BAŞKALARININ TOPRAĞINA KÖK SALAN AĞACA, DALLARINA DOLANAN KUZEYRÜZGÂRININ SÖYLEMEDİKLERİ

ne çok giz vardır anlatmakla yükümlü olduğum, ne çok siz
beni ben yapan inceliği silkeleyip kabuğumu sevdiniz.

“ne zaman geldimse gittiniz / ne zaman yaklaştımsa ittiniz.”
ne zaman uzansam kuşkunuz düşer önüme.
bir kayayı örerken varlığını unuttuğunuz
ve her nasılsa göz bebeğinize açılan
uçurumu düşerim, sizi size anlatabilmek için.
kendini kin ve öfke ile savunmayı henüz öğrenmemiş
bir çocuk solumasa, çatlağınızdan sızabilmek için sarsılmazdım
:sizde neler yaşayacağım bir bilseniz.

anıları akşamın ateşiyle demleyip ısınıyorsunuz.
yetişemediğiniz için bekliyorsunuz
:dönüşlerdir gerçek yolculuklar.
yarıları dikkatle tamamlıyor acılar.
erken büyümüş çocukların gözlerini bilirsiniz.
görmese de bilir
tutkularıyla yalnız bırakılanlar.

tırnaklarıyla okşuyor yüzünüzü zaman.
akrebe geçirdikçe dişini
ı
lık
ı
lık
ı
lık
düşüyor yelkovan odanızdan. akşamın didik didik ettiği
yaranıza küfür basıyorsunuz. kirleniyorsunuz
sesin çamurunda. söylemeseniz de biliyorum
nefreti, bilir kayıp bir adres gibi
tekrarlarda bulunmuş duygular.

(alelacele bir incelik oysa sevgi.
ihtiyaç duyduğunu, ihtiyacı olmayana verme çabası.
yalnız sevgi terbiye edebilir insanı. kimi zaman budar,
çaresiz bırakır; kimi zamansa kökleri ve dalları birleştirip
gövdeyi doğrulur. her deneyimin yalnız sevmeyi
bilmek için yaşandığını görebilseniz.)

zarifsiniz, korkudan korkuyorsunuz siz.
öyle sıkı kavrıyorsunuz ki kuralları, çağırsam, kuru bir dal
vantuzumda! sizi kırmak ya da taşımak değil,
solungaçlarınızı tanıyın istiyorum.
‘sanırım tıpkı ben’ sanrınızla,
sevinç ve kederiniz öylesine başkalarına ait ki…

:başkalarının toprağına kök salan bir ağaçsınız, yüksek
sesle çağıranların günlerine sıralanmış
ilişkileri yaşayan figüransınız.
sizden kaçıp size dolanıyor kuzey rüzgârı.

ne çok giz vardır anlatmakla yükümlü olduğum, ne çok siz
beni ben yapan inceliği silkeleyip kabuğumu sevdiniz.

Hilal Karahan

Sestiniz Sesi Gördüm

1/ Sestiniz, sesi gördüm bir akşamüstü apansız:

sanki eski bir göğü tutuşturup
sürmüştünüz yüzüme

elişi kuşlar, bergüzar ağaçlar
sermiştiniz çocukluğuma:

iğde dalı koklamış olmasa
okşar mı toprak
topuklarını tohumun

amberi özlemese, sever mi çiçek
ellerini dolaşan saçında
rüzgârın

omzuna yaslanınca asmaların
bir ağır akşam
yıkıldı yıkılacak gölgeliğe…

2/ Sestiniz, yüzüne dokundum gürültülü bir gecenin:

kalbim, o derin uğultu
sesinizi kor sandı

şefkatle değil, ah öyle değil
damarlarınızla dolayıp
boğdunuz kalbimi

sonra ödünç bir kitap gibi
sessizce ve gecikmekten utanarak
aldığınız yere koydunuz

: ardınızdan sürüklenen kalbimdi
bütün bir gece…

3/ Sestiniz, çoğul bir sevgidir iz:

sizi sevmek bir ömrü sevmekti

ağzınızda öptüm
sürüdüğünüz tüm cesetleri

başka kadınlarda kalmış
ellerinizle okşardınız
çırpınan kanımı

su içmek, sigara yakmak kadar
doğaldı sizde kaçmak

beni sevmenize alışmak
yenilmekti, gittiğinizde
yüreğimi kesecek acıya

en güvenli duyguydu
yokluğunuzda
sığındığım ağrı…

4/ Sestiniz, kırıldı kırılacak içine eğilen giz:

bir kuyunun içinden sesleniyordunuz

gördüğünüz tek ışığı
aydınlık sanıyordunuz

hayır, delirmiyordunuz
hiç yoktuk biz

: sizi ben yarattım
eksik etimden

kangreni sever
şizofren…

5/ Sestiniz, sesinizden başlardı her gece:

içimde yarım ne kalmışsa
sesinizle tanımladım

siz geri çekildikçe
boşluğa daha sıkı sarıldım

uzak limanları hep size
neyi özlesem
hep size tamamladım

yakardım, biat ettim
yerlere eğildim önünüzde

iki ruhtum yıllarca tek beden
: varlığınıza ihtiyaç
ve yokluğunuza öfke…

6/ Sestiniz, ağır ağır indiniz merdivenlerini gecenin:

ne çabuk geçti o ateşin zamanı
akrep ne vakit soktu yelkovanı

her solukta kora dönüyorsa söz
közün düğümünü ne çözebilir ağızdan

susun, ne deseniz kırılacağım
düşecek avuçlarınızdan bu oyuk ayna

acıyı düşünmek daha çok ürkütür acıdan
ağzınızla susturun kalbimi eğer susturacaksanız!..

7/ Sestiniz, gecenin içinden geçip gittiniz:

her aşk bir hatadır bittiğinde…

Hilal Karahan

Ay Valsi

1/ Yeni ay:

vaktidir, kalksın dağınık uykulardan
rüyasını gerçek sanan sarhoş zaman

yaktığınız köprülerin ışığı
daha ne kadar aydınlatır karanlığı

nereye kadar kökler kayış koparan otları
hafıza tarlasından? kaç kere kırılabilir

kalbin kristali? kaç kere kopabilir
inceldiği yerden sesin telleri

daha ne kadar uzak olabilirsiniz
: değer gördükçe kibirlenir insan…

2/ Hilâl:

yüreği küllüğe dönmüşe ne desin ateş
ne denir bir ömür kül örtene yazmasıyla

suçlandığın şarapsa eyvallah
şaraptan gül damıttı ağzın

pişmanlığın ayaz aşklarsa
çelikten cürufu göz suyunla yıkadın

küfran anlar yıllarca döne döne
öğütülmediyse belleğin değirmeninde

: insanı iç gömleği yakar
yakar da çıkaramaz…

3/ İlk dördün:

kalbiniz tandır, sesiniz har
size dönüyoruz ey kutsal nar

sökülsün susuz kuyulardan çekilmiş
anılar, dökülsün boynumuz önünüze

: kovulduğumuz kapılardan başka eşik
labirentten başka beşik yoktur anladık

ey yüce geçmiş el verin bize gecede
yana yakıla aradığımız hâlâ o tandır…

4/ Dolunay:

azalır mı azaldı sanılan acılar
geçer mi geçti sayılan aşklar

yoktur bazı soruların cevabı

: doğru zamanda sorulmuş
doğru sorulardır, geçmişin
insana verdiği cevaplar

: yara soğudukça artar sızı…

5/ Son dördün:

ey kalbimdeki sapsız bıçak!

ağırlığın yaşamaksa
sıcaklığın aşk…

Hilal Karahan

Lilâ

içi hava dolu ağır vücutlar yükselirken
patlayan elektriğin itimat ettiği mahluklar
suyun döndürdüğü nehrin vals kıyısında
tığla örülmüş kızlar korosu önünde
küçük çocuklar pişirecekler acıkmış cinlere
ve mevsime sözü geçen dolunay
savurarak rüzgâra ölümün ih(ti)mallerini
cesedimi yeryüzüne peşin ödeyecek!

eski caz cinayetinden beri suçsuz tutsağım
kaç şüpheye ikram edilerek üzüldüm üzüldüm
mü ay erir de akardı dünyaya tutunup,
karnı doyan cin artık çocuklara masal olurdu
karnı doyan cin artık çocuklara engel olurdu
bir postacı gibi gelirdi gece boş bulunup
kötü haberler yazardı mektuplarda imzasız, ürkütücü
fazlaca bizden ve esaretten sözeden
keşfettiği toprak kendisinden daha fazla ilgi çeken
fakir bir kaşiftim o dönmedolap kentinde:
ilk cin, içi hava dolu ağır vücutlar yükselirken
içi sonbahar dolu bir sevgili gibi karama vururdu!
yüzümü bir kez sır verdiğim ayna ah ayna
yüzümü alıp nehre kaçardı, nehir aynada kururdu!

yalandı küçük çocukları kandırıp benim yediğim
eğer yüzüyorsam yalnızca derilerini
üşüyeceklerse bir vedada
iyi üşüsünler diyedir!

ve eğer
leylakların işine son veriyorsa aşk
taklitlerinden sakının diye!
mesela o limanın canlı hikâye sarrafı
mesela o belli belirsiz himaye
mesela o belli belirsiz himaye
mesela gözlerine kurşun gibi sürülen o bordo
o ikiz kardeşim ölümsüzlük
ve nükseden ormanlarımda
bir davetsiz bıçakmışcasına
beden denilen kınından çekilip
hayatına saplanan ruhum
ve o döne döne,
tülleri omzuna çekiştirerek gelen rüzgâr
olsun, sonbaharda gözkapaklarım dökülürmüş,
ne çıkar!

unutulmuş bir meleğin güncelerinde geçmiş
adın ilk kez
sana lilâ demişler sen lilâ olmuşsun
lilâ rengi bir leopar
lilâ rengi bir cengâver
lilâ rengi bir Enderun kenti olmuşsun
sana ölmeye gelmiş sevenler ve bilgeler
kalpleri kaşık
fikirleri su:
bir bedevi diz çökmüş dip akıntılarında
sana lilâ demişler lilâ diye çağırmışlar sen lilâ olmuşsun
bir lir, bir kemanı, gece olunca kıskanırmış yalnızca

tanrı her kış başlangıcında bir melek kurban edermiş kendine
sen: elleri mücevher olan
sen: bakışları vaaz olan
sen! hep bir başkalarında hep bir başka olan tanım!
seni severek seni daima ben tanımladım!
ne samansarısı ne annabel lee ne elsa
ve eğer senin bir adın olacaksa bundan sonra
ben bir şair olarak taşıdığım bu şerefli adı

bir sana bağışladım!

bir sana bağışladım ben bir sana tasvirimi
sen o çılgın gibi dörtnala atların sürdüğü faytonla
cehenneme yetişmek zorunda olan!
sen o mahşeri tokatlayan güzel orospu!
sen o kalbimin tekrarı çıban!
sen o yatağımda üstünde seviştiğimiz çarşafla
boğduğum
zencefil kokan, kekik kokan, pamuk kokan oğlum!

ne samansarısı ne annabel lee ne elsa
ve eğer senin hakikaten bir adın varsa
ve eğer senin bir adın olacaksa bundan sonra da
ben bir şair olarak taşıdığım bu sefil adı
bir sana bağışladım!
bağışla beni çocuğum lilâ!
bağışla beni!
hiç değilse bugün, bir sen bağışla!

Küçük İskender

 

Aşk Kocaman Bir Kent

sana taşıdım kendimi aşk boyunca
senden taşındım yoksul yoksul ve ince

gelirken yeniydi
yollar evler çatılar
sen yeniydin
yeniydi çiçek
ağaçlar

taşındım sana
içim sıra ırmaklar

sende oturdum
aşk kocaman bir kentti o sıralar

o sıralar gök mavi
su berrak
ekmek doyurucu

senden taşındım
kuru toprak, soğuk hava ve batak
gözlerim eskitmiş seni
çok bakmalar

yol mu kısa, ömür mü az
daha var, var
aşk,
insan yaşadıkça yaşar

Arife Kalender

Otobiyografi

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Yalnızlık, ölümün üvey kardeşi
Eve hep geç saatlerde gelen babaların
ayak izlerinden yükselen buğu
Bir toprağın, dalına dokunamadığı yerde büyüyen boşluk
Ayışığında kaldırımları süpüren bir kadının
ikide bir durup, burnunu önlüğünün koluna silmesi
Gibi boğuk, gibi çıldırtıcı, gibi silik

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Nereye gideceğini yitirmiş
yol, uçurum, dağ, bayır, çöl
Bir kuşun kanadından çıkan kav
Bir kibritin ömrünün, bir tek sigarayla sınırlı olması
– Alkol, kendileri seni seviyor
Her el titremesinin bir fotoğrafını çekmeli
yanık masa örtülerinin, kırık bardakların
Günışığında herşeyin, herşeyin görünmesi
Gibi iğrenç, gibi gerçek, gibi anlamsız

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Tökezlemiş söz, suskun türkü, rendelenmiş umut kırıntısı
Şiir… alkolik bir babadan artakalmış sarışın güz boğuntusu
Çıkılmaz buradan artık diyor bir ses,
hiç değilse kapıları iyice örtün
Soğuk, yalnızlığa özenip girmesin içeri
Gibi sinsi, gibi alaycı, gibi bungun

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Kötümserlik, kusmukların çiçek kalıplarına dökülmüş hali
Herşeyin göreceli olduğu bir dünyada iş mi bu şimdi
Değişimlerin bir türlü dönüşüme varamadığı yerlerde
Aklımı teğelliyor bir çocuk durup dururken
Gibi çılgınlığa, gibi serseriliğe, gibi ölüme

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Parmak damgasının mülkiyete yettiği bir çağda
Yüreğini kağıtlara basmanın bedeli
Damarlara dolan toprak kokusunun hep ölümü çağrıştırdığı
Yaşamın, konuşulan en eski lehçesi
Gibi okunmayan, gibi tozlu, gibi gülünç

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Diklendikçe, kendi rüzgarından başı dönen gurur
Yürüdükçe, yollardan pencerelere yükselen buhur
Çok şey görmüş geçirmişsin biliyorlar
Gibi ölüm, gibi aşk, gibi şiir

Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Akdeniz 1958.1.72, 60 kg.,
evli, karısı hamile, iki paket sigara.
sabah dokuz akşam yedi. – sahi ne vardı başka?
Evet, diyorlar ve ekliyorlar:
Önüne geleni öpme isteğiyle dolu bir insancıllık
Sonunda götürse götürse, çiçek götürür kendi mezarına
Gibi deli, gibi meczup, gibi seyda

Ve keçeuçlu bir kalemle yazıyorlar:
Doğacak çocuğuna ad düşünen nihilizm
Sabahın alacakaranlığında, bir uçurum önünde
bekleyen dirim
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar.
Ahmet Erhan

Sevdanın Son Kerem’i

Yanlış düşler içinde dalgın dalgın yürüyen
Başını çarpıp kanatan ara-sıra gerçeğe
İkide bir karıştıran ağaçta
Bir dal mı olduğunu yoksa yaprak mı
Yoksamaya çalışan alaycı bir ormanı
Sensin toz kumaşlı giysiyi seven
İnce bir uğultunun küçük kardeşi
Sevdanın son Kerem’ine benzeyen

Seni bir yerlerden ısırıyor gözleri
Antika eşya gibisin aşkın sergi salonunda
Görkemli gösterilerin yapay oyuncuları
Tükrük üretmeye alışkın ağızlarca
Bilgiç laflar ediyorlar karşında
Konuşsun susmayı beceremeyen
Sen dinle üstünü kül örtmüş ateş
Sevdanın son Kerem’ine benzeyen

Eskimiş öykülerde kimlik arıyor değilim
Yazıyorum acıyla, yanlış yorumluyorlar
Yaralı hayvan gibi soluyup, iç çekerek
Pazarlığa giriştiğini söylüyorum aşkların
Geçmişi özlediğimi sanıp aldanıyorlar
Anımsat onlara n’olur gömleğimin deseni
Yazdığımın aynası, ikiz kardeşim benim
Göster yaz sıcağında üşüyen yüreğimi

Üstüme yorgan getir, koklamaya bir çiçek
Otur şöyle yanıma duygularıma benzeyen
Yenik düşmüş gibiyim aşkın tartışmasında
Yeniden onar beni ve beni haklı çıkar
Taşlanmayı göze alan antika
Süte su katanları kargışlama işini
Unutursam anımsat, dalgın bir adamım ben
Ey yüksek yapıların alçakgönüllü temeli
Sevdanın son Kerem’ine benzeyen

Abdülkadir Budak

Islık ve Uçurum

“Dünyada bir tek hakikat vardı, cahiller onu çoğalttılar.”

Hayat ıslık çalarak geçiyordu önümüzden. Kokuşmuş, acı çığlık seslerinden geçilmeyen bu ikiyüzlü, bu vahşi, bu namussuz çağımızda cehennemi yasamadığımızı kim söyleyebilirdi? Bırakın ruhumuzun kirlenmesini, gövdemizi de yıpratıyorduk. Aşkın, üzümün sapına kadar yaşanması gerektiğine inanıyorduk. Aşkın varlığını ve yaşanabilirliğini hissetmek gerekti; aşka güvenmek ve onun hizmetine girmek lazımdı. Aşkı oraya buraya çekiştirip aşka yön vermeye kalkışırsak, aşkın altında kalırız diye düşünüyor ve aska inanmayanlara soruyordu: Aşk size inanıyor mu sanıyorsunuz? “Niye intihar edecekmişim; daha yaşayacağım onca hayal kırıklığı varken.” Böyle mi demişti Emil Cioran. Doğrudur hem sanal, hem banal bir dünyada yaşadığımız. “Ancak kötü olabilecek kadar cesur olabilirsen, gerçekten iyi olabilirsin” diyordu birisi. Türkçenin saadeti geceleri uyumuyordu. Sürekli arzuda dolaşan, her şeye aşkla bakan, küçük şeylerden büyük hazlar çıkaran, derdi olan, derdi olduğu için şiirler yazıp, resimler yapan biriydi adam. Sanki uçurum çağına gelmiştik; vicdan çekilmiş, akıl çürüyordu sanki. Daha önce yazdıklarını düşünüyordu adam. Yazdıklarını tekrarlamaktan ve çoğaltmaktan da asla çekinmiyordu. İçinde yaşadığımız dünyanın ve ruhumuzdaki karanlığın, şiddetin, kuşkuların ve iletişimsizliğin ciddi bir şekilde sorgulanması gerekiyordu. Acıyı bir oyuna dönüştürerek mi yaşıyorduk yoksa? Kendi iyiliğinden başka aksesuarı olmayan kalbimiz karşısında, gerçeğin gözleri fal taşı gibi açılıyordu. ‘Yüzünde kaç maskesi var insanın’ dedi adam. ‘Sanki bir nükleer sonrası hepimiz tuhaf yaratıklara dönüşmüşüz! Sanki ne çekiyorsak, kendimizden çekiyoruz. Yüzlerde hep acı! Zaten acı dolu bir çağda yaşamıyor muyuz? Hepimiz kargaya benziyor ve bu dünya sirkinde utana sıkıla varlığımızı sürdürüyoruz’ dedi kadın.

“O sevgi gibi, hatta aşk gibi görünen şeylerin altında eşsiz hesapların yattığını” gördükçe canımız daha çok yanıyordu!

Engin Turgut

Üzgün Mektup

Saflığım ve telaşlı yanımla ruhunda bir sabah gülümseyişi
olmak, kelimelerimle sana dokunmak istiyorum. Yüzünde
sarışın bir huzur var. Gözlerindeki anlam bir yanıyla evcil,
öbür yanıyla sanki aşkın ayaklarına kapanacak kadar derin.
Sana teşekkür ederim gözlerindeki bahçe hep ışıldadığı için.

İçimin denizinde bir kayık yüzüyor bir de küskün kır çiçeği.
Seni düşünürken boynumun sokağından bir fayton geçiyor.
Seni düşünürken parmaklarım yasak meyveye dokunuyor.
Seni düşünürken bu şehirde kaybolmuş gibi oluyorum. Sanki
kalbime yağmur yağıyor. İçimden ılık bir ürperti kopuyor
ve ensemden başlayan sıcaklık hüznün buğusuna karışıyor.
Kulağıma deniz kokusunun o mavi sesi geliyor. İnsan bu
masmavi sesle yıkanır da kurulanmak ister mi hiç?..

Oysa ben ne kadar çok çocuk kalmışım. Tenimi sıksam
nehir fışkıracak. Ruhumu başa sarsam her yanımdan sokağa
dökülecek iflah olmaz bir yaz duygusu. Bak kırlangıçlar da
geldi. Birazdan haziran göz kırpacak aşk delisi kalbimize.
Martı yüzlü hayta bir çocuğum işte! Tatlı bir öpücüğün
esintisinden, hevesli ve cilveli bir bakıştan, sıcacık bir kalbin
fısıltısından, insanı incitmeyen masum günahlardan, incirin
ve narın sohbetinden, ruhuma dokunan sahici bir aşkın
inceliğinden başka ne isterim ki?..

Kedi gözlü, hercai güneş bakışlı, eflatun yürüyüşlü, hayatın
balına koşan, dallarından sisli bir İstanbul manzarası taşıran,
sevgisinde cömert, kuğu duruşlu göl çiçeği kadın! Sahi ben
sana yazdan arta kalanları değil; üşüyen düşlerimi ve
mimozaları anlatacaktım. Kirpiklerinden öpülecek bir yer ayır
bana. Issız ve bozkır yanım şımarsın. Yatışsın şu zalim hayat.
Ve herkese akmayan ahşap şiirlerim uslansın. Ah benim
lunapark şenliği çocukluğum ne kadar da dalgın ve konuşkan.
İçimizdeki cesur kıpırtı rüyasız kalmasın, renkler denizinin
sönmeyen ey mor feneri, hüzünlü bir şarkı akıyor ellerimizden
ve neden hiç susmuyor gönlümüzün şakrak kuşları? Ben de
akmak isterdim melekler deryası gözlerinden.

Sen kımıldayan göğün ruhu, sıcak şarap, üzgün mektup, çılgın
bir pınar olmalısın! Aşk denilen parkta sabahlasak da güneş
ruhumuzu yalasa ve sen bir kez daha yanımda uyusan ve ben
incelikler ülkesi kalbine sokulup oracıkta ölsem. Resim gibiydi
gövdemizin uykusuzluğu ve gözlerimizdeki parıltı en tutkulu
gecelerimizdi.

Sevgilim gevezeliğimi bağışla ve beni içindeki avluya çıkar.

Engin Turgut

Bahar Hanım

Bahçemizde bir cümleydiniz bahar hanım, kalbinize
bir bulut gibi girerdim, bilirsiniz aşk hep kaybederdi
bir melekle yer değiştirirdi ruhumuzun iç kanaması,
heves hiç uyumazdı rüyalarımızda, durmadan bir mer-
mer daha kopardı şuramızdan, dağılan bir mürekkebin
lezzetiydiniz, mektuplarınızla boşluğunuz arasında
gümüş tüyler dökülür, masanızda kimseye gönderile-
meyen yoksul bir şiirin çocukluğu dururdu!

Sizin meleğinizi hiç üzmedim bahar hanım, kelimelerin
gurbetinden geçiyoruz, şiir hep genç ve yetim bir şey
değil midir bahar hanım, çilek sizi mırıldanıyor, herkes
kendisini kiraz sanıyor, sanıyorum sizin adresiniz de
kendisini bir mektup sanıyor, dili tutuluyor yazların
siz yazları terkedeli kaç yaz geçti allahaşkına!

Bahar hanım, bahar hanım, siz sonbaharın gövdesine
bir kere yayılın, tatlı bir kahve söyleyin kendinize
Hafız’dan, Erol Bey’den, Dede Efendi’den, efendime
söyleyeyim, hüzzamlar dinleyin, çünkü elleriniz ormanda
çalışanların feneri, pusulası gemicilerin, elleriniz güneş
burkulması, bakın kalbinizi saymıyorum, o hep bir
ay tutulması!

İyiliğin sokakları dar, suluboya bir haziran bekliyor
kapımızda, akşamlar hiç susmuyor, dünyanın sayfaları
gibi her gün hayata açılıyorsunuz, yağmurunuz herkese
yağmıyor, kuşlar kadar yalnız ve garip uçmaktasınız!

Bana suyunuzu ve nefesinizi bırakıp neden gittiniz
Bahar Hanım, bahar hanım, keşke bir hayal olsaydınız!

Engin Turgut