Nereden Bileceksin

O eski hülyaların sahile vurduğunu
Yakama bir muamma taktığım gün hatırla
Gurbetin mahşerimde bir sıla bulduğunu
Dağlar gibi eriyip aktığım gün hatırla

Nereden bileceksin, şehrin sokaklarında
Kaybolan ışıkların gözlerim olduığunu
Her seher yüreğimde açan karanfillerin
Her akşam ellerimde sararıp solduğunu
Nereden bileceksin

Kim bilir, belki bir gün kapıma geleceksin
Siyah tüylü martılar yorgun pencerelerde
Benimle ağlayacak benimle güleceksin
Göğsümde ızdırabı Deniz fenerlerinin
Hayatımdan fışkıran hüzne gömüleceksin
Her şairin bir gülle bahtiyar olduğunu
Bir sana bir göklere baktığım gün hatırla
Gönlümün kahrın ile ihtiyar olduğunu
Sigaramı sessizce yaktığım gün hatırla

Bilemezsin içimde bir denizdir yaşamak
Sen denizin en uzak noktasında şen şakrak
Ben kırgın dalgalarla avunurum derinde
Gemilere yosunlu mendiller bağlayarak

Nereden bileceksin fesleğen köklerinin
Hecai bulutlardan bıkıp usandığını
Ansızın kayıveren yıldızların ardında
Vuslatı bekleyen bir kalbin yandığını
Nereden bileceksin

Yağmura boyun büken susuz topraklar gibi
Kim bilir belki bir gün kapıma geleceksin
Sinesinde bi-vefa bir sırrı saklar gibi
İnfazına yürüyen ölü tutsaklar gibi
Gözlerinin hicranlı yaşını sileceksin

Tatlı bir rayihanın göklere dolduğunu
Irmaklara karışıp aktığım gün hatırla
Gölgelerin ruhumu görüp kaybolduğunu
Mavi bir şimşek gibi çaktığım gün hatırla

Gülümse ve uzaklaş çünkü anlayamazsın
Bu kopan fırtınayı Yusuf`un yüreğinde
Koyu bir çaresizlik ayinidir yalnızlık
Züleyha`nın menekşe büyüyen gözlerinde

Nereden bileceksin kayalara tutunan
Devlerin birer birer vurulup öldüğünü
Rüyaları süsleyen eşsiz mücevherlerin
Bir dervişi görünce yere döküldüğünü
Nereden bileceksin

Kim bilir belki bir gün kapıma geleceksin
Kollarında rüzgarlı bir deprem karanlığı
Kapı aralığında sessizce gireceksin
Işıldayan bu gönül şahikası önünde
El pençe divan durup sen de eğileceksin

Bülbülün lalezardan neden kovulduğunu
Bu hayal zindanını yıktığım gün hatırla
Balığın susuz kalıp suda boğulduğunu
Acılar evreninden çıktığım gün hatırla

Nurullah Genç

Heyecan ve Fırtına

bir hitit lalesi tanıyordum ilk defa
masum bir aldanıştı hayat pencerelerde
intiharı koklayan çiçeklerle beraber
çığlıklarıma tutkun bir kuyunun dibinde
onun o gökkubbeyi yakan güzelliğini
şarkılar soyleyerek anıyordum ilk defa

gemi benim olmalı, su benim olmalıydı
gemiciler göklerde ruhumu bulmalıydı
tutuşan bir dal gibi titriyordum ilk defa
yuvasız karıncalar ve kuşlarla bilendim
kahır yüklü atlarla, yokuşlarla bilendim
bulutları ayinde görüyordum ilk defa
mazide kın arayan kılıçlarla bilendim

yollar hep bana doğru koşuyor; farkındayım
dağlar bile kendini aşıyor; farkındayım
savaşçı mızrağını kırıyor sevda için
cemre damarlarıma düşüyor; farkındayım

üflenen her kandilin yerinde bir süreyya
ağlayan her çocuğun bakışlarında akşam
ölümüne müstehzi adımlarla yaklaşan
esir uykularında kalan binlerce rüya
çelik prangaları süsleyen hakimlere
ulaşır mı, merhamet ırmağı taşısa da

ihanete uğrayan gözyaşları gibiyim
gene siyah bir perde çekildi üzerime
silahlar avutuyor benimle kendisini
oysa ben yalnız senle avunuyorum
öfkeli mahkemeler, kan tüküren dosyalar
cinnet savcılarını sürüyor menzilime
oysa ben yalnız seni, seni savunuyorum

Nurullah Genç

Sonrasızlık

-babama-

Çok mu uzar gecenin kendini kanıtlaması
bir yağmur tanesi hızını kesmişken sağanakların?
Oysa sen deniz ortasındaki şaşkınlığımsın
Rüzgâra da küstüm, küstüm işte, kimse bağışlamasın
Şarkılardan kaçışım hep bundan.

Siz hiç bahara çiçekten yoksun girdiniz mi?
Benim kalbimin yarısı yaşadı bunu
Diğer yarısı da anılarla incindi.

Susmakla başlayan her elveda bir çerçeve parçalar
Duvara sığmayan görüntüdür hüzün
Kuşların olağan göçü sanırız
Meğer ki bir çiçek kendini erken soldurmakta…

Artık belaysa gecenin kendini aldatması
Yıldızlar hep yanlış yörüngeye dağılır
Bir bıçak darbesidir uçurum dipleri de
Kanattıkça çiçeklere eksik renk bağışlayan…

Gidişini sorsam, zamansız bir yaprak dökülür takvimlerden
Gel diyemem, yüzlerce mum birden söner kalır içimde.

Cihan Oğuz

BENİM İÇİN SONRASIZLIK…

Çok az kişinin yaşayabileceği güzel bir çocukluk geçirdim. Babamın memur olması nedeniyle uzun süren taşra yolculuğunda, O’nun Kore Savaşı’nın hemen ardından askerlik görevi için gittiği Kore ile yakın diye uğradığı Japonya’dan getirdiği oyuncaklar başta olmak üzere ömrümün hemen her döneminde istediğim her şeye -en başta kitaplara- sahip oldum sayılır.

Babam öyle ‘garip’ ve ‘uçuk’ biriydi ki, kaldığımız her yerde farklı olduğunu hissettiren görünmez bir etki alanı bırakırdı.

Çocukluğumun ilk yıllarında O’nu hep özledim. Taşra kasabalarında arkadaşlarıyla geceyarılarına kadar süren sohbet toplantıları nedeniyle geciktiğinde, sabahları yastığımın altında mutlaka bir çikolata olurdu. Kendini affettirmenin küçük bir yöntemiydi bu. Yanlış olup olmadığını hiç tartışmadık.

Çok sonraları iki kardeşim daha dünyaya geldi. Lise öğrenimi için annemden, babamdan ve kardeşlerimden ayrıldığımda henüz 17 yaşındaydım. Bir daha da, yaz ve yarıyıl dönemleri dışında hiç biraraya gelemedik.

Ama büyüyüp de ‘aklı başında’ biri haline gelince, babamla olan dostluğumuzu farkettim. O’na karşılıksız aşklarımdan bile söz ettim. Geceler boyu süren içkili sohbetlerimizde hep sakince dinledi beni. Korkunç bir mizahi yönü vardı. O’nunla birlikte sohbet edip de hayran kalmayan yok gibiydi.

10 yaşında sigaraya başlayıp 20 yaşında bıraktığını söylerdi. Öyle garip bir adalet anlayışı vardı ki, şaşmamak mümkün değil. Ailesi, küçük bir kasabadan lise öğrenimi için babamı Ankara’ya gönderdiğinde, koşullar zorlanarak, lazım olur diye yanına altın bilezikler verilmiş. Babamsa, trende rastladığı çok daha yoksul bir aileye armağan etmiş o altınları… Bazen abartılı bir film sahnesi gibi geliyor bunlar bana.

Daha ben ilkokuldayken başta Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir ve yabancı klasiklerden oluşan kitapların yer aldığı kütüphanem hazırdı. Babam o kitapların çok azını okumuş, ama ileride bizim yararlanabileceğimizi düşünmüştü. Dönem, 1970’li yılların henüz başı…

İşi konusunda inanılmaz derecede titizdi. Sabah saat 06.00’da kalkar, yoğun işlerini biraz olsun hafifletmek için erkenden daireye giderdi. Sabahları kesinlikle kahvaltı etmez, aç karnına sade bir Türk kahvesi içerdi. Bugüne kadar hiçkimsede rastlamadığım derecede güzel ve özenli bir elyazısı vardı. Hele oldukça orijinal olan imzasına hayran kalmamak elde değildi.

Üniversitede okumak üzere Ankara’ya gittiğimde de sürdü dostluğumuz. Müziği ve eğlenceyi çok severdi. Her gece içerdi. Bir yaz döneminde

Çanakkale’deki bir aile dostumuzu ziyaret etmiş, oradan da ünlü besteci Teoman

Alpay’ın amatör bir stüdyoda kendi sesi ve udu ile gerçekleştirdiği kasedi ele geçirmişti. O ölümsüz şarkıları geceler boyu dinledik. Ben hala dinliyorum…

Belki burada anılması gereksiz bir ayrıntı ama çok zor durumda kaldığı dönemlerde bile beni parasız bırakmadı. Mersin’e bavullar dolusu kitapla geldiğimde hiç kızmadı, teşvik etti. Hiç yüzüne bakmadığı halde, yaz tatillerinde ben yataktan kalkmadan Cumhuriyet gazetesi masada hazırdı. Özellikle şiir yazmamı hep derin bir saygıyla karşıladı.

Gizli ve ortaya konulmamış bir dostluktu bizimki. Hiç itiraf edemedik bunu birbirimize. Şimdi geriye dönüp baktığımda, keşke daha çok konuşsaymışız diyorum.

Evet, şarapla, rakıyla, bazen birayla, kendi hazırladığı o güzelim salatayla ve mutlaka müzikle süslenen o uzun geceler artık yok. Babam, tıpkı her zaman yaptığı gibi, yine kendine özgü bir şakayla ayrıldı aramızdan: 27 Nisan 1991.

Ölümünü duyduğumda inanamamıştım, hala da inanamıyorum. Siz hiç iki kolla yaşadığınız halde, tek kolunuz varmış gibi hissettiniz mi kendinizi? O boşluk hiçbir zaman kapanmayacak galiba. Kimisi, babası öldüğünde yılların yorgunluğunu hisseder, kimisi de yaşamın acımasızlığını. Ben, içimde taşıdığım bir dünyanın ansızın yok oluşunu, sonrasızlığı farkettim.

Çok sonraları, İzmit’teki yalnız gecelerimde, müzik ve içki eşliğinde kendi kendime kaldığım zamanlar anladım o yokluğun acısını. “Sonrasızlık” şiiri de o dönemin ürünüdür.

Dünyaya bir daha geleceğimi sanmıyorum; en azından bütün mucizeler peşpeşe yaşansa bile, biliyorum ki babam artık hiç olmayacak… O gün bugündür, ne zaman içkiye otursam, masadaki o dayanılmaz boşluk hemen hissettirir kendini. Söyleşilerde yavan bir yön kalır, eksik bir şarkı mırıltısı duyulur, tepemizdeki lamba biraz daha loştur. Ve en mutlu gecem bile olsa anılar mutlaka gözlerime üşüşür.

Bugün 26 Eylül 1996 ve ben 33 yaşındayım. Bundan ancak 22 yıl sonra ulaşacağım babamın yaşına. O gün O’nunla daha bir arkadaş olacağız gibi geliyor.

Ama sonrasızlık üşütüyor, hep üşütüyor, çok üşütüyor…

Cihan Oğuz

Karşı Pencere

Karşılıklıydı pencerelerimiz seninle
evlerimiz sırt sırta binmiş
bi ben geldim, sizin cama sen yoktun
bi sen geldin,
benim pencerem kapalı ..
bakamadık sokaklara, insanlara bir gözle.

Benim penceremin önünden kuşlar uçtu
Sen yakalayamadın hiç
Senin pencerenden geçtiyse uzun trenler
Ben hiçbirine el sallayamadım

Görüp gülümserdik birbirimize
Işıklarımızı seyreder
var olduğumuzu bilirdik.
Dokunsan tutacak kadar yakındın elime,
aramıza giren gökyüzü kadar uzaktık birbirimize..

Fesleğenlerini nedense hep içinde sakladın
Benim çocuklarım oynardı camın önünde,
eğilip hiçbirinin başını okşamadın..

Pencerelerimizi kapattık artık karşılıklı..
Camların arkasına sakladık
yaşadığımız gizli dünyalarımızı

Sırt sırta yapsak da evlerimizi
Biz bir pencereden yakalayamadık
akıp giden hayatı…

Akide Ufuk Türkelli

adımla nasıl berabersem

hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan
koşar gibi yürüyüşün
karanlıkta bir ışık gibi aydınlık gülüşün
hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
uzak uzak yıldızlarla çevrilmiş kâinatın
karanlık boşluklarında akıp giderken zaman

adımla nasıl berabersem öylece beraberiz
seninle her saat seninle her dakika seninle her saniye
gönlümüz mutluluğa inanmış olmanın gururuyla rahat
koltuğumuzun altında birer dinamit gibi kellemiz
ve sonra her zaman her ölümlüye
aynı şartlar altında kısmet olmıyan
gerçekleri görmenin aydınlığı alınlarımızda

hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
sen bana kalbim kadar elim kadar yakınsın

Attila İlhan

Attila Jozsef’i Okurken

acıyla okuyorum attila jozsef’i
hazin ve sararan güzün şarkısıyla
karşılıksız bir kuğu aşkı gibi ak
lut gölü kadar derin bir acıyla

acıyla okuyorum attila jozsef’i
ikimiz de doldurup yalnız kederle
aynı çeşmeden hayatın güğümünü
tünelleri aynı bir kara trenle

acıyla okuyorum attila jozsef’i
ikimiz de savrulan mor çığlğkların
katmışız çivitini aşkların ateşine
ve o benden tam kırk yıl önce

acıyla okuyorum, bitimsiz bir acıyla
ağabeyim benim, kalbim, attila jozsef’im
bir çocuğun annesini sevişi gibi
seviyorum seni, kederle ve hüzünle

Behçet Aysan

Ne Zaman Geldim Sana

Bütün gece bir saat tıkır tıkır işledi.
Düşündüm bütün gece
Kurulmuş bir saat gibi,
Elimde seçkin bir sözcük demetiyle,
Düşündüm gelip arasam seni.
Bütün gece bir saat tıkır tıkır işledi.

Vakti anlamak güçtü, ama kulağımdaydı sesi.
Bir saat suyun dibinde,
Kıvrımlar çizen yelkovanı akrebi,
Duydum çaldı gecenin bir yerinde.
Düş müydü, gerçek miydi?
Vakti anlamak güçtü, ama kulağımdaydı sesi.

Geldim mi sana, yoksa gelmedim mi?
Ne zaman kapatsam gözlerimi,
Hep o saat dibinde suyun
Ve ben yanında bir gemi leşi.
Belki hiç yaşamadım senin öznel tarihini.
Geldim mi sana, yoksa gelmedim mi?

Sen sırtına giymedin çiy tanelerini,
Avucuma düşmedi yılın ilk cemresi.
Seni hiç görmedim, sana gelmedim,
İkiye ayırmadık biz o tarihi.
Neden durmuyor öyleyse dipteki saat?
Sen sırtına giymedin çiy tanelerini.

Anılardır bir batığın koruyan gövdesini,
Acı verseler bile.
O saat, o çarpık saat duyuracak sesini
Düşümde, gerçeğimde
Sevgiyle kurarak kendi kendini.
Anılardır bir batığın koruyan gövdesini.

Metin Altıok

Nasıl da Eskimiştir

Başa dönelim biraz da,
Hep başa döneriz;
Belki bir çay bardağına,
Sıcaklığa, tutuşa, dokunmaya,
Ne güzel anımsarız geçmişi,
Kendi yalanımızla.

Uysal bir geçmiştir,
İyi şeyler kalmıştır aklımızda.
Unutmak bizim bildiğimiz iştir.
İri gözlerin senin
Bütün iyiliğiyle,
Bizi hep nasıl izlemiştir.

Geçmiştir, bugün de geçer
Zamanla güzelleşir.
Geçmişle bugün arasında
Tek bildiğim kendimdir.
Ve kendim, belki hiç bilmediğim,
Nasıl da eskimiştir.

Başa dönelim biraz da,
Örneğin çatlak bir nara.
Eski bir aşka dönelim,
Bir aşkın kanayan anısına,
Ki yıldız dolsun
Apansız karanlığımıza.

Metin Altıok
-bir acıya kiracı-

Sonlar Kuşağı

“BİZDEN bir ya da iki önceki kuşak bizim kadar çok ‘son’ görmedi. İlişkilerde bizim kadar çok son yaşamadılar. İşlerine bizim kadar hızlı son verilmedi, bizim kadar yeniden başlamak zorunda kalmadılar. Her son, yas demektir. Sonlandırdığınız şeyle ilgili ne kadar az şey hissederseniz hissedin bu, böyledir. Dolayısıyla bizler mutluluğun peşinden koşan ve aslında neredeyse aralıksız yas tutan bir kuşağız. Sevgililerin, arkadaşların, işlerin, evlerin, mahallelerin yani terk ettiğimiz her şeyin yasıyla doluyuz. Düşünün, anneannenizi düşünün…”
Böyle bitirmiştim “Aldatılmış Kuşak” yazımı. Mutluluk diye, ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyin peşinden koşmaya esir edilmiş bir kuşak olarak aslında “Sonlar Kuşağı” olarak adlandırılmamız gerektiğini söylemiştim. Oradan devamla…

‘SORUN SENDE DEĞİL…’
Ne kadar söylerse söylesin, istersen bin kere “Sorun sende değil, bende” desin, her ilişkinin sonu bir beceriksizlik yasıdır. İstersen kendin terk et. İstersen umurunda olmasın terk ettiğin sevgili… Yine de işte. Becerilememiş bir ilişkinin cesedi vardır ortada. Yürüyüp giderken sırtına eklenecek, giderek ağırlaşacak bir ölü daha. Her yeni ölüde, bir ikindi vakti, yalnız başına oturduğunda yapacağın toplu sayıma dahil edilecek biri daha. Ne çok ihtiyarlar insan o ikindi geldiğinde.
Düşün anneannen kaç kere terk edildi, kaç kere terk etti? Sırtında, senin sırtındaki kadar çok ölü olmadığı için belki ikindi olunca aklına börek yapmak gelebildi.

KÜÇÜLME HA?
İsterse en güzel şeyleri söylesinler seni gönderirken, isterse sen emin ol kendinden, işini ne kadar iyi yaptığından, istersen bil sonuna kadar haksızlık olduğunu işten atılmanın yine de işte… Oyundan atılmaktır işten atılmak ve nasıl acıttıysa vaktiyle seni bu, aynen öyle, aynı yerinden işte. Onların da bir beceriksizlik yası vardır üzerinde. Sonra yeniden başlamak için kendine yokuş yukarı taşıttığın cesaret kayaları… Sonra yeni baştan… Onların yası yok mu yani şimdi üzerinde? Çizik çizik aklın, bilmiyor musun sanki?
Anneannen kaç kere işten atıldı? Muhtemelen hiç. Bu yüzden belki yarın yokmuş gibi çiçekleri sulayabiliyor şimdi.

SONSUZ KİRACI
Kaç ev bıraktın arkanda? Bir IKEA turu daha ve işte bir ev daha! Sonra belki bir kez daha bozulmak üzere. Kaç tane kütüphanen oldu? Kaç yatağın? Biriktirdiklerin geride kalsın ve yeniden hep sanki yeni bir deftere başlıyormuş gibi başlayabilesin diye mi almadın yanına o eşyaları? Bütün o evler, terk ettiklerin, balkonlardaki boş saksılar kadar hayal kırıklığı.
Anneannen kaç ev değiştirdi? Belki de hiç. O yüzden belki hâlâ aynı çekmecede duruyor yüz yıllık kahve değirmeni. Sanki pişman olduğu hiçbir şey yokmuş gibi. Kendini affetmiş insanların birikebilme, biriktirebilme huzuru.

MANTO
Bir manton var mı? Yirmi yıllık bir manton var mı senin? Mantoları kötü yapıyorlar diye değil, o kadar çok son yaşamış bir mantoyu saklayıp da bütün o sonları hatırlamamak için tutmuyoruz eşyalarımızı. Fazla hikâye biriktirmiş oluyor eteklerimiz. Sonlarımızı hatırlamamak için atıyoruz eşyalarımızı. Yoksa hiçbirimiz çok zengin değiliz. Ama içinde o ağladığın günü yaşadığın pantolonu bir daha giymek… Bir son daha olmasın diye… Dua etmek değil, bütün bir hayatımızı dua yapıyoruz. Bu yüzden bu kadar çok yeni şey alıyoruz. Bu yüzden bu kadar çok “şeyimiz” var. Şeyler, bizim nafile, küçük dualarımız. Hayata küçük ve beceriksiz ellerimizle maya çalıp duruyoruz. Her cumartesi yeni bir hayatın ihtimali olarak kendimize bir gömlek alıyoruz.

AĞIRLIĞI DÜŞMESİNE YETMEYEN
Bence biz… Söylemeyeyim diyordum ama söyleyeyim gitsin:
Ağırlığı düşmesine yetmeyenleriz.
Kanatlarımız küçüklükten dermansız.
Yaslarını yok sayanlarız biz.
Bu yüzden bu kadar çok hareket etmekteyiz.
Sonların Kuşağı bizimki. Tedavimiz ne önceki ne de sonraki kuşakta. Biz böyle dermansız, birbirimizin yaralarını yalaya yalaya, kimsenin kimseye faydası dokunmadan tam olarak, ölüp gideceğiz.

Ece Temelkuran

Azap

Bağ bozuk, bağban yaslı, güllere hazan azap;
Yaz günü yaprakları solduran hicran azap.

Düşmanlar düşman tamam, ona bir şey diyemem;
Can azap, canan azap, her günkü yâran azap.

Yıllar var yollardayız, mesafeler amansız,
Yol asi, hedef uzak, bel veren zaman azap.

Yakmak için tek bir mum, çekilenler besbelli,
Söndürüyor rüzgârlar, savrulan harman azap.

Muzdarip bütün toplum, ilacı bunun iman,
İmana aç ruhlara başka bir derman azap.

Sarsılmış başta akıl, bakış bulanık hepten,
Bir acı imtihan bu, bize imtihan azap.

Himmete muhtaç herkes, kupkuru dağ ve bayır,
Çöllere dönmüş arza boşalan bâran azap.

İnsanlara el açmak, hep gîran geldi bize,
Mihrabı hak olana bu türden gîran azap.

Tatmadık hiç kimseden minnet kokan bir ihsan,
Vicdanı hür olana minnetli ihsan azap.

Fethullah Gülen