Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
Dünyaların en iyi babası benim babamdır. Düşmandır düşüncelerimiz, Dosttur ellerimiz. Dünyada tek elini öptüğüm, Babamdır. Kırkını geçtin, adam olmadın der, Başım önünde dinlerim, Önünde tek baş eğdiğim babamdır. Sabahlara dek Kur’an okur Anamın ruhuna, İnanır ona kavuşacağına. Bana gâvur der Diş bilemeden Dünyada tek bağışladığı ben, Tek bağışladığım odur. Başım derde girdikçe bakar çocuklarıma, Bitürlü ölemiyorum der senin yüzünden, Çocuklar ortada kalacak, Ölemez kahrımdan benim, Yaşamak zorunda benim yüzümden. Gözlerindeki ateş bakışlarında söner, Tuttuğun altın olsun der. Çocukluğumu tek anlayan odur, Dünyaların en iyi babası benim babamdır…
Değerli şiirseverler, sizleri, çoğu insana nasip olmayan ince duyguları, engin gönülleri ve ilahi vicdanları sayesinde; evrenin hemen tüm yükünü omuzlarında hisseden, insanların insan kardeşleriyle ve tabiatla dostça geçindiği, güzelim dünya nimetlerini kansız kavgasız ve adil bir şekilde paylaştığı, aşk ve sevgiyle bezenmiş huzurlu bir dünyanın hayalini kurmaktan başka bir günahı olmayan nice şair ve ozanla buluşturmanın büyük sevinç ve heyecanı içindeyiz. Bu çalışmanın yüzyıllar boyu onlarca şiir akımına yön vermiş, yüzlerce şaire ilham kaynağı olmuş engin Fransız şiirinin hafif bir esintisinden ibaret olduğunun farkındayız.
Bu mütevazı güldeste (le florilège: antoloji, seçki) ile sizleri, idama mahkûm edilen Villon’un ölüm karşısındaki haykırışından, Ronsard’ın Gastine ormanındaki ağaçlara inen her baltanın âdeta kendi yüreğine saplandığından, Bourget Gölü kıyısında sevgilisi Elvire ile yeniden buluşmayı ümit eden Lamartine’in yaşadığı hayal kırıklığı ve akıp giden zaman karşısındaki iç daralmasından, Verlaine’in bambaşka diyarlara götüren dokunaklı ezgilerinden, Baudelaire’in ruhunu altüst eden o amansız bunalım “spleen”dan, ve henüz çiçeği burnunda bir gelinken Seine Nehri’nin kendisinden ayırdığı kızı Léopoldine’in mezarına giden Victor Hugo’nun dizlerinin bağının nasıl çözüldüğünden bir nebze de olsa haberdar etmek en buruk sevincimiz olacak!
Evet… Bu hasta adamlar tercüman oldu ağaçta derdini şakıyan kuşa… Karalar bağlayan şu karşıki dağların yasını bu gönlü yaralılar tuttu… Bu bağrı yanıklar fark etti bulutlar arasından utana sıkıla gülümseyen Gölgeler Kraliçesini… Aç kurdun Tanrı’ya yakarışından bir onlar incindi… İnsanlığın yine insanoğlu eliyle yok edilmesine en çok onlar kahırlandı… !
Değerli şiir dostları, sevinçleri kadar çileleri de yere göğe sığmayan ozanların gönlünden katre katre akıp gelen şiirleri başka bir dile çevirmenin ne denli ağır bir yük, belki de vebal olduğunu takdir edersiniz! Şayet bu hoş avazlıların gülistanından derdiğimiz güller solmuş, o mest eden kokuları kalmamışsa acemi bülbül oluşumuzdandır… affola !
Yakup YAŞA Erzurum, 21 Mart 2020
Orta Çağdan Günümüze Fransız Şiiri Antolojisi Derleyen – Çeviren: Yakup Yaşa İkaros Yayınları
4. Ağlaya ağlaya yürüyorum kayalar üzerinden, Dehlizler ve ölüm vadileri üzerinden. Neden ki hakir görüyorsun Ahania’yı, Kendi ışıl ışıl huzurundan neden fırlatıp atıyorsun beni, Yalnızlık Dünyası içine?
5. Dokunamıyorum onun eline, Ne de ağlayabiliyorum dizlerinde, işitemiyorum Tatlı sesini ve okçu yayını, ne de görebiliyorum gözlerini Ve neşesini, işitemiyorum adımlarını ki Kalbim yerinden çıkar, duyduğumda o tatlı sesi! Öpemiyorum ışıl ışıl ayağının Bastığı o yeri, Ve fakat dolanıp duruyorum kayalar üzerinde, Kaskatı bir mecburiyet içinde.
6. Nerededir benim altın sarayım? Nerededir fildişi yatağım? Nerededir sabah vaktimin neşesi? Nerededir ebediyet evlatları, şarkılarıyla
7. Uyandırdıkları ışıl ışıl Urizen’i, hakanımı, Kalkıp da dağlarda eğlenmek üzere, Ebedi vadilere saadetler getirmek üzere;
8. Sultanımı sabah vakti uyandırmak üzere, Ahania’nın neşesini kucaklasın diye, Geniş sinesinin açıklığında? Asude şebnem bulutumdan dökülsün diye, Hasatları üzerine hayat sağanakları olarak.
***
“Vadilerin ecesi,” dedi Zambak, “var git buluta sor, Diyecektir sana neden parıl parıl parıldadığını seher vakti Neden parlak güzelliğini nemli havalarda saçıp döktüğünü. gökyüzünde, İniver aşağıya, ey küçük Bulut ve Thel’in çehresi karşısında asılı kal öylece.”
İniverdi Bulut ve Zambak eğdi mütevazı başını onu görünce Ve düştü yemyeşil çayırlardaki sayısız işlerinin peşine.
***
Albion’un Kızlarının Görüleri
Göz daha fazlasını görür Kalbin bildiğinden.
***
Yutan ve yutulan, kapkara ve ıssız dağlar üzerinde başı boş dolaşan, Ebedi ölüm ormanlarında, içi boş ağaçlarda çığlıklar atan. Ah Enitharmon ana! Katı suret kalıplarına sokma bu zinde ateş soyunu.
Bereketli sinemden sayısız alevler zuhur ettiriyorum, Ve sonra sen onları bir mühürle damgalıyorsun: Başı boş dolaşıyor onlar dışarıda Ve artlarında ölüm kadar bomboş bırakıyor beni. Ah! Kapkara bir elem ve hayali neşeler içinde boğuluyorum.
Ve kim bağlayabilir ki sonsuz olanı ebedi bir bağ ile? Kim kuşatabilir onu bir kundak bezi gibi? Ve kim bağrına basabilir onu Süt ve balla? Gülümsediğini görürüm ve içe doğru kıvrıldığını ve sesim soluğum kesilir.”
Sustu ve karanlık bulutlarını sürdü Mahrem bir mekâna doğru.
***
“Gün ağarıyor, gece yitip gitmekte, nöbetçiler terk ediyor yerlerini; Mezarlar parçalanmış, baharlar saçılmış, kefenler sarılmış; Ölülerin kemikleri, onları saran balçık, kuruyup büzülmüş; kirişler Canlanıyordu sarsılarak, ruh katıyordu harekete, nefese, ayıklığa, Sıçrıyordu birden, tıpkı salıverilmiş tutsaklar gibi, zincir ve bağları ansızın parçalanmışçasına. Bırak da değirmende un öğüten köle koşup gitsin arazide, Bırak da baksın göğe ve kana kana gülsün ışıl ışıl havada; Bırak da zulmet ve iç çekişler içine hapsedilmiş olan zincirlenmiş ruhu, Otuz zalim yıl boyunca tek bir tebessüm görmeyen çehresi, Yükselsin ve ufka baksın artık; zincirler boşalmış, zindanın kapıları ardına kadar açık; Ve bırak da karısı ve çocukları mazlumun prangalarından kurtulup dönsün artık. Attıkları her adımda dönüp bakıyorlar artlarına ve sanıyorlar ki bu bir rüya, Şarkılar söylüyorlar: ‘Güneş kurtuldu zulmetinden ve kavuştu daha taze bir sabaha, Ve güzel Ay neşeyle haykırır açık ve bulutsuz gecede; Zira İmparatorluk bitti ve Aslan ile Kurt’un sonu geldi artık.””
Seslerini gök gürültüleri kesti. Ardından Albion’un Meleği öfkesinden tutuştu, Gecenin Taşı’nın yanında ve Ebedi Aslan’ın uluması gibi Kıtlık ve savaş esnasında, cevap verdi kendisi: “Sen Orc değil misin? Sen ki yılan şeklindesin, Beklemiyor musun Enitharmon’un kapısında, çocuklarını yiyip yutmak için? Kâfir İblis, Deccal, Şereflilerden nefret eden, Vahşi isyanlar aşığı, Tanrı’nın Kanununu çiğneyen, Neden yanaşırsın Meleklerin gözlerine böylesi dehşetli bir surette?”
***
Girizgah
Adı sanı olmayan gölgemsi bir kadın çıkıp yükseldi Orc’un göğüsünden, Yılanımsı saçları Enitharmon’un rüzgârlarında savruluyordu; Ve şöyle başladı söze:
“Ey Enitharmon ana, başka oğullar da doğuracak mısın yoksa? Namım zail mi olacak böylece, yerim yurdum bilinemeyecek mi artık? Zira bitap düştüm ben bütün bu zahmetlerden artık, Tıpkı kasvetli fırtınalarda yükünü boşaltıveren kapkara bir bulut gibi.
Köklerim savrulmakta göklerde, meyvelerim yerin altında Kabarır da kabarır, köpük saça saça ve zahmetle hayat bulur, ilk doğan ilk tükenendir! Tüketilmiş ve tüketen! Hal böyleyken, ey melun anacığım, neden bahşedersin ki bana bir hayat?
Kapkalın bulutlardan yaptığım sarığı mazlum başıma sararım, Ve çarşaf çarşaf enginleri uzuvlarıma örterim bir esvap misali; Ama yine de kızıl güneş ve ay Ve diğer bütün taşkın yıldızlar ızdırabın bereketini yağdırır başımdan aşağıya.
Kerhen yukarıya göklere bakarım, kerhen yıldızları sayarım: Ölümsüz mabedimin ucu bucağı olmayan dipsizlik içinde otururken ben, Yakalayıveririm onların yakıcı kudretini Ve meydana çıkarırım uluyan dehşetleri, her şeyi yutan ateşli hakanlar onlar,
William Blake Vahiy Kitapları Çeviri: Kaan H. Ökten
Son yıllarda Türkiye’de şiir sadece yazılır oldu, okuyan pek yok. Ben ortaokulda iken, bizim sokakta oturan Kirkor ve Sıtkı diye aynı yaşta iki çocuk vardı. Anneleri sokakta oynamalanına izin vermediğinden, akşama kadar, ayna hizadaki evlerinin parmaklı pencerelerinden yana bakışlar fırlatarak ve birbirlerinin sözünü sürekli keserek “Senin komikliğin çok güzel, artık sus da ben komiklik yapayım” gibilerden konuşurlardı.
Bizim edebiyat ve şiir alemimiz de Kirkor ile Sıtkı’nın muhaverelerine benziyor: “Senin şiirin güzel, ama bir de benimkini dinle, benimki nasıl?” Bu duruma gelmemizde, biraz da serbest şiirde musıkî aranmayacağı yanlış inancıyla itinasız şiirlerin çok yazalmasının rolü var. Aynı şekilde, aruz veya hece vezninin musikî sağlamaya yeterli olacağı yanlış inancıyla, birbirine benzer ve sıradan şiirler de çok yazılıyor.
Şiiri yeniden sevmemiz için, herkesin bazı idmanlar yapması lazım. Önce samimi olmalıyız. Herkes Yahya Kemal’i veya herkes Necip Fazıl’ı seçmeye mecbur değildir. Zamanın ve çoğunluğun zevk imtihanından geçmiş olan herhangi bir şairden kendimize bir şiir parçası seçebiliriz. Bu şiir parçasını, yoga öğrencileri gibi, günlerce tekrarlayarak demli çay gibi içtiğimizi hayal edersek, şiir zevkimiz gelişir sanıyorum. Mesela, Yunus Emre’nin şu dörtlüğü:
Aydan aydındır yüzleri Şekerden tatlı sözleri Cennette huri kızları Gezer Allah deyu deyu
Bu dörtlüğü kendi kendimize okurken, “Aydan aydındır yüzleri” mısrasındaki “y” sesinin tatlı tekrarından doğan musikîyi duyacak, bir yandan da bu musikîye ayak uydurarak kayar gibi yürüyen Mona Lisa gülümsemeli kızlar tablosunu gözümüzde canlandıracağız.
İdmana mistik tablolarla başlamak istemiyorsak, başka bir örnek bulabiliriz. Meselâ Ahmed Haşim’in ümitsizlik ve kahır ifade eden mısraları:
Boğdum sükûn-ı kahr ile aşk-ı muhâlimin Vahdet-güzin-i kalbim olan yâr-ı lâlini.
Fakat şurası da çok önemli: Egzersizler farklı duygular ifade eden şiirlerden seçilmeli. Hep aynı duyguları seçersek, şiir sevme egzersizleri değil, mesela mistisizm, aşk, yahut nefret egzersizleri yapmış oluruz. Amacımız da bu değildir Eskilerin dediği gibi “Tilke mes’eletün uhrâ” (o başka meseledir).
BİR TEKLIF
Yabancı kaynaklı televizyon dizilerinde gıpta ederek izlediğimiz bir özellik var. Bir zamanlar bu özellik bizlerde de varmış. Duygular ağır bastığında, akıl galip geldiğinde, şakalaşmak istenildiğinde bazı beyit veya mısralar anılır, dinleyenin de bildiği bu beyit ve mısralar ortak bir kültür zenginliği oluştururlarmış. Ben lise ve üniversite sıralarında iken bu adet henüz devam ediyordu. Gazetelerde az da olsa “Ol mâhiler ki derya içredür, deryayı bilmezler” gibi mısralar sık sık yer alırdı. O zamanın yazarları şimdi dünyada değil. Bizim nesil, ortak bir kültür zenginliğinde birleşmedi. Biz, birbirimizi hicvedemedik, sade vezinsiz kafiyesiz küfürlerle kavga ettik. Bu böyle giderse, birkaç yıl sonra ortak kaynaklarımız piyasa şarkı sözleri olacak. Kültürlü bilinen kişiler bile konuşuren Fosforlu Cevriye güftesinden parçalar zikredecekler. Bu gidişi biraz olsun durdurmak için, Türk Edebiyatı okuyucularına bir önerim var. Bir defter hazırlayarak bu sahifelerde vereceğimiz mısra, beyit veya şiir parçalarını kaydedelim. Boş vakitlerde bunları doğru telaffuzuyla ezberleyelim. Hiç olmazsa az sayıda meraklının elinde bu tip defterler oluşsun. Ümit bu ya, belki ortak kaynaklarımızın res torasyonunu gerçekleştiririz. İlk seçmeleri aşağıya alıyorum.
Olduğum ağlamazım, korkum odur ki ölücek Seni kimler seve ben âşık-ı mahzun yerine.
(Taşlıcalı Yahya)
(Öldüğüme ağlamam yalnız ben öldükten sonra benim gibi mahzun âşık yerine seni kimler sevecek, korkum bundan).
Aşinalıkta sebat üzre ne bir kimse olur. Bu cihan içre karar üzre heman gam bulunur.
(Mevlâna Kutbî Çelebi)
(Bu dünyada kararlılık gösteren tek şey gamdır. Dostlukta sebat eden hiçkimse arama, bulamazsın)
Hakkı biz bulduk deyu zannetmesin ashab-ı kal Cûylar çün erdiler deryaya hâmuş oldular.
(Hayâlî)
(Lafla, sözle vakit geçirenler Hakk’ı bulduklarını sanmasınlar. Nehirler denize ulaşınca artık çağlayarak akmaz, sessizleşirler. Şu halde Tanrı’ya gönül yolu ile erişenler de denize varır, susarlar).
Kizlep tutar sevüglüg adrış günü belgürer Başlığ gözüg yapsama yaşı onung savrukar.
(Divanü Lügati’t-Türk)
(Aşk ne kadar gizli tutulsa da, ayrılık gününde ortaya çıkar. Yaralı yüreğinle gözünü yummaya çalışma, gözyaşların etrafa saçılır).
Cem’et özüni, olma perişan rakam misal Fani cihanı sıfr gibi, hiçe kıl hesâb.
(Hayâlî)
(Kendini topla, rakamlar gibi dağınık olma. Făni dünyayı sıfır gibi hiç hükmünde say).
KAYDEDİLECEKLER
Müşkil bu kim muhabbet iki baştan olmadı Sevdirmedi sana beni, illa bana seni.
(Necâtî)
(Zor olan taraf şu ki, aramızdaki sevgi iki yönlü olmadı. Sadece seni bana sevdirdi. Beni, sana sevdiremedi gitti).
Anı hoş tut garibindir efendim işte biz gittik Gönül derler, ser-i kûyunda bir divânemiz kaldı
(Hayâlî)
(Biz gidiyoruz, senin sokağının başında gönül adlı bir çılgın bıraktık. Gariptir, onu incitme efendim, hoş tut onu).
Yârin hayâl-i gamzesini hem-dem eyledim El iyd-i ekber eyledi, ben mâtem eyledim.
(Halim Giray)
(Yârin bakışının hayalini arkadaş edindim, herkes büyük bayram içindeyken ben yas tuttum).
Bir demir dâğı delip, boynuna almak gibidir Her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa.
(Taşlıcalı Yahya Bey)
(Eger aşk kolay bir iş olsaydı herkes âşık olurdu. Halbuki aşk demirden bir dağı delerek, boynuna asmak kadar güçtür).
Getirdin ey dil-i âvâre sineye bir bir Ne denlü gussa vü gam varsa âşinâ diyerek
(Şeyhülislam Yahya)
(Ey âvâre gönlüm, ne kadar keder ve gam varsa, hepsi tanıdıktır diyerek benim yüreğime taşıyıp durdun).
Ruhlarından çekmez el, bâd ile eyler arbede Görmedim zülfün gibi alemde bir sevdâzede.
(Hayâlî)
(Yanaklarından elini çekmez, rüzgar ile savaşır. Ben şimdiye kadar dünyada senin saçın gibi sevdaya tutulmuş birini görmedim).
Adem, behişti dâneye sattı, o hâle ben Benzerse böyle benzese oğlan atasına.
(Hayâlî)
(Hazreti Adem, cenneti bir buğday tanesine değiştirdi, ben ise sevgilinin yüzündeki ben ile cenneti değiş tokuş ettim. Bir oğul, atasına ancak bu kadar benzeyebilir).
Ey dil, deme dağıttı siyeh sünbilin sabâ Senden yayılmasın bu haber kim siyahtır.
(Nailî-i Kadim)
(Ey gönül) Onun sünbül kokulu kara saçlarını saba rüzgârı dağıttı, fakat nene gerek bu kara haber senden yayılmasın).
Şûr-efgân olan Nailiyâ kişver-i nazma Hükm-i rakam hâme-i câdû-fenimizdir.
(Nailî-i Kadim)
(Şiir ülkesinde karışıklık çıkaranın kim olduğunu mu soruyorsun ey Nâilî, bu karışıklığı çıkaran, bizim cadı (büyücü) gibi hünerli olan kalemimizin ortaya koyduğu, yazdığı şiirlerdir).
Gel gül gözüme, gözüme seylâb gelmeden Bu ömr gemilerine garkâb gelmeden
(Kadı Burhaneddin)
(Gözüm, gözyaşı seline boğulmadan gel de gülüşünü göreyim. Ömrümün gemileri batmadan önce gülüşünü göreyim).
Özünü bil anadan özün üzüni Zira bilmek dahi pâye pâyedir.
(Kadı Burhaneddin)
(Önce kendini bil, sonra benliğinin de özüne ulaş. Çünkü bilginin de dereceleri vardır).
Hiç kimsenin bu dünyada yoktur selameti İlla hayâl-i yâr müsellem gelir gider.
(Kadı Burhaneddin)
(Bu dünyada kimseye esenlik yok. Sadece sevgilinin hayali herşeyden emin olarak yolculuk ediyor. Gözümüze gelip gidiyor).
Eğerçi köhne metaiz revâcımız yoktur Revâca da o kadar ihtiyacımız yoktur.
(Nâbî)
(Her ne kadar eski, köhne isek ve rağbet görmüyorsak da, beğenilmeye ve aranmaya o kadar da ihtiyacımız yoktur).
Yerler ü gökler götürmedi emânet gencini Hoş götürdü bu dil-i virana aşkolsun derim.
(Usûlî)
Kur’ân-ı Kerim’de sorumluluğun (emanet) dağlara, göklere ve yere teklif edildiğini onlar kabul etmeyip, insanın sorumluluk yüklendiğini bildiren bir ayet vardır. Bu beyitte Usûlî yerler ve gökler sorumluluk kabul etmediği halde, viran gönülün emaneti yüklenmesi sebebiyle “aşkolsun” diyor.
Dünyayı çok sınadık bir bû yimiş Kamu alem cümlesi bir Hû’yimiş
Kaplan aslan ejderhalar cümlesi Ecelin kaynağında ahûyimiş.
(Kadı Burhaneddin)
(Dünyayı çok sınadık, ancak bu kadarmış. Bir güzel koku kadar geçici bir güzellik imiş. Bütün alem varlığı, bir Hû diyecek kadar kısa süre imiş (Ayrıca Tanrı’nın varlığından ibaretmiş. Hû, “O” manasına Allah da demekir) Kaplan ve aslan nasıl su içmeye gelen ceylanları avlarlarsa, bu yırtıcı hayvanlar da ölüm kaynağından su içme zamanı gelince ceylân kadar güçsüz olurlarmış).
(Dıştan görünüşe göre bu sonbahar mevsimidir. Fakat benim gönlümde, meyvaların olgunlaştığı mevsimdir).
Ger yüzün suyu vâr ise, döküm yüzün suyunu Fark et âhır şol imâm-ı dîni, Fasilyus’dan.
(Kadı Burhanoddin)
(Eger namusun varsa, çıkarların için kimseye yüz suyu dökme. Kendi din büyüklerinin değerini bil. Kendi dininin büyüklerini, Vasileus (Ortadoks Bizans adı) ile karıştırma.
Kadi Burhaneddin, geniş görüşlüdür. Bu beytini aldığımız gazelinde “ister Müslüman ister Frenk olsun din, doğruluktan ibarettir demektedir. Ancak, geniş görüşlülük başka, kendi dininin kıymetini bilmemek başkadır. Günümüzde de bazı kimseler İslam dinine hep tenkid nazarı ile bakarken, Mahareş Yogi sözlerini derin bir huşu ile dinleyerek algılamakta ve ağızlarından hayranlık suyu salgılamaktadırlar. Kadı Burhaneddin burada, bu gibi kimseleri uyarmaktadır. Yoksa Kadı Burhaneddin, Nesimî. Mevlânâ gibilerinin Hıristiyan dinine saygıları, günümüz aydınlarına göre daha gerçek ve bilgiye dayanan bir saygıdır. İslam dini Hıristiyanlığa sevgi ve saygı ile bakar. Fakat kendi değerlerine gözünü kapatmaz.
Bâr-i gam-ı muhabbeti yüklenme ey gönül Ahir tahammül etmeyesin ihtimâldir.
(Bâkî)
(Ey gönül sevgiden doğan kederin yükünü yüklenme. İhtimaldir ki, sonunda taşıyamaz olursun).
Dil, kayd-ı aklı selb edeli şâd olup gider San, tıfıldır ki hâceden âzâd olup gider.
(Bâkî)
(Gönül aklın bağını kopardığından beri sevinçli yürümekte (sevincini sürdürüyor). Sanırsın ki, gönül bir çocuktur. Okuldan çıkmış, hocadan kurtulmuş çocuk gibi sevinçli yürüyüp gitmekte).
Tenha salın ey dost, sen ağyârı n’idersin? Cennet gülünün bilesine nâr gerekmez.
(Necâtî)
(Sen yalnız gez ve dolaş, yanına başkalarını alıp da ne yapacaksın ey dost? Sen cennet gülüsün. Cennetteki güller dikensizdir. Cennet güllerinin beraberinde diken olmaz, gerekmez).
Zülfi haberin bad-ı sabâdan ne sorarsın? Bir misk adını bilmeğe attar gerekmez.
(Necâtî)
(Sevgilinin saçının haberini neden saba yeline sorarsın ki? Güzel kokulu misk adını herkes bilir. Misk adını bilmek için nasıl parfümcü (attar) olmağa gerek yoksa, sevgilinin güzel kokulu saçının haberini de saba yeline sormağa gerek yoktur. Bu haberi herhangi bir kimse de bilebilir, duyabilir).
Dil, tîrine dayanıp ider kûyuna heves Bir pîrdür ki, mescide gider asâ ile.
(Necâtî)
(Gönlüm, senin attığın oka dayanarak (onun geldiği yöne güvenerek) senin mahallene doğru yol almağa heveslendi. Bu haliyle gönlüm, değneğine dayanarak mescide giden bir yaşlıya benziyor).
Aferin olsun benim sihr âferin eş’arıma Hûb-rûlar içre ben sevdiklerim mümtaz olur.
Göklerde âh u yerde yaşım macerasıdır Her bir diyarın anılan âb ü havasıdır.
(Necâtî)
(Göklerde, benim çektiğim ah, yeryüzünde ise benim gözyaşlarımın macerası hüküm sürer. Her ülkenin en başta anılan özellikleri suyu ve havasıdır).
Benim sevim ne verir sende himmet olmayıcak Neye yarar iki baştan muhabbet olmayıcak.
(Necâtî)
(Benim sevim (sevgim) sende de gayret olmazsa neye yarar? Sevgi iki taraflı olmaz ise bu sevgi ne sonuç doğurur).
Attık murad menziline âh okların Taşlar dikildi, oldu nişâne mezârımız.
(Hayâlî)
(Murad ettiğimiz, arzuladığımız hedefe doğru âh oklarını fırlattık. Her okun düştüğü yere taşlar dikildi. Bu taşlar bizim mezartaşımız oldu. Yani, ölmekle murad menzilimize kavuştuk).
Bişnev ez ney çun hikâyet mikoned Ez cudâiha şikâyet mikoned.
(Mevlâna)
(Neyi dinle (neyden dinle). Nasıl hikâye ediyor halini. Ayrılıklardan şikâyet edip duruyor ney).
Mesnevi’nin başlangıç beyti olan bu iki mısraı, Mevlâna ülkemiz topraklarında yattığı için aslı ile beraber ezberlemek iyi olur. Batı ülkelerinin de eski Yunanca ve Latince olmak üzere ortak bildikleri sözler vardır. Türkiye’de yaşayanlar, özellikle Selçuklulardan itibaren Türkler, Batı-Doğu kültürleri arasında köprü olmuşlardır. Bizim sadece “gittim, gördüm, yendim” gibi Batı sözlerini bilmemiz yetmez. İslam kültürünün kişilerini de bilmemiz gerekir.
Yunus Emre, Mevlâna, Birûni, Ahmet Hamdi Tanpınar ve daha birçok isim sayılabilir ki, ideal kültür köprüsü görünümündedirler.
(Ben bu zamanın bir sevgi vefa nehriyim. İlkbahar gelince nehirler bulanık akar. Ben de bu bahar mevsiminde bulanık akmıyayım da ne yapayım?)
Gönül derler bir eğlencem deli var Başında vâdi-i aşkın yeli var.
(Hayâlî)
(Benim gönül denen ve bana eğlence olan bir deli’m var. O delinin başında da aşk vadisi rüzgarı eser).
Anlar ki mücerredü ten uryanlardır Bir sinede cem’iyyet eden canlardır Cân-ü dil ile tekyegeh-i uşşaka Kendi ayağıyla gelme kurbanlardır.
(Fasih)
(Onlar ki kendilerini herşeyden tecrid etmiş ve giyimlerini ihmal edenlerdir. Onlar aynı kalbde toplanan canlardır. Can ve gönülden aşıklar tekkesine kendi ayaklarıyla gelen kurbanlardır onlar).
Esrârını dil zaman zaman söyler imiş Hengâme-i gamda dâstan söyler imiş Aşk ehli olup da mihnet-i hicrana Ben sabrederim diyen yalan söyler imiş.
(Azmizâde Hâleti)
Pendî dehemet eer bemen dâri gûy Ez behr-i hudâ, Câme-i tezvîr mepûş Dünyâ hemme saatî ve ömr-i tu demî, Ez behr-i demî, ömr-i ebed râ mefürûş.
(Ömer Hayyam)
(Eğer beni dinlersen sana bir öğüt vereyim. Allah aşkına, başkalarına iftira etme ve kötüleme, müzevirlik elbisesini üstüne giyme sakın. Dünyanın varoluş süresi bir saat ise, senin ömrün ancak bir saniyedir. Bir saniye için, ebedi ömrünü satma, feda etme).
Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur. Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur
(Divâne Mehmet Çelebi)
(Belâ bize gönlümüzden gelir. Gönül verdiğimiz o sevgili elinden imdad istemiyoruz (İmdad gelmiyor). Şikayetimiz sadece gönüldendir. Kimseden feryad etmiyoruz).
Yârab ya akl ü dânişe feyz ü revâc ver Yahud Cihanda etmesin ehl-i hüner zuhur.
(Hersekli Arif Hikmet)
(Yârabbi ya akıl ve bilgiye rağbet edilmesini sağla, ya da dünyada bilgi ve hüner ehli görünmez olsun).
(İnsanoğlunun rahat ve emniyet yüzü görmediği bu günlerde, cahiller, ilim erbabını yargılıyorlar).
Bî akl bi sitâre vü müflîs ü mendebûr Yokdur cihanda bir dahi chl-i kalem gibi.
(Necâtî)
(Akılsız, talihsiz, müflis ve mendebur olan kalem sahipleri gibi bir topluluğun dunyada bir eşi daha bulunmaz).
Felek be merdüm-i nâdân dehed zimâm-i murad Tu ehl-i fazli ve dâniş hemin günahet bes.
(Hâfız)
(Felek, nadan kişilerin eline murad dizginini verir (onların muradını verir). Sen ise fazilet ve bilgi sahibisin. Sana bu günah yeter).
Göricek yârin elde ok ve yâ’sın Benimçin Hâce başla, oku Yâsin
(Necâtî)
(Sevgilinin elinde ok ve yayı görünce beni ölmüş bilerek ey Hoca, Yâsin okumaya başla).
Gönülde aşk birdir, sevdiğim de daima birdir Muhabbet ehline şahid birdir, müddeâ birdir.
(Gönülde aşk birdir. Sevdiğim de bir tanedir daima. Sevenler için tam da iddia makamı da veya suçlama konusu da birdir) Filibeli Ahmed Efendi kadı olduğu için yaptığı tasavvufi teşbihler mahkemeden seçilmiş.
Değildir pehr-i İstanbul civân- nazenindir ol Kenârına çekup ânı, der âğuş eylemiş derya.
(Rasih)
(Bu gördüğüm İstanbul şehri değil, nazenin bir genç ve güzel sevgilidir. Deniz, o sevgiliyi kucaklamak için, sahiline çekilmiştir).
Bend olmadi dil, etmeyicek yâr tekellum Zahir bu ki her güfteye bir beste gerekir.
(Rasih)
(Sevgili konuşuncaya kadar gönlümüz ona bağlanmış değildi. Konuşmaya başlayınca ona bağlandık. Görünüşe bakılırsa her güfteye bir beste gerektir) Rasih, burada güfte ve beste kelimeleri ile kelime oyunu yapıyor. Beste’nin Farsça’da kelime anlamı “bağlanmış”tır.
Bir deveci yeder deve Yularından seve seve Birbirinden eve eve Deve ağlar yeden ağlar
(Seyrânî)
(Bir yol gösterici (mürşit) sevgi ile bir müridi Tanrı yolunda ilerletiyor. Fakat ikisi de Tanrı aşkı ile bir diğerinden daha acele ile, telaşla ağlayıp duruyorlar). Sembolik manasının ötesinde, bu dörtlük gözümüzün önüne çok sevimli bir sürrealist tablo getiriyor. Bir bozkırda ağlayan deveci ve onun sevgi ile güttüğü devenin de ağlaması, insanoğlunun yalnızlığını da düşündürüyor, Tanrı aşkının kurtarıcılığını da. Ayrıca “yeder” şeklindeki fiil çekimi, dilimizdeki yeder kelimesinin etimoljisini de ortaya koymakta. Çok şakacı bir eski türkü vardır.
Uzun olur bu dağların meşesi Anasının yedekte bağlı Ayşesi.
Burada da, anne at yanında yedekte bağlı bir tayın sevimliliği, Ayşe’nin henüz küçük oluşu ve annesinin yanından ayrılmayışı dolayısıyla hatırlanıyor. Buradaki “eve eve” ivedilik ile aynı köktendir. Acele etmek mânasındadır.
Yunus Emre de;
Hayırdan çok şerri sever İşlemeğe becit ever.
derken aynı kelimeyi kullanıyor Yani iyilikten çok kötülüğü seven ve kötülük yapmakta acelecilik gösterir. Acele kelimesini hatırlamışken Evliya Çelebi’nin naklettiği bir beyti almamak olmazdı:
Asiyab-ı felek âhir öğüdür dânemizi. Çün gelir nevbetimiz, etme a devran acele.
(Felek değirmeni, sonunda nasıl olsa bizi de öğütecek. Sıramız nasıl olsa gelecek, ey zaman senin bu acelen bu telaşın nedendir?) Çok çarpıcı bir beyit değil mi? Acele bana “gacele” kelimesini de hatırlattı. Gacele, Azeri Türklerinin saksağan için kullandıkları kelimedir. “Gacele”nin geçtiği bir Azeri çocuk tekerlemesini de burada analım.
Karga diye gaar gaar Gacele diyer “zehrimaar” Serçe diyer “ne işin var?”
(Karga gar gar diye öter. Saksağan ona “zehir zıkkım” diye bağırır. Serçe ise saksağana “sana ne, sen kargaya ne karışıyorsun? der).
Üstümüzden gelen, boran kış gibi Yavru şahin pençesinde kuş gibi Seher çağı bir korkulu düş gibi Çağırta çağırta aldı dert beni.
(Pir Sultan Abdal)
Namertler içinden hicret et durma Yapacağın hayrı kimseye sorma Kişizâdelikle kendini kurma Mezar taşı ile iftihar olmaz.
(Sümmani)
Bed-nâm-ı aşk oldum, ölürsem belâ budur Mahşerde dahi diyeler of mübtelâ budur.
(Necâtî)
(Aşk yüzünden adım kötüye çıktı. Ölürsem, İşin kötü tarafı şu ki, mahşer gününde bile bu kötü adımla hatırlanacağım. Herkes beni birbirine göstererek “O aşk tutkunu işte budur” diyecek).
Hîn megû ferdâ i ferdâhâ guzeşt Ta bekülli negrered eyyâm-ı kest
(Mevlâna)
(Yarın yarın deme, çok yarınlar geçti. Sakın ki, tarlanı ekme mevsimi tamamen geçip gitmesin).
Ey bir gediğine, bu cihanın konulmayıp Gam ellerinde seng-i beyâban olan başım.
(Hayâlî)
(Ey bu cihanın bir gediğini kapatmakta işe yaramayıp da gam ülkelerinin bozkırlarında bir kaya olan başım).
Bir nihal-i tâze sevdim bâgbân-ı dehr iken Gülşenin âzâd kildim servini, şimşâdını.
(Hayâlî)
(Ben dünya bahçesinin bakıcısı iken, taze bir fidan sevdim. Bahçenin güzellikte adı çıkmış uzun boylu ağaçlarını azad ettim Bana küçük fidanı sevmek yeter).
Can versem anuban kad ü ruhsar-ı yârımı Nahl-i gül ile ziynet edesüz mezârımı.
(Hayâlî)
(Sevgilimin boyunu ve güzel yuzunu (yanaklarını) anarak ölürsem, siz de benim mezarımı gül fidanları ile süsleyin. Gül fidanı onun boyunu, güller de yüzünü temsil edecek).
Serir-i aşk ya mecnûnun olsun yâ benim olsun Hayâlî sanmasın âlem ki merd-i iştirakem ben.
(Ey Hayâlî aşk ülkesi hükümdarlığı ya Mecnun’un yahut benim olsun. Ben ortaklıktan hoşlanmam. Herkes benim ortaklık taraftarı olduğumu sanmasın).
Kıldım sefer diyâr-ı gam u derd u mihnete Basdım kadem bu denlü elemle vilâyete.
(Hayâlî)
(Gam dert ve mihnet diyarına sefer ettim Vilâyete, bu kadar elemle ayak bastım).
Hane-i gönlüme hayâli girip Verdi gam nakdini kirâ vilâyete.
(Hayâlî)
(Gönül evime sevgilimin hayâli girdi. Kira karşılığı olarak da bana gam, keder nakdini verdi. (Kira karşılığı olarak gönlüme g ve keder akçesi ödedi).
Başkasının aynasında görüp sevsem de kendimi, yine girdim dikenlerden ibaret terkedilmiş bahçeme. Kim varsa kapımı kapattığım rüyamdan sızdı içeri gece.
Sonunda saksı olmuş bir sandal düşünün ki dalgın gözlerle uzak denize baksın orda mahzun, içli, kırgın ama nasıl da mağrur öyle ömrümün özetiydi sanki sokulup ruhunu okşamıştım. Üşüten yıllar için ısıtan hatıram yok bu dışarıda kalmışlık hissi bu ürperti şimdi uyanmış şehre iniyor sokak yüzünü yıkıyor kedi.
Başkasının aynasında görüp sevsem de kendimi, yine girdim dikenlerden ibaret terkedilmiş bahçeme. Kim varsa kapımı kapattığım rüyamdan sızdı içeri gece.
Bundan başka bir şey değildi aşkımız; gider, dönerdi gene ve bize gözleri kapalı, uzak, çok uzak mermerleşmiş bir gülümseme getirirdi yitik sabahın otunda garip bir deniz kabuğu ruhumuzun inatla açıklamaya çalıştığı.
Bundan başka birşey değildi aşkımız; sessizce yoklardı çevremizde ne varsa, açıklamak için ölmek istemeyişimizi bunca coşkuyla.
Ve tutunduysak başkalarının bellerine, vargücümüzle sarıldıysak boyunlarına, soluğumuz karıştıysa bir başkasının soluğuna, ve yumduysak gözlerimizi, bundan başka bir şey değildi; bu derin acıydı yalnız, tutunabileceğimiz, kaçışımızda.
Attar’ın öldüğü yaşa geldim yorgun, öfkeli; içimde belli belirsiz bir hızla sönen mum: Fitil bitti bitecek, yağ sürüyorum boşuna: Belki de yarın olmayacak, diyorum.
Bu kehribar ağızlık, tütüne dadandığım yıllardan: Figen bulup seçmişti, gümüşün, minenin arasından; sayısız armağan aldım ondan yaşarken, ama bir tanesi beslerdi tümünü: Sevdim sevildim bu çirkin dünyada.
Attar’ın yaşına geldimse, bilinmedik bir giz yok elimde: Öyle çok zaman yitirdim yaşantı kalmamış gerimde: Saat durmuş ilerlemiş farkına varmamışım: Dipsiz! bir hokkaya sığmış, seyrek, yokuş, şiirim.
Bir içimin alacakaranlığında dayanmak meselesi, Bir bu fena İstanbul akşamını yaşamak Nice odaların kapanmış penceresi Gene bana iniyor yalnızlığıma sığınmak.
Gene benim, şimdi tek başına, sonra beraber. Bir yanım mağrur sağlam, bir yanım gücüme gider. Bir yanımda karşı koyma, bir yanımda ezilmeler. İkili tutkular gibi canıma okuyacak.
Her şeyler devam eder bu bildiğim gidişte. Evli evine giderken yolcu yoluna. Ne rüzgârlar yapacağını yapmış ki bana Kırık değirmenler gibiyim, dönemiyorum işte.
Şimdi sen gideceksin, ben kalacağım Her defasında yeniden kaybeder gibi Ya bir iskele kahvesinde Ya bir tramvay durağında Uzaklaşan adımlarına bakacağım.
Tarzıevin ya da bir başka vapur Üsküdar iskelesinde dururken Seni deniz aşırı bir yolda Bırakmak dediğim budur işte Zamanlar geçer doğrudur Ama bu vazgeçilmez çırpınışlar Sana doğru sürüklerken beni Yarı düşler içinde geçen her geceden sonra Ellerim dalıp giderse karanlıklara Ellerin karanlıklara dalıp gitmesi Ne demek olur?…
Şimdi sen gideceksin Şimdi ben kalacağım Her defasında yeniden kaybeder gibi Ya bir tramvay durağında Uzaklaşan adımlarına bakacağım.