Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
Fransa’nın beyaz kum kaplı gerçek Çölü, Issız Landes’dan geçerken, kuru otlarla Yeşil bataklıklar ortasındaki böğrü Yaralı çamdan başka ağaç yok ortalıkta,
Zira, çalmak için reçine gözyaşlarını, Sadece canına kıydıkları sayesinde Geçinen, yaratıkların pinti celladı İnsan, koca bir yarık açar acılı gövdesinde !
Çam, aldırmadan damla damla akan kanına, Akıtır reçinesini, kaynayan usaresini; Ve her zaman dimdik durur yol kenarında, Ayakta ölmek isteyen yaralı bir asker gibi
Dünya Fundalıklarında şair de öyledir işte; Yara almadığı sürece hazinesini saklar Derin bir yara olmalı kalbinde, Dökmek için mısralarını, ilahi altın yaşlar !
Ey aydınlığa susamış gözlerini Kutsal renklerden sonsuz çizgiye, Canlı bedenden, göğün görkemine Çeviren, huzur içinde geçir son geceni.
Görme, işitme, his, yel, toz duman da ne? Sevmek mi? Hep zehir olur altın kapta, Nasıl ki dertli bir Tanrı tahtını bırakırsa, Sen de gir ve yok ol o sonsuz âlemde.
Issız mezarına, çürüyen kemiklerin için, Birileri gelip gözyaşı döksün ya da dökmesin, Nankör çağın ister hatırlasın seni ister unutsun;
Şu hayattan, düşünce belası ve insan olma Külfetinden kurtulup huzur dolu mezarında Yatmanı nasıl kıskanıyorum, ah bir bilsen!
– Ama işler zamanla duruldu. Görece normal bir hayata başladık. Bir çeşit… – Sevgisizlik. O şekilde yaşayamıyorsun. – Şu an bile, onu görünce ya da hayatımı düşününce korkunç bir hata yaptım gibi geliyor. Onu suçluyorum, kendimi suçluyorum. Sadece mutlu olmak istiyorum.
***
– Çok nefret dolu. – Sen sevgi dolu musun? – Niye diye bana onu savunuyorsun. – Haklı da ondan. – Hangi konuda? – Ancak öldükten sonra onu ziyaret edeceğin konusunda mı? – Düzgün konuş… Seninle birlikte olmamamı söylediğinde haklıydı. Doğumu yapmamamı, bu kadar aptal olmamamı söylediğinde… Ben de gidip seni dinledim. “Her şey yolunda, birlikteyiz”. Açıkla bana şimdi… Bok herif, seni aklım almıyor. Nasıl oldu da bana sevgi ve mutluluk sözü verdikten sonra elinde kalan yalnızca acı ve hüsran oldu?… Seni hiç sevmedim bile… Annemle daha fazla yaşayamadım sadece. Ondan başka bir şeklide ayrılamadım da. Seninle oldum. Seni kullandım. Ve doğrusu, sen de beni kullandın bence. Senin bir aileye ihtiyacın vardı, bana değil. Bunlar olmadan da idare ederdim aslında. Bir yerde kendi başıma yaşamalıydım. Ama hamile kaldım. Dertlerim de o zaman başladı işte. Seni dinlemeyip kürtaj yaptırmalıydım. – Evet yaptırmalıydın. İkimiz için de daha hayırlı olurdu. – Öyle mi? Ne değişirdi peki? Sen değişir miydin? – Başka bir zavallı genci daha hamile bırakıp onu kendi cehennemine çekmedin mi?
Loveless (Sevgisiz), Andrey Zvyagintsev, 2017
SEVGİNİN OTOPSİSİ
Dönüş (Vozvrashchenie), 2003 yılında seyirciyle buluştuğunda, yönetmen Zvyagintsev oldukça sarsıcı ve güçlü bulunmuş, bu film üzerine oldukça kafa patlatılmıştı. Yönetmenin diline henüz alışamayan seyirci, psikolojik çözümlemeler ile filmi anlamaya çalışmıştı. Ancak nedendir bilinmez, bunca zaman sonra bile yönetmenin hem bu filmi, hem de diğer filmleri incelenirken, sadece psikolojik çözümlemelerle yetinildi, yönetmen de hep öyle anıldı. Yönetmenin “gör” dediği ufak birkaç açık politik işaret dışında, aslında ne anlattığının üzerinde durulmadı. Oysa Zvyagintsev, hem kendi kişiliğinde, hem de Rus halkının içinde kök salmış özlemleri, 30-40 yıllık bir altüst oluşu ve bunun yarattığı yıkıcı etkileri anlatmaya çalışıyordu.
Daha sonraki filmlerde de benzer durum devam etti; yönetmen hep aynı dertle boğuştu durdu. Nitekim, bu tema 2007’de Sürgün (Izgananie), 2011’de Elena ve son olarak 2014’te Leviathan’la karşımıza çıktı. Kimisinde aşırılığa vardığı tartışılabilir; ancak yönetmenin bütün derdi bürokrasiyle ve devletleydi.
Eleştirmenler buna gözlerini kapamakta, ya da bunu anlamamakta hâlâ ısrar ediyorlar. Oysa yönetmen, olabildiğince açık, yalın ve beklenmeyecek kadar cesurca bütün bilinçaltını ortaya döküyor. Bu bağlamda yönetmenin bütün derdi Sovyetlerdir demek, yanlış olmayacaktır. Nitekim bunu görmeden yapılacak her yorum, Hollywood kıstaslarının ötesine geçemeyecek, o sığ sularda dolaşacaktır.
Yönetmen Sevgisiz filmiyle en başa dönüyor.
Biz de diyeceklerimizin en sonundakini başta söyleyelim o halde: Bu film, Sovyet devlet olgusunun filmidir. Daha doğrusu, Sovyet devletine özlemi ifade eden bir film. Biraz suçluluk duygusu, özeleştiri, biraz da kızgınlık hali… Ailesini arayan bir çocuğun duyguları gibi. Belki de yönetmenin bütün filmlerinde Sovyet devletini bir baba veya anne olarak tasvir edişi bu yüzdendir. Bu tavır, Rus halkı adına yapılan bir muhasebedir de aynı zamanda. Nitekim Dönüş’te (Vozvrashchenie) Sovyetler Birliği ya da devlet baba olarak canlanır bu. Filmde, yıllar önce ortadan kaybolan babanın dönüşüyle birlikte, çocukların onunla hesaplaşması konu edilir. Baba serttir, duygularını paylaşmaz, sevgi ve şefkat göstermez. Ancak sahneler ilerledikçe, bunun hiç de göründüğü gibi olmadığını anlatır bize yönetmen. Babanın çocuklarına karşı hislerinde, tehlikedeki oğlunu kurtarmak için peşinden gitmesinde ve çocuk yüzünden ölümünde anlarız bunu. İşte o sevgisizlikle hırçınlaşan çocuk, yönetmenin de parçası olduğu Rus halkıdır. Babanın ölümünden suçluluk duymaktadır ama yine de sitem eder Sovyet devletine ve sorar: “Neden bu kadar sevgisizdin?” Devletin ölümünden sorumlu olduğunu düşünür, “baba”nın tavrının işlediği suçu hafifletmediğini itiraf eder. Kızgınlığı da, suçluluk duygusu da, o özlemin ve yalnızlık hissinin sonucudur.
Leviathan’da da doğrudan yeni bürokrasinin, yeni devletin, yeni insanın eleştirisi vardır. Güven duygusunu kaybeden bireyin çaresizliği, hırçınlığı vardır.
İşte Sevgisiz’de de bir özeleştiri var; ancak bu kez altı çok daha kalın çizilmiş. Yönetmen, “yaptığını beğendin mi” demektedir kendine ve Rus halkına. Yönetmene göre artık gerçek bir “devlet” yoktur, devlet denilen şey, işini toplumun üzerine yıkan, çürümüş bir bürokrasiye yerine bırakmış yapıdır. Kaybolan çocuğunu bile aramaz devlet, polisler ebeveynin bağımsız bir arama-kurtarma derneğine başvurmasını önerir. Güven duygusu vermeyen, yardım etmeyen devlet ve bürokrasi karşısında yalnızlaşan birey… Sözünü ettiğimiz polis amirinin evde sorular sorup önerilerde bulunduğu sahne, bu bağlamda oldukça ilginç. Burada, oyuncunun çok dikkatli seçildiği anlaşılıyor. Oyuncu, güçlü, bas bir ses tonu, ifadesiz ve sert hatları olan yüzüyle devlet otoritesini hissettiriyor bize. Buna rağmen açıklayıcı olmaya çalışan polis amiri, sert olmayan bir otorite hissi uyandırıyor. Ancak yardım da etmeyen, güven vermeyen, devlet olmayan devleti temsil ediyor. Bütün bu verilere baktığımızda, Sovyet Devleti ile yeni Rus Devleti-bürokrasisi karşılaştırmasının filmin en derin ve önemli katmanı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Filmde karakterlerin temsil ettiği sadece kendileri değil. Yönetmen her bir karaktere çoklu anlamlar yüklüyor. İşte film de bu sayede pek çok farklı katmandan oluşuyor. Karakterlerin görünen karşılıkları ile bir imge olarak karşılıklarına göre öyküyü farklı şekillerde okuyabiliyoruz. Böylelikle film bize birkaç sert yumruk atıyor, yüzümüzü acıtıyor ve beynimizde sarsıntılar yaratıyor. Yönetmenin en önemli hedefi de bu.
Gerçekten de bu filmin sevgisizlik temasına oturttuğu ana eksenin bir alt katmanında çok güçlü bir güvensizlik hissi var. Yönetmen güvenini yitirmiş insanı irdeliyor. Bu güvensizliği kazıyınca, altından çok daha derin ve temel bir sorun çıkıyor karşımıza: Devlet arayışı. Devletsizlik ya da “yanlış devlet”in yarattığı güven bunalımıyla başlayan sürecin bencilleştirdiği insan, yalnızlaşıyor. Yalnız kalan “ben”de sevgi de olmuyor. Sevgisizleştirdiği insana doğru çorap söküğü gibi ilerliyor öykü. Yeter ki doğru yerden yakalayın ve filmin içinde ilerleyebilin. Yönetmenin belki en çok istediği de bu. Öncelikle filmin içine sizi çekebilmek.
Moskova’da yaşayan güzellik salonu sahibi Zhenya (Maryana Spivak) ile bir pazarlama şirketinde işini oldukça önemseyen Boris’in (Alexey Rozin) yeni sevgilileriyle yeni hayatlar kurmak için ayrılmaları sürecinde geçiyor film. Ayrılma sürecindeki çift, filmin başlarında ortak konutlarını satmaya çalışmaktadır. Ancak ortada çok daha büyük bir “sorun” vardır: Çocukları Alyosha. İkisi de çocuğun velayetini üstlenmek istemezler ve bu “sorun”dan kurtulmak için Alyosha’yı orduya katılmadan önce yatılı okula göndermeyi dahi düşünürler. Bu sırada yönetmen, bütün bu tartışmayı kapı arkasından ağlayarak dinleyen çocuktaki sarsıcı etkiyi gösterir bize.
Film, esas gerilimine anne ve babanın sevgilileriyle geçirdikleri bir gecenin sonunda evde yalnız bıraktıkları Alyosha’nın ortadan kaybolmasıyla başlar. Buradan itibaren film bir arayışı anlatır. Kaybolan ve aranan, aslında sevgidir. Anne, çocuğu aramak için bastırılacak afişlerde kullanılması için fotoğraf seçmektedir. Ve bulabildiği fotoğrafların hiçbirinde Alyosha gülmemektedir. Afişe Alyosha’nın donuk ifadeli bir fotoğrafı basılır. Alyosha’nın yüzü o duygusuzlukta donmuştur, öyle de solacaktır hazırlanan afişlerde. Sevgi, aslında çok önce yitip gitmiştir. Bunun fark edilmesi filmdeki gerilimin en yüksek noktasıdır. Bu farkında olma halinin yarattığı hezeyanları izleriz filmin bütününde. Yönetmenin attığı sert yumruklardan biridir bu da.
Yönetmen, bu kez Sovyet devletini Zhenya’nın annesi olarak karşımıza çıkarır. Koca Boris’in “Stalin’in dişi versiyonu” dediği bir kadın. Boris, sürekli olumsuz benzetmeler yapar, “kapılara barikatlar kurmuş!” der örneğin. Kasvetli yapı algısı oluşturur: Kapalı, soğuk… O bildik Batı kapitalizminin Doğu karşıtı propaganda dili Boris’in ağzından söyletilir: “Paranoyası zamanla ilerliyor”, “içinde büyük bir nefret var.” Bir yerde suçluluk duygusu taşıyan Zhenya, annesiyle ilgili konuşan Boris’e “kadını canavarlaştırmayı kes!” der.
Kaybedilen çocuk, aslında Zhenya ve Boris’in sevgileridir, güvenleridir, duygularıdır. Sevgiyi aramak için annenin evine doğru yola koyulurlar; o sevgi olsa olsa geçmişte bırakılmış “anne”dedir. Anne Moskova’ya 2-3 saat uzaktadır. Bu bize Doğu Perinçek’in Sovyetler’de kapitalizmin geri dönüşünü tahlil ettiği Stalin’den Gorbaçov’a kitabının önsözüne alıntıladığı Brecht’in Turandot ve Aklayıcılar Kongresi’ndeki repliği hatırlatır: “KADIN pencereden: Duydunuz mu, yasaklı adam başkentten 150 mil uzaktaymış.” Bu kez yasaklı anne Moskova’ya 150 mil uzaktadır. Moskova’ya iki üç saat mesafede “hâlâ hayatta ve sağlıklı”dır “anne”.
Filmde “Sovyet” işaretini, anlaşılması için en açık buraya koymaktadır yönetmen. Alyosha’yı annede ararlar, bulamazlar. O yol bir hesaplaşmayı, bir geri dönüşü anlatır bize. Yolda karakterlerin o hezeyanlı halleri, o çaresizlik çok yoğun hissedilir.
Anne’ye bakışını, Zhenya’nın yeni sevgilisine ondan bahsederken anlarız en açık haliyle. Annesini kendisine “hiç güzel bir şey söylemeyen”, “disiplinden başka bir şey düşünmeyen bir kadın” olarak tanımlar Zhenya: “Sadece küçükken annemi sevdim. Ama o bana karşı çok hissizdi. Hiç ilgi göstermedi. Hiç güzel bir söz söylemedi. Sadece düzen, disiplin, çalışma. Kötü ve yalnız bir zavallı”. “Umarım hayatta ve sağlıklıdır” der yeni sevgilisi Zhenya’ya. Zhenya şöyle cevap verir: “Hayatta ve gayet de sağlıklı!” Burada yönetmen esasen Sovyet devletine karşı kendisinin ve Rus halkının duygularını anlattırır.
Yönetmen bu konuşmayı bir yatak sahnesinde yaptırmaktadır. Kadın çıplaktır. O çıplaklık sahnesiyle yönetmen Rus halkının en saf duygularını dinlediğimizi, onun en mahremine, aklının odalarına girdiğimizi anlamamızı ister.
Annenin “sert bal”ı yahut pişmanlık
Çocuğu aramak için annesine gittiğinde Zhenya ile annesi arasında geçen diyalog da, yine Sovyet Devleti ile Rus halkı arasındaki bir hayali konuşma gibidir. İkram etmek için “bal harici başka bir şeyim yok” der anne. Zhenya “o bile sertleşmiş” diye yanıtlar! Bu durum daha ne kadar çarpıcı ve sade anlatılabilir ki! Yönetmen bu kez çok daha güçlü bir yumruk atmıştır izleyiciye.
Burada bir parantez açalım. Elbette Sovyetlerde kapitalizme geri dönüşün ekonomik, siyasal ve toplumsal temellerini bugün ana eksenleri ile saptayabiliyoruz. Halkın neden edilgen kaldığı, hatta kapitalizme sürüklenişin destekçisi olduğu ve bir halk muhalefetinin o gün ortaya çıkmaması konumuz açısından daha kritik.
Sovyet halkının sürüklendiği konum, devletin halkın siyasallaşmasından korkan bürokrasisinin baskıcılığının bir sonucuydu. Burjuvazinin tekrar iktidarı ele geçirebileceği korkusu, en sonunda dönüp dolaşıp emekçinin sırtına biniyordu. Burada esas dikkat çekici olan durumsa, şuydu: Emekçinin özgürlüğünden korkan devlet, zaten kapitalist yola girmiş, sosyalist görünümlü bürokrasinden başka bir şey olma vasfını yitirmiştir (Doğu Perinçek, Stalin’den Gorbaçov’a, 4. Basım, 2010, s. 297).
Buna karşın sosyalizmde geri dönüşü, Sovyetler Birliği’ndeki kapitalist yolcu parti bürokrasisini saptayan Mao Zedung şöyle diyordu:
“Şimdi bazıları, iktidar ele geçirildiğine göre (…) kitlelere istedikleri gibi zorbalık edebileceklerini düşünüyorlar. Kitleler bu gibilerine karşı koyacak, onları taşlayacak, sopalayacak (…) bu da beni son derece memnun edecektir. (…) Komünist Parti’nin bir derse ihtiyacı vardır. Öğrencilerin ve işçilerin sokaklara dökülmelerini siz yoldaşlar iyi bir şey olarak görmelisiniz.” (Mao Zedung, Seçme Eserler – V, Kaynak Yayınları, 2. Basım, Kasım 1993, İstanbul, s. 373)
Mao bunları devrimden sonra, iktidardayken, kendi partisi Çin Komünist Partisi’ne söylüyordu. Bahsettiği dersi yıllar boyu iradesizleştirilen Sovyet halkı karşı devrime ve yıkıma sessiz kalarak verdi. Sovyet devletinin Mao’su yoktu ve yıkım çok ağır oldu.
Son araştırmalar, Rus halkının eskiye özleminin, üstelik aradan 30 yıl geçmesine rağmen, arttığını gösteriyor. Yönetmen filmde işte o “pişmanlık”ı ete kemiğe büründürüyor en acı haliyle. Nitekim anneyle Zhenya’nın konuşması da bu minvalde ilerler:
“Sana acımamı istiyorsun. Sürünerek bana geleceğini söylemiştim, yanlış insanı seçtin!”
Burada halka “yanlış yaptın” demektedir yönetmen, özeleştiri verdirmektedir. Kendini ayrı tutmayarak elbette.
Konuşma, karşılıklı gerilimle biter ve sert anne, Zhenya ve Boris’e hiç yumuşak bir söz söylemez ve yumuşak yüzünü hiç göstermez. Ta ki onlar kapıdan çıkana kadar. O anda annenin duygularını ve sevgisini görürüz.
Burada şunu da eklemek zorunlu. Anlatımın arka planında yer alan ve dünyanın değişik yerlerinde yaşayan pek çok izleyicinin kaçırması muhtemelken Rus halkının bilincinde yer edecek şey ise anne figürünün Rusya tarihindeki yeridir. Nitekim, savaş sonrası Stalingrad’da, yapıldığı tarihte dünyanın en büyük din dışı heykeli kabul edilen bir anıt inşa edilmiştir. 2. Dünya Savaşı’ndaki kahramanlıkları temsilen inşa edilen heykel, bir elinde kılıç tutan bir kadın figürdür. Buradaki kadın, vatanı temsil etmektedir. Heykelin adı da buna uygundur: Anavatan Çağırıyor, Rusça Родина-мать зовёт (Rodina-mat’ zovyot). Slavların Hıristiyanlık öncesi mitlerinden olan kadın figürü, sonrasında ve özellikle 20. yüzyılda Mother Russia (Ana Rusya) olarak uluslararası kaynaklara geçen vatan sembolü haline gelmiştir.
Filmde bu Anavatan ya da Ana Rusya’nın anne metaforuna dönüştüğünü görüyoruz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu Rus halkının bilincinde o sarsıcı etkiyi yaratabilecek kadar güçlü bir olgu. Yönetmen bunu oldukça sade ama güçlü bir biçimde kurgusuna oturtuyor.
Market budalası
Kocayla ilgili de birkaç değerlendirme yapmak gerek.
Karaktere Boris isminin verilmesi, bunun öylesine seçilmediği izlenimi uyandırmaktadır. Boris, sürekli o “disiplinli”, “güzel bir cümle söylemeyen” ama uyaran, hata yaptığını söyleyen büyükanneyi “canavar”laştırmaktadır. Böylelikle yönetmen, Boris Yeltsin’in Sovyetleri dağıtışına atıf yapmaktadır. Market sahnelerinde Boris’in gösterilmesi de bu etkiyi yaratıyor. İlgili olanlar bilir, yönetmen, Boris Yeltsin’in ABD ziyareti sırasında bir markette çekilen fotoğraflarında tasvir edilen o “çeşitliliğe” şaşırmış hallerine yine Boris üzerinden gönderme yapıyor. O fotoğraflar, Sovyetler Birliği’ne sıkılan son propaganda kurşunlarından biridir aynı zamanda. Tarih 1989’dur. Doğu Perinçek Stalin’den Gorbaçov’a kitabında o geziden Batı kapitalizmine hayranlığın budalalık boyutuna vardığı bir vazgeçiş, lafta bile kapitalizm eleştirisinden vazgeçiş olarak bahseder. Öte yandan Zhenya, büyükanneden bahsederken dönüş yolunda Boris’e “annemle yaşayamaz hale gelmiştim, seni sevmemiştim ama seninle gittim. Seni kullanmıştım ama halbuki gerçekte sen beni kullanmışsın, senin bir aileye ihtiyacın vardı” demektedir. Filmin Sovyet Devleti, Rus halkı ve Boris Yeltsin ilişkisinin imgelerinden oluştuğu, işte o yol muhasebesinde gizlidir.
Boris’in anneyle yaptığı konuşma da ilginçtir. Bu konuşmada yukarıda bahsettiğimiz “paranoya” konusuyla ilgili önemli bir ayrıntı daha gizli. Anne burada “sadece bu evim kaldı ve onu da size vermeyeceğim” diyor. Burada kastedilenin ise ikili bir anlamı olduğu anlaşılıyor. Birincisi, annenin çocuğuna karşı güvensizliği, onu evinden atmaya çalışan, “hırsız gibi” evine gelenlere verdiği cevap anlamı. İkinci anlam ise, Boris Yeltsin’in yaptığı darbe ile 1991 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin mallarına el koyarak, partiyi yasaklaması olayına, yani Yeltsin’in Sovyet Devleti’nin “evi”ne el koyuşuna yapılan göndermedir.
Dostoyevski’nin Alyosha’sı
Filmdeki çocuğun isminin Alyosha olması da ilginçtir. Dostoyevski’ye hayranlığını sık sık dile getiren yönetmen, çocuk karektere Dostoyevski’nin üç yaşında hayata veda eden çocuğunun ismini verir. Ayrıca Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanında en küçük kardeşin ismi de yine Alyosha’dır. Burada Alyosha, sevgiye inanan, adalet arayışçısı olarak tasvir edilir. Rus edebiyatının en güçlü yazarı, en iyi çözümleyicisi Dostoyevski’ye, Rus toplumunu eleştiren bir filmde atıf yapılması akla çok yakın geliyor. Bütün bu işaretlere bakarak Alyosha isminin tesadüfen seçilmediğini söylemek abartılı bir çıkarım olmayacaktır.
Elmayı ısıranların yalnızlığı
Filmde teknoloji eleştirisi de çok açık şekilde işlenir. Zhenya ve Boris, sürekli telefonla uğraşmakta, sadece telefona bakarak gülebilmektedirler. Metroda ya da başka bir yerde, karakterlerin hayatlarına giren yeni sevgisiz insanları ellerinde hep o Apple ürünleriyle görürüz. İnsanların iletişimleri ya Macbook ya da iPhone üzerindendir. Telefonu kullanmayan ya da kullanamayan ama buna insanları inandıramayan tek karakter “anne”dir. Nitekim Boris ile Zhenya sevgiyi aramak için o teknolojinin olmadığı “anne”ye giderler. Burada da yine ikili bir anlatımı görürüz. “Balı sert”, telefonu da olmayan anne karakteriyle Sovyetler Birliği’nde teknolojinin geri; ancak güven ve pek gösterilmese de sevginin ileri olduğunu, daha doğrusu kendisinde sevginin arandığını anlatır yönetmen. Burada aynı zamanda bir post-modern toplum eleştirisi de yapar yönetmen. Filmde selfie çekilen anlar, hep o duygusuzluk anlarıdır örneğin. Oğlunu aradığı sırada Boris’i arayan yeni sevgilisi, telefonda “peki ya ben ne olacağım” demektedir ve telefonu kapatır kapatmaz bir selfie çekmektedir.
Bir başka sahnede Zhenya, elinde telefonuyla sosyal medyada gezinirken televizyonda Kırım olayları ve bir kadının kameraya bakarak feryat edişi gelmektedir. Zhenya ve sevgilisi televizyona bir süre kayıtsızca bakarlar. Zhenya kalkar ve koşu bandına gider. Kadında hiçbir duygu ışığı görmeyiz.
Sevgisizliğin her karakterde aynı zamanda kayıtsızlığı, sorumsuzluğu getirdiğini izleriz. Bencillikleri çıkışı bulamadıkları, bir süre sonra da bulmaktan vazgeçtikleri bir labirente dönmektedir.
Bencillik, iletişimsizlik, karşılıklı sevgisizlik ve sorumsuzluk, filmin bir diğer katmanı olarak böylece karşımıza çıkıyor. İşte yönetmenin bir başka ağır yumruğu da buradan geliyor.
Patronun dini
Filmdeki diğer bir katmanı ise din-kilise-birey ilişkisi oluşturuyor.
Zvyagintsev, diğer filmlerinde yaptığı gibi bu filmde de yine din ve kilise üzerinden istismar, ikiyüzlülük ve şekilcilik eleştirisi yapıyor. Bunu en çok Leviathan’da görmüştük. Bu filmde o derece altı çizilmiyor olsa da yine bunu işliyor. Boris, işini kaybetmemek için boşanacağını dinine bağlı, gelenekçi “patron”undan gizlemenin yollarını arıyor. “Patron” burada din kurumunun sembolü olarak ele alınmış. Burada olduğu gibi, yönetmen esas olarak gücünü göklerden alan otoriteyi sorguluyor her filminde.
Kafka umutsuzluğu
Film umutsuzlukla bitiyor. Böylelikle yönetmen kaybedilen sevginin geri getirilemeyeceği çıkarımını yapıyor. Otopsi masası önündeki duygusal boşalmayı görürüz. Kayıp, otopsi masalarında aranabilir ancak diyor. Filmin bu en çatışmalı sahnesinde yönetmen şunu söylüyor: Bu film, sevginin otopsisidir. Nitekim Kafka’nın güçlü çözümlemelerine, eleştirilerine ama aynı zamanda o bütün içinde çözümsüzlüğüne ve umutsuzluğuna da alabildiğine bir öykünmeyi hissediyorsunuz.
Bir parantez açacak olursak, Doğu Avrupa-Slav coğrafyasının aydını ve sanatçısında bu umutsuz ruh halinin yaygınlığından ve bunun hâlâ sürüyor olmasından da bahsetmek mümkün. Hele bugün, Avrasya her alanda yükselirken, üretirken, güçlenirken. Yugoslavya’dan Çekoslovakya’ya, Polonya’dan Rusya’ya bu tavrın özel bir incelemeye ihtiyacı var. Kuşkusuz, bunda yüzyıllara yayılan bir tarihsel derinlik ve yakın dönemin büyük yıkımlarının, acılarının da etkisi var. Yine de tam olarak anlaşılabilir değil.
Evde karşıdevrim
Bir başka ayrıntı da, Rus sinemasında sıklıkla karşımıza çıkan “ev” imgesi. Yıkılan ev, satılan ev, terk edilmiş ev o kadar çok yer tutuyor ki filmlerde. Rus bilinçaltında vatan, devlet, aile hep o evle tasvir ediliyor. Onların en güvendikleri, en korunaklı, en doğal alanlarının yıkılışı, yok oluşu, sarsılmasının yarattığı güvensizlik duygusu Sevgisiz’de de yer buluyor.
Yeni dönem Rus sinemasının önemli yönetmenlerinden Yuriy Bykov, ses getiren Durak (Дурак, 2014) filminde bürokrasinin çürüyüşünü, devletin mafyalaşmasını ve bireyciliği yine yıkılan bir “ev” üzerinden tasvir ediyordu.
Bütün bu çoklu katman yapısına rağmen, filmde bulanıklık yaratmıyor yönetmen, mesajlarını açıkça iletiyor izleyiciye. Bunun altını çizmeyi, izleyicinin yüzünde o tokadı hissettirmeyi istiyor. Nitekim, bu filmde de soğuğu olabildiğince içimize işletmek istemiştir. O yüzden yönetmen ölüm ve kayıp duygularını koyuyor önümüze. Zvyagintsev, her filminde yapıyor bunu, ama bu kez daha da içine çekerek. Sevgisiz’in soğuğu içinize işliyor. O sert ayazı yüzünüze kırbaç gibi iniyor, yakıyor.
Filmi delen bakış
Elbette filmin kurgusu da birçok şey anlatıyor bize.
Nuri Bilge Ceylan’ı oldukça etkileyen bir yönetmen Zvyagintsev. Yönetmenin de Türkiye’den tanıdığı tek yönetmen Nuri Bilge Ceylan. Bu bilgi, henüz tanışmamış olanlar için yönetmenin sineması hakkında izleyiciye bir öngörü veriyor.
Yönetmenin kurgusunda, kullandığı açılarda, planlarında pek çok ünlü yönetmenin etkilerini görebiliyoruz.
Yönetmenin, kurgu açısından Michelangelo Antonioni filmlerinden oldukça etkilendiği anlaşılıyor. Birçok eleştirmenin fark ettiği bu durumu, yönetmen de yeri geldikçe söyleşilerinde dile getiriyor.
Kurgunun, açıların, kesintisiz akışın kuşkusuz filmi -ve filmin en sonunda anlıyoruz ki bizi de- götürmek istediği bir nokta, bizim dünyamızda bırakmak istediği bir iz var. Yönetmen izleyiciye katarsis yaşatmıyor, bir rahatlama imkânı tanımıyor. Salondan çıkarken ya da ekranın başından kalkarken o duyguyu da size taşıtmak istediğini anlıyoruz. Bu aslında sinemada pek çok usta yönetmenden bugüne taşınan o bakış ve uygulayışın örneğidir.
Nesnenin yukarıdan, yani üst açıdan ya da alt açıdan çekimi, kameranın yükselip-alçalması nesneye yaklaşıp-uzaklaşması, nesnenin etrafında dönmesi, altlık üzerinde kullanılmasıyla mümkün olabilirdi. Bu kurgunun işlevini ortadan kaldırmaz. Zira kesintisiz çekimle yaratılan bir bütünde de (anlık) bir kurgu vardır. Bu devinim, kesme-yapıştırma işlemine gerek bırakmayan görüntü parçaları yaratılmasında son derece işlevseldir. Bununla artık gelişmelerin kurgusu kamerada gerçekleştirilir (Arijon, 1993: 607). Angelopoulos, Tarkovsky, Nuri Bilge Ceylan, Antonioni, bunu ustaca kullanan yönetmenlerdir. Angelopoulos’un, Ulisin Bakışı (Le Regard d’Ulysse), Sonsuzluk ve Bir Gün (Eternity And A Day), Ağlayan Çayır (The Weeping Mea- dow) adlı filmlerinde uzun planları ne kadar ustaca kullandığını görüyoruz (Dr. T. Cengis Asiltürk Sinemada Diyalektik Kurgu, Beykent Üniversitesi Yayınları, 2008, s.67).
Filmde kameraya gözünü diken kadının, seyirciyle göz göze geldiği o anda üzerinde Rusya yazan milli forma vardır. Film ekranın içine sizi çektiği o süreci bir anda oyuncunun kameraya bakışıyla tersyüz eder. Bu kez o kurgu duvarını delip geçerek bizim dünyamıza girer, aklımıza bir mermi gibi saplanır o bakışlar. Yönetmen, insanlığa ama özellikle Rus halkına “işte bunlar gerçek”, “bu sevgisizlik senin hikâyen” derken, onu kollarından tutup sarsmaktadır.
Geniş ve uzun planlar, kurguyu bunun üzerine oturtmak ve katmanlar kurmak… Yönetmenin tekniğinin özeti böyle. Kesintisiz çekimlerle bizi bir pencereden, karla kaplı bir ormana, sise, uzağa götürmektedir yönetmen. Yönetmenin tekniğiyle bizi içine çekmek istediği uzaklık ise geçmiştir, arayıştır, soğukluğun uyandırıcılığı ve çarpıcılığıdır.
Yalnızız, yapayalnız. Şaşkın ve öfkeli gözlerle etrafımıza bakıp tüm bu olup bitene bir anlam vermeye çalışıyoruz. “Gördüğüm ve hissettiğim şey neydi?” diye sayıklayıp cevap bulmak için birilerini arıyoruz fakat anlıyoruz ki eşrefi mahlukat olan insanın hamuru bu şaşkınlıkla yoğurulmuş. Kesin bir cevap yok. Bildiğimiz tek şey geldik ve gidiyoruz. Misafiriz, evimize dönüyoruz.
Tüm bu gerçekliğe rağmen insan, kendisini teskin edecek, gönlüne ferahlık üfleyecek bir şeyler arıyor, bir gerçek ya da bir düş. Tüm bu zorlukların, acıların, ayrılıkların ve kayıpların üzerini örtecek bir rüyaya ihtiyaç duyuyoruz. Tam da bu noktada imdadımıza şiir yetişiyor ya da biz her düştüğümüzde “imdat” diyerek kapısını yumrukluyoruz şiirin. Biliyoruz ki o kapının ardında bize iyi gelen, yalnız olmadığımızı hissettiren ve bize ait bir parça var. Şiirin kapısı açılacak, telaşla kendimizi içeri atacak ve salonda örtüsü ağarmış o ikili koltuğa güç bela oturup biraz nefesleneceğiz. Şiir bize kendimizi ikram edecek, karşımıza bizden yapılmış bir ayna koyacak, şaşırdığımız ve öfkelendiğimiz ne varsa hepsinin bize ait, bize benzeyen şeyler olduğunu gösterip bizi sakinleştirecek.
Paul Valery düzyazıyla söylenmeyecek düşlerin şiirle dile getirildiğini söyler. Dünyaya gelmenin ve bu gelişi sürdürmenin başlı başına bir düş olduğunu biliyoruz. Bu bitimsiz düşlemi tanımlayan ve anlamlandıran en kuvvetli dayanak ise şiir oluyor. İnsan, dünyaya rağmen şiirle dünyaya karşı koyuyor. Pişmanlıklarını, umutlarını, aşklarını, mevsimleri ve ölülerini şiirle göğüsleyip kaldığı ya da düştüğü yerden yaşamaya devam ediyor.
Devam ediyorum. Kış geliyor ve devam ediyorum. İşler yine umduğum gibi gitmedi, tuttuğum ne varsa elimde değil de gönlümde kaldı. Aynada izlediğim yüzüm yavaş yavaş eskidi. Sanki yolun ortasına değil de sonuna gelmişim gibi bakıyor gözlerim. Sevdiklerimi yitirdim. Bu cümleyi tekrar ve tekrar yazmak istiyorum: Sevdiklerimi yitirdim, sevdiklerimi yitirdim. Ama kış geliyor ve ben devam ediyorum. Yaşamaya, dalgın dalgın göğü izlemeye, annemi aramaya, market kataloglarını dikkatle incelemeye, cenaze namazlarına ve şiire devam ediyorum.
Kış ve şiir deyince aklıma Sezai Karakoç’un Kar Şiiri gelir. Ocak 1953’te yazdığı o şiir. Öyküsel yönü ağır basan Leyla ile Mecnun, Hızırla Kırk Saat gibi şiirlere pek benzemez Kar Şiiri, daha çok İkinci Yeni’nin yaptığı gibi kelimeye yeni anlamlar kazandıran, özgür çağrışımlara olanak sağlayan ve yer yer şaşırtarak boşlukları okuyucunun doldurmasına imkân sağlayan bir yapıya sahiptir. Mona Roza, Şahdamar, Körfez ve Sesler de bu söyleşin en güçlü örneklerindendir.
Turan Karataş’a göre kış şairin unutamadığı çocukluk günlerini barındıran iklimdir. Babası Yasin Efendi’nin ahenkle, çoğu manzum olan gazavatnameler, siyer-i nebiler ve Hz. Ali cenkleri okuduğu zamandır, kış. Ancak kışın öteki yüzü, doğuyu tanımlayan birçok benzer gerçekten birinin temsilen on yaşındaki Sezai’nin paltosuz, hatta ceketsiz olarak uzak mesafedeki okula yarım metreyi geçen karda bata çıka gidişini de hatırlatır. Ve kış Sezai Karakoç için uzun sürer. Şöyle söylüyor kendisi: “Evet o kış, durmadan yağmur, kar yağıyor incecik bir pardesü içinde ben titreyerek ya Meydan Palas’a ya Osman Yüksel’in kitabevine Üstad Necip Fazıl Bey’i görmeye gidiyorum. (…) Ben o zamanlar çok zayıftım. Üşür dururdum, ama bu beni dolaşmaktan alıkoymazdı.”
Kar Şiiri; yalnızların, kışın ve son çaresini son cümleye yükleyenlerin şiiridir. Şiir bitince söylenecek bir şeyin artık kalmadığını hissedersiniz çünkü kar her şeyin üzerini sessizce örtmüştür. Şöyle başlıyor şiir:
Karın yağdığını görünce Kar tutan toprağı anlayacaksın Toprakta bir karış karı görünce Kar içinde yanan karı anlayacaksın
Toprağı anlamak hayatı anlamaktır. Doğumu, ölümü, yaşamayı, sürdürmeyi ve bitirmeyi anlayabilmek için önce toprağın insan hayatındaki yerini anlamak gerekiyor. Yaratıldığımız ve sonra geri döndüğümüz toprak, bizim hem yurdumuz hem de gurbetimizdir. Hem yaşam alanımız hem de ölülerimizin örtüsüdür. Hem kara hem de aydınlıktır toprağın yüzü, bu sebepledir ki hayatın ta kendisidir.
Ve kar hüzünlüdür, hüznün bir parçasıdır. Zamanın geçtiğini, ömrün yavaş yavaş tükendiğini ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını, insanın geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini hatırlatır. O büyük ve olgun sessizliğiyle sokaklara, yüce dağlara, evlerin çatısına biriken kar teslimiyeti ve sonlu oluşumuzu çağrıştırır.
Dolu gibi yağan kar artık bitmiş, güneş yavaş yavaş açmış ve damların üzerindeki kar yavaşça erimeye başlamıştır. Bu bir çoğumuz için bu hüzünlü bir sahnedir çünkü insan karın eriyişiyle beraber büyük bir gerçekle yüzleşir, geldik ve gidiyoruz. Baharın, yeniden aydınlanmanın, çiçeklenmenin ve sıcaklığın habercisi olsa da ömrümüzden bir mevsim, bir parça daha kopup gitmiştir.
İnsanın hüznü bitimsizdir, bir müddet eğlenir fakat zaman geçtikçe yeniden insan olmanın hüznü göğsümüzde filizlenir. Karakoç ‘un kar içinde yanan kar ile bu hüznün sonsuzluğunu ve yineleyişini işaret ettiğini düşünürüm hep, durmadan yenilenen ve her geçen gün yeniden omuzlarımıza yüklenen hüznü anlatır sevgiliye.
Kış geliyor ve kar yeniden yağacak içimizdeki çorak toprağa. Kar, çatlaklardan sızacak kalbimize ve acıtacak, çok acıtacak, sevgili belki de bu kış o acıyı anlayacak.
Allah kar gibi gökten yağınca Karlar sıcak sıcak saçlarına değince Başını önüne eğince Benim bu şiirimi anlayacaksın
İnsan dünya üzerinde sadece hüzünlü değildir aynı zamanda ve aynı şiddette yalnızdır da. Fakat bu yalnızlığı bir şekilde unutturulmuştur ona. Hayatlarımız çok kalabalık, her yerde tanıdıklar, akrabalar, arkadaşlar, dost meclisleri, söyleşiler, paneller, konferanslar, zihnimiz tıka basa dolu. Bu doluluk arasında yine iyi hissetmiyoruz, dolduramıyoruz o boşluk hissini ve bir şeyler hep eksik kalıyormuş gibi. Olmadığımız neresi varsa oraya koşuyoruz çünkü bizim olmadığımız neresi varsa orada insanların mutlu, huzurlu ve anlamlı olduğunu düşlüyoruz. Her mekâna, her tatil yöresine, her sergiye, her filme, her şarkıya ve her kitaba koşup gidiyoruz çünkü yalnızız ve bu yalnızlığımıza bir türlü çare bulamıyoruz.
Bu kalabalık içerisinde dikkatimizi çeken çok şey var. Hem kalbimizi hem de beynimizi meşgul eden, elle tutulan yüz binlerce nesnenin arasında sıkışıp kaldık ve bu bir alışkanlığa dönüştü. Artık karşılaştığımız her şeyin ispatını istiyoruz, bilimsel bir kanıtı, ölçüsü, ağırlığı, fiyatı var mı diye soruyoruz çünkü dünyaya artık fayda maliyet analiziyle yaklaşıyoruz. Merhametin, vefanın, sadakatin ve adaletin bu ölçüde azalması ve günümüz dünyasından yavaş yavaş geri çekilmesini hep beraber izliyoruz, bu elbette ki tesadüf değil. Saydığımız bu değerler sayı ile ölçülemez ve hesap edilemez, dolayısıyla modern yaşam dinamikleri arasında sıklıkla zafiyet olarak görüldüğü için dışlanır ve bu durum insan ruhunun tabiatına aykırıdır. İnsan değerleriyle, inançlarıyla, maneviyatıyla tamamlanır aksi halde hep yarımdır.
Bu yarımlık ve kısmi farkındalık içerisinde gökten kopan kar taneleri, insana dünyada yalnız olmadığını tarifi pek de mümkün olmayan bir şekilde hatırlatır. İnsan neden kar yağdığında Allah’ı hatırlar, aynı güçlü etki neden yağmur yağdığında olmaz, açıklamak zor fakat o büyülü ve saf beyazlığın bize ulaşması, dokunduğumuz an kaybolması ve mekâna çöken büyülü sessizliğin bu durumda büyük bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Kar gökten kopup saçlarımıza yağar ve yalnızlığımız iyileşir, sakinleşir. Saçlarına kar yağan insan büyür, uslanır, derdi derinleşir, kabulü de.
Karın saçlara değmesi dünyanın bizi biçimlendirmesidir. Bu biçim bazen nazikçe bazen de şiddetli bir şekilde gerçekleşir ve insan önünde sonunda dünyayı kabul eder, verdiklerine ve vermediklerine razı gelerek yaşama devam eder. Kabul etmek, boyun eğmek ve rıza göstermek insanın kavuşacağı en üst mertebelerden biridir. Bu kabulleniş insanın kendisinden daha üst bir makam olduğunu ve bu makamın buyruklarını kabul ettiğini de gösterir. Ve her şey bu kabullenişten sonra başlayacak. Bu şiirin anlaşılması da.
Bu adam o adam gelip gider Senin ellerinde rüyam gelip gider Her affın içinde bir intikam gelip gider Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın
Şairi yanlış anlamak da şiire dahildir ve belki can yangınıyla okuduğum bu şiiri yanlış anlıyorum, bilmiyorum ama devam ediyorum.
Âşık, bir eşiğin sevdalısıdır ama her daim onu o eşiğin önünde göremezsiniz. Bazen seneler boyu döşek serip uyuduğu kapının önünden bir hışımla kalkıp gider ve uzun süre görünmez. Şehirler gezer, otellerde konaklar, insanlarla tanışır, kendini toparlar, şarkı söyler, saçlarını kemik taraklarla tarar, güzel kokular sürünür ama bir gün yataktan doğrulur ve o büyük boşluk hissinin doğurduğu sancıyla sevdalı olduğu eşiğe geri döner, atar çulunu yere ve beklemeye başlar. Bu gitmeler ve gelmeler bazen bir ömür boyu sürer ve her gidip geldiğinde o adam bir başkasına dönüşür, bir başka türlü tutunur ve sever o eşiği.
O kapı önünde rüyalar görür âşık, dünyanın başka hiçbir uykusunda göremeyeceği rüyalar. Tüm bu zorluklar, gidip gelmeler, kara günler ve hasret bitmiş, kapı açılmış ve bembeyaz bir el kendisine gümüş bir tasta, taze erimiş kar suyu gibi soğuk bir tas su uzatmıştır. Âşığın gözleri fal taşı gibi açılır, kendisine uzatılan o suyu titreyen ellerle alıp kafasına diker ve günlerce, haftalarca, aylarca, belki de bir ömür o soğuk suyu kana kana içer, dünyası kendisine uzatılan o gümüş tasa dönüşür.
Ve âşık bu rüyaya bir tabir ister. Psikanalizin, bilinçdışına giden kral yolu dediği rüyalarına bir tabir bekler. Özlediği, beklediği, acı çektiği, görülmediği o eşiğin önünde bir tabir bekler, kapının sahibinden. Ve bekler ki iyi şeyler duysun, gördüğü rüyalar hep hayra çıksın, sevdiğine kavuşsun ve onunla yaşlansın. Ne olur bir şey söyle artık şu rüyaya, ellerine bıraktığım şu rüyaya bir şeyler söyle.
Affetmek aynı zamanda intikam almaktır. Sana yapılan ne varsa, atıldığın kaç kuyu varsa hepsini görüp, bilip yine de yücelik gösterip affetmek intikam almaktır. Affedilen hep yaptığıyla üzgün, mahcup ve tedirgin, affeden ise her şeye rağmen güçlü ve tetiktedir. Âşık affedilmek ister çünkü pişmandır ve çalacak başka kapısı kalmamıştır. Her türlü kazayı, belayı ve intikamı göze alıp affedilmek ister. Tüm mermilerini doldurup daya göğsüme revolveri, yeter ki affet.
Ben bu şiiri yazdım aşık çeşidi Öyle kar yağdı ki elim üşüdü Ruhum seni düşününce ışıdı Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın
Sezai Bey yazdığı bu şiiri âşık tarzda söylenen şiirlere benzetir ve aslında derdini de hüznünü de öylece orta yere bırakır. İhtiyacı olan alıp sahiplensin, yarasına merhem olarak çalsın diye.
Askere gittiğim günün ilk gecesi. Canım fena halde sıkkın, burada nasıl vakit geçireceğim diye düşünüyorum. O can sıkıntısı ve çaresizlikle uyudum. Rüyamda onu gördüm. En son ne zaman gördüğümü inanın hatırlamıyordum ama rüyamda onu gördüm. Sabah uyandım ve yüzüme bir tebessüm yerleşmiş, ruhum, gönlüm ferahlamış, açılmış gibiydi. Sonraki iki gece daha onu rüyamda gördüm. Benim için bir mucize gibiydi. Onu rüyamda görmek, düşünmek ruhuma ışık vermişti ve her şeyi kolaylaştırmıştı. İyi ki göreceğim bir rüya bıraktın bana Bahar. İyi ki.
Kış geliyor Bahar. Şehrimize kış geliyor. Kar yağacak ve biz ayrı sokaklarda, aynı karın sevinciyle yürüyeceğiz yine. Bunu düşününce içim eziliyor ve sen bunu bilmiyorsun. Bunu bilmemen daha çok eziyor içimi.
Beni anlaman, beni doğru anlaman neyi değiştirir ki bundan sonra? Bana dair hiçbir şeyi ama hayata dair her şeyi.
Ve her şey her geçen gün daha da zorlaşıyor. Uykularımı zorluyorum, seni bir kez daha rüyamda görebilmek, ruhumu ışıtabilmek için ama olmuyor Bahar, yapamıyorum.
Yoksa rüyalarımdan da mı ansızın gittin?
Ve kendi kendime tekrarlıyorum: Acı usta bir öğreticidir, istesen de istemesen de öğrenirsin güçlenirsin, uyanırsın, ayağa kalkarsın. Yeter ki acıyı lanetleme, yaranı öteleme, kabuğunu kusurdan sayma ve unutma; insan yarayla doğar, yarayla büyür ve nihayetinde yarayla gömülür.
+ İki dirhem bir çekirdek olmuşsun be Halil. – Bugün Sabiha’ya evlenme teklifi edicem abi. + İyi düşündün mü? – Düşündüm abi. + Seviyor musun? – Çok seviyorum. + Şerefe o zaman. … + Şimdi beni iyi dinle Halil. Velev ki Sabiha hanım teklifini kabul etti. – Ah be abi. + Sonra bir gün Sabiha hanım sana ‘Halil’ derse ‘Halil bir daha hiç kimse seni benim gibi sevemez ve Halil bir daha hiç kimse beni de senin gibi sevemez sevmeyecektir’ bilesin ki bu gerçektir, bunu unutma emi. – Unutmam abi. + Bir de şu var Halil. Bir müddet sonra saadetiniz manasız bir sebeple gölgelenebilir, sen onun kalbini kırabilirsin. O sana ‘bu kapıdan çıkarsam bir daha dönmeyecem Halil’ diyebilir. Sen de ona ‘ne halin varsa gör’ diyebilirsin… O lafı etme Halil. * Halil abi Halil abi n’apıyorsun böyle ya? + İşte öyle kendi kendime konuşup duruyorum, gel otur birşey içelim.
Yalnızlık mutlaktır. Bundan gayrı her şey yanılsamadır. Asla problemlerden başka bir şey beklemeyeceksin. İyi şeyler olursa ne âlâ ama yalnızlıktan kurtulabileceğini hayal bile etmeyeceksin. Birliktelik hissi din, politika, aşk ve sanat ile yaratılabilir ama yalnızlık hala oradadır. İnsanı zaman zaman yanıltan da bu birliktelik yanılsamasıdır ama bunun yalnızca bir yanılsama olduğunu unutmayacaksın. İşte böylece de, her şey normale döndüğünde hayal kırıklığına kapılmazsın. Yalnızlığın hüküm sürdüğü bir evrende yaşadığının bilincinde olmalısın. Ağlayıp sızlamaktan da kurtulursun. İşte o an kendini güvende hissedersin ve belli bir tatminle de her şeyin ne kadar da anlamsız olduğunu kabullenmeyi öğrenirsin. Böyle derken pes etmen gerektiğini söylemiyorum tabii. Elinden geldiğince devam edeceksin. Gücünün yettiğince dayanmak, pes etmekten daha iyi olduğu sürece de ilerleyeceksin.
Ingmar Bergman Bir Evlilikten Manzaralar
INGMAR BERGMAN: BELKİ DE, GERÇEKTEN NEYSEN O OLMAN DAHA İYİ OLACAKTIR Bütün endişelerimiz, ihanete uğramış düşlerimiz, bu anlaşılmaz vahşet, kaybolan şeyler için duyduğumuz korku ve dünyevi koşularımızın acı dolu ağırlığı yavaş yavaş dünya dışı bir umudu alarak kristalize oluyor. İnanç ve şüphelerimiz karanlığa karşı sessiz bir çığlık ve sessizlik terk edilmişliğimizin en büyük kanıtı. Böyle olmak zorunda mıydı, yalan söylememek, gerçeği söylemek, dürüst davranmak gerçekten bu kadar önemli mi? İnsan aklına geldiği gibi konuşmadan yaşayabilir mi? Yalan söyleyip kıvırmadan, bahane bulmadan. İnsanın kendisini biraz bırakması, boş vermesi, yalancı olması, daha iyi değil mi? Belki de, gerçekten neysen o olman daha iyi olacaktır.
[Persona filminden]*
İNSAN ANLAYIŞLA BAŞINI EĞİYOR!
Her duygu, her hareket, her bedensel rahatsızlık, kullandığım her sözcük için büyük bir depo dolusu açıklamam var. İnsan anlayışla başını eğiyor. Böyle olması gerekliydi: Yine de bu yaşam uçurumunda boylu boyunca düşüyorum. Bu uçurum bir gerçek, ayrıca da dipsiz. İnsan bu taşlı derede ya da suyun yüzünde kendini öldüremiyor bile. Anne, sana sesleniyorum, her zaman yaptığım gibi. Ateşim olduğu geceler. Okuldan döndüğüm zaman. Geceleri, arkamdan beni kovalayan bir hayaletle hastanenin parkında koştuğum zaman. Farö’deki o yağmurlu öğleden sonra seni tutmak için elimi uzattığım zaman. Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Bu başımıza gelenler nedir? Bununla baş edemeyeceğiz. Yanaklarım yanıyor ve birisinin uluduğunu duyuyorum, sanıyorum ben kendim uluyorum.
Sinema benim için günlük olayların, yaşamların anlatıldığı bir rutin olmadı. Sinema düşlerin anlatıldığı bir sanattır. İşte burada yönetmen için bir duvar çıkar ortaya; duvarın rutin tarafında kalanlar ve duvarın düşsel olan diğer tarafında kalanlar. Kurosava, Fellini, Buñuel, Tarkovsky ve bazen de Antonioni duvarın diğer tarafında kalan insanlardı benim için. Sanatçı olarak amacım tıpkı bu insanlar gibi duvarın diğer tarafında olmaktı, fakat ben bu duvarı sadece bir kaç kez yumruklayabildim.
Amacım, içimde, benliğimde taşıdığım ruhsal durumlar, duygular, görüntüler, ritimler ve karakterler üzerine filmler yapmak. Anlatma aracım ise yazılar değil, film sahneleridir.
Daha kötü durumda olan insanların diğerlerinden daha az şikayet ettiklerini fark ettin mi? En sonunda kabullenip susmuşlar. Oysa onların da diğerleri gibi gözleri, elleri ve hisleri var. Hem cellatları hem de kurbanları barındıran ne geniş bir ordu!
En Passion filminden**
Bugün birey, sanat yaratıcılığının en yüksek biçimi ve en büyük derdi olmuştur. Ben’in en küçük yarası, sanki sonsuz bir önemi varmış gibi mikroskop altında incelenmekte. Sanatçı; ayrıcalığını, öznelliğini, bireyciliğini neredeyse kutsal saymakta. Böylece biz en sonunda da, kocaman, bir ağılda toplanmış, birbirimizi dinlemeden, birbirimizi ölesiye boğduğumuzu anlamadan, kendi yalnızlığımızın üstüne meleyip durmuş oluyoruz.
Büyülü Fener Afa Yayıncılık
İSA’NIN EN BÜYÜK SINAVI TANRININ SESİZLİĞİ OLMUŞTUR
İsa çarmıha gerildiğinde ve işkence içinde asılıyken, ‘Tanrım! Tanrım!’ diye bağırdı. ‘Neden beni terk ettin?’ Bağırabildiği kadar yüksek sesle. Cennetteki Tanrının onu terk ettiğini zannetti. Anlattığı her şeyin yalan olduğuna inandı. Ölmesinden hemen önce İsa şüpheyle doluydu. Bu kesinlikle onun en büyük sınavı olmuştur. Tanrının sessizliği.
Nattvardsgasterna filminden***
* Persona, Ingmar Bergman’nın yönetmenliğini yaptığı, Bibi Andersson ve Liv Ullmann’nın başrollerde oynadığı 1966 yılı yapımı bir İsveç filmdir. Bergman bu filmi yönettiği en önemli filmler arasında kabul eder. Drama türündeki filmin 7 ödül ve 1 adaylığı bulunmaktadır.
** En passion (Anna’nın Tutkusu) Ingmar Bergman tarafından yönetilen 1969 İsveç filmi. Bir adada geçen film karşılıklı anlayışa dayanan bir sevgi bağı oluşturamayan bir kadınla bir erkeğin öyküsünü aktarır.
*** Nattvardsgasterna (Kış Işığı) Ingmar Bergman tarafından yönetilen 1963 İsveç filmi. Film, bir kasaba rahibinin, az önce konuştuğu bir balıkçının intihar etmesinin de etkisiyle inancının sarsılmasını konu edinir. Aynanın İçinden ve Sessizlik ile beraber oluşturduğu üçlemenin ikinci filmidir.
Kırk yıl önce ben olan kişiyi tanımıyorum. O kişiye olan nefretim öylesine derindi ve bastırma mekanizmam işlevini öylesine etkin yerine getiriyordu ki, o zamanki görünüşümü gözümün önünde ancak güçlükle canlandırabiliyorum. Aradan geçen bunca zamandan sonra fotoğrafların değeri çok azdır, ancak insanın kendine siper edindiği bir maskeyi gösterir. Bana saldırıya geçildiğini sandığımda korkak bir köpek gibi karşımdakini ısırırdım. Kimseye güvenmezdim, kimseyi sevmez ve özlemezdim.
[Büyülü Fener, Ingmar Bergman]
Bir noktanın dışında dostluk kesinlikle bir şey talep etmez. O nokta da şudur: Dostluk dürüstlük gerektirir. Tek ama çetin bir talep.
[Büyülü Fener, Ingmar Bergman]
Bugün birey, sanat yaratıcılığının en yüksek biçimi ve en büyük derdi olmuştur. Ben’in en küçük yarası ya da ağrısı, sanki sonsuz bir önemi varmış gibi mikroskop altında incelenmekte. Sanatçı ayrılmışlığını, öznelliğini, bireyciliğini neredeyse kutsal saymakta. Böylece biz en sonu, kocaman bir alanda toplanmış, birbirimizi dinlemeden, birbirimizi ölesiye olduğumuzu anlamadan, kendi yalnızlığımız üstüne meleyip durmuş oluyoruz. Bireyciler birbirinin gözünün içine bakıyorlar da yine birbirinin varlığını yadsıyorlar. Biz değirmiler boyunca yürüyoruz; kendi kaygılarımızla öylesine sınırlanmışız ki, gerçek olanla düzmece olanı, haydut kaprisi ile su katılmamış öyküyü birbirinden ayırt edemiyoruz artık.
[Yedinci Mühür, Ingmar Bergman]
Film, tepki yaratmak için yapılır. Seyirci hiç mi hiç tepkide bulunmazsa, o film ilgisiz ve değersiz bir yapıttır.
[Yedinci Mühür, Ingmar Bergman]
Dil hep ağrıyan dişi yoklar, insan acıyı hep aklında tutar. Benim oyunum, bir oyuncunun sahneden inerek izleyicilerin arasındaki bir eleştirmenin boğazını sıkmasıyla başlar. Oyuncu, küçük kara deftere not ettiği tüm aşağılamaları okuduktan sonra, izleyicilerin üzerine kusarak dışarı çıkar ve beynine bir kurşun sıkar.
[19 temmuz 1964 tarihli notlarından]
Kendinize güveniniz ne kadar azsa o kadar çok öfkeli olursunuz.
[Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar ]
Ağlamaya başlıyorum. Bu beni korkutuyor, çünkü ben hiç ağlamam. Çocukken ağlamayı çok severdim, annem gözyaşlarımın ardını görür ve beni cezalandırırdı. Sonra ağlamaz oldum. Arasıra içimde derin bir yerde çılgın bir haykırış duyarım, haykırışın yalnızca yankısı bana ulaşır, önceden hiç uyarmadan beni etkiler, bu sonsuza dek tutsak kalan bir çocuğun hiç engellenmeden ağlamasıdır.
[Büyülü Fener, Ingmar Bergman]
Ben günümüz insanının mutlak bir hiçlikle karşı karşıya olduğu kanısındayım.
[Yaban Çilekleri, Ingmar Bergman]
Bir dönemde Persona’ nın yaşamımı kurtardığını söylemiştim. Bu bir abartı değildir. Eğer kendimde bu filmi yapacak gücü bulmasaydım bugün bitmiş olabilirdim. Bir önemli nokta daha var: İlk kez sonucun ticari başarı olup olmayacağı beni ilgilendirmedi. Svensk Filmindustri’de senaryo köleliği yaptığım yıllar boyunca beynime kazınan, ne pahasına olursa olsun film anlaşılabilir olmalı anlayışının da -aslında ait olduğu yere- cehenneme dek yolu var.
[İmgeler, Ingmar Bergman]
İnsanların duyguları var fakat onları ifade edecek kelimeleri yok.
[Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]
Senin boşluğunda duyguların yeri yok. Ve sen doğru olanı bulabilmekten yoksunsun. Her şeyi nasıl anlatmak gerektiğini biliyorsun, her an en doğru sözleri buluyorsun. Senin bilmediğin bir tek olay var: Gerçek yaşam.
[Aynadaki Gibi – Sessizlik, Ingmar Bergman]
Savaşı öven, savaşı insani bir serüven olarak gören filmlere karşı nefret duymak gerek…
[Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]
Yetiştirilmemizde çoğunlukla suç, itiraf, ceza, bağışlanma, lütuf gibi kavramlar; çocuk, anne – baba ve Tanrı arasındaki ilişkilerdeki somut unsurlar temel alınmıştı. Bunların tümünde kabul ettiğimiz ve anladığımızı sandığımız doğal bir mantık hüküm sürerdi. Nazizmin tuzağına bu kadar kolay düşmemizde bu gerçeğin etkisi olabilir. Özgürlük sözcüğünü hiç duymamıştı, hele özgürlüğün tadının nasıl olduğunu hiç bilmiyorduk. Hiyerarşik bir sistemde tüm kapılar kapalıdır. Cezalandırma doğaldı, hiçbir zaman sorgulanmadı.
[Büyülü Fener, Ingmar Bergman]
Ben insanların değişebileceğine inanmıyorum. İnsan, kendi bilinçlenme anına sahiptir, fakat bu onların hayatlarını değiştirmiyor. [Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]
Tanrıya inanmıyorum ama, bu o kadar basit değil. Hepimiz kendi içimizde bir Tanrı taşıyoruz. Her şey, zaman zaman ve özellikle ölüme yaklaştığımız anda bir parçasını kavrayabildiğimiz bir bütün. Söylemek istediğim şey bu ama, değmez. Herkes geriye çekilmiş ve karanlık stüdyonun gerisinde toplanmış, birbirlerine yakın durmuş tartışıyor. Ne söylediklerini işitemiyorum. Yalnızca sırtlarını görebiliyorum.
[Büyülü Fener, Ingmar Bergman]
Gürültüden ve birdenbire, beklenmeden olan şeylerden hiç hoşlanmam.
[Yaban Çilekleri, Ingmar Bergman]
Korku içindeyken, bir görüntü yaratırız, sonra Tanrı deriz o görüntüye.
[Yedinci Mühür, Ingmar Bergman]
Benim bütün filmlerim birer rüyadır. Ben çok küçük yaştayken mutluydum, çünkü rüyalarda yaşıyordum.
[Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]
İnsanların kitap okumaması çok ciddi problem! Bu cennetin başka bir sorunu bu: Çoğu insan zihinsel olarak yeterli uyarımdan yoksun. Bugün altı saatlik mesai uygulamasına geçilse, devlet açısından çok büyük sorunlar doğacaktır. Onlara bu boş zamanı tanımakla ne vermiş olacaksınız?
Bizim gibi aşırı derecede maddeci bir ülkede çocukları çizgi filmler ve sansasyonel dergiler yerine kitaplar okutarak eğitmenin yollarını bulmak gerekir.
Üstelik bu çok zor bir iş. Örneğin, benim 12 yaşında bir oğlum var. Çok zeki ve hayata dair her şeye karşı oldukça meraklı, fakat kesinlikle kitap okumuyor. Kesinlikle. Donald Duck’ı, canavarlı çizgi romanları okuyor, fakat kitap okumaya karşı hiç bir ilgisi yok.
İnsanların kitap okumaması çok ciddi problemlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kelimelerin bilinçli iletişimin en temel aracı olduğu yerde, kelimesi olmayan insanlar ne yapabilir? Beyinlerinin ihtiyaç duyduğu itici gücü nereden bulurlar?
Bu yetersiz uyarım sorunu olduğu kadar duygusal bir sorundur aynı zamanda. O insanların duyguları var fakat onları ifade edecek kelimeleri yok.
Karmaşık bir deneyimi ifade etmek için kelimeleri yan yana getirebilme eksikleri var. Dolayısıyla, hayatlarının bir boyutunu kaybederek müthiş bir memnuniyetsizlik sorunu yaşıyorlar.
Eğer siz onlara “Siz duygularınızı ifade edecek kelimelere sahip olmadığınız için memnuniyetsiz ve mutsuz insanlarsınız,” derseniz, onlar da sizin kafayı yediğinizi düşünecektir.
Ingmar Bergman New York Times Magazine 1975
Filmlerimdeki ritim masa başında senaryodan doğar, kamera karşısında da yaşamaya başlar. Her tür doğaçlama bana yabancıdır. Eğer çabuk karar vermeye zorlanırsam ter içinde kalır ve korkudan kaskatı kesilirim. Film çekimi benim için ayrıntılı planlanmış bir yanılsamadır; yaşadıkça bana daha da aldatıcı görünen bir gerçeğin yanılsaması. Film, belge olduğu zamanın dışında bir düştür. Bundan dolayı Tarkovsky sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. O, düşsel mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki! Düşlerini bütün iletişim araçlarının en zoru, ama bir anlamda en isteklisi aracılığıyla görünür kılabilen bir gözlemcidir. Ben, bütün hayatım boyunca onun büyük bir doğallıkla dolaştığı kapıları yumrukladım durdum. Ama bu kapılardan içeri ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildim…
Eskiden çocuklar suçlu bir vicdana sahip olarak yetiştirilirdi. Ben de öyle yetiştirildim. Ne var ki bir gün bu yükü daha fazla taşıyamayacağıma karar verdim ve suçluluk duymaktan vazgeçtim.
Ben bir sahne gördügümde, çok sık bir şekilde gözlerimi yaklaştırıp dinlerim onu, çünkü o sahne iyi ses veriyorsa, aynı zamanda iyi görünüyor demektir.
Persona, yaratıcısını kurtaran bir yaratıdır. İki kez zatüre ve antibiyotik zehirlenmesinden mustarip bir hastaydım. Kelimenin tam anlamıyla üç ay boyunca dengemi kaybettim… Hastanedeki yatağımda oturup tam önümdeki kara bir lekeye baktığımı hatırlıyorum çünkü kafamı oynatsam bütün oda dönmeye başlıyordu. Artık hiçbir şey yaratamayacağımı düşündüm. Bomboştum, neredeyse ölüydüm… Bir gün birden, iki kadının yan yana oturup ellerini karşılaştırdıklarını düşünmeye başladım. Bu tek sahneyi muazzam bir güç sarfederek not edebildim. Sonra, birinin konuştuğu ötekinin sustuğu iki kadın hakkında çok küçük bir film yapabilsem -belki 16 mm- benim için o kadar zor olmayacağını düşündüm. Her gün biraz biraz yazdım. Öyle hastaydım ki uzun metrajlı bir film yapmak henüz aklımdan geçmiyordu. Ama kendimi buna alıştırdım. her sabah onda, yataktan kalkıp masaya geçtim, oturdum, bazen yazdım, bazen yazamadım. Hastaneden çıktıktan sonra, deniz kıyısına gittim. Hâlâ hasta olduğum halde senaryoyu bitirebildim ve planı gerçekleştirmeye karar verdik. Yapımcı çok anlayışlıydı. Sürdürmemi, pahalı bir proje olmadığı için kötü olsa bile her an bırakabileceğimizi söyleyip durdu. Temmuzun ortasında filmi çekmeye başladım. Hâlâ hastaydım, ayağa kalktığımda başım dönüyordu (…) bir gerçeklik krizi beni düşüncemi açıklamaya yöneltti. Gerçek nedir ve kişi ne zaman gerçeği söylemelidir? Cevabı o denli güç geldi ki sonunda gerçekliğin tek biçiminin sessizlik olduğunu düşündüm. Sonunda, bir adım daha ileri giderek, bunun da bir rol, bir cins maske olduğunu keşfettim. İhtiyaç duyulan şey bir adım ötesini bulmaktır.
Yetiştirilmemizde çoğunlukla suç, itiraf, ceza, bağışlanma, lütuf gibi kavramlar; çocuk, anne-baba ve tanrı arasındaki ilişkilerdeki somut unsurlar temel alınmıştı. Bunların tümünde kabul ettiğimiz ve anladığımızı sandığımız doğal bir mantık hüküm sürerdi. Nazizmin tuzağına bu kadar kolay düşmemizde bu gerçeğin etkisi olabilir. Özgürlük sözcüğünü hiç duymamıştık, hele özgürlüğün tadının nasıl olduğunu hiç bilmiyorduk. Hiyerarşik bir sistemde tüm kapılar kapalıdır. Cezalandırılma doğaldı, hiçbir zaman sorgulanmadı. Çabuk ve basit olabilirlerdi, yüze bir tokat, kıça bir şaplak gibi ama aşırı karmaşık ve kuşaklar boyu incelmiş cezalar da vardı.
Ernst lngmar (kendisi) sık sık ve kolayca yaptığı gibi altını ıslattığında günün geri kalan kısmını dize kadar inen kırmızı bir eteklikle geçirmek zorundaydı. Bu zararsız ve gülünç kabul edilen bir cezaydı. Önemli suçlar, suçun ortaya çıkmasıyla başlayarak örnek cezalar oluştururdu. İlk elde suçlu suçunu itiraf ederdi, yani hizmetçilerin, annemin ya da çeşitli nedenlerden dolayı papaz evinde kalan kadınlardan birinin önüne çıkıp anlatırdı. İtiraf etmenin anında doğurduğu sonuç, toplumdan dışlanmaktı. Hiç kimse suçluyla konuşmaz, onu yanıtlamazdı. Anlayabildiğim kadarıyla bunun amacı suçlunun cezalandırılmaya ve bağışlanmaya özlem duymasını sağlamaktı. Öğle yemeği yenip kahveler içildikten sonra taraflar babamın odasına çağrılır, sorgulama ve itiraflar yinelenirdi. Bundan sonra halı dövme sopası getirilir, kaç sopaya hak kazandığını suçlunun kendisi belirlerdi. Ceza tespitinden sonra sıkı doldurulmuş yeşil bir yastık getirilir, pantolonlar ve donlar aşağıya indirilir, yastığın üzerine yüzükoyun yatırılırdık; birisi boynumuzu sıkıca tutar ve dayak faslı başlardı. Bu cezanın fazla can acıtıcı olduğunu iddia edemem. Asıl acıtıcı olan dayak töreni ve aşağılanmaydı. Cezanın en kötüsünü ağabeyim alırdı. Annem çoğu kez onun yatağının kenarına oturur, halı dövme sopasının zedelediği ve yer yer kanlı kabarcıklar oluşturduğu sırtına pansuman yapardı. Ağabeyimden nefret ettiğim, birdenbire patlayan öfkelerinden korktuğum için, onun böylesine şiddetli cezalandırılmasını görmekten pek hoşnut olurdum. Dayak faslı bittikten sonra babamın elini öpmek gerekirdi ve böylece bağışlanma ilan edilir, suç yükü hafifler, bunu ferahlama ve dua izlerdi. Elbette yemek yemeden ve gece okumalarını yapmadan yatmak zorundaydık, gene de önemli ölçüde rahat bir soluk alınırdı.
Büyülü Fener Afa Yayıncılık, 1990, s.12-13
Yedinci Mühür (The Seventh Seal) / 16 Şubat 1957: “İnanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağır, karanlıktan sıyrılıp hiç gelmeyen birini sevmek gibi.”
Yaban Çilekleri (Wild Strawberries) / 26 Aralık 1957: “İnsanlarla olan ilişkimiz, temelde en yakınlarımızın karakter ve davranışlarını tartışıp değerlendirmekten ibarettir. Bu durum, benim, sosyal hayat denen şeyle arama gönüllü bir mesafe koymama yol açtı.”
Persona (Persona) / 18 Ekim 1966: “Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”
Kış Işığı (Winter Light) / 11 Şubat 1963: “Bu kadar karmaşık bir şekilde konuştuğum için beni affet, ama bunlar aniden vurdu beni. Tanrı yoksa bu bir fark yaratır mı? Hayat anlaşılır olurdu. Ne rahatlama. Ama ölüm de hayatın kaybolması demek olurdu. Vücudun ve ruhun çözülmesi. Acımasızlık, yalnızlık ve korku… Hepsi doğrudan ve şeffaf olurdu. Acı çekmek anlaşılmazdır, bu yüzden açıklanması gerekmez. Yaratıcı yok. Hayatı devam ettiren yok. Bir tasarım yok… Tanrım… Neden beni bıraktın?”
Bir Evlilikten Manzaralar (Scenes from a Marriage) 11 Nisan 1973: “Bayağı gelse de bir şey söyleyeceğim. Biz duygusal açıdan çok cahiliz. Bize anatomi, Pretoria’daki tarım, hipotenüsün karesinin dik kenarların karelerinin toplamına eşit olduğu gibi her tür haltı öğrettiler. Ama insan ruhuna ilişkin tek bir şey öğrenmedik. Kendimiz ve başkaları hakkında kara cahiliz.”
Aynanın İçinden (Through a Glass Darkly) 16 Ekim 1961: “Görüyorsun Karin, insan büyülü bir çember çiziyor çevresine ve kendi gizli oyunlarına uymayan her şeyi bu çemberin dışında bırakıyor. Yaşam bu çemberi aştığı zaman, oyunlar küçük, karanlık ve gülünç oluyor. O zaman kişi yeni çemberler çiziyor kendine ve yeni bir sığınak kuruyor.”
Utanç (Shame) 29 Eylül 1968: “Bazen her şey tıpkı bir rüya gibi geliyor. Benim gördüğüm bir rüya değil, rol almak zorunda olduğum, bir başkasının rüyası… Peki bizi rüyasında gören kişi uyandığında ve “utanç“ duyduğunda ne olacak?”
Fanny ve Alexander (Fanny and Alexander) 17 Aralık 1982: “Dünya bir hırsızlar sığınağı ve gece indi inecek. Şeytan zincirlerini kırıyor ve kuduz bir köpek gibi dünyayı dolaşıyor. Zehirlenme hepimizi etkiliyor. Kimse bundan kaçamıyor. Öyleyse hazır mutlu olma şansımız varken, mutlu olalım.”
Saraband (Saraband) 10 Temmuz 2004: “Bugünlerde ölüm üzerine çok düşünüyorum. Bir sabah ormanın içinden nehire doğru yürüyorum. Durgun, sisli bir sonbahar günü. Kesin bir sessizlik. Ve sonra kapıda birisini görüyorum. Bana doğru yürüyor. Kot bir etek, mavi bir ceket giyiyor. Yalınayak ve bana doğru yürüyor. Anna, kapıdan bana doğru yürüyor. Ve ben öldüğümü farkediyorum. Ardından garip bir şey oluyor. “Bu kadar basit miydi?“ diye düşüyorum. Hayatlarımızı ölümü düşünerek harcıyoruz.”
Güz Sonatı (Autumn Sonata) Ekim 1978: “Hiç olgunlaşamadım. Yüzüm ve vücudum yaşlandı. Anılar ve tecrübeler edindim ama içimde henüz doğmamıştım bile.”
Persona 1966: “Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”
Çürüklük’teki tekkeye gittik. Tekkenin bütün dervişleri orda toplanıyorlardı. Niçin? Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ilk kez İstanbul’a gelecek olan Gazi Paşa ordusunu karşılayacaklar. Dervişler, bir sonra tekkelerini başlarına yıkacak olan adamın ordusunu karşılamaya gidiyorlar. (84)
Yoksullar yaşamları boyunca yalnız bikez kolaylık görürler, o da öldükten sonra; cenazeleri hemen kalkar, çabucak. O gün öyle geçti. (98)
Kırçıl sakalıyla ellisini aşkın gibiydi. O zaman annem yirmi yaşındaydı. Bikaç kez babama annem için, “Kızınız mı?” diye sormuşlardı Annem kocası için kendisine “Babanız mı?” diye sorulmasından hiç hoşlanmıyor, onun için de babamın kırçıl sakalını kestirmesini istiyordu.
Sürekli yaşlı görünmeye çalışan babam, ben de iki kez baba olduktan sonra bigün bana şöyle demişti:
-Annenle evlendiğim zaman çocuğum olursa büyüdüğünü göremem, diyordum Otuziki yaşımdayken sen doğdun. Senin delikanlılığını göreceğim umudum yoktu. Ama şimdi torunlarımı bile gördüm. (144)
Karaköy’e geldik. Peki şimdi ne olacak? O zaman hem Galata Köprüsü’nden. hem Unkapanı Köprüsü’nden parayla geçilirdi. Köprünün iki başındaki iki geçesinde, gri önlükla, boyunlarında sarı madenden bir kutu asılı bulunan köprü memurları dikili durur, para almadan kimseyi köprüden geçirmezlerdi. Parasız geçmek isteyenlerin yakalarına yapışır, ite kaka sürükleyerek köprüden çıkanırlardı. Aman bu adamlar ne de ödevsever kişilerdi. Yalvarmak yakarmak taş yüreklerini yumuşatmazdı. Köprü parası diye ayrı bir para vardı, yirmi paralık. Daha doğrusu, “jeton” kelimesi daha dilimize girmediğinden yerine kelimemiz de olmadığından, köprü geçme jetonuna köprü parası denilirdi, yirmi para değerinde, heryerde geçerdi. Parası olmayanlar hızla koşarak köprücülerden kaçıp kurtulmak istese bu köprücülerden ikisi-üçü birden arkasından koşar, bazen köprünün ta öbür başında yakalar, adamı köprünün o başından bu basına geri getirip köprüden dışarı atarlardı. (175)
Anılarım Üstüne
O zaman “hükümet mektebi” denilen ilkokula girmek, öğrenci olmak, benim yaşamımda çok önemli bir dönemdir.
Devrim bütünüyle yüzeyde kalmış, halkçı bir tutum göstermemiş, kökel yöntemleri uygulayamamış olduğu halde, yine de biçimsel olarak gereksiz aşırılıklar da göstermiştir. Örneğin o zamana dek ilkokullar ünlü tarihi kişilerin adlarıyla adlandırılırken, Cumhuriyet bir tarihten kopuş sanılarak, okulların adları kaldırılmış, bütün ilkokullar sayılanmıştır. Istanbul’un her okulu bir sayı almıştır. Bu arada Kanuni Sultan Süleyman İlkokulu da, “İstanbul Yedinci İlkokulu” olmuştur. Ben Yedinci İlkokul’un üçüncü sınıf öğrencisiyim.
Anılarımın ilk bölümünü burda bitirirken, biraz açıklamada bulunmak istiyorum. Anılarımı yazarken, okurlarımı ilgilendirmeyen çok gereksiz ayrıntılara mi indim, diye çok düşündüm. Doğrusu, benim ve benim kuşağımdan olan sanatçıların, kamuyu ilgilendirecek ilginç anıları, anlatılmaya değer yaşamları yok. Oysa bizden önceki kuşaktan hemen bütün yazarlara bakınız, hepsi de Cumhuriyet’in kuruluşunda da, ondan sonra da önemli yerler almışlar, değerlenmişlerdir. Onlar devlet otoritesinden otoritelenmişler, ünlenmişlerdir. Atatürk’ün sofrasında, yakınında bulunmuşlardır. Onların ünü, açıkça söylemeliyiz ki, kendi gerçek değerlerinden çok, bulaşmış oldukları iktidarın otoritesinden gelmiştir. Değerlerini topluma benimsetmek, sanat güçlerini, kişiliklerini kamuya onaylatmak için ayrı bir çabaları, savaşları olmamıştır, hiç değilse bizim gibi olmamıştır.
Biz iktidara karşı, iktidarın karşısında, kişiliğimizi zorla, söke söke soke kazandık. Bunu ne bizden önceki kuşak için bir yergi, ne de kendi kuşağımın sanatçıları için bir övgü olarak söylüyorum, bir gerçek, bir olgu olduğu için bu sonuna değiniyorum.
İktidarlar halkçı, halktan yana oldukça, butun ilerici sanatçılar da iktidarla bir oranda birlik olurlar. Cumhuriyet’in kuruluşunda, ulasal kurtuluş savaşını kazanmış kadar halkçı görünüşteydi. Onun için de sanatçıların, edebiyatçıların desteğini kazanmıştı. Ama sonradan, iktidar halkçılıktan uzaklaştıkça, daha ileriye gideceğine, terse gittikçe, iktidar nimetleriyle beslenmeye alışmış bu eski edebiyatçılar, sanatçılar tutumlarını değiştirmek gereğini duymadılar. Oysa kuşakdaşlarımız olan olumlu değerli, ilerici, toplumcu butun yazarlar iktidarın karşısındadır, bu durum, sanatçının eksikliği değil, iktidarın halktan uzaklaşmasından, dahası halkı kandırarak halka karşı olmasındandır. Atatürk’ün ve onun yoluyla iktidarın yanına, odasına, sofrasına girmek, okul kitaplarına, okuma kitaplarına girmek demektir. Ünlenmek demektir, devlet büyükleriyle gazetelerde sık sık resimlerinin çıkması demektir.
Oysa benim kuşağımın yazarları, ölmeden okul kitaplarına, okuma kitaplarına giremezler. Hele benim gibilerinin, sağlıklarıda, iktidar elinde bulunan tiyatro, radyo, televizyon gibi kurumlara eserleriyle girmeleri çok zordur, öldükten sonra bile adlarının, bu türlü iktidarlar zamanında, okul kitaplarına girmesi olanaksızdır.
Onların kitapları devletçe basırılır. Bizim kitaplarımız devletçe toplatılır, yasaklanır.
Onların bastırdıkları kitaplar, devlet bütçesinden verilen paralarla kitaplıklara dağılır. Bizim kitaplarımızın kitaplıklara girmesi buyrukla yasaklanır.
Onlar, devlet büyüklerinin yanında dış gezilere çıkarlar. Bizeyse, orospulara, kaçakçılara, arsızlara bile verilen pasaport çok görülür.
Bunlar yakınma değil, bunlar gerçek. Böyle de olması gerekir, normaldir. Bu bizim suçumuz değil, halktan ayrılmış, kopmuş iktidarlar böyle yaparlar.
Bu dediklerimi kanıtlayacak pekçok örnek gösterebilirim. Bu örneklerden sonuncusunu, bu kitabın üçüncü basımına koymak istiyorum.
TRT’den bir görevli bigün evime geldi. Pazar günlerinin bir sönük programını canlandırmak istediklerini söyledi. Bu program için benden bir dizi oyun istedi. Bu görevliye teşekkür ettim. Yazamayacağımı söyledim. Radyonun kapıları, bana ve daha biriki yazara kapalıdır. Yazacağım radyo oyununu oynatmayacaklarını, geri çevireceklerini biliyordum. Ama o görevli, büyük bir iyi niyetle çok üsteleyince, ben de ilgisiz kalamadım. “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” adlı radyo oyununu yazdım. Oniki hafta süren bu oyun, yurdumuzun bütün radyo istasyonlarında ayrı ayrı yayımlandı. Bu oyun öyle büyük ilgi topladı ki, TRT bana ikinci bir radyo oyunu daha ısmarladı. “Kiracıya Maşallah” adlı ikinci radyo oyununu yazdım. Bu oyun oniki haftalık bir diziydi. Ankara Radyosu’nda oyun beşinci hafta yayımlanmıştı ki, o sırada üç kuvvet komutanı 12 Mart Uyarısı’nı yayımladı. Sanki bu 12 Mart Uyarısı, benim “Kiracıya Maşallah” adlı radyo oyunum için verilmiş gibi, oyunun radyoda yayınını beşinci haftadan sonra birdenbire kestiler. Neden? Nedeni yok…
Bir yetkili, daha doğrusu yetkili olduğunu sanan biri,
Bu oyunu, yazarının adını radyoda söylemeden oynatınız! diye buyurmuştur.
Niçin? Oyunda suç mu var?
Hayır, ama öyle olacak….
İşte benim radyoya girmemle çıkmam budur. Bu olayı, başımıza gelmiş bu türlü pekçok olaydan son bir örnek diye anlattım.
Bizden önceki kuşaktan olan bütün şairleri, yazarları, hikâyecileri, romancıları bir bir düşününüz. Bunların hepsi de büyükelçilikler, zengin şirketlerin, devlet kurumlarının, resmi yerlerin yönetim kurullarında üyelikler, milletvekillikleri yapmışlar ve biçoğu da örtülü ödenek bulaşığından beslenmişlerdir. Niçin? Türk politikasına, Türk ekonomisine çok mu değer kazandırdıklarından? Hayır, kalemlerine bağış olarak…
Onun için bizden önceki kuşak yazarlarının anıları gerçekten önemli, ilginç ve değerlidir. Onlar ağızlarını açtılar mı Atatürk’le, İnönü’yle söze başlarlar, “Atatürk bir gün demişti ki…”
Bizim anılarımızın okurlar için gerçekten önemi yoktur. Yaşamımız geçim sıkıntıları içinde, cezaevlerinde, sürgünlerde, mahkemelerde, adliye koridorlarında, sorgularda, kovuşturmalarda, polis kafasıyla boğuşmakla geçti. Bunun anlatılacak, okurları ilgilendirecek nesi var? Bizim yaşamımız, herhangibir yaşam… Ama biz bu zor yaşamdan ancak şeref duyarız. Acaba iktidarlar da yaptıklarından şeref duyacaklar mı? (179-181)
Niçin Yazdım
Bir degeri olduğu için yazmadım bu anıları. Anılarımı yazmamın iki ereği var. Birincisi, anlattığım yaşamımın çevresinde o zamanki Türk toplumunun bir kesitini sunmak istedim. Bu anlar bibakıma yetiştiğim çağda Türk toplumunun toplumsal topografyasından bir parçadır. Yaşıtlarımın, benden az büyük, az küçük olanların yaşamlarıyla benimkiler arasında ortaklaşa yanlar, benzerlikler çoktur. Çoğumuz, buna benzer dar geçitlerden geçip bugüne geldik.
Çocuklarımla çocuklarımın yaşıtları olanlar bilsinler ki, pekçoğunun anababası, benimkine çok benzer serüvenlerin ürünüdür. Ne var ki, pekçokları geçmiş günlerin acılarından, yoksulluklarından utanırlar, bunları bir eksiklik, bir ayıp gibi çocuklarından saklarlar. Bir sınıf arkadaşım vardır, şimdi milyonerdir. Annesi Eyüp’te çamaşırcılık ederek, babası dar gelirli çalışmasıyla onu yetiştirdi. Ama o şimdi, milyoner olduktan sonra, geçmişinden duyduğu utançla, aşağılık duygusuyla, çok zengin bir aile çocuğu, dedesinin de bir Osmanlı paşası olduğu yalanını söylüyor çocuklarına.
Biçok anababa, benim anılarımda kendi anılarını bulacaklardır.
Benim yaşıtlarımla anababaları arasında yüzyıl, iki yüzyıl vardır. Sanırım babamla benim aramda enaz üç yüzyıllık bir zaman boşluğu vardı. Biz bir kopuşun çocuklarıyız. Anılarımda işte bunları anlatmak istedim: Biz nerden gelmiştik?
Anılarımı anlatmaktan ikinci amacım da şu: Böyle gelmiş, böyle gidecek değil, böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek, gidemez.
Böyle Gelmiş Böyle Gitmez
“Böyle gelmiş böyle gider” demekten çıkarı olan bütün sömürücüler, bütün çıkarcılar, bütün aldatıcılar, ve aldatılanlar şunu iyi bilsinler ki: Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek! Çocuklarımız, bütün bu çektiklerimizi çekmeyecekler. Biz yoğun bir bataklık çamuru içinde sürünerek kendimizi kurtarıp şimdi olduğumuz bu yere geldik.
Aynı yoldan geçip kendilerine iyi bir yaşama düzeni kurmuş olanlardan kimisi şöyle der: “İnsanın kendisinde yetenek olduktan, çalıştıktan sonra başarmamak olanaksızdır.”
Yalandır bu sözler. Geçip kurtulduğumuz o yoğun bataklığa gömülüp boğulanlar ne oldu? Bizim kurtuluşumuz bir iyi tesadüftür.
Söyleşi
Dost okurlarım! İşte benim on yaşıma dek olan yaşamımı, anılarımı öğrendiniz. Bu yollardan geçip gelen benim gibi birisi için, önüne açılan iki yol vardır: Ya sınıf değiştirecek, ya bir üst sınıfa geçecek, üst sınıfın nimetleri, rahatı içinde kendinden memnun olacak, uyuşacak; yada çektiği acıları kendisinden sonrakilerin çekmemesi için savaşacak, yani toplumcu olacak. Benim toplumcu, solcu oluşumun nedeni işte budur, toplumculuğum, yaşamımın bir sonucudur. İnanıyorum ki, Türk halkı ancak ve ancak toplumculukla kalkınır. İnanıyorum ki, ancak toplumculukla çocuklarımız bizim çektiklerimizi, bizim acılarımızı çekmez.
Bu anılarımdan neden benim mizahçı olduğumu anlamışsınızdır. 1953’te yayımladığım Geriye Kalan adlı kitabımın önsözünden şu satırları buraya aktarıyorum:
Onbeş yıl oluyor, Babiali’ye aşk şiirleriyle girdim, yokuşun alt başından ellerim kelepçeli çıktım.. Bir küçük, bir güdük kalem ki, şeflerin, diktatörlerin, yardakçıların, bütün bu kör nişancıların hıncına, gayzına, gazabına hedef oldu.
Simdi dönüp geriye bakıyorum. Bir yaz güneşi altında, yedi rengin bütün çekiciliğiyle boncuk boncuk ışıldayan eşekarıları kümesine parmağını sokup oynamak isteyen bir yaramaz çocuğun akıbetine uğramışım. Bütün suçum, kendilerini arbeyi sanan eşekarılarını tedirgin etmiş olmamdır.
Sevgili okurlarım. İşte o kavgadan “Geriye Kalan”, gözyaşlarımdan süzdüğüm şu bikaç avuç kahkahadır.
Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek, böyle gidemez, böyle götürmeyeceğiz. (183-184)
Aziz Nesin Böyle Gelmiş Böyle Gitmez Nesin Yayınevi
Müslüman cenazesinin bütün gideri, ölenin kendi el emeğinden kazandığı parayla yapılacak. Kefen bezini önceden hazırlayacak Müslüman. Cesedinin yıkanması için gereken sabunu, lifi de önceden biyana koyacak.
Annem de öyle yapmış. Kefen bezi, sabun, lif, pamuk, hepsi sandığındaymış. Babam söylüyor bunları. Annem bişey daha söylüyor babama ki, annemin bu sozleri babamı tüm yıktı. Diyor ki annem: – Cenazemin kendi paramla kaldırılmasını istiyorum. Benim el emeğimle alınmış bu evde yalnız bir dikiş makinesi var. O dikiş makinesini sana satıyorum. Onun parasıyla benim cenazemi kaldırt.
Babamın üzüntüsünün sonu yoktur. Babamın herşeyi, nesi varsa, hepsi annemin… Dahası, babamın hayalleri bile annemindir. Öyleyken o neden böyle yapıyor? Annem ne yapsın? Ona göre Müslümanlık böyledir. Tek malı olan dikiş makinesini babama satmış olacak, parasıyla da cenazesi kaldırılacak.
Bu dikiş makinesini anneme evlenirken, evlatlık olarak evlerinde bulunduğu Salim Bey’le eşi Süreyya Hanım çeyiz olarak vermişlerdir, yani annemin elinin emeğinin, alnının terinin, göz nurunun hakkıdır. Ben üç yaşındayken Yeniçeşme yangınında evimiz yanarken, annem iki çocuğunu, kadife kese içindeki Kuran’ı, kardeşimin oturağını, bir de işte bu dikiş makinesini kurtarabilmiştir yangından.
Babam yine de üzülüyor annemin sözlerine. Ama annemin yaptığı, karıkoca arasında bir pazarlık, bir alışveriş değildir ki… Babam derin üzüntüsünü dışa vuramıyor.
Evimizin önündeki çardak asmanın salkım salkım sarkan üzümleri kararmaya başlamıştır, üzümler iyice olgunlaşıyor. Salkımlarda çatlamış üzüm taneleri bile var. Acaba bir salkım üzüm istesem, asmadan koparıp da verirler mi? Yoksa, “Daha iyice olmadı, olgunlaşsın da sonra…” mı derler?
Gözlerim salkımlarda… Ama bitürlü isteyemiyorum. Üzümler morarıyor, koyulaşıyor gittikçe…
Taş Dolusu Kan
Oturuyorduk. Daha sabahtı. Annem öksürdü. Herzaman kesik kesik öksürürdü. Ama bu kez öksürüğü hiç dinmiyordu. Öksürürken birden ağzından kan boşandı, bir kan, bir kan… Konuşamıyor ama, babama eliyle beni dışarı çıkarmalarını işaret ediyor. Kendini o halde görmemi, korkmamı, üzülmemi istemiyor. Benimle
kim uğraşacak? Odadan çıkmıyorum. Kardeşim bir tas getiriyor. Tas kanla doluyor. Kardeşim küçük leğeni getiriyor. Beni dışarı çıkarıyorlar.
Üzümler kararmış… Önünden geçtiğim küçük Rum evinin perdesi açık pen- ceresinden duvardaki Meryem Ana önünde yanan kandile bakıyorum. Dönüp dolaşıyorum çamların arasında kendi yalnızlığımla; beni bütün yaşamımda hiç yalnız, hiç tekbaşıma bırakmayacak olan en iyi dostum yalnızlığımla, bana kendi kendime yetmeyi öğreten yalnızlığımla; bana direnmenin, dayanmanın dersini veren yalnızlığımla; beni bibaşımayken de kalabalık eden yalnızlığımla, her bırakılmışlığımda, her yıkılmışlığımda elimden tutan yalnızlığımla… Ne şaşılası şey, ağlamıyorum da, bir damla yaş yok gözümde, kaskatı, üstelik de rahatım…
Dönüp geliyorum bir zaman sonra eve. Evde bir kalabalık, biçok kadın… Beni odaya, annemin yanına sokmuyorlar. Öğlen oluyor. Komşu kadınlar çekilip gidiyorlar evlerine. Babamla kardeşim kalıyor annemin yanında. Ben de annemin yanına gitmek istiyorum ama, bitürlü giremiyorum nedense içeri…
Gözlerim Açık Ölmüyorum!
İçerde konuşulanları duyabilmek için kulağımı kapıya, anahtar deliğine dayadım. Bütün ayrıntılarıyla annemin bir sözü kulağımda. Annem babama diyor ki: – Oğlum yatılı okulda okuyor ya, onun için gözlerim açık ölmüyorum.
Oysa ben okuldan kaçmıştım, bidaha da okula dönme olanağım yoktu. O denli çok zaman geçmişti ki, dönsem bile artık beni okula bidaha almazlardı. Benim okul kaçkını olduğumu ne annem ne babam biliyordu. Annemi ölüm döşeğinde kandırmıştım; bu bana çok ağır geldi.
Okuyabilmek, okula gidebilmek için çırpınmamın tek ve baş nedeni, işte kapı arkasından duyduğum, annemin bu son sözleridir. Kendimi anneme borçlu, sorumlu, yükümlü buluyordum. Ne yapıp edip okumalıydım. Annem o sözleri söylemeseydi, ben de o söylerken duymasaydım, bidaha hiç okula gidemezdim, okuyamazdım. Bu sözler bende bir kamçı vuruşu etkisi yaptı..
Aylarca, yıllarca annemin sözleri kulağımda çınladı: “Oğlum yatılı okulda okuyor ya, onun için gözlerim açık ölmüyorum.”
Son Görüşüm
Annem çağırmış olacak beni yanına. Yine komşu kadınlar gelmişti. Ama onlar da dışarda taşlıkta duruyorlardı. Annemin yanında yalnız babam vardı.
Odaya girdim. Oda kapısından girince sağda, çardak yanındaki duvarda iki pencere, solda taraçaya açılan pencere. Kapının bitişiğindeki duvar dibindeki sedir üstündeki yatakta annem yatıyor hiç kıpırdamadan… Başı taraça yanında, yani asma çardağına doğru dönük yüzü. Ama bu pencerenin patiska perdesi inik. Ikindiye doğru odanın içi eylül gölgesiyle loş.
Annemin yüzü rahat. Gözleriyle bana gülümsüyor. Babam başında. Bir suskunluk içinde duruyor sessiz… Zaman geçiyor, sanki on yıl, yüz yıl geçiyor. Annem bişeyler söylemek istiyor ama konuşamıyor gittikçe, heceleri büyüyüp ağzına sığamaz oluyor. İstemi elinden uçup gitmekte, diline egemen olamıyor. Bişey, bişey daha söylemek istiyor. Babam Kuran okuyor.
Artık hiç konuşamıyor annem. Gözlerini de çeviremiyor, döndüremiyor, bakışları donuk… Gözleri tavana çakılı kalıyor. Solumak için zorluk çekiyor. Beni yine dışarı çıkarıyorlar.
Bu, annemi son görüşümdür. Ama sesi hep kulağımda: “Gözlerim açık ölmeyeceğim…” Kendimi suçlu buluyorum.
Akşam oluyor. Evimize giren çıkan çok… Hava kararıyor. Annem daha ölmemiştir.
Bana, Neriman Hanım Teyze’nin evine gitmemi, geceyi orda geçirmemi söylüyorlar.
Neriman Hanım, adada, bundan önceki evimizin bitişiğinde oturan, benim Darüşşafaka’ya giriş evrakımı bana getiren itfaiyecinin karısıdır.
Öyle bir durum ki, o anda ne istersem kesinlikle yapılacaktır. Bir salkım üzüm istiyorum. Babam çardağa uzanıyor, asmadan koca bir salkım koparıp veriyor. (324-326)
Vesikalık altı resim çekildi. Sokak fotografçısında çekilmiş bu altı resim gözümün önünde: Yüzden başa atılmış peçeyle siyah çarşafın küçük üçgeni arasında kalmış, annemin alnıyla çenesi bile iyice seçilemeyen, dumanlı, puslu, silik yüzü…
Resimlerle vekâletname gönderildi Ordu’ya. Annem hiçbir zaman bu vekaletnameye bir cevap alamayacaktır. Bu miras işi bir zaman evimizde konuşulacak, sonra unutulacak. Ne o tarla satılacak, ne de anneme bidaha köyünden fındık, fasulye gelecek.
Yanar dururum: Annem, bikez sinemaya gitmedi. sinema nedir, nasıldır görmedi; günahtı, saçmaydı çünkü sinema. Bikez tiyatroya gitmedi, tiyatro nasıldır görmedi, bilmedi, çünkü günahtı. Yaşadığı çağın teknik olanaklarından yararlanabildiği, yalnızca işte bu altı vesikalık fotograftı.
Benim için hazineler değerindeki o silik fotograflardan bitekini olsun elime geçirmek, annemin yüzünün 6×9’luk bir hayalini görebilmek için 1959’da Ordu’ya gittim. Perşembe ilçesini, Anaç köyünü dolaştım, ama kimselerde bulamadım o vesikalık fotografları. (217)
Bizim evimiz rahat, geniş serin bir ev… Bahçede biçok incir ağacı, dut ağacı var. Her sabah kalkınca, annem bir tepsi dolusu incir topluyor ağaçlardan, ballı balli incirler, balları akıyor. Sabahın ayazını da yemiş, buz gibi, buz… Hertürlüsü var, yazılı kavak inciri, lop incir, kara incir, Sultanselim inciri.. Sabah kahvaltımız bu incirler oluyor. Ya bahçede ağacın altına serdigimiz hasırda, ya evimizde oturuyoruz incir tepsisinin başına, bir güzel atıştırıyoruz. Tepsi tepsi dutlar, incirler…
Annem öleceğine yakın, babama vasiyet edecek: “Mezarımın başucuna incir, ayakucuma da dut ağacı dikin. Kuşlar gelip gelip yesinler.” Annem çok severdi inciri, dutu… (152)
Bisüre suskunluk olurdu odamızda. Sonra annem çok olağan bişey söylüyormuş gibi,
– Kuşlar, hele o geveze serçeler dutu, inciri çok severler. Yiyip yiyip üstümde ötüşsünler… derdi.
Babam Istanbul’dan biyerden bir dut, bir de incir fidanı getirmişti. Babamla birlikte annemin Hegbeliada mezarlığındaki mezarına gitmiştik. Ben fidanları taşımıştım, babam da kazmayla küreği… Babam usta elleriyle annemin mezarının başucuna dut, ayakucuna incir fidanı dikmişti. Mezarlık bekçisinden aldığımız tenekeyle su taşıyıp fidanları sulamıştık.
Babam sık sık mezarlığa gider, annemin mezarına diktiği o iki fidanı sulardı. Birlikte gittiğimiz de olurdu. Babam bu iki fidanı sulaması için mezarlık bekçisine para verirdi. Fidanlar yine de tutmadı. Babam ikinci kez getirdiği fidanları dikti. Onlar da o kış dondu. Annemin mezarına üçbeş kez dikmişti dutla incir fidanını Bu işlerde de çok ustaydı babam. Ama nedense tutmadı fidanlar.
Bir insan ölüp toprağa karışacak, elbet üstündeki ağaçların dallarında ötüşen kuşları duymayacak. Önemli olan bir ölünün kuş seslerini duyup duymaması değil. Biz yaşarken, daha sağlığımızda, mezarımızın üstünde ötüşecek kuşları tasarlayıp sevineceğiz ya… Güzel olan işte bu.
Ben de o son durakta, üstümdeki dut, incir, dallarında kuşlar ötüşsün isterim. Elbet duymayacağım, bilmeyeceğim, haberim olmayacak. Ama o zamanki güzelliği, cıvıltıyı şimdi tasarlayıp sevinebiliyorum; kendimden sonrasını şimdiden yaşayabiliyorum. (337-338)
***
Bir Hikâyeden
Bu olayı yıllar sonra Yedigün dergisinde (1941), daha sonra da biraz değiştirerek Aydabir dergisinde (1953) hikâye biçiminde yazacağım. O hikayeden bikaç satır işte (Hikâyenin Yedigün’deki adı “Bir Salkım Üzüm” Aydabir’deki adı “Çocukluk’tu.)
Adada zenginler oturur, ama biz de adada oturuyorduk. Küçücük, tek odalı bir evimiz vardı. (..) Evimizin önünü boydan boya örten bir asma çardağı süslerdi. Üzüm manavlardan çekilmeye başladı mı, her biri bir kilo gelen salkımlar çardağın belini büker, ben de baştan çıkarırdı. (…) Salkım salkım üzümler, yeşil bir ibrişime dizili mum alevleri gibi gelirdi bana. Manavın küfesinde, sofrada, tabakta gördüğüm üzümler, bitürlü koparamadığım asmadaki salkımların zevkini, isteğini vermezdi. (…) Ölüm güzel değildir elbet. Ama siz ölümü güzel, genç bir veremli annenin yüzünde gördünüz mü hiç? (…) Veremli, yavaş yavaş, alışa alışa hergün biraz daha ölür, günün birinde ürkmeden, korkmadan bir geziye çıkarcasına aramızdan uçup gider. Annem yirmialtısındaydı, hastaydı… Ne balıkların oynaştığı denizlerden esen ozonlu rüzgar, ne üzüm tanelerinin içinde yanan güneş, ne çam gölgelerinin dinlendiği mis kokulu kırmızı topraklar, ne de benim sevgim onu dünyaya bağlayabildi. (…) Beni annemin odasına soktular. Güzel yüzü daha da güzelleşmişti. Ancak anneler bu denli güzel olabilir. (…) Beni görünce, belli etmemeye çalıştığı, yaşamak aşkı dolu biriki damla yaş süzüldü gözlerinden. Pencereden baktım. Eteği dantelli patiska perdenin arasından salkımları gördüm. Güneş, üzümlerden şıpır şıpır damlıyor Akşama doğru annemin bakışları uzaklara, çok uzaklara, ötelere gitti. Bizden ayrı, uzak, başka biyerlerdeydi. Evde kalmamı uygun bulmadılar. Babam, bir komşu teyzeye gitmemi söylüyordu.. Başımı eğdim. Hemen üzümler aklıma geldi. (…) Her istediğimin yapılacağını o anda kestirmiştim. Bir salkım üzüm istedim. Babam asmanın kıskanç, iri damarlı yapraktan elleriyle sarıldığı büyük bir salkımı koparıp bana verdi. (…) Ta yukarılara çıktım. Hegbeli’nin en tepesine… Ay erkenden çıkmış. Çam dalları esintiyle oynaştıkça, dallardan süzülen gölgeler arasındaki ay ışıkları yerde sedef kelebekler gibi oynaşıyor. Yere sırtüstü uzandım. Salkımı aya doğru kaldırdım. Ayın ışığı salkımdan kollarıma süzülüyor. Üzümleri dudaklarımla koparıp koparıp, emerek yedim. Annem. Annem hiç aklıma gelmiyordu o sıra…
Aziz Nesin Böyle Gelmiş Böyle Gitmez Nesin Yayınevi