vazgeçmek
intihar etmektir bazen:
intihar etmekse
kabullenmektir her zaman
yazgıyı
-değiştiremediğin,
değiştirmediğin,
değiştirmek istemediğin- .
Reha Yünlüel
Şub 23
Şub 23
sana kinim vardır elbet senden başka kimim var
kimim kimsem yok değil kesilmedi zürriyetim
kesilmedi hiç nefesim koştumsa da ateşle
su olsun diye yazdım bana kimler sus desin
konuşan özneyim işte, isteyenin mezarına tüküren
kin kimi öldürürmüş belki yaşarız böylece
kahpenin dümeniyle yaşamanın seyrinde
namerde mert der miyiz ölsek onun yerine
beleş bir iş değil beni kendine düşman edişin
bu cüreti sevmişsin pahasını bilmeden
bilmemek bilmekten iyidir hani
kıymetin bilinsin diye seçtiğin
üstüme elbiseler biçtiğin kan ve terden
uymadı üzerime söküldü teyellerim
beni gördüğün kadardı gözlerin
gördüğün kadar değil dünya ve içindekiler
bu faslı ağırdan geçelim
sana ne verebilirim kinimden başka
ey kendini ele verdikçe acıkan yenilgi
ey doğruluğun eksik cümlesi
ey cümbür ey cemaat ey bir hatip cümlesinde
körler sağırlar meclisinde cümlenize ey
ey demeyi kes nereye gitsen bu belâya musallat
o korkunç pençesinde açlığın
harcı âlem bıraktığın kalbini merak edersen
götürüp Londra’nın ortasına bıraktım
ne bülbül ne çocukluk ne keder.
Zeynep Elif Arkan
Şub 23
sen hatırlamazsın bile ben unutmam sonra
konuştukça ruhuma insan bana dokunma
dokunur gibi yan koltuktan dirseğe
otobüste basamakta otomatik kapı önünde
camı kırınız kırılsın acil durumlarda kalpler bir olsun
göz görmeyince katlanırmış gönül görünce
tüm ikiler bir olsun tüm kalpler kör
bi parkın banklarında güneş çarptığında
kuşsuz sabahsız Bakırköy meydanında
anlamazdan gelir gibi önümden geçer gibi
geçip giden bitmeyen her allahın gününde
nerden doğarsa doğsun bu güneş
gidilen çeşmelerde daha çok susadıkça
şeytan azapta gerek sen böyle omuz yaptıkça
ağzımdan lafı aldıkça bal
aksın aramızdan akışsız bir ırmak
beni bırak git sakın sen yalnız kalma
dost kalalım mı düşman olalım mı bırak dokunma
sen böyle konuştukça
ruhuma
görüşmek üzer…
Zeynep Elif Arkan
Şub 23
Ey sonbahar! ey düşsel yolculuk! seni
Dolaştım yaz sıcaklarında, bekledim
Duydum ki benim değildi artık, doğanın
Kalbiydi uçurumlar toplamı kalbim.
De bana, anlat bana, öyleyse neden hatırlıyorum onu
O fırtına kuşunu gölgesini yere düşüren
Gittiydi geldiği yere, uzaklığına
Döner mi bir daha dönmez mi bilmem
Yüklenip yittiydi gözden onca çırpınışları
Ne sevinç bıraktıydı içimde, ne keder, ne acı
Bir sen kalmıştın sen, ey sonbahar ilimi, dörtnala gelen
Bir atın kalkışı gibi kalkıp da gözlerimden.
Parlar ki şimdi arasıra geceleri
Diplerde, derinlerde, yalnızlığımda
Ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk
O nedensiz mutluluk, olsa da olur olmasa da.
Edip Cansever
Şub 23
Bir gülün rengine katıp ömrümün tüm ayazlarını
Dudağımda senden kalma yarım ıslık
Kolaysa yağmasın bu gece yağmur, düşlerken seni
Kolaysa silmesin gece yüzümün çizgilerini
Bütün oyuncaklarımı topluyorum, gülüşler silik
Eksiltiyorum biriktirdiklerimi
çorak tarlalarda sekiyor kurşunlar
Korkuluklar çıplak geziniyor geceleri
Barut kokuyor bıkkınlıklar
Göremiyorum karanlıkta sürdüğüm izleri
İntihar çiçekleri çalıyorum aşk bahçelerinden
Dipte görünmüyor gidenlerin yüzleri
Çığlıklar büyüyor, bütün çığlar üzerime
Çareler direnemiyor, gözlerinin büyüsüne
Bütün oyuncaklarımı topluyorum
Damarlarımda gezinen, değiştirmiyor duvağımın rengini
Gece gebe kadın gibi yırtınıyor
Maskeler avutmuyor kalıntı düşlerimi
Korkuluklar çıplak geziniyor geceleri…
Aslı Serin
Şub 23
I
Kusura, vardım
Benimdir dedim bu eski söz
Kime açıldıysa kapılar
Kapananı benim dedim
Beni bir avuntudan oldurmuşlar
De ki sıkıntının içini oymuşlar
Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var
Akşamdan hızla geçen sesin de
II
Biter şimdi gecenin susmayan ağzı
Eğer beni söze doğru karanlık
O eski dudaklarla düşlemek seni
Boynunun bahçesini bu ölü dudaklarla
Tenin altında bir usul bezginlik
Yapraklar geçiyor bir çocuk dalgınlığından
Denizin henüz bitmediği
Daralıp daralıp genişlediği her şeyin
Gonca Özmen
Şub 23
I.
büyütebilir miyiz bir aşkı ayrılırız korkusuyla
2
çok önce miydi, elimizdeydi bir masada saatlerce susmak
boynumuzda güvercin gölgeleriyle kalkardık çınaraltından
gelirdin, su çağıltısını çoğaltırdın adımlarınla
kandilin fitilini kısar, rüzgarımla çözerdim saçlarını
omuzlarından topuklarına dökülürdü elbisen
çok önceydi, kulak memelerine koşacak kadar haylazdım
kirpiklerinden yüzüme dökülürdü ay kırpıntıları
3
bir saçak altında bileklerine yapışıp söyledim bunları
‘her sabah çiçeklerle, serçelerle resim çektiriyorum
dudaklarına dokunsam yine sular yürür ellerime
yine panayırlar kurarım yüzünde, meddah oynarım
çimlerdeki nar lekerlerinden bulur, gideriz yolumuzu
beyaz izler bırakırız ardımızda beyaz gömleklerimizden’
gecikmiş sözlerdi, tırnaklarımı yiyerek kaçtım uzaklara
4
kullandığım her mum aydınlatıyor dibini
yanıyor yatsıdan sonrada, her an sönebilir diyerek
kara gözlükler takarak doğruluyorum kendimi
beş mevsimdir yeşil ışıkları duruyorum
kırmızı ışıkları koşuyorum kimseler görmeden
yalnızlığıma hazırlanmış sözlüklere başvuruyorum
kanını içine akıtmış aşkları anlatmal için
bütün sonlar küçük unutkanlıklarla başlıyor
her zaman bir kumral oluyor küçük suçlarımın ortağı
5
sürdürebilir miyim bir aşkı ayrılamam korkusuyla
Akif Kurtuluş
Şub 23
1-
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
Biraz kolonya sürünsem,
Ferahlasam, pencereyi açsam.
Şöyle bir şey yazdım sonra:
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı,
Bir şiire böyle başlanmazdı.
İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses…
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.
Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.
Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah…dedim sonra
Ah!
İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.
Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah…dedim sonra,
Ah!
Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik gözkapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.
İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.
İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.
Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!
Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
‘İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’
Tanrı şöyle derdi o zaman:
Ah!
Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!
Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.
Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
Mesela o zamanlar
Mutsuz olduğunda insanlar,
Yok olurmuş bazı dakikalar.
Gülümsedim o sıra,
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah… dedim sonra,
Ah!
Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
İstedim, hep istedim,
Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
Hesabımı vermekten başka.
Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.
At arabasıyla kağıt toplardı
Her sabah çingene kadınlar.
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
Şaşırırdım
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?
Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,
Yeniden doğmuş olurdum oysa,
Öldüğümü sandıklarında,
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.
Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim.
2-
Bir göl vardı evimizin karşısında,
Mavi gözleri olan,
Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.
Ya siz,
Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?
İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım.
Ah demişti.
Ah!
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi,
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.
İç ses!
Bu bahsi kapa!
Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ve ağladı camlar,
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
Sanki biraz rahatladım.
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
Artık kimse mutsuz olmayacaktı.
Ah…dedim sonra,
Ah!
İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
Aynı vampir gibi çıkacağız.
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
Sanki biraz ferahladım.
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
Hala aç mısın?
Bir tren geçti yine tam o sıra
Ustura gibi kara,
Düdük çala çala,
Geçti şiirimin ortasından.
Kes şunu dedim, kes artık!
Oldu olacak,
Kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
Merak ederdim,
Kesik başları ve sarı ışıklarıyla
Nereye gider bu insanlar?
Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
Bir kara yılan gibi,
Bilemezdim menzil neresi?
Ah…dedim sonra
Ve acilen makas değiştirdim.
İç ses, diye söylendim,
Raydan çıkma bundan sonra.
Kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
Sevinirdi,
Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
Muhabbet ederdik kuyrukta.
Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
Fötr şapkalı kelimeleriydik,
Çürük dişlerimizle bizler,
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
Saf ve pembe gülümserdik.
Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
Neden hep aynı yerdeyiz,
Hayattan söz edilirdi,
Zor denirdi,
Ve ardından susulurdu mutlaka.
Fötr şapkalı amcalardan biri
Ah derdi sonra,
Ah!
Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.
3-
“Bir Arap şairi şöyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”
Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.
Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Yıllarca biriktirdim
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma hayat diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı.
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.
Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
Ah.. dedim sonra
Ah!
İç ses, diye söylendim,
Başımda rüzgar vardı
Başımda uğultular…
Kalbim usulca kıpırdardı
Ve ses çıkarırdı dokununca
Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda rüzgar vardı,
Yine esiyordum
Hızla dönmeye başladı kalbim
Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda uğultular…
Fırtına çıktı sonra,
Yaşadığını anladı kalbim,
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.
Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim:
A
H!
Ah benim nergis kokulu cehaletim…
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan,
Bir AH’dan başka.
Ah benim nergis kokulu cehaletim
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
AH!
Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!
İç ses, diye söylendim.
Gel!
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.
Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın…
Didem Madak
Şub 23
Haylidir görünmedi, akşamları
limana rüya taşıyan ince gemi.
Tayfalarız biz, biliriz mercanlar
misali, şikayetsiz
beklemeyi.
Derken kırık bir yüzgeç belirir suyun
üstünde. Derisinde kapanmış zıpkın
izleri. Işıldaklarımız bir an
aydınlatıverir, iplere dolanmış
o öfkeli iskeleti.
Kapitan AhaB! Kapitan AhaB!
Dilimizi midye kesti… Tarih okuyorduk
dip sularda. Yenik girdap bilgisi!
Zarif bir kuyruk darbesi
bozar sonra bu sihri. Biter eriyen ayla
defne kokulu ayinimiz. Ey ruhumuz
dan eksilen kimya! Ey yatışmaz
yokluk hissi!
Tensiz ve çıplak ve mağrur ve kufi.
Öylece kalırız. Mürekkebe bırakılan şişe
içindeki çığlıklar gibi…
Yine de tayfalarız biz, biliriz melek
dönecek, bekleriz. Tetikte, namütenahi.
-Hem bir kalp, dünyaya başka nasıl direnebilir ki?
Vural Bahadır Bayrıl
Şub 23
……………….Neşeli yüreklerle birlikte neşeli şarkılar söyleyen
……………….Kederli bir kalp ne kadar yücedir.
VE HÜZNÜM DOĞDUĞUNDA…
Özenle besledim onu.
Ve hüznüm doğduğunda hüzünle besledim onu,
Gece gündüz üstüne titredim sevecenliğimle.
Ve hüznüm büyüdü zamanla, serpilip güçlendi,
Tüm canlı varlıklar gibi olağanüstü güzelleşti.
Ve hüznümle ben, hep sevdik birbirimizi ve dünyayı
Kaynaştık güzel ruhlarımızla birbirimize ve dünyaya.
Ve hüznümle ben, söyleştikçe günlerimiz kanatlanır,
Konuşkan düşlerimizle seçkinleşirdi gecelerimiz.
Ve hüznümle ben, şarkılar söylerdik, komşular dinlerdi;
Çünkü deniz gibi derindi, anılarla dopdoluydu ezgilerimiz.
Ve hüznümle ben gururla yürürdük, saygılı gözler önünde;
Düşmanca bakanlarda olurdu, çünkü soyluydu hüznüm.
Ve hüznüm her canlı gibi öldü bir gün, yalnız kaldım;
Kendimden geçtim, düşüncelere daldım, bunaldım.
Ve konuştuğumda duymuyorum şimdi kendimi,
Ve komşularım gelmiyor artık şarkılarımı dinlemeye.
Ve düşlerimde dost sesler bana bakıp fısıldıyor şimdi:
“İşte bakın, burada yatıyor hüznüyle birlikte ölen adam.”
VE SEVİNCİM DOĞDUĞUNDA…
Ve sevincim doğduğunda, çatıya çıkıp haykırdım:
“Gelin komşular, görün, gülümseyen güneş oldum!”
Ama hiçbir komşum gelmedi sevincimi görmeye
Aylarca sürdü şaşkınlığım, unutuldum, yalnızdık.
Ve sevincim solgun, güçsüz büyüdü; benden başka
Hiçbir yürek ona sevgi duymadı, öpmedi hiçbir dudak;
Ve sonunda her canlı gibi öldü sevincim, yalnızlıktan…
Ve şimdi öldü sevincimi, ölü hüznümle anımsayabiliyorum.
Ve yüreğimde kardeş anıları, rüzgârda mırıldanıp düşen
Suskun ve solgun güz yapraklarını andırıyor şimdi…
Halil Cibran