EN SON NERDE KARŞILAŞTIK SENİNLE?

Diyelim ki mühürlenmiş bir kapının önünde
Bıçağın ucunda belki, karanfilsiz sabahta
Yüzümüzü boydan boya geçiyorken bir nehir
Dağlar oynarken yerinden, çırağı paylarken usta

En son nerde karşılaştık seninle?
Yarım bir şiirde belki, tamamlanmamış acıda
Yeni kamçı siparişi veriliyorken örneğin
Yarası kabuk tutmayan atın adına

En son nerde karşılaştık seninle?
Sevinçli ikindi vakti, karanfilsiz sabahta
Uçurum imgesinden vazgeçmişti bir şair
Kendini uçuruma fırlattığı sırada

İpi kopmuş uçurtmanın, lunapark kapatılmış
Ve ilk çocuk grevi başlamış mıydı acaba?
Ağzımızın kıyısından kuş sürüsü havalandı Çarmıhına yakışan İsa’dan konuşunca

En son nerde karşılaştık seninle?
Yeni desenler isterken tül perde cam kenarında
Beyaz kadın arzularken zenci bir erkek
Bir köprü tutunurken kendi korkuluğuna

En son nerde karşılaştık seninle?
Kırık aşk öyküsünde, bir kitap kapağında
Ok terk etmiş yayını, dile düşmüşüz artık
Sana Leylâ diyorlar, Abdülkadir Budak bana

Abdulkadir Budak

Adın

Adını anıyorum yangın çıkıyor
Adını anmadığım zamanlarda üşürüm
Bütün gemilerden kovulan tayfayım ben
Çünkü güllerimi denize düşürürüm

Olmadık zamanlarda geliyor adın
Karıştırıyor beni çocukların arasına
Yeniden işe alınmamı sağlıyor
Ricalarda bulunarak kaptana

Saksılı bir pencereden giriyor
Gece yatısına geliyor adın
Sokuluyor yorganımın altına
Güzel şeyler oluyor anlatsam anlatamam
Diyelim su doluyor çöldeyken matarama

Adın göle inen geyik sürüsü
Saklıyor avcıların tüfeklerini
Bir kitap dolusu şiir oluyor
Çözüyor gecenin dilsizliğini

Adın ipek gömleğimin deseni

Abdülkadir Budak

Yedi Eyvah

Beklesen ne olacak tren bağımlı raylara
Diyor ve öneriyor aşksızın biri
Kamu davası açmayı biten bir aşka

Ey ateşken bir kartopu olanlar!
Kar olduğuna bakmayıp ateşe aşık olanlar!

7/

Dışarıda oturur gibi evde oturanlar vardır
Evi ev yapan diyorum paylaşmalardır
Bir buğday tanesini milyonlarca başağa
Çevirmek olsa gerektir ev yorgun bir yolculuktan
Hemen sonra gemiyi bir limana

Ey evlerini gemi sananlar!
Fırtınalar atlayıp bir limanda batanlar!

Abdülkadir Budak

DÜŞMANIMIN SAYISI ÜÇ

Tabutuma ilk çiviyi kim çakar
Doğrusu bunu merak etmiyorum da
İlk kim merak eder ayakkabı numaramı
Üstelik dünyayı yürümelerden
Kurtulduğum sırada

Ayakkabı numaram kalacak, biliyorum
Ayaklarım değil de

İlk kim anar adımı yas günlerinden
Çıktıktan hemen sonra ve de lanetle
Üçten fazla düşmanım olmadı benim
Uğraştım, indiremedim sayıyı bire

Düştüğüm kalacak, bunu da biliyorum
Yürüdüklerim değil de


Abdülkadir Budak

Dünyanın Nihayeti

Şimdi sen ey ölüm, yaklaş bana
Merhaba azat eden pranga

Acıların zincirinden ruhumu hür bırakan
Daracık boşluğa bedenimi bağlayan

İşte karşında taze gençlik, al senin olsun
Nabzı atan bir kalp, kes nefesini

Yeryüzünde bir emelim kalmadı
Zaten dünya sadece aptalların cennetidir

İnsanlar mı? Hepsi vefasız, hilekâr
Yahut huzur kaçıran bozguncu

Zenginlik mi? Benim gözümde sadece,
Ayyâr’ın çekirgesi, bir zehir.

Şiir mi? Kâmil ve vâfir bir deniz
Yine de susamış kimsenin susuzluğunu gidermez.

Kılıç mı? Uçağı olan tek bir kişi,
Ordudan ve topluluktan daha güçlüdür.

İlim mi? Kazma ile para kazanan,
Kağıt ile kazanandan daha hayırlıdır.

Aşk mı? Ey ölüm dur şimdi ve acı kalbime
Bırak onu biraz, nabzı atsın.

Son menzile ulaşmadan önce bırak gözlerim ağlasın
Güllere, zambaklara ağlasın.

Ağlasın sararıp solan sevda bahçesine
Orada ne bahar kaldı ne de sevinç

Tek bir temennim var ölmeden önce
Keşke gerçekleşse, o zaman ne üzülür ne de korkardım

O da sevdiğimi göz ucuyla bile olsa görebilmek
Çünkü artık asla kavuşamayacağız…

Fevzî el-Maʿlûf
Çeviri: Nur Tanrıbuyurdu

ile

”ne kadar sürebilir bu?” diye sordun, ilişkimizle ilgili; ben de, ”niceliği önemli değil, niteliği önemli” dedim –

sonra, ”hep böyle olabilecek miyiz – her şey öylesine değişiyor ki…” dedin. ben de ”biz kendimiz – özgürce – değiştirebilirsek, olabilir” dedim.

ince bir dengeydi bu – saçma, belki, ama şöyle bir sonuca vardım, sonunda: –

ilişki için belirleyici olan, senin ile benim, zamansal olarak, n e k a d a r birarada bulunduğumuz değil, yaşamsal olarak, n e k a d a r şeyi birlikte geçirdiğimizdir – bunun da ‘nicelik’le hiçbir ilgisi yoktur.

en uç durumu düşün: sen ile ben, hiç ‘birarada’ olmadan da ‘birlikte’ olabiliriz (biraz önce bunun üzerinde durdum:) – ben, tek başıma birşey yaparken seni düşünerek yapıyorsam, yaptığımı; sen de, tek başına birşey yaparken beni düşünerek yapıyorsan, yaptığını, birlikteyizdir.

bu bir avuntu mu?

**

Seni bırakmaya hazırlamaya çalışıyordum kendimi..

**

sonra, “benim özgürlüğümü kısıtlama-” dedin.
– bu çok temel (benim için en temel) belirlemeydi: ilişki, ilişkideki kişilerden birinin -hele, ikisinin birden- özgürlüğüne kısıtlıyorsa, hiçbir değeri yok demektir- hatta, tam bir değersizliğe düşmüş, demek…
ilişki, iki kişinin, birbirlerinin özgürlüklerini korudukları bir çerçeve olmak- ilişkinin ‘dışı’na karşı, tabi, ama, belki bundan da önemlisi, içi’ne karşı, yani kişilerin birbirilerine karşı…
ama, nasıl?…

**

Bitirmek istemiyorum; ama, belki, sürdürdüğüm, bitmiş birşeydir” diye düşünmüştüm.

**

En değerli hayalimdin sen, [–] : kendini yıktın!..
Elden çıkarmak istemediğin gerçekler vardı, herhalde: bir yarım yamalak felsefecinin hayali olmak ise, istemedin. Oysa, onun, yaşamında bir kez olsun gerçekleştirdiği, gerçek hale getirebildiği tek hayali olabilirdin- hatta, sanıyorum, bunu istiyordun da…
Hayalden gerçekliğe giden yoldaki adımı atmadın – “Kaçtım” dedin..İşte, kaçtığın kendindi – belki de, benim gerçekleşen hayalim
olabilseydin, kendi en yoğun gerçekliğin de olabilirdin…
Kim bilir, artık – geçti..

**

Yepyeni bir başlangıçtı senin ile birlikte yaşamak istediğim, yaşamaya giriştiğim, yepyeni ve en baştan.Şimdi bu hayalin ne denli olanaksız olduğunu kavrıyorum, kişi geçirdiği koskocaman yaşamın yükünü omuzundan atıp nasıl yepyeni en baştan başlasın ki yaşama, sanki yeniden doğarak, bunu istedim ben olacağı yoktu -zaten (nitekim) olmadı da..

**

Uçurumun karşılıklı iki yakasından aynı anda atlamak, dibi boylarken de ortada bir kısa an, el ele tutuşmak.. Kimbilir belki de her ilişi, zaten böyledir.

**

Fısıldayacağız birbirimize
Olduklarımızı, oldurduklarımızı
Sınayacağız birbirimizde
Olamadıklarımızı, olduramadıklarımızı

*

Bir şeyin ‘flu’ olması için, bir başka şeyin ‘net’ olası gerekir— tek başına bir şey ne ‘flu’ ne de ‘net’tir.

*

Haydi gel de sarılışıp—burunlarımızı çekerek—- yatalım senin ile dedim: ikimiz de hastaydık:-

*

İstediğin kadar tutul ve tutun bana dedim sana—-
Tutacağız birbirimizi—-
Tutunacağız birbirimize—-
Tutkuluyuz birbirimize—–

*

Gittikçe daha çok giriyorsun içime— Heryerimi öylesine doldurdun ki..

*

Beklediğini bilecektim.
Bilerek bekleyecektin.

*

Gelmeyeceğini bilerek beklediğin
gelebileceğini kurduğun zaman bile
bir kuruntu olduğunu bildiğindir
bile bile, kurduğun..

*

Sevgi—-sevme bir karardır—-bir kararlılıktır.

*

Bir yere gitmem gerekiyordu; sen aradın, ”Gitme” dedin—- ben de gitmedim.

*

İlişki için süreklilik gerekli dedin—- acaba öyle mi?
Nedir ‘süreklilik’ : hiç bitmememek mi?—- Öyle bir şey yok: herşey, bir gün, biter—-

*

Senin dünyana hiç ulaşamayacaktım: senin dünyanı oluşturan bakış,benim bakışım hiç olmamıştı hiç, senin yaşadıklarını ben hiç yaşamamıştım—seyirciydim yalnızca senin dünyan karşısından. Bu acı verdi bana.
Senin acılarınla acılanmamış; senin sevinçlerinle sevinmemiştim, ya— nasıl bilebilirdim ki senin hangi acında sevinç var; hangi sevincinde de hangi acı—- Nasıl anlayabileydim ki!…

*

”Sana doğru çalışıyorum—–ne olursa olsun geleceğim” Kararlıydım—–

*

İlişkide en önemli çıkmaz, iki kişinin birlikte yaşadıkları aynı ve tek durumla, bir olala ilgili, farklı anılara sahip olmalarıdır: zaman geçtikçe aslında yaşandığında aynı olan o durum ya da olay, iki kişi için apayrı anlamlar kazanır—-sanki, çehre değiştirir, başkalaşır, öyle ki o iki kişi oturup o geçmiş durum ya da olay üzerine konuşssalar, en somut ayrıntı üzerinde bile anlaşmazlığa düşebilirler. İşte ilişki kişilerindir ama anısı kişiye, her bir tek kişiye kalır: Tek tek, ayrı ayrı…

*

İlişki için belirleyici ola senin ile benim zamansal olarak ne kadar bir arada bulunduğumuz değil, yaşamsal olarak ne kadar şeyi birlikte geçirdiğimizdir.

*

Sevgi her ortaya çıkışında belirgin bir biçimde çıkar ortaya, hiç bir sevdiğini de bir başkasıyla aynı biçimde sevemezsin, her bir sevdiğin bir ve biriciktir—- hiç bir başka kimse ile karıştıramayacağın kadar tek ve benzersiz..

*

Olanaksızlıktan yola çıkan ilişki,ne çok gerçeklik katetse de, yeniden olanaksızlığa varır, sonunda; son olanaksızlığı da, ulaştığı en son gerçekliğidir.

*

Ayrılmalıyız dedin, ben de Ayrılma tek kişilik bir edimdir, ayrılmak isteyen ayrılır dedim. Bırakmaktır asıl tek kişilik edim olan ,ayrılmak ise herhalde her iki kişide de temelleri, nedenleri, yönelimi olması gereken bir şey..

*

İlişkimiz oradaydı, vardı ama biz birarada değildik, sen benim yanımda değildin, ben de senin yanında— ilişkimiz oradaydı; bizse orada değildik..

*

Biz artık ayrı olabiliyor idiysek sen ile ben arasındaki şu ile artık yok demekti—

*

Ben’in seslendiği sen’in kim olduğunu yalnızca ben ile sen bileceğiz..

*

Sen acaba benden alabileceklerinin hepsini alıp, artık alabileceğin bir şey kalmadığında mı gtimiştin??

*

Sen çınlattığın yaşam dolu kahkahalarından sonra da uzayıp giden ölümcül suskunluklarınla, bana hep bir şey haykırıyordun, susmanla bağırıyordun, sessizliğinle feryat ediyordun…

*

Seni bırakmaya hazırlamaya çalışıyordum kendimi..

*
Senin yoketme tutkuna saldırmıştım—- onu yok etmek için işte!!…

Bu son olaylar bütün gücümü aldı götürdü. Boş bir pil gibiyim! Gelecek olaylar da son derece güçlü olmamı gerektirecek.

**

“seni seviyorum” sözünü — o çok önemli sözü— çok sık kullanıyordun : bu beni rahatsız ediyordu ; sanki fazla sık söylenirse , sıradanlaşacak , içi boşalacak , anlamı yitecekmiş gibi geliyordu bana — bir yalana dönüşecekmiş gibi…

bu duygumu anlattım sana ; sen de, “peki söylemeyelim — başka birşey söyleyelim ki öteki anlasın”, dedin.

ben, “şimdi bir martı uçtu” dedim — biliyorsun; daha önce de , “bırak güvercini uçsun” demiştim.

anladın.

anlıyordun.

**

Beni alıp huzuru bilen güneşin en güzel batışını seyretmeye götür buralardan..Beni alıp güneşe götür ki son bir kez daha yanayım..Ama sadece beni götür, diye eklemiştin.

**

İki kişiden birinin bulunduğu yerde bir ‘ağırlık’ oluşunca; dolayısıyla da, öteki kişinin ‘ kefe’si ‘hafif’leşince, ilişki ‘kaykık’laşır: onu ‘ düzeltmek’ için bir şeyler yapmaları gerekir kişilerin —en azından birinin; en iyisi, ikisinin birden, birlikte…

**

Şimdi yapmamız gereken, yalnızca ikimize özgü, bir yeni dil geliştirmek, kurmak, yaratmak—öylesine ki, bir üçüncü kişi, bizim birbirimize söylediklerimizi işitecek olsa, bunlardan hiçbir şey anlamasın.

**

Belki temel hata, sevgiyi bir ‘duygu’ işi olarak görmekte. Duygu yanı yok değil; ama bu, bilinçle dengelenmezse, yalnızca duygusal kalırsa, kişinin özgürlüğü pahasına yürüyor. Bu oluşumun en temel göstergesi, kıskançlık: Sevginin tek yanlı yozlaşması… Akıl dışı hale gelmesi, bilgiyi çeler hale gelmesi… Sevginin iki kişinin ilişkisi olmaktan çıkıp, bir kişinin ötekine yönelik bir tutumu haline gelmesi…

**

Tabiî (gene) hırlaştık.
‘Küfür’ lerden ‘lanet’lere kadar vardı iş.
Bir ara ‘barışır’ gibi olduk; ama söylenmiş onca söz, aramıza duvarlar örmüştü artık.

-uzun zaman ne sen beni ne de ben seni aradık.

**

Güzeldi ve değerliydi yaşadıklarımız; kendilerine layık birer yer bulacak ikimizin de yaşamlarında: Hüzünleri eksik olmayacak – ama olsun: olacaklar ya!..

**

Güvenim yitikti – bir daha geri de gelmez güven; bir
kez yitince, sonsuza dek yitiktir.
O zaman şu kararı verdim:
“Onun sözlerine inanacağım”.

**

Bir tür ‘hesap’ çıkarmağa çalışacağım. Ama bir ‘bilanço’ olmayacak bu; sonuna ‘çizgi’ çekemeyeceğim, biliyorum. Bu ‘hesap’ sonucu bir ‘fatura’ çıkarmağa da niyetim yok -aslında, istesem bütün ‘maliyet’i kendi ‘hane’me yazabilirdim (kendimi suçlu bulmak, benim için olağan bir tutum -suçlamak kadar, en azından); ama, zaten ‘bedel’i ödediğime -ve ödeyeceğime- göre, buna da gerek yok.

**

Dünyanın en zor işini yapıyoruz. Şu boktan yeryüzündeki bütün düzenlemelerin engellemeğe çalıştığı, yasakladığı, cezalandıracağı bir ilişkiyi kurmak ve sürdürmek ..

**

“hani, çok önceleri, “sadakat nedir?” diye sormuştun bana; ben de şöyle birşey söylemiştim;
‘sadakat’, kişinin kendinde bir kişiye bir yer ayırması, ve o yeri hep onun için korumasıdır;
‘sadakatsizlik’ de, kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır;
‘ihanet’ ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması-“

**

“herşeye rağmen, çok güzeldi!…” diye yazmışsın, birlikte geçirdiğimiz günlerle ilgili olarak—

daha önce de, hiç beklemediğim anlarda, durumlarda, konumlarda, bana “ne güzelsin!…” demiştin — beni her seferinde şaşkınlığa düşüren bir sözdü bu : sen, bana, ‘güzel’, diyordun… — ne diyeyim ki!…

– evet, güzel sevgilim : yalnızca onların anıları işte, beni hâlâ ayakta (?) tutan…

başka ne kalıyor ki elimizde, zaten?…

hep unutamadığımız anılar oluyoruz işte…

unutmamağa çalıştığımız…

ama…

ama —

**

seni hep yaraladım.

— o en başta farkına vardığım ‘yaralılığın’ da, birşeyler ‘öğrenme’me yaramadı, işte…

şimdi sayamayacağım kadar çok durumda sana söylediklerim, yaptıklarım (bazısını burada, bu kitap içinde dile getirmeğe çalıştım — biliyorsun onları), derinden acı verdi sana, biliyorum—

(hani, bir akşam vardı, sen, inleye inleye, bitap düşüp — )

-bunları affettirmem —senden özür dilemem— de, artık, anlamlı değil.

bunların ne kadarı benim ‘özel’-‘öznel’- budalalığımdan kaynaklanıyor, ne kadarı da ilişki denen şu garip şeyin kendi ‘genel’ —’nesnel’— niteliklerinden çıkıyor, bilmiyorum.

tek bildiğim, başarısız olduğum—

(—zaten, ustam da, en başta alıntıladığım ‘itiraf’ında, aynı şeyi söylemiyor muydu?!…)

kuramadım onu, gereğince; sana da, yeterince, ulaşamadım — bu ‘beceriksizlik” yalnızca benden mi kaynaklanıyordu; onu da, bilemiyorum.

muhtemelen, öyledir.

ne sen, ne de ilişkinin kendisi—

yalnızca ben sorumluyum, bu başarısızlıktan…

**

İlişki iki kişiyi gerektiriyor ama o iki kişi hiçbir zaman tam o kişiler olarak gelemiyorlar, giremiyorlar ilişkiye. Her birinin bir sürü yükü var taşıması gereken; bir sürü yüzü var takınması gereken. Kendi dışındakiler, bir de sahtelikler geliyor, giriyor ilişkiye.

**

ilişkimizin kurulmağa ilk başladığı günlerden birinde,şöyle yazmışım:-
-“kafamı toplamalıyım –‘gene’!!gene hızla yeni bir belirlenmemişliğe dalıyorum–dalmak istiyorum;daldım bile–
ama,bunun ucunda ne var–‘sonuçları’na boşversem bile,bilmiyorum..”
sen,sonradan,defterimi okumuşsun ki,–benim sana verdiğim kaleminle,’silme’ ve ‘tutma’ işaretleri ile bir bağlama işareti kullanarak ,bu metni ‘redakte’etmişsin..bende, bunu farkedince,”redaksiyon’una uyuyorum diyerek, metni, senin biçimlendirdiğin haliyle, yeniden yazmışım:-
“hızla / dalıyorum–/dalmak istiyorum,/daldım /bile;/ama, dalmak istiyorum ——“
senin ile ilişkimiz konusunda bir ‘karar’ almam, senin alınmana yolaçmış olmalı ki,”ben sevilmek için kararlara kalmadım” diye yazmışsın, sonraki defterlerden birine — öfken, hafiften belli oluyordu, benim sana söylediğimle ilgili olarak.
‘karar’–evet, biliyorsun, temel bir yer tanıdım ona–ama şunu bilmiyorsun; seninle ilgili aldığım ilk kararda (hatırlarsın; yazmıştım bunu, farklı bir biçimde) ” bundan böyle o’nun içinde olmadığı birşey yazmayacağım” demiştim.(sen o ilk biçimi öğrenince — okuyunca — “bende hep buldum kendimi senin yazdıklarında” demiştin.)
–işte : sevgi–sevme–bir karardır–bir kararlılıktır–

sevgi nasıl birşey, değilde, nasıl olması gereken birşey, diye düşünüyordum; daha önce de yazmıştım bir-iki şey, bu konuda: ‘aşk ve sevgi’– elimizde olmadan ‘içine düştüğümüz’ birşey (ingilizce deyimi düşün : to fall ın love;’ilk görüşte aşk’–love at first sight…)olması çok önemli yanlar taşıyor; ama, birde, bilinçli, durup düşünüp,”ben onu seveceğim”diye bir kararın verilme durumuna bakalım(‘akıl birlikteliği’ gibi bir budalalığı kastedmediğimi biliyorsun):-

ancak bu karar verilmişse, verilebiliyorsa; ve, karşılıklı verilince, kişiler–sen ile ben–kendilerini tam olarak ‘verebilir’ler ( bak türkçe, gene, ne yapıyor: ‘kendini vermeye karar vermek’…)öbürüne — bu ‘verme’lerin karşılıklılığı yoluyla da, biz olabilirler…
ilişki, biz dir.
“ben senin içindeyim– sende benim içimde misin?” diye sordum;sende duraksamadan “evet” dedin.
–hani, kavga edip, ayrılıp, sonra barışıp, yeniden buluştuğumuzda, sen de,”sen’i bir daha görmemeye niyetliydim; ama, bir baktım–“her tarafımı doldurmuşsun” demiştin ya: işte, öyle içiçeydik, artık…

‘mantık’ ve ‘uzam’ açısından çelişik birşey bu; ama, ilişki ‘mantığı’ ve ‘uzamı’ açısından, geçerli…

ilişkideki (türkçe,’ilişki içinde bulunmak’ deyimini de kurar)iki kişi–sen ile ben–birbir(ler)inin ‘içinde’dir(ler) :hem ayrı ayrı, hem karşılıklı–ben, senin; sen benim…
ve ikimiz de, birlikte, onun içinde–sen ile ben : biz…
__sen, çınlattığın yaşam dolu kahkahalarından sonra da uzayıp giden ölümcül suskunluklarınla, bana, hep, birşey haykırıyordun -susmanla bağırıyordun- sessizliğinle feryat ediyordun, birşeyi bana; ama ben anlayamıyordum bunu -hala da, doğru dürüst anladığımı söyleyemiyorum
-zaten söylenecek birşey
de kalmadı
artık:
bağışla
beni-


__seni hep yaraladım.
o en başta farkına vardığım yaralılığın da, birşeyler öğrenmeme yaramadı, işte…
şimdi sayamayacağım kadar çok durumda sana söylediklerim, yaptıklarım (bazısını burada, bu kitap içinde dile getirmeye çalıştım -biliyorsun onları) derinden acı verdi sana, biliyorum –
(hani bir akşam vardı, sen inleye inleye, bitap düşüp-)
bunları affettirmem -senden özür dilemem- de, artık, anlamlı değil.
bunların ne kadarı benim özel -öznel- budalalığımdan kaynaklanıyor, ne kadarı da ilişki denen şu garip şeyin kendi genel -nesnel- niteliklerinden çıkıyor, bilmiyorum.
tek bildiğim başarısız olduğum-
(-zaten ustam da en başta alıntıladığım itirafında aynı şeyi söylemiyor muydu?!…-)
kuramadım onu, gereğince; sana da, yeterince ulaşamadım -bu beceriksizlik yalnızca benden mi kaynaklanıyordu onu da bilemiyorum.
muhtemelen, öyledir.
ne sen, ne de ilişkinin kendisi –
yalnızca ben sorumluyum bu başarısızlıktan..

__”en değerli hayalimdin sen,: kendini yıktın!…
elden çıkarmak istemediğin gerçekler vardı, herhalde: bir yarım-yamalak felsefecinin hayali olmak ise, istemedin. oysa, onun, yaşamında bir kez olsun gerçekleştirdiği, gerçek hale getirebildiği tek hayali olabilirdin – hatta sanıyorum , bunu istiyordun da… hayalden gerçekliğe giden yoldaki adımı atmadın – “kaçtım” dedin…
işte: kaçtığın kendindi – belki de, benim gerçekleşen hayalim olabilseydin, kendi en yoğun gerçekliğin de olabilirdin…
kim bilir, artık – geçti…”

__o uzun ayrılıştan önceki son buluşmamızda, bana, şöyle bir şey dedin:-
“senin ile hiç ilişkimiz olmadı ki…”
“senin ile ilişkimiz hiç olmadı ki…”
“senin ile ilişkimiz olmadı ki hiç…”
“hiç ilişkimiz olmadı ki senin ile..”
tam nasıl söylemiştin, anımsayamıyordum -belki, yıllar içinde, kafamda o kadar evirip çevirmiştim ki bu tümceyi, tam biçimini artık yeniden kuramıyordum (yıllar sonra, o gün bu tümceyi üzerine not ettiğim sigara paketini buldum: şöyleydi:
“bizim senin ile hiç ilişkimiz olmadı ki…”)
önce hiçbir şey anlamadım; hep de düşünüp durdum; ancak da yıllar sonra, anladım:-
haklıydın
haklısın

__kararsız mısın;
korkuyor musun;
istemiyor musun?
,
diye sordum; sen de, hepsine birden, evet, dedin.
bunlar çok farklı şeyler oysa ki: –
‘kararsızlık’ kişinin ötekine yönelik;
‘korkmak’ kendine yönelik;
‘isteksizlik’ de ilişkiye yönelik;
yetersiz kalmasıdır.


__olanaksızlıktan yola çıkan ilişki, ne çok gerçeklik katetse de, yeniden olanaksızlığa varır, sonunda; son olanaksızlığı da, belki, ulaştığı en son gerçekliktir.
ilişki ancak yaşamakla varolur; ama, yaşandıkça da, tükenir.
b i z, artık, ayrı olabiliyor idiysek, sen ile ben arasındaki şu ‘i l e’, artık, yok, demekti.

Oruç Aruoba
ile

Dımaşklı Asilzade Tevfîk Kabbânî’ye

Kelimeler kırık… Babanın göz kapakları gibi
Sözcükler zayıf… Babanın kanatları gibi
O halde nasıl söylesin şarkıcı şarkısını?
Hokkanın tamamı gözyaşlarıyla doluyken
Ne yazabilirim ki oğlum?
Ölümün tüm dilleri mezara koymuşken

Hangi gökyüzüne uzatıyoruz ellerimizi?
Londra sokaklarında bize ağlayacak kimse yokken…
Her taraftan ölüm saldırırken bize
Keserken bizi; iki söğüt gibi
Sana bakıyorum ve hatırlıyorum Ali’yi,
Bana bakıyorsun ve hatırlıyorsun Hüseyin’i

Sırtımda taşıyorum seni ey oğlum
İki parçaya ayrılmış bir minare gibi
Saçların yağmurun ıslattığı bir buğday tarlası
Başın avucumda bir Şam gülü…Ve yüzün ay ışığının yansımaları
Ölümünle bir başıma yüzleşiyorum
Bir başıma topluyorum kıyafetlerini
Öpüyorum kokun sinmiş gömleklerini ve
Pasaportun üzerindeki resmini
Deliler gibi çığlık çığlığayım, öylece bir başıma
Etrafımdaki herkesin yüzü donuk
Herkesin gözü taş
Zamanın kılıcına nasıl karşı koyacağım?
Kılıcım kırılmışken

Güzel prensimden bahsedeceğim size
Aynalar gibiydi saflığı, başaklar gibiydi uzunluğu onun
Servi ağacı gibiydi…
Kuzuların ve serçelerin arkadaşıydı
Dostuydu güvercin seslerinin
Size gözlerinin menekşesinden bahsedeceğim
Bilir misiniz kiliselerin camlarını?
Damladığında, kristal avizelerin gözyaşlarını?
Bilir misiniz Roma çeşmelerini ve
Ayrılış öncesi teknelerin hüznünü?
Size ondan bahsedeceğim
Güzellikte Yusuf gibiydi.. Onun içindir ki kurttan korkuyordum
Uzun altın saçları için korkuyordum…
Ve dün, gözbebeğimin gömleğini taşıyarak geldiler
Gün batımının kanıyla boyanmış bir halde
Ne gelir elimden hayatımın şiiri?
Sen güzelsen
Talihim de yoksa

Neden gazeteler beni öldürüyor?
Ve neden beni her gün anılardan örülü uzun bir halatla asıyor?
Ölümüne inanmamaya çalışıyorum, yazılan tüm haberler yalan
Doktorların her sözü yalan
Mezarının üstüne bırakılan her çiçek yalan
Her gözyaşı ve her hıçkırık
Efsanevi Prens Tevfik’in öldüğüne inanmamaya çalışıyorum
Yıldızlar arasında geniş alnıyla dolaşan kişinin öldüğüne
Güneşin ağaçlarından meyve koparan kişinin öldüğüne
Gözleriyle deniz suyu biriktiren kişinin öldüğüne
Senin ölümün ey oğlum, bir şaka.. Ölüm ki
En acımasız şakalardan olabilir

İnanmamaya çalışıyorum. İşte Zamalek Köprüsü’nü geçiyorsun
el-Cezire kulübüne mızrak gibi giriyor ve dostlara esenlikler diliyorsun
Bulutların ve yağmurun içinden bir şimşek gibi geçiyorsun
Ve işte Kahire’deki evin, işte yatağın, işte oturduğun yer
İşte harika tabloların…
Pamuklu kanduran ile önümdesin ve sabah çayı demliyorsun
Balkonlardaki çiçekleri suluyorsun…
Gözlerime inanmamaya çalışıyorum…
İçlerinde hala güzel soluklarından kalıntılar taşıyan tıp kitapların
Ve işte asılı duran doktor önlüğün, ihtişamın ve ümitlerin hayalini kuran
Ey hayatın hurması.. nasıl inanayım şarkılar gibi unutulup gittiğine?
Nasıl inanayım üniversite diplomanın bir gün ölüm belgen olacağına!!

Tevfik’im
Ölümün bir çocuğu olsaydı evlat acısının ne olduğunu idrak edebilirdi
Eğer ölümün bir aklı olsaydı
Ona bülbüllerin ve yaseminlerin ölümünü nasıl açıklayacağını sorardık
Ölümün bir kalbi olsaydı; güzel çocuklarımızı kurban etmeden önce bir kere daha düşünürdü
Tevfik’im… Melek yüzlüm… Ay yüzlüm
Beyrut’daki kız arkadaşların bekliyor dönüşünü
Ey aşkın ve aşıkların efendisi
Nasıl yıkacağım onların hayallerini?
Nasıl boğacağım onları şaşkınlık denizinde?
Onlara ne diyeceğim? Hayatının aşklarına, ne diyeceğim?

Tevfik’im…
Zamalek’in Köprüleri adımlarını gözlüyor her sabah
Şam güvercini kanatlarının altında senin aşkının sıcaklığını taşıyor
Ah göz bebeğim… Oradaki hayatı nasıl buldun?
Bizi biraz da olsa düşünecek misin?
Seni görebilelim diye yazın sonunda geri dönecek misin?
Tevfik’im…
Senin üzüntün karşısında korkak birisiyim,
Babana merhamet et.

Nizar Kabbani

Çeviri: Serap Uçma

Mustafa Sâdık er-Râfiî

Hayatın en zorlu hapishanesi insanın içine hapsolduğu yarım kalmış düşüncedir. Bu düşünceyi bırakmaya da gerçekleştirmeye de gücü yetmez. İşte bu şeyin kötü hissi uzadıkça uzar. Öyle ki, sanki bu his daha başlangıçtadır ve bir sona doğru ilerlemiyordur. Acı çektikçe acı çeker ve bu sırada hayat ona öyle hissettirir ki, başından geçen bütün ızdıraplar sadece ızdırapların başlangıcıdır.

Bir gün kader, acı çeken ümitsiz kişiyle konuşsaydı aralarında geçen diyalogta, kader iki cümle; ümitsiz kişi de bir kelime söylerdi. Şöyle ki:

Kader: Sırrın tamamını öğrendin mi?

İnsan: Hayır.

Kader: Ey zavallı! zaten bu sana ulaşan şey de sırrın bir kısmıdır. 

Sonra Allah, insanın yükünü hafifletti ve ona, gerçekliklerden sıyrılıp onunla huzur bulabileceği hayal etme gücünü verdi. Fakat hayalperestler hayallerden sıkıldığında ise, onları sadece sevgi paklar.

Gerçek sevgi ancak iki ruhun içlerinde gerçeklik adına ne varsa, bütünüyle karışmasıdır. Öyle ki kimileri şöyle demiştir: İki kişi arasındaki şey, ancak birinin diğerine “Ey Ben” diyebildiği zaman sevgidir. Bu açıdan bakarsak iki sevgili arasındaki nefret -eğer oluşursa- husumet sırasında oluşabilen bir çok nefretten daha şiddetlidir. Çünkü bu, iki ruhun, karışmış olan parçalarını ayrıştırmak için yaptığı bir savaştır. Ruhlar dünyasındaki en şiddetli düşmanlar, birbirlerinden nefret etmeye başlayan sevgililerdir.

Bir ülkeden başka bir ülkeye taşınmanın faydalı olabilmesi için, ruhun bir duygudan diğerine geçmesi şarttır. Üzüntün seninle beraber geliyorsa eğer, sen yerinde oturmuş ve hiç kalkmamış gibisindir.

Alemi geniş bir ruhla karşılarsan, mutluluğun hakikatlerinin arttıkça arttığını; üzüntünün hakikatlerinin de küçüldükçe küçüldüğünü göreceksin. Fark edeceksin ki; dünyan daralıyorsa dar olan sensin, dünyan değil.

Ruh boş kalırsa düşünmesi de boşluğuna kıyasla katlanır. Bu yüzden ruh, kendisini düşüncelere karşı oyalayacak bir şeylere doğru kaçar. Fakat bilge kişi, ruhu dolu yaşar ve onun iç dünyasına lisanımızda bazen “düşünce” ve bazen de “sessizlik” adını veririz.

İnsanlar, arzularının köleleridir. Senin bu arzular karşısındaki konumuna göre sana yaraşan bir kelime vardır. İşte bu noktada, layık olduğun veya insanların sana layık gördüğü şey seni karşılar. İnsanların gözünde seni eksiltmeden mükemmel yapabilecek bir şey yoktur. Hatta; imanın bir insan sınıfı için küfürdür, aklın bir grup için ahmaklıktır, faziletli olman bir topluluğu kıskandırır, ahlakın ise kimilerini kışkırtır.

Agâh ol ki arkadaşlık mertebelerinin en yücesi iki mertebedir: Birincisi; kötü huyu kendisine ağır bastığında, sana kötülük yapan dosta karşı sabrındır. İkincisi ise; ona kötülük yapmamak için kendi kötü huyun ile savaşırken, önceki sabrına gösterdiğin sabırdır.

Bu dünyanın dertlerinden birisi de şu kalbin, üstün özelliklerle yaratılıp yine o özellikler sebebiyle cezalandırılmasıdır. İnsanlar, onun inceliğine bir ceza olarak ona sert davranırlar. Onun vefasına karşılık arkadan vururlar. Onun sakin duruşuna patavatsızlıkla cevap verirler. Aptallıkları, onun sessizliğini bulandırır. Yalanları ise, onun içindeki samimiyeti inkardır. 

Ey Şehr-i Ramazan, sen ne kadar yücesin! Dünya seni gerçekten tanısaydı sana ‘’Otuz Günlük Medrese’’ ismini koyardı. 

Sırtındaki yükü hafifletme fikri, bu yüke bir de dert ekleyerek onu olduğundan daha ağır hale getirir. Dert, bir ruhun taşıdığı en ağır şeydir. Bu yüzden çalışma esnasında sakın rahata ulaşmayı bekleme. Aksi halde bu durum gücünü zayıflatır ve enerjini düşürerek bıkkınlığı beraberinde getirir. Çalışmanın özü yalnızca sabırdır ve sabrın özü de ancak azimdir. 

Her kişinin gayptan başka hiç kimsenin ortak olmadığı bir iç dünyası olduğu sürece; tanıdığın her insanın içinde, aynı zamanda tanımadığın bir insan olacaktır. 

İnsan, diğer insanlar nazarında yüzünün şekli ve dış görünüşünden ibarettir. Fakat Allah’ın nazarında o insan, kalbinin şekli ve içinden geçirdiği düşüncelerle değerlendirilir. 

Ruhtaki şeylerin çok olmaması, küçük şeylerden bile mutluluğun artması demektir.

Çocuklar bir çok kadına göz gezdirir fakat anneleri içlerinden en güzelidir, çirkin olsa bile.

Annesi hadd-i zatıyla onun kalbinin sultanıdır.

Bu kalpte çokluk bir mana ifade etmez.İşte sır budur, küçük çocuktan öğrenin ey düşünürler!

Mustafa Sâdık er-Râfiî 

Çeviri: Fatih Mert Çağıl

Geri Dön

Geri dön ve alıp götür beni sevgili duygu,
bedenimin anıları uyanıp, eski arzular
tekrar canlanınca kanımda.
Dudaklar ile ten hatırlayınca ve yeniden
dokunmuş gibi olunca eller.

Geceleri, sık sık geri dön ve alıp götür beni
dudaklar ile ten hatırlayınca.

Konstantinos Kavafis
Çeviri: Ari Çokona

BENİMSE GÖZLERİM AKAN SULARDA

ben ve ellerim uzaklarda senden
kelimeler gözyaşlarında asılı
bilirim yollanımı gözetleyedururda
otururken köşesinde yalnızlığın iğreti
yüreğin ezik ezik olmasın anne.

sensiz sanadır içimde akşamlar
suskunluğun süren sorgusunda
az biraz morcadır ellerim anne.

ak bir yazmadır gece /örter başını
düşmüştür yollara yana yakıla
yürekleri itrek karanlıklara sarkıtılır parmaklar
seherlere düşen ayrılıktır
kuşluklar kıyılardan avuçlanır anne
benimse gözlerim akan sulardan.

Ahmet Veske