asın ona
Kabahati ipinde sanır sonra…

Gökhan Akçiçek

Sana Bakmanın Tarihi

Sana bakmalarımı
Nişanlısına ördüğü kazağı
Yetiştirme telaşı ile doğum gününe
Gece nöbetinde uyuya kalmış
Şebinkarahisar’lı bir hemşirenin
Üstüne
Yorgan diye bıraktım.

Sana bakmalarımı
Çocuklarını okula uğurlayan
Bir anne gönenciyle
Mola yerlerinde içtiğim çayların
Buğusuna katıp
Bozuk bir para üstü gibi
Uykusuz garsonların
Soğuyan avuçlarına bıraktım.

Sana bakmalarımı
Emekli kahvehanelerinde
Namaz saatini bekleyen
İhtiyarların sessizliğiyle
Kaçırılmış bir seferin
Kullanılmayan bileti niyetine
Yırtıp yırtıp attım…

Sana bakmalarımı
Bir tek sana bırakamadım…

(Adressiz Mektuplar)
Gökhan Akçiçek

Unutulan Gömlek

Bir giysi mağazasının
En üst rafında bekleyen
Modası geçmiş bir gömleğim.

Tezgâhtar kızın dokunuşunu
Ne çok özledi düğmelerim.

Geç de olsa anladım
İpliğimle uyumsuz
Seçilmiş desenim…

Gökhan Akçiçek

Ölüm Yıllar Önce

Eski bir fotoğraf hatırlattı bana
Ölüm yıllar önce omzuma
Dokunmuş
Sana saklıyordum
Oysa omzumu anne
Başını yaslayacağın
Günler için.

Suda çırpınan kelebeklerin
Kanatları batıyor yüreğime.

Ey ölüm
Bekliyorum seni
Bir çocuk gibi bekliyorum
Dayanıp alnımı
Dizlerime…

Gökhan Akçiçek

Onbinküsürüncükez

“Allah doğru yolu seçenleri, daha derin bir doğru yol bilinci ile destekler.” Meryem/76

güneş batıyor onbinküsuruncukez
ve doğuyor sabahı garantiye alan ümit akşama
radyoyu açıyorsun kuşlardan kalan bir şarkı başlıyor bize
gök hapsinden kaçıp kaçıp konduğumuz kadar özgürlük
biliyorum sen de yıldızları sevmiyorsun öylece duruyorlar
o iyi dilekler de kaçırdığımız demlerin içinde duruyorlar
derken hiç tanımadığımız bir yerden es(!)
hayat bu kadar tutuk işte biz bu kadar çaresizken
ağlıyorsun
onbinküsuruncukez

göle yeni bir gemi gibi indirilirken
o ressamın yaptığı o resimde olmayan
ve yeterince yontulmayan bir heykelse taş
ancak bir şarkıyla tamamlanandan
kulaklarımıza dönerken işimiz hep mi bu kadar yaş!
durdurmam imkan dahilinde değil kalbimi ve sen…
varsın bir zaaf olarak geçsin kayıtlara
evden kaçmak isteyen çocuklarla büyüdüm ben

sorun değil kaldırımları şehirlerin içinden tartışabiliriz
bu da bizim kusurumuz olsun: açlığımıza kavgamızı bahane etmek
oh ki borsayı bombalamak isteyen adamlar bizim cemimizden
anahtar uydurulamaz kilidimize
normal şartlar altında bildiğin anormaliz
siparişin gecikmesi en çok garsonla tanışma imkanı sunar bize
sen durmadan gidersin ben tutar döndürürüm kalbini
uçak düşer kara kutu sehpa olur iki dem muhabbete
iplerinden boşanmış süratli bir trapez
kadar yangının var çadırı yırtıp çıkmaya
kanıyorsun
onbinküsuruncukez

affettikçe dertlenen
dertlendikçe affeden
iki ara bir dere
fasit bir dairede oturuyoruz sevgilim
söylenmeyen şeyler söyleyemediklerimiz
ağlanmayan şeyler ağlayamadıklarımız
babası ölen çocuklarla unutanlar köprüsünde
sürekli mektup bekleyerek yaşamaktan vazgeçmedik hiç
iyiydi işte
sahnenin dar mikrofonun bozuk üstümüzün yırtık olması
başka şarkılardan bu şarkıları söylememiz iyiydi

derdi olan ceketini çıkarmaya vakit bulamaz sanki
öpüşlerin hayali uykuların ninnisidir
bu kadar dağ bu kadar çıkılmak için sevda
evlerini yamaçlara kuranların rahatlığı rahatsız edicidir
ömrümü seninle bir otelde aidiyet kusarak
havluların ve yalnızca kapıların altından esen rüzgarların şahitliğinde
ömür seni seviyorum demek kadar geçicidir
topu topu bir gün çatallanıp çatlayarak susacak bir ses
anlıyorsun
onbinküsuruncukez

ne olacak kime ne
bir yerimizden yakalanmışız işte
anlamak en yapışkan yükü bu hayatımızın
yangında ilk yakılacak!
zihnin hayaletler doğuran arsız gebesi
sırat’ta ilk atılacak!
beni anlamanı öldür seni anlamamı bağışla
gözlerimiz ne kadar güzel ne kadar nefes nefes
herkeslere bakma herkesler havamıza astım
uzan tut kendine kalbinin tozlarını alacak bu bez
kalıyorsun
onbinküsuruncukez

bir şu yalnızlığın bastırdığı kanlı geçiştirmeler…
büyük sofranın içinde ne diye küçük sofralar açıyorsun?
çiçekleri öldürülmüş sanıyorsun onlar zaten ölüler
çiçekleri canlanmış buluyorsun ki vallahi canlılar
ara vermeden solan renklerin arasında
benim giderek daha da kırmızı olan bir kırmızım var
senin de olsun!
son sürat sana doğru koşarken beni vurdular
sen vurdun demiyorum ama beni vurdular
benim de bu kadarcık kurşundan geçmeyen bir yaram olsun

kimsenin olamadım
kimsem olmadı allah’tan ve anamdan başka
şartsız şurtsuz kim affettiyse hepimiz onunuz esasında
vurgunuz yarım kalana
kendimizle dargınız
ağlamak için insanın kendinden başka bir yari daha olmalı yarasında
her türlü galeyana hazırım
yeter ki düştüğüm zaman kalkmayayım
trensizliğimi yutuyor her defasında bomboş kalan bir gar
sabaha daha çok var ama biliyoruz ki bir sabah var
ölüp gideceğiz işte yetmedi mi o güzelim şarkılar
yetmedi mi bu kadar hayvanımıza bu kadar kafes
radyoyu açıyorsun kuşlardan kalma bir şarkı başlıyor yine
dönüyorsun
onbinküsüruncukez

Alper Gencer

Tahrik

Bırakın ince kavak seslerini şehrin içinde
paralar yaşlı kızların koynunda yatarken
bırakın köprülerin üstüne yağmur
ve basma perdelerden lânet bize.
şaşılacak bir dünyada yaşamaktı; öğrendik
şimdi külçeler yüklüyüz şaşılacak bir biçimde
külçeler yüklüyüz ve çıkmak istiyoruz yokuşu
Sokaklar gittikçe katı bizim adımlarımıza
peşimizde bütün bahçeleri boşaltan ter kokusu
yankımız soyunup sevap rahatlığı alınan yataklarda
yürek elbet acıyor esvap değiştirirken
bizden artık akması beklenilen kan da aktı
kovulduk ölümün geniş resimlerinden.
Efsanelerden kovulduk
kan ve demir kelimeleri söyleyince
elbiseler içindeyiz, şehrin içinde
önümüz iliklenmiş, ayakkaplarımız bağlı
kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok
altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde
eski savaşçılar vesair geçmiyor bulutlardan
çiçek alıp eve götürüyoruz
bunun bir delilik olduğunu bile bile
en ıssız duyguların ucunda karakollar
asmaların altı tuzak ve tuzak caddelerde
külçeler yüklüyüz, çıkmak istiyoruz yokuşu
gözler kısılıp bakılıyor bize.
Biliniyor
bizim mahsustan yaşadığımız
biliniyor
şarkıların sırası bizde
biliniyor
hayat bizden razıdır
biliniyor
otların sarardığı yerlerde güneş
kurşunun değdiği tende heves kalmıştır.

İsmet Özel

zorluk derecesi

eşitlik bozuldu ve sabah oldu
böylece kalbim,
hakkındaki iddialara açıklık getirecek.

gizlediklerim ve açığa vurduklarım
zaten benim olanı çalmak gibi
bir şeyi unutmuşum hissi ile sana dönüyorum
ütünün fişi, gözlerinin rengi, kapının kilidi
seni unutmam gerektiğini hatırlamıyorum
gözlerin ve sen, toplam iki kişi…

biz sadece acımızı seçmekte özgürdük
acımız, evet kabul, olağan şüpheli
ve içimizde taşıdığımız o kömür
yıkadıkça kirlenen korkunç bir sevgi…

frene basma, insan gitmek için yapılmıştır
senden ricam ruhum ikimizin arasında kalsın
artık biliyorum, yolda olan yolda kalır
ikamet bitti madem, o kömür artık yansın!

kalplerdeki her şey açığa vurulup tahsil edildi
açıklayabilirim, belki…

yalnızlık ( allah ondan razı olsun), kör noktam
bu yüzden geldiğini göremedim
lakin göremediklerime de inanırım
sana da öyle inandım, ya rahman ya rahim…

Furkan Çalışkan