Ceviz Mevsimi

Her akşam eve dönerken bilmem kaç tanrı bıçaklıyorum
Yok şimdi eskiden sarıldığımız ablalar
Canlarım, yağmuru dindirme heyecanları
Her şeyden edinilmiş kinayenlenmiş kadınlar
Arkadaş kırıntıları gülüşme kitapçıkları
Çünkü kendimi tanımadan geçirdiğim zamanlar
Ben onları vurdum çözdüm altlarını çizdim
Ne çok şapkam vardı ne çok titrerdim
Cebimden çıkarırdım hiç gidilmemiş yolları
Dikildim o saksının karşısına bu çiçek açacak dedim
Durup ya eski bir kırmızı ya da bilmem ne seansları
Burada sıkılıp açtım bütün dolapları
Eskiden aklıma bile getirmezdim iyi bilirdim
Umutsuzluk küfrün odasına getirip kilitler insanı
Senle telaşsız ivmelerinle gösterişsiz ve derin
Çürüyüp dökülür giderdi can sıkıntıları

II.

Geriye dönsen de bi baksan aynı yerde miyim
Çoğalttığımız sokakları yoklasan eski gözlerinle
Harf harf adımızın üstüne gölgemizle yazılanları
Takvim bozma sanatı erkenci duruşlar
Eylüllerden ekimlerden kasımın gelmeyişinden
Biçilmiş bir demet çocuktuk baktın mı kuruyorlar
Bir demet çocuğun onulmaz biçimlerinden
Arkası gelsin iğde de olsun yeni açılmış bir park da
Biraz zaman kalsa aramaya bulamamaya
Eşiklerden geçince yeni bir isim
Daha yeni, bir tanrıyı kan içinde bırakmış
Kıyasıya kullanılmış derin bir bıçakla
Yeminimi olduğum yere de getirirdim
Telaşımı soğukluğumu bütün anlaşmalara
Eğimsiz soluğumu da derdim ıslık yok
Oysa tansiyon yorgunluk iştiyak ve pasta
Yüzünün nereli olduğu kestirilemeyen
Birçok sınanmışlıktan terleyen bir ustura
Yarası bir otel olmaktan odalanmış
Bir ceviz bir sandık kirlenmişlik ve soda
Yanlış tanındım eski bir griyim o kırmızıya hiç özenmedim
İstanbul’u uzaktan sevdim hem ısrarladım da
Kitabı bekledim ilhamı bekledim o kızı bekledim
Kitap geldi ilham geldi o kız biraz sonra
Sonbahar güneşinin önünde oturup
Karanlığımı acıtan kelimeleri düzelttim
Saklandım çırpıların giyindiğim güzüne
Bahçeleri saymayı severdim kimsenin yeltenmediği
Bir şehir biriktirmeyi ava gitmek gibi bilinen
Kurşunun hedefe yüz vermediği
Artık yapraklar da dallarına ağır geliyor
Bayraklanıyor gündönümü bir daha olmamaya
En güzeli durdurmamak şu akıp gideni
Demek ki katlanmışım hiç umulmayan ucumdan
Demek ki topuklarım alışmayacak o suya
Aceleci çekingen nemli ama soldurmayan
Biraz rüzgarlı biraz eldivensiz biraz duası ağzında kuruyan
Böylece silahımı gözümden de saklıyorum
Sebepsiz üşümeyi grilerle değişen gerilere düşen
Sonra bir su bir elma bir ekmek bir su
Sonra su sonra su su başta ve sonda
Aç karnına sigara boş yere sigara
Sonra “tütünler ıslak” ve tafra

III.

Sende kalsın kırılan anısı uykusuzluğun
Baş dönmesinin yazgılı seyrek uyuşmuşluğu
Taşırsan susmanın getirdiklerini de yanına al daral
Ben de gelirim onarılmış bütünlenmiş bir yalnızlık oluruz
O zaman ikindilerimizde hep yağmurlar olur nasılsın olur
Şiirsiz düşeriz yol üstü merhabalaşmaktan
İnanıyorum kuzgun çığlıklarının sayıkladıkları öyküye
İnanıyorum acısı dinecek kolları durulacak diye
Solmak için kırağı düşleyen kır çiçeklerine
Amenna açımızın şaşırttığına sararan albümlere
Gelmeyen bitmeyen mezuniyet törenlerine

IV.

O gün bütün pozisyonlara ağladım androjen diyecekler
Ahladım küllendim vakur paslanmalara
Ödüllendim yani nasıl yol aldım nasıl
Yollandım hep kaleciyle çarpıştım
Coğrafyadan çaktım tarihe takıldım
Yitimler içinde uzatmalar boyunca
Nurlar içinde yattım

V.

Bir taşa sır verip bir kitaptan kafayı kaldırıp
Baktım şöyle dünyaya kalabalık şarlak kalabalık
Taze yağmurluklara sarınıp da yürüdüm
Bir hatıra mahreci çopurlanan günlere satılık
Yani bana atfedileni boş çevirmemek için
Yalancıya çıkarmamak için yaşamanın adını
Bir durdum bir koştum bir sustum
Bir konuşmak gelmedi içimden bile
Tufan koparken yer bırakılmamıştı bana gemide
Kollarım ne ki Allahım yaslanacağım tepe kaç kulaç ötede
Sen bana kucağını açmasan da gelirdim
Rastlamamak mümkün mü nerde yoksun hangi yönde
Güldürsende ben sana ağlamayı bilirdim
Koşardım sana doğru kıvrımların zahmetinde

VI.

Bu güneş böyle güzel miydi
Bu dallarını birden yitiren ağaç
Bu duman böyle inceden ince
Ben otuz üç yaşımdan sağdım da ağulu sütü
Hem sızdırdım hem kana kana içtim de
Üşüdüm her eşiği atladığımda eve her dönüşümde
Dayandım da musallaya ferahladım iyi mi
Sevindim bütün yolların aynı yere gidişine.

İdris Ekinci

Bıraktığın Yerden Allahu Ekber

I.
Geceye koyuldum.

Yıldızları dürüp kaldırmışsın
Çözdüm indirdim
Aya gayri ihtiyari baktım, yıkanmış ağlıyordun
Mintanımı değiştirdim, gürze gül çaldım
Şems derlerdi inanmazdım
Sen kın dedin, inandım

II.
Yol sürüyor.
Geceyi felç eden sessizliği yaka cebimden söküyor
Ve ayaklarıma ilave ediyorum
Sanki akdeniz benim oğlum değil
Künye kayıp
Fünye çekili
Gönyeyi kaptırdığım çingeneyse
Çoktan Buhara’yı yakmış olmalı
Ki bu, lüzumundan fazla para harcıyoruz demektir.

III.
İşi bıraktım
Artık aynaya da bakmıyorum
Çünkü
İlan etmek;
Seccadeyi aynı anda kendi gırtlağına da uygulamaktır.

IV.
Seni seviyorum.

Ah Muhsin Ünlü

Kadınlara Masallar

UZAK…

tapındığı eski umutlara sarılıp gelmişti kadın;
elinde gözyaşı şişeleri
üstünde sevgilisinin renginde etekleri
sonsuz bir acı dilinin ucunda
ağzında kırmızı bir çığlık

gözlerinde mavileştirdi
damarlarında parçaladı
en ince yerinden kopardı hasretini

aktı sonsuza
kimliksizdi
giderken

yüzünde,
kuş tüyü yalanlar
aynada,
insan görünümlü hayvanlar kaldı
ve
belli olmasın diye yaşları
hem içini hem dışını yıkadı

Keskin, hüzünlü ve bir o kadar da sızlayan parmak uçları ile tutunmuştu bineceği otobüsün kapısına. Ardında bıraktığı şehre son kez baktı… Son kez baktı nereye gideceğini bilmeden. Bir yolculuğun başladığı yere düştü saçlarındaki kadın kokusu.

Yol boyunca cama yansıyan ışık, su damlaları içerisinde kırılmış bir güneş gibi dağılmıştı yüzünün coğrafyasında. İntihar süsü takmıştı sanki tüm şehrin ışıkları. Otuz numaralı koltukta otururken gülümsedi. Aynı yaşta olmanın verdiği tesadüfi bir tatla. “Belki de hayatın son oyunuydu bu koltuk bana” diye mırıldandı anlamsızca. Yanındaki koltuk boştu ve çıkarıp içindeki tüm yalnızlığı bıraktı koltuğa. Yol boyunca arkadaşlık edecekti içindeki yalnızlıklar.

Oysa hiçbir yere, hiçbir şehre ait değildi. Peki, neydi bu giderken gözlerindeki ırmakların donması, neydi dudaklarındaki deniz çığlığı. Bir yalancı şehirden başka bir yalancı şehrin haritasını yalayacaktı yalnızlığı. Değişen bu olacaktı.

Otobüs durmak bilmeden yol alıyordu ve kadının düşleri de. İlk önce genzine kaçan çocukluğunu kustu koltuğuna. Tek tek ayıklamaya çalıştı kursağındaki taşları. Yıkılmışlık, kullanılmışlık ve kadın olmanın ağırlığı üzerindeydi. Faşizan bir örgütlenme gibiydi ruhundaki çizikler. Kanı gittikçe pıhtılaşıyordu ve ilk kurşun bir infaz mührü gibi gelecekti bilincinin orta yerine.

Uzaklara gidiyordu kadın, çok uzaklara. Ölmeyi bile yalnız yaşamaya. İndi, hiç bilmediği bir şehrin hiç bilmediği sokaklarına. Sureti iki kutba bölünmüştü. Doğu tarafı koca bir yalnızlık; Batı tarafı bir o kadar kan. Gölgesi ayaklarına kapanmıştı yürürken. Kan(ak)mak istiyordu şeytana. Cellatlar kilidini çoktan asmıştı ve ilk darbe bilincine gelecekti.

“Dişi gülümseyişi kim takmıştı yüzündeki maskeye… Oysa ne çok şey öğrenmişti hayata dair… O, mutlu olmaya değil de mutlu etmeye programlanmıştı ve kendisi hariç herkes farkındaydı bunun. Bu işlevleri kim yüklemişti” diye mırıldandı.

Sona yaklaşırken adımları şehrin en kaoslu yerinde, yok oluş karambolünün tam ortasında kalmıştı ruhu. Yüzünde çözümlemesi zor trajik bir gülümseme. Hüzün tohumlarından oluşan üç nokta taşıyordu avuçlarında. Gökyüzünden ona bahşedilen üç nokta. Karar vermişti artık. Herkes ona bakıyordu. Sivri dişli adamlar, toprak gözlü delikanlılar, beyaz saçlı yaşlılar. Ve bıraktı bir noktayı ahlakın idam edildiği sokaklara. Cümlenin sonunu getirir gibi kesildi bakışlar. Adamlar, delikanlılar, yaşlılar değişti kendi eriğinde. Bir nokta daha sallanırken parmak uçlarında; düştü bir sevgilinin en kırılgan yerine.

Son nokta ağlıyordu o da düşünce yok olacaktı kadın…
damarlara girdi küçük nokta
bilinci uyardı
iz bıraktı dillerde
son söz kaldı dedi kadın
gözleri kör oldu ve gitti

UZAKLARA…

Mahir Çelik

Gereğinden Fazla Satırla Şiir

Satır satır beyan ediyorum, ülke ekonomisi ile ters orantılı seyreden matematikten bağımsız anılarımı.

Sanat müziği literatürüne kendimce kazandırdığıma inandığım bu kırkbirinci makamı, tüm kalabalık aile kimsesizlerine armağan ediyorum.

Pek yakında öleceğimi biliyorum ve almaya üşendiğim tedbirlerin tasdikli bir listesini yastık altımda saklıyorum.

23. yıl dönümü şerefine annemin lohusalık bayramını şerbet içip mehtaba kaldırdığım yıkanmamış kadehimle kutluyorum.

Kutsuyorum musibetlerimi, onların benden korunmaya ihtiyacı olduğunu düşünerek bir jest ile, son kalan el yapımı, içerisinde; yazan şeyhin acıklı hayat hikayesini barındıran müteessir olduğum ceylan derisi kılıfındaki muskamı hibe ediyorum.

Hayırseverlik anlayışıma türküler yakan her bir ozan için var edenime şükrediyorum.

Otobiyografimi yazmaya koyuluyorum sabaha karşı, lüksüne düşkün bir farenin bir gariban kilerindeki çileli mahpusluğundan bahsediyorum

Gözlerim bir türlü dolmuyor.

Yerli yersiz aralıklarla aşırı mutluluktan nefesim kesiliyor; ölmemem gerekiyor gözlerimi hep açık tutmaya çalışıyorum.

Nane kokulu bir nefese muhtaç olabilir miyim? Bilmiyorum. Suni teneffüs aşıklar için değil, hakiki nefesiyle o kadın yaklaşıyor saat onbir yirmibeş yönünde.

Ve böylece Cehennem sokaklarında sıcaktan bunalan kuşlara tazyikli su fışkırtıyor panzerler.

“Kaosun bürokrasiye pabuç bırakacak yüzü yok” isimli şarkıma eşlik edecek bir vokalist için iş ilanları veriyorum yerel gazetelere.

18. dünya savaşı şölenlerle başlıyor, savaşmak mutlaka kan dökmek değildir diyor zamane diktatörleri.

Sensiz yaşayabilmem dediğimde realist görünmek için, Sevdayı bir bardak suya endeksliyorum.

Gökyüzü kararıp şehrimin üzerine kapaklanıyor. Ayağı taşa takılan güvercinim ağlıyor.

Çocukken bisikletimi çaldılar komiserim diye bağırıyorum, komiser bisikletimin markasını soruyor.

Annesizlerin evsizler gibi üşüdüğünü anlatıyorum, hükümet konağının antipatik istinat duvarlarına.

Kendi reklamını yapan şairlere küfrediyorum denetimden muaf televizyon kanallarında.

Raiting gayesi girdabında yerimi alıyorum böyleyken.

Pul parasına yetişemediğimden gönderemediğim mektuplarımı yakarak ısınmayı tercih ediyorum bazı geceler.

Demem o ki benim kıymetli zahmet verenim:

Dünya ile eş zamanlı soğumaya devam ediyorum, çekirdeğimde saklı bir tek kıymetli maden yok ama yine de ben, çoğu zaman çok seviyorum.

Turgay Demir

Folie à Deux’un Müslüman Oluşu

Monomani: iştah!
için öyle iştahla dolar ki
canın bir şey istemez
olay niye danimarka’da geçer?
fransızlar atmış altı tane sone yazamaz
intihar eden şairleri hatırla
hatırla bazen yorulur insan kendisi olmaktan

bir peygamber olur
her sene on gün önceden gelir
bir martı ölür
bu bir gaflet
bu bir merhamet
ama ingilizler yazar

ve ‘el tango de roxanne’ı dinlerken Rostand
Bergerac iyi koku alır
artık bir mezhebsin
buna alışsan iyi olur


yeryüzündeki ölülerin
sevişemeyeceği kadınlar kadar yalnız
bukowski ezberleyen yarınlar kadar
mekruh ve kirli bir beden
ve her yer karanlık
aç artık gözlerini
cinayet değil
esrar değil
düzülmüş düz bir kaderin üstünde
maraz değil
kırmızı yanaklı bir sübyan gibi
içinde var
gölgende de var
trafik kuralları kadar net olmalı
aşkın manifestosu
yaklaşırken biraz yavaşla
kalbim artık yar’a geçidi


heybemde ikinci tekil şahsa yaralar ve minareler
baş ucumda “Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar”
avcumda gece
avcumda hallaç
avcumda eski sevgili
tuhaf bir kadın ve karanlık bir gün
çorabı kirlenmesin diye
çamura yalın ayak düşer
gün de düşer, kadın da düşer
istanbul’u özleyen bir sevgili,
istanbul’dan nefret eden bir keşiş gibi


birinci geleneksel, üçüncü tefsir
eski bir çocuğu andırıyorum
oysa biraz önce elimdeydin
şimdi nereye koydum seni
hatırlamıyorum
oysa tecrid altında
teheccüd namazı kılınmaz
oysa bir piçin koynunda beni düşünüyorsun
ben pazarlıkta anlaşamıyor,
ellerime bakıyorum
ellerim dolu
ellerim,
içine iç geçirmiş yalnızlık avcıları
üstüne zafiyet
üzerime iyilik satılık
anlaşılan benim de
senden aşka kalır yanım yok


şimdi “nasıl olur” diye sormadan
en büyük hayalini yakmak için
bir enkazın altındaymış gibi
bir yangının ortasındaymış gibi
son nefesini ağzıma
ayet olacak şekilde bırak
adı vicdan,
adı hürriyet olsun
ama birini öldürmek gerek
aşk uğruna
ecelin ve hesap günün adına
tekrarla;
tanrı yalnızdır
tanrı yalnızdır
tanrı yalnızdır


tevhîd benimdir ki
yaşamak için ele geçiririm seni
aç bacaklarını da iyi dinle
yusuf’un kuyusunda
yusuf ile buluşulmaz
elzem, yaralı, sığınak
öylece bir duruş,
öylece bir aşk
anlaşılan senin de
benden isteyecek bir cehennemin var
adı aşk
adı kafir
Ezra yalan söyler


sana sözümdür ki
o ağır ve mukaddes cüz’ün
ikimizi de ıslah edemeyeceği gün
kalbimizi küfre açacağız
ve ben hayatını
Roxanne’ı öldürmeye adamana
izin vereceğim
sana yeryüzünden, gökyüzünden, yedi düvelden
beyaz altından elbiseler getireceğim
Nasr’ın ve Nisa’nın vesayeti gibi


al eline mideni
al eline beynini
iyice bak
kendine davetiye çıkaran
bir daha kendi olamaz
“Sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da
Sizin daha ne kazanacağınızı da bilir” (En’am, 6/3)
ama ‘Zenîme’ çok güzel isimdir

kadın ve ima’da
baldıran bulamayınca, salyangoz satılır
tek ilke ikiyüzlülük
mahallemize bir anne gelir
içinden şarap gelir
ne sahtekarız ki
annelerin de sevişebildiklerini
hiç kimse söylemez
ama nasıl olduğun’u anlamadan da
aşık olunmaz!


danimarkalılar, fransızlar, türkler, ingilizler
biz dünyalılar, biz uzaylılar
insanların tanrısı insanlar
ülkelerin tanrısı ülkeler
ve kuşkusuz ki
alemlerin rabbi de allemler

de ki;
ruh’un öz’e döndüğü vakit
öz de ruh’a dönecektir
bedenin, cinsin, çocuğun özgür
ölümün özgür
in’lerin, umman’ların özgür
tutsak etmeden bana
uyuşukluğunu tırnaklarınla kazıyarak gel

ve örümcek ağları bozulmadan
ve uğruna ölünecek
bütün aşkları öldürmüşken
sana ilk emir: oku!

yaşamak için imsak vakti!

Ümit Aydın

Yeni Bir Koltuğun Döşemelerini Sökerim

yeni bir koltuğun döşemelerini sökerim
karartmak için odayı; lambanın ağzının

etrafında dolaştırdım parmağamı; suyunu
çekti dil defalarca: geldiniz ama ben seni bekledim!

kurulmuşluğum iyice dinlendirdi beni
yalnız geldiniz ama ben sizi bekledim!
ben, döşemenin üstündeki bir sökük gibi.

koltuğumu kapının önüne sürdüğümde
içindeki demir yay fırladı dışarı;

ince bir sökük tenimde; çekyat endişesiyle
tüm bekleyişlerim benim, andırır yeni bir mobilyayı.
içeri bakmak için dışarı çıkmak zorunda kaldım
içeri bakmak için dışarı çıkmak zorunda kaldım
kırılmış bir sandığın birbirine sarılmış kanatları
tam tutturulmuş yerlerinden ayrılmışmış; o yüzden
ağlarmış tahtanın haçlaşmış uçlarına basan çocuk.
binaların görkemiyle duykemisi karışmış birbirine
yalnayak tahtanın haçlaşmış uçlarına bakan çocuk
bilmeden sürüklemiş kendini bir deltanın ağzına.

dökülecekken tam denize; açmış havada bir pencere
dağılmış tüm haçlaşmış parçaları oluşturulmuş bir sandığa.

bizse tüm bu olanlardan habersiz; her sandığı elimize
alışımızda, içindeki görülmez aynayı anlamaya çalıştığımızda
veremeyiz bir türlü kendimize anlam. “içeri bakmak için dışarı
çıkmak zorunda kaldım.” deriz ve çıkarız daha da dışarıya.

Efe Murat

Sol yanım çok acıyor anne

Merhaba anne,
Yine ben geldim.

Merak etme okuldan çıktımda geldim.
Annelerde babalar gibi merak eder mi bilmiyorum ama
Ali ‘Okula gitmezsem annem çok kızar, merak eder’ demişti de
Onun için söylüyorum.
Geçen hafta öğretmen,
Sağ elimde sarımsak, sol elimde soğan dedirte dedirte
Öğretti sağımı solumu.
Ben biliyorum artık Anne sağım neresi, solum neresi.
Ağrıyan yanımın neresi olduğunu şimdi iyi biliyorum anne.
Hani geçen geldiğimde “şuram acıyor işte şuram” demiştim de
Bir türlü söyleyememiştim ya acıyan yanımı anne
Bak şimdi söylüyorum
Şuram işte,

Sol yanım çok acıyor anne.
Hem de her gün acıyor anne her gün.
Dün sabah annesi Ayşe’nin saçlarını örmüştü.
Elinden tutup okula getirdi.
Yakası da danteldi.
Zil çalınca öptü, “hadi yavrum sınıfa” dedi.
Bende ağladım,

Ağladım hiç de utanmadım.
Öğretmen ne oldu dedi.
“Düştüm dizim çok acıyor” dedim. yalan söyledim anne.
Dizim acımıyordu ama sol yanım çok acıyordu anne.
Bugün bende saçım örülsün istedim.
Babam ördü ama onunki gibi olmadı.
Dantel yaka istedim.
Babam ‘Ben bilmem ki kızım’ dedi.
“Bari okula sen götür” dedim.
‘kızım, iş’ dedi.
Bende “banane dedim, ağladım.
‘kızım, ekmek’ dedi babam.
Sustum ama okula giderken yine ağladım anne.
Ha bide sol yanım yine çok acıdı anne.
Herkesin çorapları bembeyaz, benimkiler gri gibi.
Zeynep ‘annem beyazlara renkli çamaşır katmadan
yıkıyormuş’ dedi.
Babam hepsini birlikte yıkıyor.
Babam çamaşır yıkamasını bilmiyor mu anne?
Uff babam, her gün domates peynir koyuyor beslenmeme.
Üzülmesin diye söylemiyorum ama
Arkadaşlarım her gün kurabiye, börek, pasta getiriyor.
Biliyorum babam pasta yapmasını bilmez anne.
Hava kararıyor, ben gideyim anne.
Babam bilmiyor kaçıp kaçıp sana geldiğimi.
Duyarsa kızmaz ama çok üzülür biliyorum.
Kim bozuyor toprağını,
Çiçeklerini kim koparıyor.
İzin verme anne ne olur toprağına el sürdürme.
Eve gidince aklıma geliyor bide bunun için ağlıyorum anne.
Bak kavanoz yanımda, toprağından bir avuç daha alayım.
Biliyor musun anne her gelişimde aldığım topraklarını şu kavanozda biriktirdim.
Üzerine de resmini yapıştırıp başucuma koydum.
Her sabah onu öpüyor kokluyorum.
Kimseye söyleme ama anne.
Bazen de konuşuyorum onunla.
Ne yapayım seni çok özlüyorum anne.
Ha unutmadan,

Öğretmen yarın anneyi anlatan bir yazı yazacaksınız dedi.
Ben babama yazdıracağım.
Öğretmen anlarsa çok kızar ama banane kızarsa kızsın.
Ben seni hiç görmedim ki neyi, nasıl anlatacağım anne.
Senin adın geçince sol yanım acıyor anne.
Hiç bir şey yutamıyorum.
Bazen de dayanamayıp ağlıyorum.
Kağıda da böyle yazamam ya anne.
Ben gidiyorum anne,
Toprağını öpeyim, sende rüyama gel beni öp.
Mutlaka gel anne,

Sen rüyama gelmeyince sol yanımın acısıyla uyanıyorum anne.

Sol yanım acıyor anne.
İşte tam şurası,

Sol yanım çok acıyor anne.
Seni çok özledim,

Anne çook.

Ayla Aydemir

Ben Ölmedim Diyorum

Gözlerimin bittiği yerdir
Sözlerinin bir şiire milat oluşu

Karanlığın kalbinden
Yumuşak suların yanağına değdiriyorum
Üstünden şiir akan
Parmak uçlarımı
Bir şiir yazıyorum sonra
Sesinin sesime değdiği yere
Bir şiir ki
Her hecesine kan işliyorum
Kan lekesi kalıyor şiirde
Abdesti bozuluyor satırların

Bir liman arıyorum
İçli bir mavi dokunuyor bakışıma
Göklere renk oluyorum
İsmimde baş harfin
Ölüm kapıma dayanıyor
Adımı unutuyorum
İsmini fısıldıyorum ölümün kulağına
Sırata kayan bir yıldız oluyorum

Varıyorum sonra bir limana
Sözlerimi şehrin gölgesine
Tarık misali sürüyorum
Önünüz aşk
Ardınız aşk
Ya olursunuz
Ya ölürsünüz diyorum
Sözcüklerin tâkati kırılıyor
Ben ölüyorum
Onlar oluyor

O vakit anlıyorum ki
Bir şiirin olması
Bir şairin ölmesiyledir
Kendimi harflerle kefenliyorum
Yıkatmıyorum naşımı
Aşkın şehidiyim ben
Ben ölmedim diyorum

Ömer Ertürk

Çamur Etkinliği

gelişinden belli, acıklı olacak, olsun
teneke değiliz çok şükür

doğru taşı çekmiş ama bitememişlerden
ağzını büzmeden gülebilmişlerden
aynı şarkıyı bin defa dinleyebilmişlerden
babadan dertli anneden az
hayat böyle biraz, öyle biraz
bir ev yapalım taş toprak olsun

bu evde çukurlar, düzlükler… Çukur bu düşülür olsun
iki kişiden birinin olmadığı bu ev eksik olsun gedik olsun

tesellicisine âşık olmamış adam ve kadınlardan
çıkarsa naparım diye şans oyunu oynamamış
3. tişörtü isteyememiş, 2.sini mecburiyetten almış
ilkokulda ön sırada, üniversitede sırasız
ağıtçısı değiliz buraların Nuray

düz yolda herkes araba kullanır, gel şuraya sapalım
anarya başta zor sonra şık, sapalım
biraz imkânsız, biraz rakı, biraz hepsi aynı
sana kukumav kuşlarına bakan oda ayıralım
korunmanın takvimi yokmuş
biz zamanı zamana bırakalım
yürümeyi sevmem ama istediğimde iyi koşarım
koşalım

anlaşalım, sakin ol demek yok, çok sıkılıyorum
dallarımdan çaputları söktüm, zor oldu
tökezledim tümsekte, oh oldu
çıktığım dağlar puf oldu
parçalar birleşmiyor, alıntı gibiyiz Nuray

gel gitmenin kitabını da biz yazalım
“gittiğim yere geldim” olsun
rüyamıza o dede girmeyecek
canı cehenneme olsun
istatistiklerin, analizlerin, geri dönüşüm projelerinin
ve hayat bilgisinin ve yerçekiminin
ve senin ve benim

biraz yaklaş şunu çekmelisin
taş toplayan kadın, şaire ilham verir
diş sıkmak bilemekten her zaman mı iyidir
kırk taşla yıkanıp sokağa çıkarılmışız
belimizde kurdelalar zılgıtlarla çıkarılmışız
bak güzel oğlum güzel kızım bak bu sokak
ağzına sıçacak…

sokak dışarıdan bitirilmezmiş, çıktık
horoz şekerleri ve bonibonlarla
pankartlar ve diplomalarla
3 defa kınasalar atılır mıyız buradan
çelme taksalar, tekme tokat atsalar, kazık
herkes en büyük acı kendinde sanıyor, yazık
hâlâ şaşırabiliyoruz ya çok şaşırıyorum Nuray

ama sen gel pılınla pırtınla
bir ev yapalım, bu sokağın ortasına
varsın çamurdan olsun.

Aslı Serin

Üç Ve

oğlak ve ot

tanrı dağ başında bir oğlak dünyaya getirirse
taş başında bir ot bitirir /
yusuf has hâcib

ezberletti ‘hayât’ zemherirde doğduğumu bir oğlak olarak
tırmanmam gerektiğini en sarp kayalıkları bir sıyrık bile almadan
ve kanatmadan dikenlerin içinden geçerken rûhumu

anne: bu nasıl nefs -anlat
boynuzlarım kadar mı olacak yaşama inadım benim de hep
sakalımı sıvazlayacak mıyım sessiz ve yorgun -babam gibi ölmeden

açlık derdi dert ‘sâhi’ ey ot
doyurmak için midemi seni yemek istemem
ister misin takılsın ayağım uçurumun ucunda -hüznüm hüzn ‘sâhi’
ot ile dost kıl beni ‘hayât’: boz ezberimi
anne: sakın kızma bana
yoldum diye sakalımı
kuş ot ışk ve köz
canımla boğuşuyorum
-can dediğim de kuş:
ha uçtu ha uçacak

ağzımda hüzündür can
dilimde sükût
-ne desem az bunun’çin

âh bir otla dost olmuş ermiş
sabrından yüce gönl:
adını anmak bile güç -değil ki derdine yanmak

‘hayât’ın özü acı sırrı ‘ışk’ -ki eren kim
gamm ile konuşuyorum
-gamm dediğim de köz

küllense de yakacak canı
ölm ve ömr

kene öldü
dili derdimi emince
akrep öldü
zehri zemherime deyince
yılan öldü
derisi tenimde sarmaşıklaşınca

sinek öldü
hortumu kanımı içince
arı öldü
iğnesi dikenimde kalınca
baykuş öldü
sesi sözümde yanınca


şimdi bir kelebeğim
ömrü bol

Tan Doğan