Kadınlar da Islık Çalar

Kadınlar da ıslık çalar
Aşklardan terkedilmiş bir yüreğin içinden
Yürürken yalnızlıklar

Duygular çoğaldıkça anılar silikleşir
Deprem düşer canına tenhalığına
Geceleri yalnız kadınlar
Islık çalarlar
Korkuların upuzun boy aynasına.

Ten soğur, söner duygu, hayaller unutulur
Kalem kırar boynunu aşklardan sözcüklere
Bir iki kırık dize
Bir iki geçmiş zaman
Süzülüp girer camdan.

Geceleri yalnız kadınlar
Taze düş
Eskimiş aşkla yatarlar
Gecelerde yalnız kadınlar
Islık çalarlar.

Suna Aras

Nar Kalpler

Aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir…

Gözün başkalarını da görüyorsa sevdiğini sevmiyor musundur artık?
Birini sevmek topyekûn kapattırır mı “dükkânı”? Kepenklerin inmeli midir, elenmiş un varsa elek asılmalı mıdır duvara?
İnsan güzel adamları ve güzel kadınları “görüyorsa” hâlâ, hâlâ “bakıyorsa”, aklından “Acaba?” diye geçiyorsa, aslında o kadar da dolu değil midir içi?
Bir boşluk mu vardır aslında? Ondan mı yani mesela?
Liseli bir meram gibi görünen bu bahis, derdi ömürlüktür esasında. Eğer bir tür “kalbî lobotomi” olabilseydi, birini sevince artık ömrünün sonuna kadar kafan karışmasaydı hiç, başka bir şeyi, başka kimseyi düşünemez hale getirilebilseydik kendimizi bir ameliyatla…
Oh! Ne şahane olurdu. Konu kapanır, işimize bakabilirdik. Ne ki hayat bölünüyor ortasından bazen. Nar gibi çatlıyor kalp yumuşak karnından. Dağılıyoruz kırmızı kırmızı, toparlayamıyoruz tanelerimizi.
Ama işte kalbimiz çırpıştı diye hata da yapmak istemiyoruz; hayatlarımız çok fena kıymetli. Tanıdığımız, sevdiğimiz, güvendiğimiz, alıştığımız hayatı bırakmak, bir güzele feda etmek elimizdekini de vicdani bir mesele.
Bir vicdan ve korku terazisi çalışıyor hep içimizde. Ne kadar korkuyoruz kaybettiğimizin yerini dolduramamaktan? Kalbimiz buruşacak mı kapılmasak hiç o yeni rüzgâra? İhtiyarlamış gibi mi hissedeceğiz? Başlangıcın heyecanı mı daha büyük yoksa kaybetmenin korkusu mu? Bir yeni ile karşılaştığımızda içimizin karmaşık hesap makineleri başlıyor tam yol çalışmaya.
Günahın lezzeti

Yanımızdaki, hayatımızdaki meşru olandır hep. Kabul edilmiş olan, arkadaşlarımıza tanıştırılmış olan, bizimle birlikte hatırlanan, birlikte hatırlandığımız kişi. Birini bırakmıyorsun ki bıraktığında, kendinin onunla tanımlanmış halini de bırakıyorsun aslında. Kendinin o kabuğunu bırakmak kolay mı?
Diğer yandan günah, her zaman daha lezzetlidir sevaptan. Ah günah! Bir nar gibi çatlar ve çatlatır insanı ortasından.
Ne çok kırmızıymış için, görür ve hayret edersin kendine. Neler neler yapabilirmişsin meğerse! Yeni insan hayretleriyle gelince meclise, minderler kaldırılır, döşekler havalanır. Ah! O tatlı günaha yer mi bulunmaz!
Ama ya eğer hayat güvenmek demekse? Ama ya hayat aslında bir hayretten uzun sürerse? Mesele budur ve hiç hakiki anlamda hesaplanamaz.
Ama bilirsiniz siz de, nar bir kere çatlarsa kimse taneleri toparlayamaz. Çatlatmayayım desen nar kıpırdar kıpırdar, duramaz. Ve kimse böyle büyük kararları verecek gücü kendinde bulamaz. Kimse doğrunun ne olduğunu, benim diyen kimse, bilemez.
İşaret ver hayat!

Kimse sevilmemeyi göze alamaz. O yüzden kimse kimseyi terk etmek istemez, karşıdaki anlasın da gitsin isteriz hepimiz. Ya gitmezse? O zaman bu büyük ve tehlikeli ve günahlı kararlar bize kalmasın isteriz.
Bir işaret versin hayat. Biz istemeden olsun, kalbimize hesap verirsen “Başka ne yapabilirdim ki?” demeyi dileriz.
Öyle bir şey olsun ki kaçınılmaz olsun günah.
Öyle bir şey olsun ki sen sorumluluğunu alma olanların.
Öyle bir şey olsun ki, tufan gibi alsın götürsün seni. Sen seçmemiş ol başına geleni. Bedeli ödenmesin yani. Nar kendi kendine çatlasın.
Sen dur öylece. Ellerin iki yana açık. “Ne yapabilirdim ki? Olacağı varmış” de. Çatlasın nar, saçılsın hayatın yerlere…

Ece Temelkuran

Ayrılık

Erkekler birçok kez gider. Kadınlar bir kez…
Sözler erkeklerin ağzından çabucak çıkar, beklemeden.
Kadınlar, bekleyip içlerini ezip ezip bir tek kez söyler:
“Bitti!”
Bir kadın bir adamı gerçekten bittiğinde terk eder. Sonra ne söylesen nehir akmaz geri doğru. Nehirler geri akıtılıyorsa…
Hiç gerçekten konuşulmaz artık.
Hiç gerçekten gülünmez.
Hayat, yaşamanın bir kötü taklidi gibi gelir geçer; değmeden, deşmeden.
“Böyleymiş demek” dersin, “Hayat böyle bir yermiş demek ki”. Kendi kendini ikna edersin:
“Böyle de yaşanıyor işte.”
Bir gün ne tükeniyor, kimse bilemez. Kadınlarda hikâyeler, bazen hiç kavgasız, gürültüsüz bitiverir. O zaman işte, ölümlü olduğunu hatırlarsan eğer, gitmen gerekir.

Sonra…
Kadınlara oluyor sadece bu. Bittikten sonra her şey, hep öyle söyler kadınlar:
“Sanki hiç olmamış gibi.”
O yıllar, yıllar, yıllar, “Hiç yaşanmamış gibi” derler. Başkalarına da değil, kendi kendilerine dönüp baktıklarında olup bitenlere, hep şunu merak ederler:
“Ben hakikaten böyle bir şey yaşadım mı?”
Yarım yamalak hatırlanan o rüyalar gibidir o yıllar, yıllar…
Erkeklere nasıl oluyor acaba?
Onları erkekler yazsın. Bittikten sonra onlara da rüya gibi geliyorsa eğer ayrılıklar sırasında bu kadar kan gövdeyi götürmesin. Çünkü öyle ise eğer, herkese bir rüya gibi geliyorsa o yıllar, yıllar, yıllar, demek ki biz uyduruyoruz olup biteni. Bir rüyayı gerçek sanıyoruz belki en başından beri. “Var” dediğimizde var oluyor bütün “ilişkiler”, “yok” dediğimizde isimsiz bir yıldız gibi önemsiz, sönüveriyorlar uzayda. Böyle ise eğer boşuna dökülüyor onca kan o terk edişler, terk edilişler anında…
Eğer ayrılıklardan sonra herkese bir rüya, yanına varınca dağılıveren bir serap gibi geliyorsa yaşanan onca şey, bunu birbirimize söyleyelim.
Terk eden desin ki diğerine:
“Üzülme canım efendim, nasılsa birkaç aya kalmaz bir rüya gibi gelecek sana da.”
Terk edilen avunsun:
“Bir kâbusun uyanma sırasında verdiği kadar acı verecek bana bu parçalanma.”

Eşya hatırlatıyor
En sonunda öyle oluyor ki hiçbir şey acı vermiyor insana. Yani bittikten sonra. Bir tek eşya hatırlatıyor insana olup biteni. Bir tek eşya dokunuyor insana. Bulaşık makinesinden boşalan yer, duvardan sökülen resmin izi, bir mevsim sonra ortaya çıkan bir giysi.
Tek kanıtı onca yılın, bir tek eşya oluyor. O eşyalar ve o eşyaların boşluğu olmasa sanki kanıtlayamazsın kendine onca yılın sonradan serap olduğu ortaya çıkan bir hikâyeyle geçtiğini, geçip gittiğini.

Tek tek yazsak alt alta
İnsanın hayata karşı geliştirdiği bir korunma yöntemidir belki. Belki de biz bütün her şeyi bir rüyaymış gibi hatırlayarak kurtulabiliyoruz zamanın tükendiği, ihtiyarladığımız gerçeğinden. “Böyle bir şey olmadı” diyor bize içimiz ki katlanabilelim yeni rüyalar uydurmaya, yeni rüyalara inanmaya.
Ya da hakiki bir hikâye yolumuza çıkana kadar kendimizi dik tutuyoruz böylelikle. Asıl, esas olan her kimse o gelene kadar “rüyaydı” diyoruz ötekilere. Böylece belki o kadar insan, o kadar hikâye bizden geçmemiş oluyor.
Çünkü oturup hatırlasak şimdi, onca insanın gerçek olduğunu, her birine neler neler verildiğini tek tek yazsak alt alta… Düşünsenize, ne kadar tükenmiş olurduk bütün o insanlar gerçek olsa!
Neyse ki rüyaydı değil mi?
Uyandığımızda hepsi bitiverdi.

Ece Temelkuran

Aslı’nı inkar etmek istiyorum Kerem!

Yârin kaşları keman olsa, içimdeki yayları paramparça ederim hemen.
İçime çanlar çakana inat, zehirlerim zangoçlarımı.
Durur ve limanları yakılan bir kentin, gemisiz kalmasını kutsarım kıyılarımla.
Dönecek bir tek yolcusu bile yoktur uğurladığım günlerin.
Erken gelenleri kurşunlarım, suya sererim leşlerini.
Bekleyenler kazansın istiyorum bütün dünya harplerini!
Beklemek, bir mektuba başlayıp yarım bırakmak kadar asil bir niyettir.
Ki bir mektuba başlamak, her şeyden sevip vazgeçmek gibi bir kifayettir!

Eliiiif, miiiim ve eliiiif…
Ant olsun harflerine harekeler serpeceğim.
Döneceksin dönecekler döneceğim.
Gecikmeyen yerlerimi vurmalısın sevgilim.
Gecik ve ertelen sen de!
Vaktinde gömüleceksin ne etsen de!
Kalkacak dakik olanların da bir bir naaşı.
Kazanmak istemiyorum hayata karşı!
Karşılıksız çıksam, ümidim nasıl olsa korunmuştur cürmümden.
Beni, vur!
Benden, kurşunlar sapsın!
Bana, çarmıhta iki odun bir haç…
Bırakana kadar ıskalar çak!
Bana bir ergen ölüsü miktarınca iltimas yarat!
Ve bir cezme vuracak gövdemiz, çok şiddetli susarak.

Beni anlama, beni anlar gibi yap!
Yorulmayan gövdeni, hamlar gibi yap!
Delik deşik hırkamı tamlar gibi yap!
Ölünüp de yenilen gamlar gibi yap!
Yağmuru yağabilen damlar gibi yap!
Arabi’nin yandığı şamlar gibi yap!
Allah’a yenilen ramlar gibi yap!
Ya beni de al getir, ya bu guslü çöz, içime kırdığın camlar gibi yap!
Eğdiği gövdelere rüzgar bırakan sendin.
Ne gövdeydin, ne eğendin, ne yeldin!
Güneşi mahmuzladım, gözlerine şeddeler vurdu sabah.
Öğlen oldu mu kalbime müracaat edebilirdin.
İkindinin ortasında bana bakman için her şey hazırdı.
Ki akşama anca yetişirdi beni tamamen kabullenmen.
Ol’madın, okunmayan harflerimi yok saydın hep.
Sesin kısaldı, boğuldun mahreçlerde…
Aramızda erken sonlandı hep cümleler!

İşte bir kurdun boğazına oturmuş ötür.
Birazdan gemiler kopacak beni bir tufana götür.
Birazdan asalar yağacak nehirlerin Musa’sına.
Ve döşümü firavun’un sevdiği bir kerem ovuşturur.
Kapıları dövmekten hiç evde yoktum.
Bulunmadım, çünkü muttasıl arıyordum.
Bir şeylere yetişemiyor olmanın uykusunu alıyordum.
Sevgilim, bu kahpe düzene bir saat kurmalıyım.
Seni çok seviyorum, nereye başvurmalıyım?

Kenti yıldıran bir orman sırrı bahşet bu çölden.
Gerdiğim yay, oklar vurur sonsuzu.
Yerdiğim yar, yoklar durur o’nsuzu.
Seni sevmem hala öldürmediyse seni…
Dönerken…
Beni de getir yanında!

Alper Gencer – İzdiham

Benim En Küçük Hakkım

Birazdan ılık, tatlı uykular sarar bakarsın,
bakarsın sırtıma bir sıcaklık gelir,
birdenbire bakarsın,
karanlıklar ortas›nda başlar tutuşmaya
benim anadan doğma insan tabiatım.

Birazdan ılık, tatlı uykular sarar bakarsın,
bakarsın sırtıma bir sıcaklık gelir.
Bakarsın ne böyle sessiz sedasız yaşamaya mahkûmum
ne böyle sensiz yaşamaya mahkûm.

Sen ve ben,
bir de kocaman güneşleri
ve aydınlık denizleriyle
o sarışın mavi şehir.

Ben cıgara içerim,
kitap okurum,
sana bakarım ben.
Sen oturmuş yemek hazırlarsın.

Birazdan ılık, tatlı uykular sarar bakarsın,
bakarsın sırtıma bir sıcaklık gelir.
Birdenbire bakarsın,
senin yanan saçlarında ve ellerindedir
benim ağlayan elim.

Sanki ne luzum vardı böyle uykulara,
sanki ne lüzum vardı, güzelim?
Benim en küçük hakkımdı seni sevmek,
ellerinden, çenenden tutmak senin,
beraber yemek yemek,
beraber bakmak sulara,
yürümek geceleyin.

A. KADİR

Avlu

Sevgilim, güzel yazım, ince randevu
verirsen bana: Adam evdir, kadın avlu
yaz! Ben sana açılayım, sense sokağa
yaz, beni de bir ince vakte ayarla,
bir adam adası varsa oraya b›rak,
ister ıssız bırak, uğurla, dilersen uğra,
su gibi yaz: Kadın deniz, adam ada,
hem bütün adalar kadınla ıssız hem
adam kadının ortasında tenha, bir kuğu
bile bir kez olsun kendi etrafında
kirlenmeden dönemiyorsa bu dünyada
neyi yazacaksın sevgilim, yaz! Ucu
kırılmaya doğru açılmaktaysa kalemin,
yükselmekteyse şiirin adasındaki sular da!
İşte ıssız adalar bir bir kadınlarda boğuldu,
en iyisi denizin yuttuğu bir adam oldu…
Dünya avlumuz olsaydı da evler gibi
yüzyüze bakabilseydik orada, yaz ve açıl
sevgilim, güneş bir avlu daha kazansın senden,
denize de benden bir adam daha…

Güzel avlumsun benden sokağa açılsan da!

Haydar Ergülen

Prangalar

Ben ki yalnızca sevmek isterdim
Sizi, kırları, yaz akşamlarını
Bir kadın eli gibi geçsin
İsterdim saçlarımdan rüzgâr
Bir Hasan var orda dağ köylerinde
Daha hiç okşanmamış
Bir Elif var saçları taranmamış
Trahomsuz büyüsünler isterdim
Öyleyse nedir bu prangalar

Ben kimin ağlamasını istedim ki
Yok ki benim kurşunlarım
Dikenli tellerim, taş duvarlarım yok ki
Bir türkü söylerim güneş vardır içinde
Alınteri, toprak ve hayat
Beni elleriniz ilgilendirirdi
Gözleriniz, o hilesiz ve dost
Öyleyse nedir bu prangalar

Çocukları kılıçlara büyütmeyelim
Çocukları ağlamaya büyütmeyelim
Ağaçları küstürmeyelim kendimizden
Bombaları çoğaltmasak sevinçler çoğalırdı
Kinleri bilemesek ne güzel gülümserdik

İstesek bölüşürdük doğan günü
Birleşirdi ellerimiz ve türkülerimiz
İstesek bölüşürdük bir dilim ekmeği
Ama ne çoğalırdı yaprakların sevinci
Ne mutlu büyürdü çocuklar

Ben sizden bir maviyi gizledim mi
Hangi denizleri kaçırdım sizden
Hangi yağmuru, çiğ tanelerini
Size şiirler getirirdim, nisan aylarını
Yalnızlığımı getirirdim ısınmanız için
Öyleyse nedir bu prangalar

Ben kimin ağlamasını istedim ki
Yok ki benim kurşunlarım
Dikenli tellerim, taş duvarlarım yok ki

Kemal Burkay

Aşk

Sevgilim sabahın erkenini seviyor,
Ben geceyi ve esmerliğini onun,
O dorukları seviyor, korkuyor bundan.
Ben rüzgârla buluşan tepeyi, tuhaflığı,
Ona bir yeşil gülümsüyor,
ben, hayatı delice sevdiysem nasıl,
diyorum, seni de öyle.
O kendi boflluğunda oyalanan günlerde
canı sıkılan bir çocuk gibi uyuyor,
ben göğe bakıyorum geceden,
Kendi çukurunu bulmuş deniz gibiyim
diyorum, yanında,
o sabahları eğilip öpüyor denizi.

Çıplağın çıplağımda, rüzgârın dağımda olsun,
esmerliğin gecemde, öyle kal.
“Bulutlara bak, gidiyorlar, hızla” diyorsun,
yağmur bir yalıyor yüzümü, bir
duruyor. Sabahları eğilip yüzüme
öpüşün geçiyor bir,
bir duruyor aklım.

Su ve rüzgâr, dağ ve doruk,
sonsuz hepsi,
oysa camdaki sardunya gibi üşür
bana biçtiğin ömür,
ölüm geliyor aklıma bir
bir, çıplağın çıplağımda.

Rüzgârın dağımda olsun, esmerliğin gecemde
öyle kal, sana sonsuz sarıldığımda.

Birhan Keskin

Irmak Türküsü

iyi kötü herkesi, her şeyi
bulanık sularıyla Tanrıya götüren ırmak
önce cehennemden geçecek;
cehennemin bazen caz,
bazen şiir ırmağı kılığına bürünüp
içimizi yakarak, semtimizden
geçişi gibi tıpkı…

ve bu ırmak, cehennemden geçerken
hem arınacak, hem de gördükleriyle
bizim bildiğimiz ırmak olmaktan çıkıp
gözyaşı ırmağına dönecek,
bildiğimiz sımsıcak,
çağıl çağıl ve aşık
gözyaşı tufanına…

ve kabarıp, kabarıp taşacak o zaman,
cehennemi de katacak
sularına, sevinin,
cehennemde kim var
kim yok, herkesi…
düşünün, ağlayın ve sevinin!

işte ancak o zaman tutacak
cennetin yolunu
ve cenneti de katarak yolda
çengi köçek bu şenlik alayına
işte ancak o zaman vuracak kendini
dağa yokuş yukarı,
Yüce Tanrının katına.

Cahit Koytak

Münzevinin Aynaları

XI

Böyle iyi, böyle iyi!
Kimseye fazla yaklaşmıyorum
Dokunmuyorum da
Nesnelere, olaylara, fikirlere…

Tanrılara da fazla yaklaşmıyorum,
Şeytanlara da, insanlara da,
Yaklaşmıyorum, ilişmiyorum,
Dokunmuyorum.

Çarparlar diye değil,
Kaparlar diye değil,
Yutarlar diye değil,
Yorgunum, yorgun…

Yorgunum yaklaşmaktan,
Yorgunum dokunmaktan,
Yorgunum, önce sarılıp, dayanıp,
Sonra yıkılıp dağılmaktan.

Böyle iyi, böyle iyi,
Şimdilik böyle çok iyi!

Cahit Koytak