Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
Bilinmez, bir beklediği var mıydı o uzun yolculuğun kimsesiz bir durağında. Yolda kalmış hurda bir kamyonun sönük farları gibiydi gözleri.
Karşı köprü altında yanıp sönerken dereye vuran gölge, o kıraç yamaçta, umutsuzca bir umutla beklemişti habercisini. “Gömdüm, ” dedi, “kendimden önce derinlerdeki izleri. Artık hiçbir şeyim yok karanlığa katacak kendi yanılgılarımdan başka.” Elinden tutup yavaşça, dağılan sisin ötesinde beliren adaları gösteriyorum şimdi karşı kıyıda. Bir kadın çamaşır asıyor balkonda, bir çocuk ıslık çalıyor; dalarken batık bir gemiden saçlarına takılan yosunları temizlerken. Her şey çok yakındaymış gibi, ayrıntılar şaşırtmıyor bizi bu sessiz buluşmada.
karımın gözleri bal rengi saçları perma ben izin verdim güvercinim öyle güzel ki biz sade yurttaşlarız bayım şimdi olduğu gibi bir saçın haylaz tellerine takarız mutluluğu
karım bir melek gibi düş inceliğinde uzun uzun susar yıllarca konuşmuş gibi pullarım yıldız yıldız oynaşırken içinde susar ela gözlerinde engin bir su derinliği düşerim gölgesiz denizlere eririm sanki
bilmenizi isterim ki sayın görüşmeci tek ve kesin bir yanıtımız var bizim soruşturmalara dünyaya geleceğe mutluluk yüzümüzün olağan rengi namuslu ve kurallar çizgisinde insanlarız yargı evindeymişiz gibi yanıtlayacağız sizi
özgürüz üstelik ciddi bir iştir özgürlük paranın dolaşıma girmesiyle başlar tarihi dolaşık özgürlüğün işe yarar bir bölümü de kıvrılıp süzülerek girmekte cebimize ah kutsal kardeşliğiniz dünya durdukça dursun ey çağlayarak dökülen ulu para ırmakları ey hür dünya gibi dalımıza konan özgürlük
tarih deyince ortak geçmişimizi anımsıyorum kadınlar kanları pahasına yazarlar tarihi karımın tarihi yoktu kanı dökülünceye değin karımın yaşı üç gülmeyin üç yıldır evliyiz üç yıldır iç ve dış düşmanlara karşı biz kipiyle konuşmanın sevinci içindeyiz
nasıl politik olmayız her şey politik güncel politika tartışmalarına girmeyiz seçimlerde oyumuzu atarız en iyisi demokrasi gündemimizde varsa yoksa aile politikası seçimsiz kavgasız saygılı sessiz
geceleri koruyucular alırız yurttaşlık gereği güzel göğüslerimiz geniş omuzlarımızla uyum içindeyiz yunan tanrıları gibi çılgınca sevişiriz çocuklar doğururuz zümrüt gözlü bol kirpikli
ruhumuzun aynası kitaplar duvarları süslüyor hayran gözlerimizi okşamakta boydan boya renkleri bu kitabın rengi ne hoş filizi yeşil sana bu renk bir kazak örmeliyim kocacım trajik bir roman mı okuyorsun demek kış geldi ilk kar düşmeden koyu giysilere bürünmeli
mektuplar ailemizin gizli tarihi deli bir kan akıyor ilk mektuplarda ‘seni alamazsam öldürürüm kendimi’ bunu görmenizi istemezdim kişiye özel ‘seni soyunuk çekecek bir çekici olsaydı yokluğunda hiç duymazdım özlemini’ mektuplar çocuk biraz çapkın çokca tarihi ‘öyle mutluyum ki seninle bi yağmurumuz eksik sustuğumuzda şöyle inceden çiseleyen ilk sinemaların kaçamak öpüşlerin yağmuru’
aile fotoğrafları kuşaklar boyu kalacak belge benim saçlarım ortadan ayrık karımınkiler perma bakın şu gülüşün eskimezliğine tarih gelse bozamaz burda kuğulu parktayız önümüzde kuğular ha kuğunun boynu ha karımın inceliği bense bir sığınak gibi olduğum yerde karım pembe bir gül gibi ilişmiş göğsüme bunlar karımın elleri güzel elleri ince sanki sevgisini katıyor yediğimiz yemeklere kıyıdaki tabağa uzanan benim elim sofrayı toplarken yardım ediyorum güvercinime
açıklar mısınız neler karalıyorsunuz böyle öznesi ölü bir kadın olan ebedi bir aşk mı boğulmuş bir gençlik mi yatıyor karımın yüreğinde işte bayım ömrümüz tümüyle önünüzde gülümseyen bir fotoğraf gibi mutlu ve gerçek son ve mutlak bir yanıt gerekecek size
dünya ölümlü dünya bu aşk bir gün bitecek karımla ben ölüm denen sonsuzluğa düşünce…
Şiirler, anlatı olduklarında bile, öykülere benzemez. Bütün öyküler zafer ya da yenilgiyle sonuçlanan meydan savaşları hakkındadır. Sonuç ortaya çıkacağına yakın her şey o sona doğru harekete geçer.
Oysa şiirler sonuca aldırmaksızın, bir yandan yaralılara bakar, bir yandan da korkunç ya da galip olan tarafın yabanıl konuşmalarına kulak vererek aşarlar savaş alanlarını. Bir çeşit barıştır sundukları. Uyuşturuculara ya da ucuz kandırma yollarına başvurmadan, tanıyarak ve bir zamanlar yaşanmış olanın hiç yaşanmamışçasına yitemeyeceği vaadiyle getirirler bu barışı. Bu vaat anıtların söz ettiği vaatlere benzemez. (Hâlâ savaş meydanında olan kim ister taştan anıtları?) Dilin vaadiyse, dili isteyen, dili çağıran yaşantıya bir sığmak sunması, ondan haberli olduğunu belli etmesidir.
Şiirler öykülerden çok dualara yakındır, ama şiirde dilin ardına saklı, dua edilen bir kimse yoktur. Duyup haberli olması gereken dilin kendisidir. Dindar şair için “Kelam” Tann’nın ilk niteliğidir. Şiir sanatında sözcükler birer iletişim aracı olmadan önce birer varlıktırlar.
İşin garibi şiir de, örneğin, çokuluslu bir şirketin yıllık genel raporundaki sözcüklerin aynısını ve aşağı yukarı aynı cümle yapısını kullanır. (Bu şirketler kendi kârları uğruna modern dünyanın en korkunç meydan savaşlarını çıkartmaktan çekinmezler. Peki nasıl olur da şiir dili böylesine değiştirebilir, basitçe bilgi iletmek yerine dinleyip vaatler verebilir ve bir tanrı işlevini yüklenebilir?
Bir şiirin bir şirket raporundaki sözcüklerin aynısını kullanabilmesi, bir deniz feneri ve bir hapishane hücresinin aynı kütleden kesilmiş ve aynı harçla birleştirilmiş taşlardan yapılabileceği gerçeğinden değişik bir şey demek değildir. Her şey sözcükler arasındaki ilişkiye bağlıdır. Bütün bu ilişkilerden çıkan toplam, yazarın dile bir sözcük dağarcığı, cümle yapısı ya da bir yapı olarak değil, bir ilke ve varlık olarak nasıl biçim verdiğine bağlıdır.
Şair dili zamanın uzanabileceğinden uzak bir yere yerleştirir: Ya da daha doğrusu, şair dile bir yermişçesine, zamanın söz geçiremediği, zamanın kendisinin bile içerilip sınırlandırıldığı bir yoğunlaşma noktasıymışçasına yaklaşır.
Şiir bazen kendi ölümsüzlüğünden söz açarsa, onun belli bir kültürel tarihe ait, belli bir şairin dehasından daha uzun ömürlü olduğunu anlatmak içindir bu. Ölümsüzlüğün ölümden sonra gelen ünden ayırt edilmesi gerekir burada. Şiir ölümsüzlükten söz açabilir, çünkü şiir dilin geçmiş, şimdi ve gelecekteki bütün yaşantılara kucak açtığına inanıp tümüyle dile teslim eder kendini.
Şiirin vaadi diye bir şeyden söz etmek yanıltıcı olabilir, çünkü vaat geleceğe uzanır; ama şiirin vaadi geçmişin, şimdiki zamanın ve geleceğin toplamından oluşur. Şimdiki zamana ve geçmişe olduğu kadar geleceğe de uyarlanabilen bir vaade bir güvence demek daha uygun olur.
…
On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda sosyal adaletsizliğe karşı en doğrudan protesto biçimi düzyazıydı. Zamanla insanların us’u fark edeceklerini, zaten tarihin de us’tan yana olduğunu savunan us güdümlü yazılardı bunlar. Bugünse, bu konu hiç de öyle kesin görünmüyor. Sonunda böyle bir şeye varılacak diye bir garanti verilmiyor. Geçmişteki ve şimdiki acılar gelecekte evrensel bir mutluluk çağıyla pek silinecek gibi görünmüyor. Ve kötülük sabit, yok edilemez bir gerçeklik şimdi. Bütün bunlar da çözümün -yaşama vermemiz gereken anlamla barışma yolunun ertelenemeyeceği anlamına geliyor. Geleceğe güvenilmez. Gerçek olan an şimdidir. Ve bu gerçeği gitgide daha yoğun bir şekilde soğuran şey düzyazıdan çok şiir olacaktır. Düzyazı şiirden daha çok güven verir, ama şiir kanayan yaraya seslenir.
Dilin üstün yanı yumuşaklığı değildir. Kapsamındakileri, bir aşk sözcüğünü bile, acımasız bir katılık içinde barındırır; önemli olan sözcük değildir: Her şeyin başı dilin nasıl kullanıldığıdır. Dilin özelliği potansiyel olarak eksiksiz oluşudur, sözcükler yardımıyla insan yaşantılarının tümünü -olmuş ya da olabilecek her şeyi- barındırma potansiyeli vardır. Dil konuşulmaz olana bile yer ayırır. Bu anlamıyla dilin insanın tek barınağı olduğu, insana düşman olmayan tek barınağı olduğu söylenebilir. Düzyazı bağlamında, bu ev uçsuz bucaksız bir alan, rayların, patikaların, caddelerin kesişip uzadığı bir ülkedir; şiir bağlamındaysa, bu barınak tek bir merkezde, tek bir seste yoğunlaşır ve bu ses aynı zamanda hem bir sesleniş hem de seslenişe verilen yanıttır.
İnsan dille her şeyi anlatabilir. Bu yüzden dil herhangi bir sessizlikten ya da tanrıdan daha yakındır bize. Dilin bu açıklığı bir kayıtsızlık anlamına da gelebilir. (Dilin kayıtsızlığı bültenler, kanun kayıtlan, bildiriler ve dosyalarca sürekli kullanılır ve soruşturulur.) Şiir dilden bu kayıtsızlığını yıkmasını ister ve dili özen göstermeye çağırır. Şiir nasıl böyle bir çağrıda bulunur? “Şiir emeği” ne demektir?
“Emek” demekle söylemek istediğim, bir şiir yazılırken gerekli iş değil, yazılmış şiirin becerdiği iş. Her özgün şiir, “şiir emeğine” hizmet eder. Ve bu tükenmez emeğin amacı yaşamın birbirinden ayırdığı ya da vahşetin parçaladığı şeyleri bir araya getirmektir. Fiziksel acı çoğunlukla eylem aracılığıyla azaltılabilir ya da dindirilebilir. İnsanlığın bütün öbür acıları şu ya da bu tür ayrılıklardan doğar. Şiirin “dindirme” yöntemi daha dolaysızdır. Şiir hiçbir kaybı onaramaz, ama ayrılığa yol açan uzama karşı koyabilir. Bunu da dağılmış olanı sürekli bir araya toplamakla ortaya koyduğu “emek” ile becerir. Üç bin beş yüz yıl önce Mısırlı bir şair şöyle diyordu:
Ah sevgilim öyle güzel ki havuza girip yıkanmak gözlerinin önünde izin vermek görmene ıslak giysim nasıl sarılıyor gövdemin güzelliğine Gel de bir bak.
Şiirin eğretileme kullanma, benzerlikler keşfetme eğilimi, karşılaştırmalar yapmak (buna benzer tüm karşılaştırmalar hiyerarşiktir), ya da herhangi bir olayın önemini azaltmak için değil, varoluşun parçalanamaz bütünlüğünün kanıtı olacak karşılıklar bulmak içindir. Şiirin yakınlık duyduğu şey bu bütünlüktür ve bu yakınlık duygusallığın tam karşıtıdır; duygusallık hep bir affa sığınmanın, bölünebilir şeylerin peşinde koşar.
Eğretileme ile bir araya toplamaktan başka şiir “ulaşım” gücüyle birleştirir de. Bir duygu ulaşımını evrensel ulaşıma eşitler; belli bir noktadan sonra söz konusu uçlar önemini yitirir ve geriye sadece aşırılığın yoğunluğu kalır; uç noktalarsa ancak dereceleri sayesinde birleşebilirler. Anna Ahmatova:
Sabit siyah ayrılıktan aldığım pay denk seninkine. Neden ağlıyorsun? İyisi mi ver elini ve söz ver bir düşte geri döneceğine.
Sen ve ben acıdan bir dağız, sen ve ben bu dünyada bir daha hiç karşılaşmayacağız. Hiç olmazsa gece yarıları bir selam gönderebilsen yıldızlardan.
Burada nesnel ve öznel olanın birbirine karıştırıldığını tartışmak, günümüzde çekilen acıların eriştiği noktayla çelişen deneyci bakış açısına geri dönmektir; doğrusu oldukça tuhaf, haksız bir ayrıcalık istemidir bu.
Şiir dilin özen göstermesini sağlar, çünkü her şeye bir içtenlik katar. Bu içtenlik “şiir emeği”nin bir sonucu, şiirin söz ettiği her olayı, adı, eylemi, bakış açısını içtenlikle bir araya getirmesinin sonucudur. Genelde, dünyanın bu zalimliğine ve kayıtsızlığına karşı koyacak daha dayanıklı bir şey yoktur.
Nerden gelir bunca acı? Nerden gelir bulur bizi? Hep o acı ezelden beri düşlerimizin kardeşi dizelerimizin yol göstericisi.
diyor şair Nazik al Mal’-ika.
Olayların sessizliğini kırmak, acı ya da yürek parçalayan yaşantılardan söz açmak, dile getirmek, bu sözcüklerin duyulabileceği ve duyulduğunda da olayların yargılanacağı umudunu bulmaktır. Duanın kökeninde işte bu umut yatar ve dua -bir o kadar da emek- dilin kökeninde yer alır. Dilin tüm kullanımları içinde bu kökenin anısını en saf şekliyle koruyan şey şiirdir.
Şiir işlevi gören her şiir özgündür. Özgün’ün iki anlamı vardır: Öze dönüş, yani kendinden sonra gelen her şeyi üretmiş ilk örneğe dönüş ve daha önce benzeri görülmemiş bir şey anlamına gelir. Bu iki anlam şiirde, yalnızca şiirde bütünleşerek birbiriyle çelişmez olurlar.
Bununla birlikte, şiirler basit birer dua değildir. Dinsel bir şiirin bile gönderide bulunduğu tek ve öznel şey Tanrı değildir. Şiir dilin kendisine gönderide bulunur. Bir ağıtta sözcükler ait oldukları dili kaybetmenin acısıyla ağlaşıp sızlanırlar. Şiir karşılaştırılabilir, ama daha geniş bir biçimde dile gönderide bulunur.
Dile dökmek, sözcüklerin duyulabileceği ve tanımlanan olayın yargılanacağı umudunu da birlikte getirir. Olayların Tanrı ya da tarihçe yargılanacağı umududur bu. Her iki durumda da yargı uzaklardadır. Ama dil, hep hazırda bekleyen ve bazen de yanlışlıkla yalnızca bir araç olarak düşünülen dil, gönderide bulunan şiir olduğunda, inat ve gizemle kendi yargısını sunar. Bu yargı herhangi bir ahlak anlayışından farklıdır, ama duyup haberdar olduğu kadarıyla iyi ve kötü arasında bir ayrım umudu verir – sanki dilin kendisi bu ayrımı yapmak ve korumak için yaratılmıştır.
Bir dostun evinde uyandık. Yerde bir post üstünde uyumuştuk. Aşağımızdaki odada bir piyano vardı. Evin iki küçük çocuğu okula gitmeden önce bir alıştırma çalıyorlardı. Dört el için bir alıştırmaydı bu. Arada bir şaşırıyor, baştan alıyorlardı.
Kendi ölümümle beni en çok uzlaştıran şey bir düşünce, senin ve benim kemiklerimin birlikte gömülüp dağıldığı, çırılçıplak kaldığı bir yer düşüncesi. Kemiklerimizin ortalığa saçılmış darmadağın yattıkları bir yer. Kaburga kemiklerinden biri kafatasıma dayalı. Sol el kemiklerimden biri kalça kemiğinin içine girmiş. (Kırık kaburga kemiklerimin üstünde göğsün bir çiçek gibi.) Ayak kemiklerimiz, yüzlercesi darmadağın. İç içeliğimizi böyle imgeleyişimin, yalnızca kalsiyum fosfattan oluşsa da, huzur verici olması garip. Ama öyle. Seninle olduktan sonra, kalsiyum fosfat bile olmanın yeteceği bir yer düşünüyorum.
Küçüksu çayırını şantiye yapmışlar İşçiler beton döküyor, demir eğiyor, zift kaynatıyor Vakit öğleyi geçti çoktan, yemeklerini yemiş olmalılar Coca-Cola’ya doğrayıp ekmeklerini İşçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz Ben görür müyüm bilmem, ama kuracaklar mutlaka Coşkuyla çakacaklar her çiviyi, türkülerle dökecekler betonu Ve onlar Onlar, diyorum sadece Bir yolculukta karşılıklı konuşan adamların Parmak uçlarındaki sigaralar gibi şaşkın Bilmeden ne yapacaklarını Anlayacaklar ne kadar güçsüz Ne kadar zavallı olduklarını Vakit öğleyi geçti çoktan.
Bir tanker geçiyor şimdi de tam akıntının ortasından Baştanbaşa gül rengi Kimseler görünmüyor içinde Neden görünmüyor, bilmiyorum Yolcu uçaklarına, yük kamyonlarına, fabrikalara petrol taşıyor Tanklara, savaş gemilerine, roketlere de Yılların, yüzyılların Bitmeyen vahşetini ateşlemek için Sanki bu yüzden kimseler görünmüyor ortalıkta, utançlarından Utancı bilerek yaşamak korkunç Daha korkuncu da var: utancı bilerekten yaşatmak Gördük hepsini işte, daha da görüyoruz.
Pembeye dönük bir aydınlık, yağıyor usul usul Bir poyraz çıktı hafiften, kuzeye çevrildi teknelerin burnu Ve güneş kaydıkça kayıyor batıya doğru, birazdan kan kırmızı bir gök buğulanacak Birazdan kan kırmızı bir akşam yağmuru da dökülebilir Neler neler olabilir birazdan Bir uçak geçiyor yaldızdan bir iz birakarak İçindeki mutlu yüzleri düşünüyorum Bir hüzün basıyor gene, ne kadar istemesem de Çabuk geçiyor Nerede okumuştum, hatırlamıyorum şimdi, biri mi anlatmıştı yoksa Mahpusunu kıskanan bir gardiyanı Ve düşün sevgilim, mahpusunu kıskanan bir gardiyan düşün Ne kadar acı bunlar Kıskanıyorlar hepimizi ve kıskanacaklar Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir Birazdan akşam olacak sevgilim Bütün heybetiyle akşam olacak Sevgilim, diyorum, oysa kimsecikler yok yanımda Bilmiyorum kime sevgilim dediğimi Bildiğim bir şey varsa O kadar yeni bir anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi Unutup birden zamanı ve yeri Onunla bir günü kutluyorum coşarak Onunla bir günü kutluyoruz sanki…
babamdan bir tokat yemeden büyüdüm ben belki sebebi budur banknotları karalamamın hep aynı saatlerde farklı semtlerde en az üç kişiye randevu vermemin belki sebebi de budur kaba bir irkintiyle uyanırdım çocukken homurdanan bir erkek sesinden yoksun annemin her sabah yatağında bir erkek cesediyle kavgasız ve barışçıl uyanmasından bıkmıştım şu silik ağıtından nefret ederdim en çok “hem anne hem baba oldum derdi evlatlarıma”.
bana iyileşmez bir aşk sunan sürekli sevgilim sandığım kızı Kuran’ın yapraklarına sardığımda henüz on beş yaşındaydım sürekli sevdiğimi sandığım kızdan bana arta kalan bir aşk yarası hocalığıydı bir de eğretiliğimi azdıran uyumsuzluğum
ben aslında büyürdüm aylaklığım büyürdü büyürdü pelerine sarılmış kadınların elleri kirim pervasızca büyürdü belki ben de gençliğimde sıkılmış yumruklarımla sloganlar atar miskinliğini ellerdim uyuşuk halkların belki ben de annemi oğulları darağacı görmüş şanslı kadınların arasına katardım peşime polisleri takar talan ederdim özenerek kurulmuş bir sofrayı ben aslında büyürdüm
yaşamak düşseydi bunca insandan payıma vebasından kurtulsaydım çocukluğumun bir de
gece sessiz düş soğuk delikanlı uyuyor ayın aydınlığıyla ürperiyor uykusuz gözleri alnına akıyor perçemi su inceliğinde eşya da kımıldayacak yüreği gibi saatinden bir kuş çıkıp geceyi bildirse
adını unuttuğum sevgili arkadaşım bu şiir tutkuyla yazdırıyor kendini gece bir yağmur olmuş yayılıyor yüzüme
saçları azalıyor yüreğinden su içmemiş gibi gergin ağzı düşlerinin yıkandığı bir ırmak defterinde resimler solgun yüzler geçidi kimlikleri okunmaz elyazısıyla ıssız gecenin içinde karartılmış deniz feneri
uzun uykulardan birazdan gecikmiş bir düşü uyuyacağım sorgusuz belleksiz yazısız olur mu olmaz mı bir lacivert düşü hiç kimseye yolu anlatmayacağım kentin ortasındaki çan kulesini de beyaz bir uyku gibi üstüme evlerin arasından yağan kar da yok artık tütünümü şiirlerimi bir bavula doldurur gibi sevinci de yüreğime gömdüm kaldıysa bir anılar kalmıştır uçuşan bir sessizlik gibi benden geriye
acısı yalnızlıktan el alan bir ülkeye sürülmüş geceyle eriyen içli şarkılarda geziniyor sesi kederi durdukça koyulaşan şarabının son rengi yüzünün yumuşak çizgilerinde boyveren bir derinlik binlerce aldanışın ağır sularında deneniyor her şeyin bir anlamı olsun adını koyun uğultunun adını koyun çürüyen görkem olsun özgürlük deyin gevşetilmiş yürek bağlarına bir dokunuşla bozulurken gizi eski aşkların kadınların parlatılmış göğüslerinde yalana inciler temiz sular irinlerden bulanmaz çekinmeyin kuzgunlar üleşirken her yerde çocuk ölülerini okunmuş kitapların acısı anımsansın yeniden her harften bir yara doğuran gece bilinsin
kimliğim yanımda gözyaşlarım da ne adım yazılı ne çocukluğum gençliğimse benden biraz ötede kesiksiz uyuyan taşralı bir yolcuyum
şiiri gençliğinin geniş sokaklarından odalara dolanan rüzgârların yaralı sesi uykuları gün günden gözlerinin kıyısında karanlığı çoğaltan kanlı düşler birikintisi
gözyaşlarım kimliğimin tanığı ablam öldü koşar gibi duraklar gibi ağlar gibi adı yüreğimde kök sürer gibi birden nehre çiçek atacağım ablam öldü artık her gece beşinci kattan düşen kristal bir kadeh inceliği kaldırımlarda ölüm kadar anlamlı bir suskunluğu seçti ablam yaşarken de kırılgandı inceydi
gecesi karşılıksız bir mektup gibi sessiz ölü bir ozandan söz edercesine saygılı susuyor ince ince geceyle konuşuyor sevgilisi tütsülenmiş kitap ölüleri şarkısını dilsizler korosu seslendiriyor geceyarısı kentin kimsesiz sokaklarında
ablam yoksul çocukların söylediği karlı dağ şarkılarında göğe çıkıyor ve durup geçmişle gelecek arasında pırıltılı inciler döküyor kara gözleri
rengi yok gecenin rengi yok karanlık kara değil ölüme açılan boşluk beşinci katın balkonundan eski bir büyü gibi çıkıp rengi alınmış gökyüzüne gülümsüyor
Her kabir yazısı ayrı bir hikaye. Dünyaya ve dünyada kalanlara iki çift lafı olan birbirine yabancı iki kişinin kabrinin yanyana gelmesi de ayrı bir hikaye:
Boşa geçiyor ömür…!! Sığamadık ne hayata Ne hayatımızdaki insanların hayatına Ya fazla geldik ya eksik kaldık Kendimize de yetemedik Şu koca dünyaya bile dar geldik… Gidenlere rahmet Kalanlara selamet olsun…
El Fatiha…Amin… EŞİ VE KIZI
AYŞEiLALDIMARSAK CELAL VE SAİMENİN ABLASIYIM BENİMLE MÜCADELENİZ OLDU AMA KALBİM BU KADAR DAYANDI ZİYARETTEN MAKSAT BIR DUADIR BU GÜN BANA İSE YARIN SANADIR
Bir melek geldi geçti bu dünyadan. Saf, temiz, sevgi dolu, altın kalpli, nur yüzlü bir genç. 16 yıl gelişini bekledik, 16 yıl bile yaşayamadan, hiçbir şeye doyamadan gittin. Biz de doyamadık, ne seni sevmeye ne de senin o güzel sevgine… Kısacık ömründe hayatımıza kattığın tüm güzellikler için teşekkür ederiz meleğimiz. Gidişinle tüm neşemiz ve yaşama sevincimiz bitse de, sensiz hayatımızın bir anlamı kalmasa da, her geçen gün özlemin içimizi daha çok yakıp kavursa da şunu biliyoruz ki; sen bizi cennetin en güzel bahçesinde bekliyorsun ve ELBET BİR GÜN BULUŞACAĞIZ BU BÖYLE YARIM KALMAYACAK… Seni çok seviyoruz… Ailen
Çok kabristan gezdim ama böyle minyatür bir hobi bahçesi gibi dizayn edilmişine ilk defa şahit oldum. Ahşap parmaklıklarla çevrilmiş, iki yanına oturulacak mini banklar yapılmış, bir köşesine rüzgâr gülü konulmuş ve zemin çakıllarla kaplanmış. Merhum Tuncay’ın kabri toprakla tümsek haline getirilmiş, başucunda sadece isminin yazılı olduğu ahşap bir kitabe. Taburenin altına konulmuş bir Yasin kitapçığı. Ziyaretçiye, sizi bu kadar uzun süre misafir eden ev sahibine bir Yasin okumak kalıyor. Rahmet olsun.
“.. bostan dolabının yanındaki, suları bana kahverengi gözüken o küçük ve eskimiş havuzdaki solgun ve kederli nilüferlere bakardım çocukken, babam onların kökleri olmadığını anlatmıştı bana. Neden bu çiçekleri hep bir şeylere benzetmek için kullandıklarını ancak büyüyünce anladım. Yalnızca bu çiçekler, hep bir yerlere gidecekmiş gibi azade ve özgür oluyorlar, ama küçük bir havuzun içinde bir yere gitmeden yaşıyorlardı. Hayat da böyle bir şeydi benim için; hep bir yerlere gidecekmiş gibi duran, yalnız ve bir yere gitmeyen bir çiçek. Bütün bir hayatın özeti buydu. Ben de bir yere bağlanmadım ve bir yere gitmedim; öyle solgun bir nilüfer gibi bir havuzun içinde yalnız başıma durdum, köklerimi salamadım, ne olduğum yere sağlamca yerleştim, ne başka diyarlara kaçabildim, içinde durduğum havuzla birlikte kirlenip eskidim. Bana bakanlar, beni seyredenler, beni sevenler oldu, ama kimse yakasına takmadı beni, kimse odasına koymadı, kimse beni sulayıp büyütmek için uğraşmadı; onlara ihtiyacım olmadığını, havuzda tek başıma yüzebileceğimi düşündüler, ben de yüzdüm, kederi, yalnızlığı, kirlenmeyi öğrendim ve hayata benzedim.
Ne garip, başka bir şey olmak da istemedim, beni beğenmeleri yetti bana…”