Süleyman

umutsuzsun
muhtemelen yağmur yağacak
anladım nisan!
başka yere gidemediğin için burdasın
başkası olmadığın için kendi
bir kadının terli koynunda
feodal erkek yalnızlığın
ancak mezara gömersin
korku senfonisi ıslığınla
bütün komşular esmerliğine düşman
aşkın yol yordam bilmezi
yüreğine dayanırlar Süleyman
bütün şiirleri üstlenirsin
fiili meçhul birisin
başkasına yeten yetmemiş sana
kışın kesin zatürree
örenci kahvelerinde potansiyel çay bardağı!
kaçman yazıklanışın
üstelemeyisin susmasa
bir zaman gözlerinde kallavi bir sitem dokunur
kendine uçurumlanır barışıklığın
bir zaman yorulursun
hayat yorucu
hayat bıktırıcı tekrarlarda
hayat biraz kavgalıyken barışık olduğumuz
Pazarcık ovasında bir turaç ötüyor
sevdiğini kim öpüyor
ha Süleyman
hadi
sokaklara vur şimdi
belki kendine rastlarsın
herkes biraz başkası

Selim Temo

Serçem yâre salâ’m söyle…

”Turnam yâre selam söyle..” diyor türküde.
Güzel de söylüyor hani.
Sorun şu ki;
Burada turna yok,deniz hiç yok.
Serçem gücün varsa uçuver,
Serçem yâre salâ’m söyle..

Erdem Arslan

Kimlik Belgemi Kaybettim

Kimlik belgemi kaybettim.
Yeniden yazmalıyım hayat hikâyemi en baştan
Birçok makama, bir nüsha Tanrı’ya
bir de şeytana.
Negev’de rüzgârla alazlanmış bir kavşakta
otuz üç yıl önce çekilmiş fotoğrafı hatırlıyorum.
Gözlerim peygamberdi o zamanlar, ancak fikri yoktu bedenimin
ne yaşadığına, nereye ait olduğuna dair.

Çok defa, “İşte burası” dersin
“Her şey burada yaşandı” ama orası değildir,
sadece öyle düşünür ve yanılgı içinde yaşarsın,
bir yanılgı ki sonsuzluğu
daha büyüktür gerçeğin sonsuzluğundan.

Yıllar geçtikçe, hayatım isimlerle doluyor
metruk mezarlıklar gibi
ya da anlamsız bir tarih dersi
ya da yabancı bir kentteki bir telefon rehberi gibi.

Ve ölüm, birinin ardın sıra seslenip
durmasıdır
ve sen artık dönüp bakmazsın bile
seslenen kim diye.

Yehuda Amihay

Hayat

Hayat ve ben iki boksör gibiyiz,
Hani dayak yiyen
Taraf hep sarılır ya,
Ben de öyle sarıldım hayata

Fırat Bahşi

Büyük Gözlü Çocuk

Güzeldin buğulu denizler gibi büyük gözlerinle
içtendin
sen ey çocuk içinde umudun bütün kapıları açık
dolunayı beklerdin
suçsuzdun çağın kadar beceriksiz
umudu hançer gibi göğsünde taşırdın
büyük gözlerin ve büyük düşlerin
bir trenin son vagonuna yetişen yolcular gibi
terk etmeden önce seni
güzeldin…
şimdi ah… yorgunuz
geceden başka hiçbir şeyimiz kalmadı bekleyen
her sarıldığımızda incinmeyi kucaklayan
çocuklarız…

Ama yine de
gemiler gitsin durmasın
rüzgar saçlarını bağla yelken direklerine
yalnız anılara güvenerek yaşadığın bu dünyada
bütün silahlar ve sözler tanıdık
bir bakışla vurulmaya açık gözlerini
kapat büyük gözlü çocuk
çiçek dilinden bir gelecek kur kendine
yüzyıllık yeminlere gizle adını
Tanrı bir gün konuşursa eğer
ona şefkatini söyle…

Yelda Karataş

Nerede Bulabilsem Seni

karanlık basmadan ovalarıma
kainatın duru illetsiz aydınlıkları
katılaşırken çocuk ruhlarında
karanlık basmadan kararmadan taşıtlar

et kemik taşıtı tam da
mayalanmış yüreğimin hamuru
ve ne yakıp kavuran
yaklaştırmayan kalıplara
hiçbir daraban olmadan
ziynetli topraklara da
yanardağ akıntısı yer cazibesine mermut akan lav
katiyeti heybetiyle
akıp
dağ’la terbiyeli bir insan eli olan elinle şekillenmeye hazırken
NEREDE BULABİLSEM SENİ
yetişip dizüstü düşebilsem eteklerine

karanlık basmadan
dünyayı kapatan karanlık
elimizde kılınç
ben ince işler ustası musa
kardeşim ya ki heybem
değişince kubbeli evim
girdabım –
tövbem
kapımın önünde akan ırmak
en zengin denizcisi incilerin –
uzak şarklara yollanan elçilerin

kelimeler
okyanusla yarenliğe dalıp
çoluk çocuğu unutacak kadar bol ve bereketli
binlerce yılçün kurulmuş
bir zemberek içimizde
ağzımıza boşalttı onca sözden
birinin heybeti ve lezzetinden
damağımız çatlamakta

ya ani karanlık
‘inanana rahmet
inaçsıza esef’ olan

(hiçistanda
bir rüzgar belirmiş
kulağımıza gelir
bir ey muhalif rüzgar ki oyropeiş örneği
hafifçe terli bedenin krondeli
göz dikmiş duyduk ki
meni yataklarına bile)

/japonya büyür büyür bir gün
toprağını denize yayarak
peygamber sözüne ordan hizmet olur/

kucak açanlar kadar geniş istekli
göçüp gelenler kadar hafif
az’la doyan yük olmadan

ve başlar
kimin yüreği daha yüce yarışı

musa kardeşim ağlamaktan mı
okumaktan mı az uyumaktan mı
kan gölü gözlerin

her an karanlığını giyinecek gibisin
ne kadar uzun sürüyor
ta içinden gözlerine gelmesi dikkatin

karnın ne kadar küçük ve içerde
ince belin
fazla kabarık değil kemiklerinden etlerin
biliyorum ancak sen
bu kadar yetindikçe ve ekmeği
böyle mübarek tuttukça
doyar karnı çinin hindistanın amerikanın
sen olabilirsin çaresi

su içinde
susuzluk hissinden ölen kimselerin

musa kardeşim haya’dan mı
boyuna posuna güzelliğine rağmen
hafifçe kıvrık omuzların
hafifçe eğik başın
hele terazi tutuşun
zarif
sapasağlam
ve artık
en insansız çölde
tek başına kalsa bile
eğilmezken adalen bile
yine de
bir nebzesini tutsa yüreğindeki tartarkenki dikkatin
ikiye yarılır bir su aygırı

ve çocuklar tuz yalarken çocuk avuçlarından
NEREDE BULABİLSEM SENİ
baba bıçağını ağır ağır çekerken
YETİŞİP
ana dalgın ve su dibinde yürür gibi
DİZÜSTÜ DÜŞSEM ETEKLERİNE

ana dalgın ve su dibinde yürür gibi
üzüm tiyekleri ceylan dolu etekleri

1

çocuklar
kurtulamazlar yanaklarına konan yaradan
olmadık anda bırakılırlar
sonra
nice sonra
hatta bazen karanlıklarına uzanırken kadar sonra
üzerinde gözyaşı izleri
senelerin izleri ile yol yol kalmış yanakları
mahzun yayılır
ancak görünür güzel dişleri

ve ‘kuşlar da kaderle uçar’

Cahit Zarifoğlu

Aşka Takoz

Benim dışımda bir şeyler oluyor hayatta
Uyanık davranıp sezemiyorum perdenin ötesindeki dünyayı
Ben senin için şiir yazıyorum örneğin
Sen neredeyse bana garip aşklarını anlatacaksın

Tanrıyla bir sözleşme de imzalamadım oysa
Sırata adım atamayacak kadar yorgunum
Keşke bunları bilsen de benden kurulu yeni bir yalan uydursan ömrüne
Aşılamayacak kapıların ardındasın sen

Herkes sabahları önce yüzünü temizliyor gecikmiş gerekçelerle
Biraz alışkanlık, biraz tutku, biraz da aşka meydan okuyan o çıplak söz
Ölüm ile alışkanlık arasında çınlayan sarkaç
bir vursa tam 12’den cesaretini

Kimsenin kalbi yoksul değil aslında
Keşfedilmemiş bir atardamar saklı o şarkının ortasında
Biraz yükselse tını, bütün perdeler kapanmayı unutacak
Sürecek o gaflet oyun boyunca

Sürecek de ne değişecek aşka dair?
Yine bir yarım fırtına tepetaklak
Yine bir yılan deliğinde boylu boyunca…

Cihan Oğuz

O Sessiz Efsane

Tutunduğun kabuslar içimi tırnaklıyor
Orada bir çocuk alnına kan sürmekte uğur getirsin diye
Aşk kaç bucak ötede? Kimse bilemedi, amansız kanamalar devam
Kanamalar soluksuz devam, bir derviş yön gösterse herkesin adımları ters yönde
Kır düştü mevsimsiz yaprakların üstüne
Kıraç yolculukların kenarında hep ortası siyah işaret direkleri…

İğne yapraklarını döküyor ayın kalbinden vurduğu o ağaç
Evimizin duvarında yaralı bir resim asılı şimdi
Baktıkça gözlerimiz yoruluyor o renkler karşısında
O renkler gözümüzün fer nöbetçileri,
Kalbimizin gerili damarı,
Alnımızın geciken akı.
Ay selamsız kalmışsa şimdi Tanrı’dan habersiz bir hiledir bu…

Güpegündüz altımdan kayan koca bir taş idi o
Yarattığı boşluğu kimse farketmeden binlerce nergisle kapatan
Bazen alabildiğine cadı
Tırnaklarını hayata geçirirken
Benim de canım çok acıyor
Canım çok acıyor, kendimi tokatlayıp da dindiriyorum yıldızların hüznünü ancak
Senden kaçtığım her gece günah çıkardığım bir tanrılar engizisyonu
Zangoç inadına ezan sesine ayarlıyor cezamın kesildiği anki gong sesini

İninde boylu boyunca uzanıp avuçlarını göğe açan bir çakalım
Hangi günahı unutmaya kalksam öteki ışıldıyor mum eşliğinde
Kalbimi yalnız sana emanet etmiştim oysa
Söyle hangi kilidi kaybettiysen onun ağıdını yakayım
Hangi yıldızı seçtiysen o kaysın gözlerimden
Bir kadeh susuz rakıyı soluksuz içtin de şaşırdı kalbim
Ne zaman seni çok sevdiğimi söylesem
Sesini hafifçe inceltip “Yalancı” dedin bana
Ne zaman ayrılırken yüzümü denize döndüysem
İskeleden bir hayalet uğurladı sanki beni
Biliyorum ne kadar özür dilesem yeni yağmurlar yağmayacak saçlarına
Bir kez gücüne gitti çünkü ani gitmelerim

Neler mi yitiririm o masalın sonu yavan biterse,
O aşk kaynayıp giderse bir yığın ayrıntı içinde?
Kursağımda bir ömrün basamakları kalır belki
Kalbimden düşlerine tırmanırken yıldızları tökezleten
Bu da mı yetmez? Ölüp ölüp dirilen bir günahsız kul olur çıkarım
Yaşatamadığı günlere sayar onu da tanrı

Çetin bir iç savaş yaşadı kalbine gömüldüğümüz o deniz
Dalgalar ve martılar birer ihanet kumkuması
İnce bileklerin zincirine sevda düşürdü de kıskandım pasını
Pusulayı, dümeni, sancak ve iskeleyi hep yanlışa ayarladım mahsus
Ama kaç kez bozulduysa o büyü
Bir şeytanlık yapıp sızdım yine düşlerine
Yüzeyde ilk vurgun yiyen ademoğlu benim, ne olmuş?
Bu da yazılıversin kaptanın şapkasının içine
Mavi ne koyu maviydi ki gözlerindeki ışıltıyı aşk sandım
Meğer deniz kalbine misafir olana kendi beğendiği acıdan sunarmış

Ellerinden geriye ne kaldıysa bir o kadar uzadı ömrüm
Ne zaman uzaktan görünsen bir hayal ortasındayım sanki
Beni bana benim dilimden başka her şeyle anlat
Kusur bul söyleyemediğim şarkılara, bir maraz tut gidiyorsam erken
Değil mi geceleri kendi yalnızlığıyla yatan bir allahın kuluyum
Gövdeme yuva yapar yarasalar benden habersiz
Kuş uçurtmazlar içimde büyümesin diye gökyüzü
Oysa salaş bir meyhane kadar tenhalardayım
Bağışla, peçeteye şarkı adı yazıp uzatamadım sahneye
Bu yüzden sana hiçbir ithafım kalmadı kalbimden başka

Baktığın bütün kapılar asma kilitliydi
Kalbini verdin de yine açmadı sana düş yüzünü
Kırk haramiler kırk bir kere maşallah
Ellerinde iki yanı keskin kılıçla bulut düşürdüler gökyüzünden
Sana altın bir tas içinde kalbimi sundular
Yüzün ekşimesin diye karagöz oynattı soytarı
Ah vah eyvah ettin de ter içinde uyandın
Bir baktın kalbim yanı başında ama yine senden epey uzak
Şimdi hangi tanrı caydıracak beni aşkın nefesinden
Hangi derviş hu çekecek korkumun büyüdüğü mağarada?

Eskimiş bir öyküydü bende kalan
Biraz senden bir parça, biraz anılarda biriken sözün tortusu
Neyi anlatmaya kalktıysam yarım kaldı senin nezdinde
Neye vursam kendimi hep gözlerini yeniden deli gibi hatırlamak için
Vurgunsa vurgun, yağmaysa yağma, aşksa aşk
Ömrümün şiddeti kalbinle buluştu da bir yıldız kaydı içimde
Ay yarım döndü, mevsimler usandı tekrarlanmaktan

Resmi bir resepsiyonu rezil edecek bir yaramaz çocuk
Dil çıkarıp duruyor şef garson servis yaptığı an
Güya orkestra da Portofino’ya odaklanmış
Bilmezler kalbinde çiğnenmemiş bir nergis korusu yatmakta
Koronun kulak verdiği yerde öteki şef anıları yönetemiyor
Kimse tutamıyor ucundan o gecenin, o ömrün
Her yer nergis sağanağı, yaramaz çocuk pabucunu dama atmış nelerin
Bense kımıltısız bir köşede kendi gölgemin peşindeyim
Gölgem sana bir düş daha getirecek ne olur kaçma
Ne zaman erken kaçsan gece kendinden utanacak kadar uzuyor

Kimsesizsin evet en az hayat kadar çorak
Bu yorgunluk bir yerden çıkar dedikçe şarkılar aksıyor
Elimde değil, yapma bir dünya getiriyorum sana
Denizi yalanla yapıştırılmış, kasabaları bölük-pörçük koskoca bir cihan
Meğer atlasın rengi her gece başka değişirmiş
Bir de aşka sırtını dönüp gidenlere yar olmazmış hayat
Bunu da anlamıyorsun ya artık ben gam yerim
Boğazıma kılçık olur sensiz gidilen rüya

Ah çekilir bir eski rüzgarın kırıp döktüğü dala
Yaprağın ömrü nereye kadardı? Rengini kim kaçırdı düşlerden?
Sonunda kalbim geldi yine sana dayandı
İster kınından çekip savur sözün hançerini
İster dilinin altında sakla bir ömür
Nasılsa benden yana hiçbir baharda kar birikmez
Bir gazel söylerim eriyip dökülür yıldızlar

Yenildin mi? Yoksa herkesin zafer sanıp çığlık attığı cehennemde
tek suskun çiçek miydin?
Geriye hangi mevsim kalırsa kalsın sözünü esirgedin aşktan
Kimler sırat boylarında uykusuz bekledi de söylemedin
Ne zebaniler kendi harladıkları ateşte şaşkına döndü
Bilmezmiş gibi uykunu bölüverdim imkansız bir şarkıyla
Kelimeler o sessizliği kımıldatmaya yetmeyecekti elbet
Şimdi uçsuz bucaksız bir kervanı andırıyor gözlerin
Kirpiklerinde yorgun bir efsanenin tozu dumanı
Kalbindeki hangi sayfayı açsam biraz daha ürkecek küheylan
Ben öteki sayfadaki kaçışın ayak izlerini merak edeceğim
Sonsuza kadar sürecek bu yolculuk düşlere bata çıka
Ama bir tek kelime bile bulmayacak yerini
Değil mi sen ağladıkça gökkubbenin perdesi kopkoyu yırtıldı
Artık neyi susarsan sus aşktan uzak olmayacak

Cihan Oğuz

Koru Kendini

Kaldırınca tabancasını
Nişan almak için sarı saçlıya
Parıldayıverdi gözleri
Koru kendini
Kırlangıçlar uçuştular
Korkudan çığrışıp
Kanat çırparak koru kendini.

Hadi söyle bana müziği seversin sen
Nasıl çalar insan hapishanede
Ağrılardan, sızılardan sonra
Romatizmanın zincirlerin kemirdiği elleriyle.

İşte nişan aldı tam
Kemanının üstüne
Iskalamaz iyi nişancıdır
Koru kendini
Ama teller gene şakıdılar
Doldular havayı titrek titrek hiç umursamadan.

Hadi söyle bana müziği seversin sen
Nasıl çalar insan hapishanede
Ağrılardan, sızılardan sonra
Romatizmanın zincirlerin kemirdiği elleriyle.

‘Havasız bir delikte
Gıcırdayan somya üstünde yatakta
Yakalanmışsın berbat bir öksürüğe
Gel de şarkı söyle.
Ama yine de sarı saçlı adam
Devam etti kemanı çalmaya
Dirildi içimizde ölü düşler.’

A. Kadir
(İbrahim Abdülkadir Meriçboyu)

Sone

Eskiden beri alışkınım pencerede
Suyun ya da ormanın uğultusuna
Çabucak uyudum böylece
Yatıp kaldım onun uzun saçlarında

O acılı geceden çok şey kalmadı aklımda
Biraz dizinden, azıcık boynundan
Sabun kokusu siyah saçlarında
Ve onun için kulaktan duyduklarım

Yüzü çabuk unutulur demişlerdi
İnce bir şey olduğundan üstünde
Yazılmamış boş bir kağıt gibi

Yüzü pek gülmez demişlerdi
Çabuk unutulacağını bilir kendisi de
Anımsamaz kim olduğunu belki, okusa bu şiiri

Bertolt Brecht