Otuzyedi Gün Kaç Gündür

– ama siz ne kadar sayarsanız o kadar

bu yaşta hakkım yok ki mutlu olmaya
her şey taze ve güzel
ve çılgın olmaya hazır
benim,
– ama her yaşta mutlu olmaya hakkı vardır insanın

peki, o zaman insanın kalbi nerdedir
Atina’da mı, İskenderiye’de mi
İ.S. 1900′de Azapkapı’da mı İstanbul’da
– ama insan kalbinin içindedir

peki, ne yazdınız ne yaşadınız bu güne kadar
ne güzel şeyler mi
bütün olta balıkçıları ölüp gittiler
hiçbir şeyleri kalmadı hiç
olta misina kerteriz dümen
denizleri bile
– ama kerterizleri yoktu ki zaten

sigaranı mı sordun sönmüş şurda duruyor
sönmüş orda duruyor işte
– ama ne kadar ahşap ev varsa yakar yine de

Turgut Uyar

Yaralı Olduğunu Sanan Birisinin Hüznüne Gazel

Şehir birden başladı, sol tarafta hendekler
işportacılar, dükkancılar ve akşamüstüne gidip gelenler
ve onun hüznü vardı

Şehirler olsun varsındı ve manavlar kapansındı.
evlerin ince bir buğuya, bir cinselliğe kapansındı

ve onun hüznü vardı

Aksaçlı ortodokslarla dövüşken çocuklar.
aşk romanları ve trafolar ve “Sen ne güzelsin”ler
kendilerini bitmez sansındı

Nalbantlar resamlarla ve bütün tarlalar çarşıda.
hele yılgınlıklar bir sabah temizliğinde
ve bir coşkudan artan sarı bir şeyler vardı

Bir yitik gibi yüceden, bir anı gibi bir sancıdan
ve onun hüznü vardı

“Her şey atılıyordu. Bitmiş sigaralar. otobüs biletleri. kullanılmış pamuklar muayyen zamanlarda. tarifeler. yaz gümrükleri. gazocağı iğneleri. kötü çıkmış resimler. bir yatma. bir evin oniki yıllık badanası. bir tarih kitabı. kazanılmış bir savaş ve sonucu. bir anlamsızlık. ölü bir çocuk ve pabucu. kibritler. sinemalar. Ve.”

onun hüznü vardı

Ah ellerim, ah beni hatırlayan herkes
Bir kötü romanda beşinci kişi gibiyim falan
ve beni tanımayan herkes

Ben aranan bir şeyim bir parça analjezik.
sesim dükkânsızlığın sesidir bir parça aralık
tahta kepenkli tahta kepenksiz bir parça aralık
Sokaklarda.
Havralarda.
Yataklarda.
Dünyada.

ve onun hüznü bir haydudun hüznüdür
biraz da kendinin yaptığı

Turgut Uyar

Şiir Savaşlarım

ben yine buralardayım, siz burdasınız, ötekiler burda
ötekiler
çorap kitap nişan yüzüğü gözlük kullananlar
sevimli kafası çalışan iyi insanlar
benim açlığımla beslenen
hava durumuna göre din değiştiren
boş zamanlarında acı çekenler
çoğalan
çoğala çoğala tükenenler

yedekte beklettiğim duygular; işte, korkun
hayırsever biriyim, bundan da korkun
batıda yoksul, doğuda varsıl, turnuvalarda sonuncuyum
adam olmaya doğuştan yeteneksiz
içimiz konusunda ciddiyim

sadece kederlere yardım ederim
bir güzelleşme fırsatı yakalarsanız
değerlendiririm
görüyorsunuz ikiparalık iyiniyetimle
elimden ne gelirse
çünkü hep buralardayım, yanıbaşınızda
hayvanlık ağlıyor biliyorsunuz
ötekiler ağlıyor
ama bana inanmayın rol yapıyorum
ekmek yiyorum, “nasılsın” lara teşekkür ediyorum
bebelere tütün içmesini öğretiyorum

tüm bunlar bir yana
aslında iyi bir iş arıyorum

Osman Konuk

kimseler, arkadaşlar, herkesler

kötü hissetmek: kimseler, arkadaşlar, herkesler
ölü bir iktisatçının kaderini özetler
öldü ve bütün mağazalar açıldı
doğru anlamak diye buna derim
binadaki çaycıyla aynı partiye oy vermiş patronun bildikleri:
“bütün reklamlar doğrudur ve asla güvenlikçiyle göz göze gelme”
otomatik kötülük ve alttan ısıtmalı; alışınca yani
akşam oldumu işler karışır
yollarda kendi kendine konuşursun
dalgınsan hep biriyle karıştırılırsın
dizlerinden duyarsın, omuzçukurundaki su
devlet çucuum, bir artı bir çocuum, şehirdeki yetimim
seni sonsuza kadar sevdim
sen yokken gözyaşların silindi
işimiz, tek hünerimiz bu
kesinlikle tek başına deneme ama
öyle olmaz! öyle olmaz!
yakıcıdır, bir fazlası yıkar; boğucu daha derini
dans edemeyen dansçı kız biblolarına bakmak
sonsuza kadar dans edemez bilimi: işimiz bu
dünyanın en temiz evinde
bir yoldaş su içer, dünyanın en temiz bardağından
hiçbir şey karıştırılmaz ve şimdilik çörekler tazedir
işimiz, hünerimiz: gözyaşlarını silmek
bazı kitap yapraklarından koparıp koparıp da
pörsümüş gri pijamayla adi sünger yataklara kapandığında
dansçı kız biblolarının, dansçı ama hareket edemiyor
o bile ağlamaz senle, dene bak
söylemek, işimiz bu.
taklit bir gökyüzünün altında at koşturmak
gerçek bir süvarinin aklını taşıyarak
kolay değil, atlar şampiyon olur, gerisi unutulur
o çirkin, geçkin bakirenin
oyuncak tabancası doldurulur
gözyaşları nasıl ama birincilikle akardı
kötü hissetmek: kimseler, arkadaşlar, herkesler
henüz kusursuz tek saniye düşünemedim
ama tam iki kere, tek saniye eksiksiz
seni sonsuza kadar sevdim.

Osman Konuk

Şiiriyet

ve dünyanın en güzel adresine taşındım, senin yanına
kader renkli bir matematik gibi gerçekleşiyordu; senin matematiğin
ince abiler zemin katlarda ısrarla susuyordu
hiçbir kıza hiçbir soru ısrarla sorulmuyordu
gözlerinin adı ne?

aşkın en hoş şeklidir; yüz buruşturma siyaseti
geceleri gülümseme derslerinden sonra hiç uyunmazdı
ve sabah, sabah tetiği ilk çekenin hakkıydı, sonra
arkadaşlar için bir şarkı: ninna nanna: dünya
tek sıfır medeniyeti çift sıfır hayasızlıktı
isimler, sıfatlar, zamirler yerlerinden rahatsız
çocuklar çamaşırlarını sevinçle ıslatırdı

önce fotoğraflarda belirdi, belki adamları, bir dakikalık kadınlar
matmazel noralya ile filiz akın arasında
aşk intikamını çok korkunç almaktır
evlerden güpegündüz sarışınlık gasp edilir
oltalar balık kurtarmak için değildir
söz kalpten kâğıda düşer, şiiriyet cehennemdir

ve yüzyılın en güzel adresine taşındım
senin yanına

Osman Konuk

artık denizde benim öptüğüm bir balık dolaşıyor

Sait Faik Ada’dan biriyle balığa çıkmış. Küçük bir karagöz yakalamış. Oltadan çıkarınca bakmış çok küçük, öpüp denize geri bırakmış. Yanındaki ne yaptın deyince, ‘Bak, demiş artık denizde benim öptüğüm bir balık dolaşıyor.’

Her Şeyi Birden İstemek

O kitabı da okudum bitirdim
Hani o genç kızın beni unuttuğu
Bir ara fena halde fikrindeydim
Dudağındaki nem gözündeki buğu

Durmadan hayal değiştiriyorduk
Çetrefil bir hayat herkesin korktuğu
Kaderlerimiz kalındı sevinçlerimiz çabuk
Yaşamadan dağılıyor yarısından çoğu

Erteleyip durduk suç ortalığımızı
Asıl mutluluğun içinde bulunduğu
Bazı ben yanlıştım o yanlıştı bazı
Çünkü gecikmenin ağır yorgunluğu

Yanıldığımız her şeyi birden istemekti
İsteği gerçekleştirmez isteğin yoğunluğu
İhtiyaç başka bir boyuta geçmekti
Devreden çıkarıp gereksiz sorumluluğu

Tekrar loş yalnızlıkların en dibindeyim
Sararmış yaprakların usulca savrulduğu
Köprüler yıkıldı artık kendimleyim
Parmak uçlarımda ölümün soğukluğu…

Attila İlhan

Yağmur Kaçağı

elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
eğer şairsem beni tanırsan
yağmurdan korktuğumu bilirsen
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni

geceleri bir çarpıntı duyarsan
telâş telâş yağmurdan kaçıyorum
sarayburnu’ndan geçiyorum
akşamsa eylül’se ıslanmışsam
beni görsen belki anlayamazsın
içlenir gizli gizli ağlarsın
eğer ben yalnızsam yanılmışsam
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni

Attila İLHAN

Bir daha bana benzeme angel

yağmura çok teşekkür ederim
bu gece yalnızca cesedime yağdı

bana bir şey olursa diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
düşünürken üşürsem diye korktum
oturup siyah portakallar yedim
oturup korkunç kitaplar okudum
içimde bir sıkıntı gibi cinayet
içimde bir sığıntı gibi telaş
içimde felaket gibi bir merak
hislerimin uzağına düştüm, şimdi çok üzgünüm
şimdi çocukluğumun uzağına da düştüm
daha da düşersem diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
ay kıvrılırsa diye
kan kıvranırsa diye
can sıçrarsa ölürken bir yerlere,
daha da ölürsem diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
sessem, sersem bir heceysem eğer
seni bir kelime edersem diye korktum
seni kötü bir cümlede kullanırsam
adını söylerken takılırsam, yalnış telaffuz edersem
böyle bir günah işlersem
tanrı affeder diye korktum

yağmura çok teşekkür ederim
bu gece yalnızca bu şiire yağdı

sağol aşkım
sağol kırık kolum, kesik bileğim, kırık yüzüm,
kesik geleceğim, kırık sonsuzluğum

her şeye rağmen
yağmura bulanmış, güzel bir yazdı

Küçük İskender

Semaver

– Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın.

Ali nihayet iş bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Anası memnundu. Namazını kılmış, duasını yapmıştı. İçindeki Cenabı Hak’la beraber oğlunun odasına girince uzun boyu, geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektirik pilleri, ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyamadı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi.

Halıcıoğlundaki fabrikanın bacası kafasını kaldırmış, bir horoz vekarıya sabaha, Kağıthane sırtlarında beliren fecri-kazibe bakıyordu. Neredeyse ölecekti.

Ali nihayet uyandı. Anasını kucakladı. Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti. Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı. Yataktan bir hamlede fırlayan oğluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler .Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.

Sabahleyin Ali’nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlundaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç’i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Alimiz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektirik amelesi için hassasiyet, Haliç’e büyük transatlantikler sokmaya benzese de, biz, ALi, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir arslan yatar.

Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, byle bir defa yalanmayı adet edinmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. Ali birkaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.

Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğlu’na geçtiler.

Ali bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için dürüst, gösterişsiz işliyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir. Onun ustası İstanbul’da bir tek elektirikçi idi. Bir Alman’dı. Ali’yi çok severdi, İşinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti. Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda, yani gençlikte idi.

Akşama arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.

Anasını kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı gibi anacığının önünde çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar atı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere idi.

Anası:

– Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma!

Ali:

– Allah affeder ana, dedi.

Sonra saf, masum sordu:

– Allah hiç gülmez mi?

Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı. Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar.

Anası sabah namazı okunurken Ali’yi uyandırdı.

Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.

***

Ali’nin annesine ölüm, bir misafar, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi gelirdi. Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıktığı zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.

Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş o çöküş.

Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. Fabrikanın düdüğü, camların içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumuşak, kulaklarına geldi. Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı uyuklar vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını soğumaya başlamış yanaklarına sürdüğü zaman ürperdi.

Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.

Sarıldı, Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğratı. Sonra, aciz, onu köşe minderinin üzerine attı. Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı, yandı, bir damla yaş çıkmadı. Aynaya baktı. En büyük kederin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı?

Ali birden bire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye bir daha baktı. Hiç de korkunç değildi.

Bilakis çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yollandı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibiydi.

Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm munis, anasınıa girdiği gibi onun bütün hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız biraz soğuktu. Ölüm bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar…

Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü. Fakat ağlayamadı.

Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler. O, yemek masasının muşambası üzerinde sakin ve parlaktı.Güneş sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı. Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı.

Bundan sonra Ali’nin hayatına bir salep güğümü girer.

Kış Haliç etrafında İstanbul’dakinden daha sert, daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmu çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler; mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarını vererek üstüne zencefi ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi.

Yün eldivenlerin içinde saklı kımettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazan fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarlarına sırtlarını verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.


Sait Faik
Varlık, (42), 1 Nisan 1938