Ev Türküsü

şairim ben, varlığın evinde oturuyorum,
düzgün ve temiz tutuyorum onu,
her gün silip süpürüyorum,
havalandırıyorum yeni esintilerle.
buna karşılık, Ev Sahibim de
kira almıyor benden.

erken kalkabiliyorum her sabah;
neden mi, çünkü, güneşin doğacağı saate
ben kendim karar verebiliyorum bu evde.
kalkıp önce yıldızları topluyorum
gece ortalığa saçılıp dökülen;
sonra tarlaları suvarmaya gidiyorum,
çayırları biçmeye,
kendi küçük göğümde;

ikindi üzeri, serin gölgeleriyle
perçemlerinizi, yüreklerinizi yalayan.
göçmen kuşlarla dolduruyorum nefesimi,
ve karışıp onların arasına—
alçak uçuşlarla, sizin göklerinizde
kendi küçük kanatlarımı deniyorum

belki takıp peşime bir turna sürüsünü,
bir sözcük katarını,
bir gün geri getirebilirim diye
onlarla birlikte,
çocukluğunuzu, geçmişinizi,
yaşlandıkça alçalan, daralan,
git git mezara benzeyen evlerinize.

cahit koytak

İKİ KERE GELMİŞ GEÇMİŞ OLA

Taşları eriterek önümüze döşüyor, yürüyüp gidiyoruz
“_ Son oyalanmasını göstermeyi kim keşfetmiş ilkin?
_ Çok köke inen bir soru bu, binayı çökertir, kovun bunu…”
Demek ki ben, sesimi asıp can çekiştirmeye yazgılıyım.

Çünkü başıyla oynanmış bazımızın, eti yavaş yavaş kelle olmuş
Büyüdüğü doğru ağaçların ama doğru değil çocukların
Büyümek istedikleri…

Susacak ne çok şey var…

II.
Kendime taziyem odur ki görüşeceğiz sanırım
Kendime vasiyetim o ki gelme benimle
Kendime salık veririm uzak durma benden
Kendime daha ne deyim ne gelir elden
Kendime aldım bunu kalacak sana
Kendime ayırdım desem de artmadı bana
Kendime geldim diyemem misafirinim ey dizlerim
Kendime konuşasım var sana ne diyeyim

Kendime baktım da şöyle bir babamım
Kendime baktım da şöyle bir babayım.

Susacak ne çok şey var
Gemiler ayrılacaklarını bilmiyor kıyıdan
Susacak ne çok şey var
Kıyı duruyor hep ayrılıyor gemiler.

Gemiler denizin üstünde
Etin üstünde jilet gibi.

Celâl Fedai

Yüreği Çatlayan

içeriye girmeden eşikte durdum
koklaması gibi bir kedinin tehlikeyi
ne mahcupluktandı ne de kararsızlıktan
dönüp dönüp uzakları seyredişim

benimle birlikte dolan soğukla
donup kaldı çay bardaklarının neşesi
kararsız ve şaşkın ev hanesinin
dönerken davetsiz konuğa bakışları

sisi henüz çekilmiş bir ovanın
ortasındaydım sanki çarpık yüzümle
günlerdir bozguna uğramışlığımı
karın karanlığı bile saklayamamıştı

öylesine uysaldım ki sen bile şaşardın
kayıtsız susarken bütün imalara
böyle değil mi paylanan her çocuğun
suçunu başını eğerek kabul etmesi

olacağı buydu, yine de zor ama
benim evime dönüşüm, senin kendine
dilerim kısa olur üzülürsen eğer
ağlarsan acısız olsun gözyaşların

zaten gitmemiştin diyeceksin hiçbir yere
burada da değilmişim gibi yaşıyordum
yüreği yılgınlıktan çatlayan bir hayvanın
derisinin nerde kalacağının ne önemi var

“boş yere zorlamışız akan suyu tersine
imkansızmış yaralanmış bir aşkı sağaltmak
“geçmişi bir daha açmayacağım” sözünü
ne çok yazıp imzalamıştım, hatırlasana

hüznü çoğalta çoğalta öğreniliyor hayat
ayrılığın acısı da alışana kadar zor
bir kaplumbağa gibi çekiliyorum kabuğuma
bağışla demeyeceğim, ama unutma da”

Selami Karabulut

Fiyakası Nedir Hayatın

1.
Hayatımı nasıl taramalıyım ki fiyakalı dursun
kimse anlamasın bir İstanbul hatırası olduğunu
yoksa taşralı bir küçük adam Paris ‘te şair olur
ve ölür, ütülü bir mendil gibi unutulur

Galiba insanın yakışıklı bir kalbi olmalı önce
sık sık tozu alınmalı, parlatılmalı aynalı sözlerle
benimse kâlp hususunda cilalı bir cümlem bile yok
mırıldandığım sözlerin çoğu ondan gelse de

Kendime en çok on yedi yaşımda benziyormuşum
buldum o çocuğu Gençlik Parkı’nın önünde
yıllar seni eskitememiş dostum, ifaden aynı
yarısı tebessüm yarısı korku dolu o çehre
suçlarımla göz göze gelmemek içinmiş meğer
o resimden bugüne gözlerimi kaçırarak bakışım
hâlâ suç gibi duruyor o bakış gözlerimde

2.
Yıllarca mırıldandım olmadı, artık yalvarıyorum
Tanrı’m n’olur bir fiyaka bağışla bana
hatırlı kullarının arasında sayılmasam da
çok görme ufacık bir jesti, fiyakalı bir bakış
fırlatmadan ölüp gideceğim yoksa

Yalnızca ben değilim bunu dileyen
kâlbim ki kırk yılı aştı bir-iki kez evinden
çıkıp başkalarının kâlbinde konaklamaktan başka
fiyaka nedir hiç bilmedi hayatta
her kâlbin olur o kadar fiyakası
boşuna mı besliyoruz onu göğsümüzün
en güzel odasında

3.
Yürüyüşümse hiç fiyakalı olmadı zaten
aynı yol aynı menzil, bir adamla gölgesi,
on yedi yaşındaki çocuk ve adam, ikisi de ben
gittik durduk uygun adım hiç mırıldanmadan
ve gölgesi sahibinden muntazam o memur
adımlarla uydum da şu hayat denen mesaiye
yine de uygunsuz bir şey kaldı bu muammadan

4.
Hiç kolay değilken kendine alışması insanın
başkaları nasıl da kolayca alışır ona, şaşarım
onlar alışınca alışmak kaldı bana da
oysa unutulacak kadar alışılsın istemiştim hep
varlığım kadar yokluğum da -varlığım
yokluğuma armağan olsun- varken olmadı da
bari yokluğumdan bir fiyaka kalsın!

5.
Orhan Kemal romanlarında rastlardım o kadına
hani tütün içen adamını kokusundan sever ya,
tüttüm durdum da onca biri çıkıp demedi:
o sigarayı bir tutuşun var ki adamım
kim görse aşka düşer de kül olur ona!
Başka resmim olmadığındandır bunca kül bunca duman
o da eskidenmiş meğer, sönmüş, yetişemedim
tütünün fiyaka sayıldığı büyülü zaman

6.
Ruhun fiyakası mı işte buna gülerim
onu bir tek şairler yazar yazmasına da
yine şairler anlamaz: ruh bir miras
fakat gelenek gibi yeniden yorumlanırken
galiba biraz cila gerekiyor ona da
benimse ne sözlerim cilalı ne istibalim parlak
fiyaka yapayım derken fiyasko olur da
ruha ıstırap vermekten başka bir işe yaramaz!

Bilirim fiyakalıdır bazı itiraflar, bende
ne fiyakalı bir itiraf var ve ne de bir cümle
acı ve trajedi, aşk ve ölüm üstüne, şöyle;
Aşk tek kişilik cinayettir ve herkes
kendine kıyar sevdiğini öldürmeden önce!

7.
Gür bir hayat gerekir şiire taramak için
bundandır bende üzgün durması kelimelerin

Haydar Ergülen
-keder gibi ödünç-

Çalma Neyzen

Bu nasıl bir çalıştır neyzen Allah aşkına?
Yeryüzünün bütün denizlerini üzerime yürütüp, bütün dağlarını üstüme mi yıkacaksın hiç acımadan bu gece?
Hangi acının metruk akşamlarını doldurdun yüreğinin yeminli düşlerine?
Kördüğüm bir zaman kan mı damlattı iniltiyle yıkanmış siyah saçlarının dalgalarına?
Ben sana “sus” demem,
yüzyıllarca üfle,
cehennemler gibi ateş hücum etsin üşüyen sırrıma ki,
alev alev yansın kutuptan kulelerim güneşlerinin yelelerinde
“hu.”

Biliyorum neyzen, ne tarafa dönersen dön aşka çarparsın şimdi.
O çıkar karşına gözlerini yumunca.
Onun sabahına uyanırsın sen uyuyunca.
Çek kamıştan elini canım acıyor,
parmakların perdelere değil kalbime dokunuyor be neyzen.
Ne o, aşka beni mi anlatıyorsun yoksa iniltilerinle?
Beni kıskanır aşk, söyleme çok büyüdüğümü, ihanetin en büyüğünü benim soluduğumu anlatma ona.
Zeytin gülüşlü kanatsız kuşların lanetine hapseder sevgiliyi, kıyamam.

Ey sesi gül kokan neyzen, bitmedi mi söyleyeceklerin?
Bu kadar derin soluklanıp durma, uyandırırsın mağarada uyuyanları.
Sıkıştım kaldım ebrunun mavi desenleri arasında,
çal ki dağılsın şu boyalar,
çözüleyim artık be neyzen.
Hadi çaldığın neyin en dip boğumundan al da ayrılığın ölmeye niyetlenmiş dizlerine çarp beni,
yoksa kanıma girecek hasretimin hançer-i ebrû dâdesi.

Düşlerini erteleme bu akşam ne olur, üfle.
Kutb-ün Nayi Osman Dede gibi çal,
yahut Kutb-ün Nayi Aka Gündüz Kutbay gibi.
Keskin bıçaklarla parçalar gibi hicranını,
nefesinle yak güzelliğimi görmeyen gözlerin fosilleşmiş bakışlarını.
Öldürmeye yemin mi ettin beni iniltilerinle?
Seni hangi taştan taşa vurayım, bu nasıl üflemek neyzen?
Hadi dostlar, küçük çocukları çıkarın meclisten, aşk konuşacak birazdan.
Neyzen âleme yine ızdıraplı bir çığlık atacak.
Yine dağları un ufak edip, felekleri birbirine çarpacak.

Sen hep böyle aşk mı üflersin neyzen?
Biraz da hicaz üfle yahut çargâh ya da segâh olsun semadan.
Sesinin ateş-i hicranından giryan eylediğin gibi asude ahvalimi,
başını yastıklardan düşür şu neyin ki kül olsun delirten çığlıkları.
Tutuşasın emi neyzen, tutuşturduğun gibi beni.
Bağrını lale denizlerine çalıp,
meftun eyle sesini firuze gönüllerde hadi.
Hadi, ay ışığının altında bir “mim” boyunca cevr ü cefâ-yi canan’a bağlan da,
eşkâlin silinsin yalan dünyadan,
süveydaya tutulurken akşamlar.

Hançerenin diplerinde kaldım.
“Hu” demek zorunda mısın aşka çalarken beni?
Tutuşacak kamışının denizleri, dur.
Sen muhrip misin ki böyle pervasız,
böyle pürmelâl taşlara vuruyorsun başımı hiç acımadan?
Gülibar meclislerde giryar oldu hazan-ı dide-i çehrem, yapma.
Ey kanla yıkanan melodiler,
kanım helaldir,
alın da sevgilinin sesine asın beni bu gece.
Örselenmiş gecelere sürün,
alın yazımın fütursuz harflerini.
Renklerini açın ayrılığın,
günahımı helal görün ne olur,
bağışlayın esrikliğimi,
ışıkları kapatın ey yorulmuş düşler,
karanlıkta da görürüm ben onun gözlerini.

Ne diye öyle durup durup sol yanına yıkılıyorsun sürekli?

İnsanın başı aşka düşer mi ölmeden?
Kalbinin üzerine çok eğilme beni görürsün.
Aşk fetih duasına durdu, kıyamet kopmaya başlar birazdan,
tedbirli ol,
toparlan.
Pürmelâl hâlini baş pareye yan da,
aşk makamında çal bu akşam.
Üflemekle yetinme sakın,
iniltilerinle dirilt kurumuş kemikleri.
Sesini buselikten koparıp şedd-i arabana çal son defa.
Son defa üfle, gözlerim geçerken parmak uçlarından bu gece – ki nevbahar giydirsin aynalar suretime vakitsiz.

Nasıl bir nefesle dokunuyorsun bağışlanmayı hak etmeyen şu gövdeye?
İçinin kuyularında boğma nefesini,
başım dönecek neyzen.
Bir solukluk üfleyiş yeter deli olmama,
üfleme öyle üst üste beni,
ziyan olurum.
Ağlamaktan buz tutmuş gözlerime bakma sakın gözlerini kapatıp.
Senin gözlerin ölüm ah,
senin gözlerin diriliş,
senin gözlerin bir devriliş mezarlığı be neyzen!
Az bırak beni kendi hâlime,
sus ki ölüp ölüp üzerine yağmayayım bu gece.
İçimdeki mescitleri yıktım ben,
imanım o,
ibadetim o oldu,
küfre düşmüşüm ölümlülere göre,
günahlardayım.
Ben zaten etraflıca susmuşum,
sen ne diye habire duvardan duvara çarpıyorsun sesimi?
Yakılacak aba mı kaldı bende ki, üstü kapalı zarflar atıyorsun önüme.

Şimdi kan damlayan tespihlerimi dervişliğimin uslanmaz yanlarından sıyırıp “fena fi yar” sırrında son yaratılışımın hatmini yapıyorum mahremiyeti ifşa olurken bu aşkın.
Hiç kimse benim kadar içten çağıramaz aşkı bil neyzen.
Hiç kimse bilemez ırmaklarımın nasıl aktığını yüzyıllardır ardından.
Bütün harfler Mevlevi gibi bir noktaya yığılmış sürükleniyor şimdi el-firakla geceye,
ah min’el aşk!
Tüm cümleler var olma savaşı veriyor onun güzelliğini anlatabilmek için,
sözlerin gizli bahçelerinde.
Kelimeler insicamsız sarsıntılarla deprem yalnızlığı yaşıyor,
görüyor musun fecr-i sadığa göz kırpan efsane güzelliğin ölümsüz gülüşlerini?

Yeter ey düş büyümesi,
ses pervanesi,
nefes tutulması,
ayan-ı aşk imamesi süveyda!
“Ben bin parçaya bölündüm.” diyorum semah meydanlarında,
sen durmadan üflüyor,
delirtiyorsun ketum hecelerimi secdegâhlarda. K
anıma girip kanlım mı olacaksın söyle be neyzen?
Bir nefeslik çığlık kaç kez ben,
ben kaç çığlık ederim,
gizli kalmış mahrem günahlara sor ki,
sırrı ifşa ettiğim için katlime ferman çıkartmış mahkemeler yakılmasın bir daha.
Aşk tüllenmiş bir Firdevs akşamıdır senin soluklarında.
Şimdi söyle bakalım kaç ölüm birbiriyle çarpışsa bir defa gözleri eder onun?
Ölmelere susamadım ben,
ölürken çok gördüm kendimi.
Kim annesinin kendisini doğurduğunu görür ölürken?
Ya kim aklımın günahına girer beni böyle viran olmuş bilirken?

Varlığın üzerine yemin ederim ki neyzen,
üfleyemezsin beni,
yetmez nefesin.
Ben göğüs boşluklarına sığmam,
kıyamet kadar büyük,
cehennem kadar sıcak bir sevdaya sahibim.
Notalarım günahım kadar ağır,
bestelerim onun gözleri kadar hafif,
sözlerim sonsuz bir gece kadar uzundur,
getiremezsin sonunu,
yiter gidersin.

Hadi söyle de güneşin doğduğu tarafa dönsün gözler.
Yasak yazgıları söyletip bana katlimi vacip eyleme.
Mansurlarla darağaçlarında kaldı diğer yarım.
Tam bin yıldır semah meclislerinde iniltilerle bekleşiyor pür-cefa kara bahtım.
Hangi kervanı çevireyim kuyuya.
Dön dön o var.
İçinde o,
dışında o,
sırrında o var.
Onu çırılçıplak günahıma sardım ben.
Şimdi ona iman ettim diye kâfir miyim ben neyzen?
Ben şehadet ediyorum ki o tek.
Onun da eşi benzeri yok ‘ehad’.

Kim bana mümin demeyecekse demesin.
Çeksin alsın cehalet abasını üstümden.
Bineceğim gemileri demirleyip limanlarda bıraksın,
yaksın da yelkenlerini rüzgârlara tutunan,
beni dibi olmayan kuyulara bıraksın, fark etmez.
Ben, senin feryadında tutunmuşum bu aşka ölmem bir daha.
Fecr-i kâziplerle oyalayamaz hiç kimse beni.
Ben âşık-ı arşa meftun olmuş,
ene-l hak sırrında Nil Nehri’ne dökülüp cuş-u ayan olmuşum neyzen.

Sus,
kan kaybına tutma bu yorgun bedenimi.
Ölmem bir daha,
ölemem o yaşıyorken dünyada.
Benim sevgimle büyümesi gereken bir çocukken gidemem şimdi,
çalma.
Çalma firak-ı hasretinden bin pare olan ruhuma ki vakitsiz ölmeyeyim bu akşam.

Nail Varal

bu son mezar kalbimde hicranla kazılan …

bu şiirde iki göz var
biri senin; biri onun
Senin o karanlık, küf kokulu
matem gözlerini terkediyorum

biliyorum; saçlarının sarısı
gözlerinin yeşiline karışmış
biliyorum; sana benzemek için
melikeler birbiriyle yarışmış
fosforlu ve derin bakışlarına
çağlar boyu nice destanlar yazılmış
oysa ben görülmedik bir lale yaprağına
gökleri kıskandıran bir destan yazıyorum
gözlerin değişip kaplasın karanlığı
bütün ufukları sarsın gözlerin
gene de hep bende kalsın gözlerin

l
kapama gözlerini; karanlıktan korkarım
atlılar kaybeder yolunu, hasretimin
posta güvercinleri geri dönmez ülkeme
yaslı dereler gibi mutsuzluğa akarım
kapama gözlerini; karanlıktan korkarım

ll
ateşten ve köpükten sıyırıp ellerimi
mekanımı gülistan eyleyendir gözerin
isyanıyla ihtiras ve gerilim yaşayan
Kabil’in ruhunu kan eyleyendir gözlerin
vuslat aşkını Leyla düşürmedi çöllere
arzı Mecnun’a hicran eyleyendir gözlerin
gözlerinde başladı tarihin macerası
Adem’i Havva’ya ram eyleyendir gözlerin
Kerem dağlar ardında aradı gözlerini
Kamber’i bile viran eyleyendir gözlerin
Ferhat dağları deldi yolunu bulmak için
sevmeyenleri giryan eyleyendir gözlerin
suların emzirdiği muamma bir çocuğu
yedi iklime hakan eyleyendir gözlerin

lll
gözlerin göklerinde
her yüzyılın başında
birer akkor olmuş gözlerin
çekip çıkarsam da mısralarımı
ben yalnız gözlerinin şairiyim aslında

hangi rüzgara verdiysem aşkımı
beni alıp yangınlara götürdü
muştu beklediğim bütün yelkenlilerden
ateş düştü içime

lV
yüreğimden fışkıran bir “ah” mıdır gözlerin
beni benden koparan “eyvah” mıdır gözlerin
Bu gözler, o aydınlık o güzel gözler değil
yoksa yalancı mıdır, günah mıdır gözlerin
ses midir, aynalarda çarpan kulaklarıma
kürdili hicazkar mı, segah mıdır gözlerin
Arif Bey’i Itri’yi ömür boyu inleten
nihavend mi, sultan-ı yegah mıdır gözlerin
kubbesinde yitirdim zaman duygularımı
akşam mıdır, gece midir, sabah mıdır gözlerin
ruhumu baştan başa acılarla dokuyan
beynimi kurşunlayan silah mıdır gözlerin
her köşede zifiri bir silüet bırakan
gönül memleketimde seyyah mıdır gözlerin
renkler avare; sitem başıboş kuytularda
mavi midir, yeşil mi, siyah mıdır gözlerin
yoksa yalancımıdır, günah mıdır gözlerin

V
nihan kıldı gözlerin bana kapılarını
oysa ben gözlerinden girerdim yüreğine
her bakışın bir damla ab-ı zindegan idi
hicranlı her gülüşün bin yıllık figan idi
içime, soluşundan sonra koyu renklerin
birer şirpençe gibi düştü gözbebeklerin
feryadıma gök bile bigane değil şimdi
söyle, kurtuluşun mu, harabın mı gözlerin
gözlerinde mi mehtab; mehtabın mı gözlerin

Vl
çağlayanlar bile hararetlidir
buğday başağının açlığıdır ufuklar
siperleri aşıklar mı doldurmalıydı
zalimler mi
neden böyle hıçkırıklı, umutlar

Vll
beni hangi urganla bağladın gözlerine
beni hangi ırmağa karıştırdın yeniden
senden kopamıyorum gözlerin var oldukça
sensiz yapamıyorum yüzün bahar oldukça
gözlerine baktıkça duruluyor yüreğim
ölse de, gözlerinden soruluyor yüreğim
indirme kirpiğini; tutuşmasın kainat
nazar kıl; ferahlasın; kavruluyor yüreğim
sensiz küle dönerek savruluyor yüreğim

Vlll
diyorlar ki ağla
ağla ki dumanı dağılsın yolların
ağlamayı denizlere bıraktım

yalnız gözlerindir hayatta kalan
uğruna adandığım
mahşeri sularla çevirip dört yanından
gönlümde sakladığım
aynalarda arayıp bulamazken günboyu
gölgesinde konakladığım
gözlerindir ufkumda dalgalanan

Rüstem’in kanını döktüm yerlere
İstanbul’u kuşattım gözlerin için
Azrail’e koştum siperlerimden
gözlerine baka baka dirildim
niçin kızıl kıyamettir gölerin bu gün
niçin heyelan var eteklerinde
İsrafil’den işaret mi almışsın
yanaklarında mahşer kalıntısı
dudaklarında mizan
bütün gamlı hüdhüdler Belkıs’le döner sana
yıldızlar vuslat için her gece iner sana
rengini, gözlerinde kaybolan bilir

lX
gözlerin uğrak yeridir bestekarların
şairler hüzne dalar yeşil okyanusunda
eşiğinde ölümsüz dilenciler
gözlerin gecenin intiharıdır

sen gözlerine mahkumsun; gözlerin bana
ben şiir yazmasam, kim tanır gözlerini
geçerken yalnızlık sokağından
hangi demirci indirir parmağına çekici
hangi berber yanağını keser müşterisinin
gözlerine bakmasam, doğar mı güneş

X
gözlerin boşluğa akan bir ırmak değil
gözlerin sadece ölmek, yaşamak değil
gözlerin tükeniş doruklarında
bulunmayanları aramak değil
gözerine aşina olduğum günden beri
ben artık hır gece sesleniyorum
düşe kalka
yorgun argın
derbeder
yapayalnız
duruyorum; yanlış anlaşılıyor
her hücremde bir inkılab
her gönlümde bir mahitab
evim harab; ömrüm harab
ne ay kaldı, ne de mehtab
gök bulanık; ufuk silik
gene de mağrur ve dimdik
yürüyorum; mezarım oluyorsun ansızın

Xl
bu son şiir, o küflü gözlerine yazılan
bu son mezar kalbimde hicranla kazılan
senin gamsız gözlerin kahkahalar atarken
benim gözlerim viran; ağlamaya değer mi
her cilven bir ıstırab; her nazın kapkaranlık
yorgun kuraklığında ıslanmaya değer mi
hiç güzel olur muydun gözlerin olmasaydı
ateşlere girmeye ve yanmaya değer mi
bir kevser ırmağında serinlemek dururken
sellerine karışıp bulanmaya değer mi
aydınlığın gözleri çağırıyor kalbimi
zehir bakışlarınla boyanmaya değer mi
gözlerine bir ömür dayanmaya değer mi

Nurullah Genç

Tek Hece Aşk

Var mı beni içinizde tanıyan
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim
Kalmasa da şöhretimi duymayan
Kimliğimi tarif etmek zor benim

Bülbül benim lisanımla ötüştü
Bir gül için can evinden tutuştu
Yüreğine Toroslar’ dan çığ düştü
Yangınımı söndürmedi kar benim

Niceler sultandı, kraldı, şahtı
Benimle değişti talihi, bahtı
Yerle bir eyledim taç ile tahtı
Akıl almaz hünerlerim var benim

Kamil iken cahil ettim alimi
Vahşi iken yahşi ettim zalimi
Yavuz iken zebun ettim Selimi
Her oyunu bozan gizli zor benim

Yeryüzünde ben ürettim veremi
Lokman Hekim bulamadı çaremi
Aslı için kül eyledim Keremi
İbrahim’in atıldığı kor benim

Sebep bazı Leyla bazı Şirindi
Hatırım için yüce dağlar delindi
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim

İlahimle Mevlana’yı döndürdüm
Yunusumla öfkeleri dindirdim
Günahımla çok ocaklar söndürdüm
Mevladanım hayır benim, şer benim

Benim için yaratıldı Muhammed
Benim için yağdırıldı o rahmet
Evliyanın sözündeki muhabbet
Enbiyanın yüzündeki nur benim

Kimsesizim hısmım da yok hasmımda
Görünmezim cismimde yok resmimde
Dil üzmezim tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim
BENİM ADIM AŞK !

Cemal Safi

Dedikodu

Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü,
Yüksekkaldırım’da, güpegündüz?
Melahât’ı almışım da sonra
Alemdar’a gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Gûya bir de Galata’ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.

Ya o, Muallâ’yı sandala atıp,
Ruhumda hicranın’ı söyletme hikâyesi?

Orhan Veli

Aşk Resmi Geçidi

Birincisi o incecik, o dal gibi kız,
Şimdi galiba bir tüccar karısı.
Ne kadar şişmanlamıştır kim bilir.
Ama yinede de görmeyi çok isterim,
Kolay mı? İlk göz ağrısı.

……………………….çıkar
……………………….dururduk mahallede
……………………………………halde
…………..adlarımız yan yana yazılırdı duvarlara
…………………………………yangın yerlerinde.

Üçüncüsü Münevver Abla, benden büyük
Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları
Gülmekten katılırdı, okudukça.
Bense, bugünmüş gibi utanırım
O mektupları hatırladıkça.

Dördüncüsü azgın bir kadın,
Açık saçık şeyler anlatırdı bana.
Bir gün de önümde soyunuverdi
Yıllar geçti aradan, unutamadım,
Kaç defa rüyama girdi.

Beşinciyi geçip altıncıya geldim
Onun adı da Nurünnisa.
Ah güzelim
Ah esmerim
Ah
Canımın içi Nurünnisa.

Yedincisi Aliye, kibar bir kadın
Ama ben pek varamadım tadına,
Bütün kibar kadınlar gibi,
Küpe fiyatına, kürk fiyatına.

Sekizincisi de o cılkun soyu:
Sen elin karısında namus ara,
Kendinde arandı mı, küplere bin.
Üstelik kendinde de
Yalanın düzenin bini bir para.

Ayten’di dokuzuncunun adı,
Barlarda göbek atar
İş başında şunun bunun esiri,
Ama bardan çıktı mı,
Kiminle isterse onunla yatar.

Onuncusu akıllı çıktı
Bıraktı gitti beni.
Ama haksız da değildi hani,
Sevişmek zenginlerin harcıymış
İşsizlerin harcıymış.

İki gönül bir olunca
Samanlık seyranmış ama,
İki çıplak da – olsa olsa –
Bir hamama yakışırmış.

İşine bağlı bir kadındı on birinci.
Hoş, olmasın da ne yapsın?
Bir zalimin yanında gündelikçi;
Adi Luksandra
Geceleri odama gelir,
Sabaha kadar kalır.
Konyak içer, sarhoş olur,
Sabahı da, işbaşı yapardı şafakla….

Gelelim sonuncuya.
Ona bağlandığım kadar
Hiçbirine bağlanmadım.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası,
Ne malda, mülkte gözü var.
Eşit olsak der,
Hür olsak der.
İnsanları sevmesini de bilir,
Yaşamayı sevdigi kadar.

Orhan Veli

10 Kasım 1950 akşamıydı. Ankara’daydı… İncecik yapılı, uzun boylu genç bir adam, aklında ve dilinin ucunda sözcükleri, yanından hiç eksik etmediği hüznünü yüklenmiş, karanlık yolda yürüyordu… Karanlığın içinde Ankara belediyesinin kazdırmış olduğu çukuru görmedi ve düştü. Başından yaralanmıştı. Aldırmadı… Bir iki gün sonra İstanbul’a geldi. Zaten o sıralar, aklı fikri hep İstanbul’a gitmekteydi. Bağlandığı kadın İstanbul’daydı… İstanbul’a geldi ve 14 kasım akşamı, yemek yerken olduğu yerde yığıldı kaldı… Genç adama alkol tedavisi yapıldı. Oysa o sırada genç adam, beyin kanaması geçiriyordu. O gece hayata gözlerini yumdu. 36 yaşındaydı. Yüreğinde sevdiği bir kadın, cebinde 28 kuruş vardı.
Bu şiir de şairin ölümünden sonra, diş fırçasına sarılı bir kağıtta bulunmuştur. Fakat bazı bölümleri okunamamıştır. Şairin şiirlerini yayımlayan YKY’nin “Orhan Veli – Bütün Şiirleri” kitabında bu şekilde yer almaktadır.

Son Deyiş: Şair Kuşlara Veda Ediyor

Taşralı bir şair
bir kuşbaz
gidip geliyorum dünyada
silahsız,
ıslık çalarak yolda,
boyun eğip
güneşe, kesinliğine,
yağmura, keman diline onun
rüzgarın soğuk hecesine.

Geçmiş yaşamların
ve geçmiş zaman keşiflerinin
akışında
kötü havaların bir yaratığıydım
bir ceset olarak kaldım şehirde:
alışamam duvardaki nişe,
fundalığı isterim ben, şaşkın

güvercinleri, balçığı, sayıklayışını
muhabbet kuşlarından bir dalın,
amansız yüksekliklerin tutsağı
akbabanın hapishanesini,
çantaçiçekleriyle süslü
sarp geçitlerin en eski çamurunu.

Evet evet evet evet evet,
iflah olmaz bir kuşbazım ben,
dizgin vuramam buna
çağırmasalar da beni
ağaçların tepesine,
gökyüzüne,
okyanusa
muhabbetlerine, ziyafetlerine onların
kendimi çağırıyorum ben,
bakıyorum onlara
hiçbir şey kaçırmadan:
sarı sakaları,
siyah sığırcıkları,
balıkçı karabatakları
madeni karatavukları,
bülbülleri,
titreşen sinekkuşlarını,
bıldırcınları,
Şili’nin dağlarını yurt tutan
kartalları,
saf, göğsü kınalı çayır kuşlarını,
gazaba gelmiş akbabaları,
ardıçkuşlarını
kıpırtısız doğanları,gökte asılı duran,
bana şarkılarını belleten ispinozları,
mavi kadifeyi, beyaz kuşları,
köpüğün taç giydirdiği kuşları,
ya da sade giyinenleri kumla,
toprağı sorgulayıp gizine tüneyen
ya da devin kabuğuna saldıran
dalgın kuşları,
ve açarak ağacın yüreğini
samanla, çamurla, yağmurla kuran
ıtırlı aşk yuvalarını
katılıp kendileri gibi binlercesine
gövde gövde, kanat kanat
birliğin ve devinimin ırmağını kurarak
yalnız,
haşin kuşları kayalıklarda,
ateşli kuşları, kaçakları,
tozluları, erotik kuşları,
karın ve sisin
yalnızlığında yanına yaklaşılmayan,
tüylü düşmalığında
kuru yaylaların,
kibar bahçıvanların
haydutların
müziğin mavi yaratıcılarının
şafağın dilsiz tanıklarının.

Ben, halkın
şairi, bir taşralı, kuşbaz,
koşturdum dünyada yaşamı arayarak:
kuş kuş tanıdım toprağı:
keşfettim ateşin uçtuğu yeri:
enerji kaybını
ve ödüllendirildi benim yansızlığım,
kimse bir şey ödemediyse de bunun için,
çünkü ruhuma bastım o kanatları
ve kıpırtısızlık hiç tutunamadı bende.

Kuşlar Sanatı / Pablo Neruda