GÖKKUŞAĞININ ALTINDA

Bilinmez, bir beklediği var mıydı
o uzun yolculuğun kimsesiz bir durağında.
Yolda kalmış hurda bir kamyonun sönük
farları gibiydi gözleri.

Karşı köprü altında yanıp sönerken
dereye vuran gölge,
o kıraç yamaçta, umutsuzca bir umutla
beklemişti habercisini.
“Gömdüm, ” dedi, “kendimden önce
derinlerdeki izleri.
Artık hiçbir şeyim yok karanlığa katacak
kendi yanılgılarımdan başka.”
Elinden tutup yavaşça, dağılan sisin ötesinde
beliren adaları gösteriyorum şimdi karşı kıyıda.
Bir kadın çamaşır asıyor balkonda,
bir çocuk ıslık çalıyor; dalarken
batık bir gemiden saçlarına takılan
yosunları temizlerken.
Her şey çok yakındaymış gibi,
ayrıntılar şaşırtmıyor bizi
bu sessiz buluşmada.

Unutulmış sesler yankılanıyor bulutlu dağların
ardında.

Cevat Çapan

“MUTLU EVLİLİK”

mutlu evlilik vardır dünyada

karımın gözleri bal rengi saçları perma
ben izin verdim güvercinim öyle güzel ki
biz sade yurttaşlarız bayım şimdi olduğu gibi
bir saçın haylaz tellerine takarız mutluluğu

karım bir melek gibi düş inceliğinde
uzun uzun susar yıllarca konuşmuş gibi
pullarım yıldız yıldız oynaşırken içinde
susar ela gözlerinde engin bir su derinliği
düşerim gölgesiz denizlere eririm sanki

bilmenizi isterim ki sayın görüşmeci
tek ve kesin bir yanıtımız var bizim
soruşturmalara dünyaya geleceğe
mutluluk yüzümüzün olağan rengi
namuslu ve kurallar çizgisinde insanlarız
yargı evindeymişiz gibi yanıtlayacağız sizi

özgürüz üstelik ciddi bir iştir özgürlük
paranın dolaşıma girmesiyle başlar tarihi
dolaşık özgürlüğün işe yarar bir bölümü de
kıvrılıp süzülerek girmekte cebimize
ah kutsal kardeşliğiniz dünya durdukça dursun
ey çağlayarak dökülen ulu para ırmakları
ey hür dünya gibi dalımıza konan özgürlük

tarih deyince ortak geçmişimizi anımsıyorum
kadınlar kanları pahasına yazarlar tarihi
karımın tarihi yoktu kanı dökülünceye değin
karımın yaşı üç gülmeyin üç yıldır evliyiz
üç yıldır iç ve dış düşmanlara karşı
biz kipiyle konuşmanın sevinci içindeyiz

nasıl politik olmayız her şey politik
güncel politika tartışmalarına girmeyiz
seçimlerde oyumuzu atarız en iyisi demokrasi
gündemimizde varsa yoksa aile politikası
seçimsiz kavgasız saygılı sessiz

geceleri koruyucular alırız yurttaşlık gereği
güzel göğüslerimiz geniş omuzlarımızla uyum içindeyiz
yunan tanrıları gibi çılgınca sevişiriz
çocuklar doğururuz zümrüt gözlü bol kirpikli

ruhumuzun aynası kitaplar duvarları süslüyor
hayran gözlerimizi okşamakta boydan boya renkleri
bu kitabın rengi ne hoş filizi yeşil
sana bu renk bir kazak örmeliyim kocacım
trajik bir roman mı okuyorsun demek kış geldi
ilk kar düşmeden koyu giysilere bürünmeli

mektuplar ailemizin gizli tarihi
deli bir kan akıyor ilk mektuplarda
‘seni alamazsam öldürürüm kendimi’
bunu görmenizi istemezdim kişiye özel
‘seni soyunuk çekecek bir çekici olsaydı
yokluğunda hiç duymazdım özlemini’
mektuplar çocuk biraz çapkın çokca tarihi
‘öyle mutluyum ki seninle bi yağmurumuz eksik
sustuğumuzda şöyle inceden çiseleyen
ilk sinemaların kaçamak öpüşlerin yağmuru’

aile fotoğrafları kuşaklar boyu kalacak belge
benim saçlarım ortadan ayrık karımınkiler perma
bakın şu gülüşün eskimezliğine tarih gelse bozamaz
burda kuğulu parktayız önümüzde kuğular
ha kuğunun boynu ha karımın inceliği
bense bir sığınak gibi olduğum yerde
karım pembe bir gül gibi ilişmiş göğsüme
bunlar karımın elleri güzel elleri ince
sanki sevgisini katıyor yediğimiz yemeklere
kıyıdaki tabağa uzanan benim elim
sofrayı toplarken yardım ediyorum güvercinime

açıklar mısınız neler karalıyorsunuz böyle
öznesi ölü bir kadın olan ebedi bir aşk mı
boğulmuş bir gençlik mi yatıyor karımın yüreğinde
işte bayım ömrümüz tümüyle önünüzde
gülümseyen bir fotoğraf gibi mutlu ve gerçek
son ve mutlak bir yanıt gerekecek size

dünya ölümlü dünya bu aşk bir gün bitecek
karımla ben ölüm denen sonsuzluğa düşünce…

Haydar Ergülen

BİR ZAMANLAR BİR ŞİİRDE

Şiirler, anlatı olduklarında bile, öykülere benzemez. Bütün öyküler zafer ya da yenilgiyle sonuçlanan meydan savaşları hakkındadır. Sonuç ortaya çıkacağına yakın her şey o sona doğru harekete geçer.

Oysa şiirler sonuca aldırmaksızın, bir yandan yaralılara bakar, bir yandan da korkunç ya da galip olan tarafın yabanıl konuşmalarına kulak vererek aşarlar savaş alanlarını. Bir çeşit barıştır sundukları. Uyuşturuculara ya da ucuz kandırma yollarına başvurmadan, tanıyarak ve bir zamanlar yaşanmış olanın hiç yaşanmamışçasına yitemeyeceği vaadiyle getirirler bu barışı. Bu vaat anıtların söz ettiği vaatlere benzemez. (Hâlâ savaş meydanında olan kim ister taştan anıtları?) Dilin vaadiyse, dili isteyen, dili çağıran yaşantıya bir sığmak sunması, ondan haberli olduğunu belli etmesidir.

Şiirler öykülerden çok dualara yakındır, ama şiirde dilin ardına saklı, dua edilen bir kimse yoktur. Duyup haberli olması gereken dilin kendisidir. Dindar şair için “Kelam” Tann’nın ilk niteliğidir. Şiir sanatında sözcükler birer iletişim aracı olmadan önce birer varlıktırlar.

İşin garibi şiir de, örneğin, çokuluslu bir şirketin yıllık genel raporundaki sözcüklerin aynısını ve aşağı yukarı aynı cümle yapısını kullanır. (Bu şirketler kendi kârları uğruna modern dünyanın en korkunç meydan savaşlarını çıkartmaktan çekinmezler. Peki nasıl olur da şiir dili böylesine değiştirebilir, basitçe bilgi iletmek yerine dinleyip vaatler verebilir ve bir tanrı işlevini yüklenebilir?

Bir şiirin bir şirket raporundaki sözcüklerin aynısını kullanabilmesi, bir deniz feneri ve bir hapishane hücresinin aynı kütleden kesilmiş ve aynı harçla birleştirilmiş taşlardan yapılabileceği gerçeğinden değişik bir şey demek değildir. Her şey sözcükler arasındaki ilişkiye bağlıdır. Bütün bu ilişkilerden çıkan toplam, yazarın dile bir sözcük dağarcığı, cümle yapısı ya da bir yapı olarak değil, bir ilke ve varlık olarak nasıl biçim verdiğine bağlıdır.

Şair dili zamanın uzanabileceğinden uzak bir yere yerleştirir: Ya da daha doğrusu, şair dile bir yermişçesine, zamanın söz geçiremediği, zamanın kendisinin bile içerilip sınırlandırıldığı bir yoğunlaşma noktasıymışçasına yaklaşır.

Şiir bazen kendi ölümsüzlüğünden söz açarsa, onun belli bir kültürel tarihe ait, belli bir şairin dehasından daha uzun ömürlü olduğunu anlatmak içindir bu. Ölümsüzlüğün ölümden sonra gelen ünden ayırt edilmesi gerekir burada. Şiir ölümsüzlükten söz açabilir, çünkü şiir dilin geçmiş, şimdi ve gelecekteki bütün yaşantılara kucak açtığına inanıp tümüyle dile teslim eder kendini.

Şiirin vaadi diye bir şeyden söz etmek yanıltıcı olabilir, çünkü vaat geleceğe uzanır; ama şiirin vaadi geçmişin, şimdiki zamanın ve geleceğin toplamından oluşur. Şimdiki zamana ve geçmişe olduğu kadar geleceğe de uyarlanabilen bir vaade bir güvence demek daha uygun olur.

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda sosyal adaletsizliğe karşı en doğrudan protesto biçimi düzyazıydı. Zamanla insanların us’u fark edeceklerini, zaten tarihin de us’tan yana olduğunu savunan us güdümlü yazılardı bunlar. Bugünse, bu konu hiç de öyle kesin görünmüyor. Sonunda böyle bir şeye varılacak diye bir garanti verilmiyor. Geçmişteki ve şimdiki acılar gelecekte evrensel bir mutluluk çağıyla pek silinecek gibi görünmüyor. Ve kötülük sabit, yok edilemez bir gerçeklik şimdi. Bütün bunlar da çözümün -yaşama vermemiz gereken anlamla barışma yolunun ertelenemeyeceği anlamına geliyor. Geleceğe güvenilmez. Gerçek olan an şimdidir. Ve bu gerçeği gitgide daha yoğun bir şekilde soğuran şey düzyazıdan çok şiir olacaktır. Düzyazı şiirden daha çok güven verir, ama şiir kanayan yaraya seslenir.

Dilin üstün yanı yumuşaklığı değildir. Kapsamındakileri, bir aşk sözcüğünü bile, acımasız bir katılık içinde barındırır; önemli olan sözcük değildir: Her şeyin başı dilin nasıl kullanıldığıdır. Dilin özelliği potansiyel olarak eksiksiz oluşudur, sözcükler yardımıyla insan yaşantılarının tümünü -olmuş ya da olabilecek her şeyi- barındırma potansiyeli vardır. Dil konuşulmaz olana bile yer ayırır. Bu anlamıyla dilin insanın tek barınağı olduğu, insana düşman olmayan tek barınağı olduğu söylenebilir. Düzyazı bağlamında, bu ev uçsuz bucaksız bir alan, rayların, patikaların, caddelerin kesişip uzadığı bir ülkedir; şiir bağlamındaysa, bu barınak tek bir merkezde, tek bir seste yoğunlaşır ve bu ses aynı zamanda hem bir sesleniş hem de seslenişe verilen yanıttır.

İnsan dille her şeyi anlatabilir. Bu yüzden dil herhangi bir sessizlikten ya da tanrıdan daha yakındır bize. Dilin bu açıklığı bir kayıtsızlık anlamına da gelebilir. (Dilin kayıtsızlığı bültenler, kanun kayıtlan, bildiriler ve dosyalarca sürekli kullanılır ve soruşturulur.) Şiir dilden bu kayıtsızlığını yıkmasını ister ve dili özen göstermeye çağırır. Şiir nasıl böyle bir çağrıda bulunur? “Şiir emeği” ne demektir?

“Emek” demekle söylemek istediğim, bir şiir yazılırken gerekli iş değil, yazılmış şiirin becerdiği iş. Her özgün şiir, “şiir emeğine” hizmet eder. Ve bu tükenmez emeğin amacı yaşamın birbirinden ayırdığı ya da vahşetin parçaladığı şeyleri bir araya getirmektir. Fiziksel acı çoğunlukla eylem aracılığıyla azaltılabilir ya da dindirilebilir. İnsanlığın bütün öbür acıları şu ya da bu tür ayrılıklardan doğar. Şiirin “dindirme” yöntemi daha dolaysızdır. Şiir hiçbir kaybı onaramaz, ama ayrılığa yol açan uzama karşı koyabilir. Bunu da dağılmış olanı sürekli bir araya toplamakla ortaya koyduğu “emek” ile becerir. Üç bin beş yüz yıl önce Mısırlı bir şair şöyle diyordu:

Ah sevgilim
öyle güzel ki
havuza girip
yıkanmak
gözlerinin önünde
izin vermek görmene
ıslak giysim
nasıl sarılıyor
gövdemin güzelliğine
Gel de bir bak.

Şiirin eğretileme kullanma, benzerlikler keşfetme eğilimi, karşılaştırmalar yapmak (buna benzer tüm karşılaştırmalar hiyerarşiktir), ya da herhangi bir olayın önemini azaltmak için değil, varoluşun parçalanamaz bütünlüğünün kanıtı olacak karşılıklar bulmak içindir. Şiirin yakınlık duyduğu şey bu bütünlüktür ve bu yakınlık duygusallığın tam karşıtıdır; duygusallık hep bir affa sığınmanın, bölünebilir şeylerin peşinde koşar.

Eğretileme ile bir araya toplamaktan başka şiir “ulaşım” gücüyle birleştirir de. Bir duygu ulaşımını evrensel ulaşıma eşitler; belli bir noktadan sonra söz konusu uçlar önemini yitirir ve geriye sadece aşırılığın yoğunluğu kalır; uç noktalarsa ancak dereceleri sayesinde birleşebilirler. Anna Ahmatova:

Sabit siyah ayrılıktan
aldığım pay denk seninkine.
Neden ağlıyorsun? İyisi mi ver elini
ve söz ver bir düşte geri döneceğine.

Sen ve ben acıdan bir dağız, sen ve ben
bu dünyada bir daha hiç karşılaşmayacağız.
Hiç olmazsa gece yarıları
bir selam gönderebilsen yıldızlardan.

Burada nesnel ve öznel olanın birbirine karıştırıldığını tartışmak, günümüzde çekilen acıların eriştiği noktayla çelişen deneyci bakış açısına geri dönmektir; doğrusu oldukça tuhaf, haksız bir ayrıcalık istemidir bu.

Şiir dilin özen göstermesini sağlar, çünkü her şeye bir içtenlik katar. Bu içtenlik “şiir emeği”nin bir sonucu, şiirin söz ettiği her olayı, adı, eylemi, bakış açısını içtenlikle bir araya getirmesinin sonucudur. Genelde, dünyanın bu zalimliğine ve kayıtsızlığına karşı koyacak daha dayanıklı bir şey yoktur.

Nerden gelir bunca acı?
Nerden gelir bulur bizi?
Hep o acı ezelden beri
düşlerimizin kardeşi
dizelerimizin yol göstericisi.

diyor şair Nazik al Mal’-ika.

Olayların sessizliğini kırmak, acı ya da yürek parçalayan yaşantılardan söz açmak, dile getirmek, bu sözcüklerin duyulabileceği ve duyulduğunda da olayların yargılanacağı umudunu bulmaktır. Duanın kökeninde işte bu umut yatar ve dua -bir o kadar da emek- dilin kökeninde yer alır. Dilin tüm kullanımları içinde bu kökenin anısını en saf şekliyle koruyan şey şiirdir.

Şiir işlevi gören her şiir özgündür. Özgün’ün iki anlamı vardır: Öze dönüş, yani kendinden sonra gelen her şeyi üretmiş ilk örneğe dönüş ve daha önce benzeri görülmemiş bir şey anlamına gelir. Bu iki anlam şiirde, yalnızca şiirde bütünleşerek birbiriyle çelişmez olurlar.

Bununla birlikte, şiirler basit birer dua değildir. Dinsel bir şiirin bile gönderide bulunduğu tek ve öznel şey Tanrı değildir. Şiir dilin kendisine gönderide bulunur. Bir ağıtta sözcükler ait oldukları dili kaybetmenin acısıyla ağlaşıp sızlanırlar. Şiir karşılaştırılabilir, ama daha geniş bir biçimde dile gönderide bulunur.

Dile dökmek, sözcüklerin duyulabileceği ve tanımlanan olayın yargılanacağı umudunu da birlikte getirir. Olayların Tanrı ya da tarihçe yargılanacağı umududur bu. Her iki durumda da yargı uzaklardadır. Ama dil, hep hazırda bekleyen ve bazen de yanlışlıkla yalnızca bir araç olarak düşünülen dil, gönderide bulunan şiir olduğunda, inat ve gizemle kendi yargısını sunar. Bu yargı herhangi bir ahlak anlayışından farklıdır, ama duyup haberdar olduğu kadarıyla iyi ve kötü arasında bir ayrım umudu verir – sanki dilin kendisi bu ayrımı yapmak ve korumak için yaratılmıştır.

Bir dostun evinde uyandık. Yerde bir post üstünde uyumuştuk. Aşağımızdaki odada bir piyano vardı. Evin iki küçük çocuğu okula gitmeden önce bir alıştırma çalıyorlardı. Dört el için bir alıştırmaydı bu. Arada bir şaşırıyor, baştan alıyorlardı.


Kendi ölümümle beni en çok uzlaştıran şey bir düşünce, senin ve benim kemiklerimin birlikte gömülüp dağıldığı, çırılçıplak kaldığı bir yer düşüncesi. Kemiklerimizin ortalığa saçılmış darmadağın yattıkları bir yer. Kaburga kemiklerinden biri kafatasıma dayalı. Sol el kemiklerimden biri kalça kemiğinin içine girmiş. (Kırık kaburga kemiklerimin üstünde göğsün bir çiçek gibi.) Ayak kemiklerimiz, yüzlercesi darmadağın. İç içeliğimizi böyle imgeleyişimin, yalnızca kalsiyum fosfattan oluşsa da, huzur verici olması garip. Ama öyle. Seninle olduktan sonra, kalsiyum fosfat bile olmanın yeteceği bir yer düşünüyorum.

John Berger

AŞKLAR İÇİNDE

Bilirsin neler için çarpmıyor bir yürek.

Küçüksu çayırını şantiye yapmışlar
İşçiler beton döküyor,
demir eğiyor, zift kaynatıyor
Vakit öğleyi geçti çoktan,
yemeklerini yemiş olmalılar
Coca-Cola’ya doğrayıp ekmeklerini
İşçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz
Ben görür müyüm bilmem,
ama kuracaklar mutlaka
Coşkuyla çakacaklar her çiviyi,
türkülerle dökecekler betonu
Ve onlar
Onlar, diyorum sadece
Bir yolculukta karşılıklı konuşan adamların
Parmak uçlarındaki sigaralar gibi şaşkın
Bilmeden ne yapacaklarını
Anlayacaklar ne kadar güçsüz
Ne kadar zavallı olduklarını
Vakit öğleyi geçti çoktan.

Bir tanker geçiyor şimdi de
tam akıntının ortasından
Baştanbaşa gül rengi
Kimseler görünmüyor içinde
Neden görünmüyor, bilmiyorum
Yolcu uçaklarına, yük kamyonlarına,
fabrikalara petrol taşıyor
Tanklara, savaş gemilerine, roketlere de
Yılların, yüzyılların
Bitmeyen vahşetini ateşlemek için
Sanki bu yüzden
kimseler görünmüyor ortalıkta,
utançlarından
Utancı bilerek yaşamak korkunç
Daha korkuncu da var:
utancı bilerekten yaşatmak
Gördük hepsini işte, daha da görüyoruz.

Pembeye dönük bir aydınlık,
yağıyor usul usul
Bir poyraz çıktı hafiften,
kuzeye çevrildi teknelerin burnu
Ve güneş kaydıkça kayıyor batıya doğru,
birazdan kan kırmızı bir gök buğulanacak
Birazdan kan kırmızı
bir akşam yağmuru da dökülebilir
Neler neler olabilir birazdan
Bir uçak geçiyor yaldızdan bir iz birakarak
İçindeki mutlu yüzleri düşünüyorum
Bir hüzün basıyor gene, ne kadar istemesem de
Çabuk geçiyor
Nerede okumuştum, hatırlamıyorum şimdi,
biri mi anlatmıştı yoksa
Mahpusunu kıskanan bir gardiyanı
Ve düşün sevgilim,
mahpusunu kıskanan bir gardiyan düşün
Ne kadar acı bunlar
Kıskanıyorlar hepimizi ve kıskanacaklar
Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak
Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir
Birazdan akşam olacak sevgilim
Bütün heybetiyle akşam olacak
Sevgilim, diyorum,
oysa kimsecikler yok yanımda
Bilmiyorum kime sevgilim dediğimi
Bildiğim bir şey varsa
O kadar yeni bir anlamda
söylüyorum ki bu kelimeyi
Unutup birden zamanı ve yeri
Onunla bir günü kutluyorum coşarak
Onunla bir günü kutluyoruz sanki…


Edip Cansever

BABAMIN CESEDİYLE UYKUYA DALAN ANNEMİN HİKAYESİ

babamdan bir tokat yemeden büyüdüm ben
belki sebebi budur banknotları karalamamın
hep aynı saatlerde farklı semtlerde
en az üç kişiye randevu vermemin
belki sebebi de budur
kaba bir irkintiyle uyanırdım çocukken
homurdanan bir erkek sesinden yoksun
annemin her sabah yatağında bir erkek cesediyle
kavgasız ve barışçıl uyanmasından bıkmıştım
şu silik ağıtından nefret ederdim en çok
“hem anne hem baba oldum derdi evlatlarıma”.

bana iyileşmez bir aşk sunan
sürekli sevgilim sandığım kızı
Kuran’ın yapraklarına sardığımda
henüz on beş yaşındaydım
sürekli sevdiğimi sandığım kızdan
bana arta kalan bir aşk yarası hocalığıydı
bir de eğretiliğimi azdıran uyumsuzluğum

ben aslında büyürdüm aylaklığım büyürdü
büyürdü pelerine sarılmış kadınların elleri
kirim pervasızca büyürdü
belki ben de gençliğimde
sıkılmış yumruklarımla sloganlar atar
miskinliğini ellerdim uyuşuk halkların
belki ben de annemi oğulları darağacı görmüş şanslı kadınların arasına katardım
peşime polisleri takar
talan ederdim özenerek kurulmuş bir sofrayı
ben aslında büyürdüm

yaşamak düşseydi bunca insandan payıma vebasından kurtulsaydım çocukluğumun bir de

Bülent Parlak

GECE YAĞAN SESSİZ YAĞMUR

gece sessiz düş soğuk delikanlı uyuyor
ayın aydınlığıyla ürperiyor uykusuz gözleri
alnına akıyor perçemi su inceliğinde
eşya da kımıldayacak yüreği gibi
saatinden bir kuş çıkıp geceyi bildirse

adını unuttuğum sevgili arkadaşım
bu şiir tutkuyla yazdırıyor kendini
gece bir yağmur olmuş yayılıyor yüzüme

saçları azalıyor yüreğinden su içmemiş gibi
gergin ağzı düşlerinin yıkandığı bir ırmak
defterinde resimler solgun yüzler geçidi
kimlikleri okunmaz elyazısıyla ıssız
gecenin içinde karartılmış deniz feneri

uzun uykulardan birazdan
gecikmiş bir düşü uyuyacağım
sorgusuz belleksiz yazısız
olur mu olmaz mı bir lacivert düşü
hiç kimseye yolu anlatmayacağım
kentin ortasındaki çan kulesini de
beyaz bir uyku gibi üstüme
evlerin arasından yağan kar da yok artık
tütünümü şiirlerimi bir bavula doldurur gibi
sevinci de yüreğime gömdüm
kaldıysa bir anılar kalmıştır
uçuşan bir sessizlik gibi benden geriye

acısı yalnızlıktan el alan bir ülkeye sürülmüş
geceyle eriyen içli şarkılarda geziniyor sesi
kederi durdukça koyulaşan şarabının son rengi
yüzünün yumuşak çizgilerinde boyveren bir derinlik
binlerce aldanışın ağır sularında deneniyor
her şeyin bir anlamı olsun adını koyun
uğultunun adını koyun çürüyen görkem olsun
özgürlük deyin gevşetilmiş yürek bağlarına
bir dokunuşla bozulurken gizi eski aşkların
kadınların parlatılmış göğüslerinde yalana inciler
temiz sular irinlerden bulanmaz çekinmeyin
kuzgunlar üleşirken her yerde çocuk ölülerini
okunmuş kitapların acısı anımsansın yeniden
her harften bir yara doğuran gece bilinsin

kimliğim yanımda gözyaşlarım da
ne adım yazılı ne çocukluğum
gençliğimse benden biraz ötede
kesiksiz uyuyan taşralı bir yolcuyum

şiiri gençliğinin geniş sokaklarından
odalara dolanan rüzgârların yaralı sesi
uykuları gün günden gözlerinin kıyısında
karanlığı çoğaltan kanlı düşler birikintisi

gözyaşlarım kimliğimin tanığı ablam öldü
koşar gibi duraklar gibi ağlar gibi
adı yüreğimde kök sürer gibi birden
nehre çiçek atacağım ablam öldü
artık her gece beşinci kattan düşen
kristal bir kadeh inceliği kaldırımlarda
ölüm kadar anlamlı bir suskunluğu seçti
ablam yaşarken de kırılgandı inceydi

gecesi karşılıksız bir mektup gibi sessiz
ölü bir ozandan söz edercesine saygılı
susuyor ince ince geceyle konuşuyor
sevgilisi tütsülenmiş kitap ölüleri
şarkısını dilsizler korosu seslendiriyor
geceyarısı kentin kimsesiz sokaklarında

ablam yoksul çocukların söylediği
karlı dağ şarkılarında göğe çıkıyor
ve durup geçmişle gelecek arasında
pırıltılı inciler döküyor kara gözleri

rengi yok gecenin rengi yok
karanlık kara değil ölüme açılan boşluk
beşinci katın balkonundan eski bir büyü gibi
çıkıp rengi alınmış gökyüzüne gülümsüyor

1981

Haydar Ergülen

Ey Hatâyî ondan özge kimseye yohdır ümid

Yazmışem bu rikanı ol yare göndermek gerek
Zar-i ahvâlim menim dildare göndermek gerek

Lâlinizden câm-ı mey bir kimseye virmek neden
Leblerin şerbetleri bimâre göndermek gerek

Kaşların mihrabına çoh secde-i şükr eylerem
Şeyh Sanan tek meni zünnâre göndermek gerek

Çün tecelli nurını görmek temenna eylerem
Şimdi Mansur’em meni bir dâre göndermek gerek

Ey Hatâyî ondan özge kimseye yohdır ümid
Nâle-i zarım menem ol yâre göndermek gerek

Hatâyî

Ey gönül kûyinde me’va kıldığun ya’ni ki ne

Ey gönül kûyinde me’va kıldığun ya’ni ki ne
İtlerin kûyinde gavga kıldığun ya’ni ki ne

Sakin olmag Kâbe-i kûyinde yeğdir dil-berün
Her gerekmez yere perva kıldığun ya’ni ki ne

Kanlu yaşımnı yüzüm üste revân idüb müdâm
Râz-ı pinhânım hüveydâ kıldığun ya’ni ki ne

Gönlini kıldın müşevveş bir tükenmez fikr ilen
Bu perişan zülfü sevda kıldığun ya’ni ki ne

Eşk-i hunin bahre döndi çeşmesinden çeşmümün
Su-be-su yaşumnı derya kıldığun ya’ni ki ne

Vechün eyyamında bu baht-ı siyahumun şehâ
Nisbetini leyl-i yelda kıldığun ya’ni ki ne

Her dem ey Leyli nigârım bendeni Mecnun teki
Vâlih ü gamgin ü şeyda kıldığun ya’ni ki ne

İstedüm kûyinde can virem şehâ tehir idüp
İnne emhalhüm rüveydâ kıldığun ya’ni ki ne

Hâk-i pâyinde meni ednâdân ednâ eyleyib
Özini âlâdan âlâ kıldığun ya’ni ki ne

Öldürem dirdün bugün danla meni çıhdun hilaf
Bilmezem imruz u ferda kıldığun ya’ni ki ne

Levh-i dilde bile teskin dapmış iken gamları
Bir dahi yanlışdan inşâ kıldığun ya’ni ki ne

Çünki rahmun yoh mezarım üstine bir daş idüb
Ey vefasız ânı tuğra kıldığun ya’ni ki ne

Gül yüzün evrakını gülşende handan eyleyüp
Bülbül-i mahzuni güya kıldığun ya’ni ki ne

Asmağ içün canumı bir kıl ilen ey nev-nihal
Serv tek kaddüni peyda kıldığun ya’ni ki ne

Çünki dilden yoh durur meylün men-i dil-hasteye
Merhaba ehlen ve swhlâ kıldığun ya’ni ki ne

Çak idüb gün tek giribanunı her dem gözine
Sûbh-dem yüzüni peyda kıldığun ya’ni ki ne

Çünki devr itmez ayağı meclis-i uşşak-arâ
Leblerin câm-ı musaffa kıldığun ya’ni ki ne

Kudretidür sâni’-i pâkin ana insan dime
Sen anı manend-i eşya kıldığun ya’ni ki ne

Leyli zülfinin hayali ışk ilen Mecnun teki
Meskenünü kûh û sahra kıldığun ya’ni ki ne

Secde kılmağçün dilersen kaşları mihrabını
Özini sen ehl-i takva kıldığun ya’ni ki ne

Validinin ma’nisin yâd eyleyib her dem-be-dem
Cahidü lafzında ifna kıldığun ya’ni ki ne

Ayağı tozında ol serv-i revanın ey gönül
Virmek içün can müheyya kılduğun ya’ni ki ne

Sidre birlen müntehaya kadrini teşbih idib
Kadrini ve’t tûr-i Sina kıldığun ya’ni ki ne

İster idim kurtulam geldikçe bir bir gussadan
Gün-be-gün derdüm müsennâ kılduğun ya’ni ki ne

İşigünde bî-nevâya iltifatun kem kılub
Hüsn ilen özüni garra kıldığun ya’ni ki ne

Ey Hatayi hâk ilen yeksan olıb ol mah içün
Azm-i sevda-yı Süreyya kıldığun ya’ni ki ne

Hatâyî

Mezartaşı Yazıları; Dünyaya ve Dünyada Kalanlara İki Çift Laf

Her kabir yazısı ayrı bir hikaye. Dünyaya ve dünyada kalanlara iki çift lafı olan birbirine yabancı iki kişinin kabrinin yanyana gelmesi de ayrı bir hikaye:

Boşa geçiyor ömür…!!
Sığamadık ne hayata
Ne hayatımızdaki insanların hayatına
Ya fazla geldik ya eksik kaldık
Kendimize de yetemedik
Şu koca dünyaya bile dar geldik…
Gidenlere rahmet
Kalanlara selamet olsun…

El Fatiha…Amin… EŞİ VE KIZI

AYŞEiLALDIMARSAK
CELAL VE SAİMENİN ABLASIYIM
BENİMLE MÜCADELENİZ OLDU
AMA KALBİM BU KADAR DAYANDI
ZİYARETTEN MAKSAT BIR DUADIR
BU GÜN BANA İSE YARIN SANADIR


Bir melek geldi geçti bu dünyadan. Saf, temiz, sevgi dolu, altın kalpli, nur yüzlü bir genç. 16 yıl gelişini bekledik, 16 yıl bile yaşayamadan, hiçbir şeye doyamadan gittin. Biz de doyamadık, ne seni sevmeye ne de senin o güzel sevgine… Kısacık ömründe hayatımıza kattığın tüm güzellikler için teşekkür ederiz meleğimiz. Gidişinle tüm neşemiz ve yaşama sevincimiz bitse de, sensiz hayatımızın bir anlamı kalmasa da, her geçen gün özlemin içimizi daha çok yakıp kavursa da şunu biliyoruz ki; sen bizi cennetin en güzel bahçesinde bekliyorsun ve ELBET BİR GÜN BULUŞACAĞIZ BU BÖYLE YARIM KALMAYACAK…
Seni çok seviyoruz… Ailen


Çok kabristan gezdim ama böyle minyatür bir hobi bahçesi gibi dizayn edilmişine ilk defa şahit oldum. Ahşap parmaklıklarla çevrilmiş, iki yanına oturulacak mini banklar yapılmış, bir köşesine rüzgâr gülü konulmuş ve zemin çakıllarla kaplanmış. Merhum Tuncay’ın kabri toprakla tümsek haline getirilmiş, başucunda sadece isminin yazılı olduğu ahşap bir kitabe. Taburenin altına konulmuş bir Yasin kitapçığı. Ziyaretçiye, sizi bu kadar uzun süre misafir eden ev sahibine bir Yasin okumak kalıyor. Rahmet olsun.

Hayat da böyle bir şeydi benim için; hep bir yerlere gidecekmiş gibi duran, yalnız ve bir yere gitmeyen bir çiçek.

“.. bostan dolabının yanındaki, suları bana kahverengi gözüken o küçük ve eskimiş havuzdaki solgun ve kederli nilüferlere bakardım çocukken, babam onların kökleri olmadığını anlatmıştı bana. Neden bu çiçekleri hep bir şeylere benzetmek için kullandıklarını ancak büyüyünce anladım. Yalnızca bu çiçekler, hep bir yerlere gidecekmiş gibi azade ve özgür oluyorlar, ama küçük bir havuzun içinde bir yere gitmeden yaşıyorlardı. Hayat da böyle bir şeydi benim için; hep bir yerlere gidecekmiş gibi duran, yalnız ve bir yere gitmeyen bir çiçek. Bütün bir hayatın özeti buydu. Ben de bir yere bağlanmadım ve bir yere gitmedim; öyle solgun bir nilüfer gibi bir havuzun içinde yalnız başıma durdum, köklerimi salamadım, ne olduğum yere sağlamca yerleştim, ne başka diyarlara kaçabildim, içinde durduğum havuzla birlikte kirlenip eskidim. Bana bakanlar, beni seyredenler, beni sevenler oldu, ama kimse yakasına takmadı beni, kimse odasına koymadı, kimse beni sulayıp büyütmek için uğraşmadı; onlara ihtiyacım olmadığını, havuzda tek başıma yüzebileceğimi düşündüler, ben de yüzdüm, kederi, yalnızlığı, kirlenmeyi öğrendim ve hayata benzedim.

Ne garip, başka bir şey olmak da istemedim, beni beğenmeleri yetti bana…”

Ahmet Altan
Tehlikeli Masallar