Eylül gölgesi düşmüş güneşe
Ağlamak bir şey değil
Hançer sokuyorlar adamın sırtına
Murat Kapkıner
Şub 23
Şub 23
Acı, hassasiyetini kabuklaştırıyor insanın.
Ölmek galiba bu.
Ayrılığa alışmış gibiyim.
Tevekkül, teslimiyet.
Ve heyecanların gün geçtikçe kararan pırıltısı…
…Alışkanlıkların insanı pestile çeviren çarkı.
Artık yanarak değil, tüterek yaşıyorum.
Nemli bir tomar gibi.
Kanatlarım her gün bir parça daha ağırlaşıyor.
Galiba ihtiyarlıyorum…
Cemil Meriç
Şub 23
söylemedi deme
gidiyorum geldiğim yere
arkama çalı
toynaklarıma telis bağladım
iz bırakmadan
en sessiz gidiyorum
cari sadakam
nakibim
/yeryüzünde bid’atım/
menend ü rakibim
terekem yok
sıfıra çarpıldı hikmet-i vücudum
alacağım
kimseye borcum yok
varis bırakmadan gidiyorum
kimse bilmeyecek
var olmuşum
olmamışını
gidiyorum
kefensiz
sedasız
nam u şöhretsiz
gece nevbetinde aydım
şekibindim
/olmayacak
yoruldum/
gelmeyeceksin
sabahı beklemeden gidiyorum
geceleyin
ayazda sabaha çeyrek kala
dönecek oldun muydu
bir adım yetiyor
geldiğin sonsuz mesafe için
gözümü güze açmıştım
baharı beklemeden
kışın tam sonunda gidiyorum
kar altında
bahara bir adım kala
işin
orucun bitimine ramak var
eli kulağında müezzinin
kan-ter içindeyim
kazma küreği fırlattım
ezanı beklemeden
yevmiyemi almadan gidiyorum
söylemedi deme
gidiyorum
geldiğim yere
‘zemheriden ötesi var’
kimseden ayrılmış
kimseye kavuşmuş
kimseye dönmüş olmayacağım
söylemedi deme
gidiyorum
geldiğim yere
yangın anımsıyorum
duman
baş dönmesi
dünya tutması
söylemedi deme
gidiyorum
bu yasaklar bana göre değil
bu buyruklar
mubahlar
bilinen ölümler
doğumlar
gidiyorum
sahte
tanımlanan
yahut muhayyel tanrıları terkediyor
gidiyorum
yaramadı bu ırmaklar
bu gökyüzü
fazla temiz
fazla aydınlık
karanlık göklerim
mülevves ırmaklarım
daracık odalarım
labirentlerim
kısır döngülerim
paradokslarıma dönüyor
söylemedi deme
eski dalaletime gidiyorum
gidiyorum anlıyor musun
gidiyorum
varamadığım
hiç ulaşamadığım
izinden ayrılıyor
/yenildim/
yolundan sapıyorum
gidiyorum görüyor musun düzgün
yüzümle ağlayamıyor dava sahiplerini
oyalayamıyor rolümü oynayamıyor
bir şiiri beyaza çekemiyor gidiyorum
hem zalim
hem mazlum
hem hâkim
hem mahkûm
hükmüm elimde gidiyorum
zahid sanır
sulandırılmamış müşrik
ben diyem
bir o kadar muvahhid
‘ne âkil
ne divane’
şair
yani mürted
bir bakıma mürted gidiyorum
ikindinin sonu
gün batarken dönüyor
gün batarken gidiyorum
geldiğim yere
nereyse
Murat Kapkıner
Şub 23
az sonra beni çağırırlar
buralı değilim
yanımda
memleketimi bildirir bir belge getiremedim
üzgünüm
hiç kimse fotoğrafımı çekmedi
izin vermediğim
uygun durmadığım söyleniyor
/-aksine efendim
benim annem belirlenemedi/
birazdan beni çağıracaklarını umuyorum
sigaramda yol görünüyor
burdan da dengimi tutuyorum
bol miktarda Eylül biriktirmiştim
/aslında kasım demek istiyorum/
ker*** duvfar diplerinden topladım
koynumda
bütün ceplerimde
Akdeniz kıyısından devşirdiğim
renkli çakıllar
kaydırak taşları
midye kabuğu
ve ince kumun içindeler
sigaramda yol görünüyor
yakında beni çağırabilirler
Anne’m
en gizli sırrını
sonuçta ‘Ay’a dokunmak istediğini’
nihayet bana açtı
O’nun gibi
muhteşem iradelerin sahibi olamam
soylu değilim
gökyüzüyle tanışmak
Güneş’i görmek bana yetecek
nasıl olsa bir gün beni çağıracaklardır
/ben hep
atomla galaksiler
(yani gergefle kirpiklerin)
bulutla okyanus çukurları
(yani kaş ile göz)
arasını doldurdum/
şefaatçim yok
yalnız beni bağlıyor olsa da kanıtlarım
makbul olur umuduyla
şahidimi ibraz ediyorum işte
merhametli ellerinizle gene de
bir ilk çizgi
elifbamdan arta kalan
birgün ele
ola ki beni çağıralar
Murat Kapkıner
Şub 23
”Ölüm, mahşer günü bir siyah koç suretinde getirilip boğazlanır”
bir
siyah koç gibi
öldürüldü ölümüm
kızıl çığlıklara döndü izdüşümüm
ölüm
ölüm
alacak elinizden ‘ıyşınız aşığınız
diye delik delik
kaçtığınız
ölümlerinizden
bir yudum ölüm
bir yudum ölüm veriniz
nerde
yok
mu ölümleriniz
dininiz mezhebiniz aşkına
ölememekten döndüm
şaşkına
rabbiniz taptığınız aşkına
bir yudum ölüm
bir yudum
ölüm veriniz
ölüm dileniyorum
maruf ölümler
sizler asilsiniz şovalyesiniz
merhamet ediniz merhamet ediniz
bir yudum ölüm
bir yudum ölüm veriniz
gördüm
mahşerin siyah koçu gibi
öldürüldü ölümüm
bir kızıl çığlık şimdi
izdüşümüm
Murat Kapkıner
Şub 23
Bağışlayın
Alışmamışım
Taşlanmadan ayrılmaya
Bir ilk tuhaflığın sarhoşuyum
Kovulmadan gidiyorum ilk kez
Gidiyor ve şaşırıyorum
Sırtımda utançlarım aşklarım belalarım
Geçti gümrükten
Oysa ben
Tam da hazırlamıştım kendimi
Altmışbir yılın utancını
kaçak sokmaya içeri
gidiyor ve hüzünleniyordum
utancım
aşklarım
belalarım benden geriye
kalacak diye
gidiyorum
ne eksik
ne fazla
hiç anımsamadığım
kahramanlıklarım da varmış oysa
böyle geçmişim gümrükten meğer
yazan yazıyormuş
sağımda solumda
Murat Kapkıner
Şub 23
yedi kat arzımdasın
bir barak havasıyla
yanık annelerden yansıyan
gök taşını hangi hışım saplarsa toprağa
yahut mavzer kurşununu ete
öyle düştü
yedi kat göğünden yüzün
yedi kat arzımdasın
dilim lal
kısıldı sesim
tükendi dad kelimeleri feryadımdan
içimde bir iltihab
son kanserim miydin geliştin
gene mi yanlış adrese geldim
yoksa yanık bir anneden yansıyan
bir barak havası mı
bu işittiğim
bazan uzaktan
karlı dağlar ardından
yok mu asırlardır aradığın yüreğim
benim gibi
benimki gibi bir yüreğin
yoksa gene mi yanlış adrese geldim
tükendi
inan tükendi kalmadı başka yanacak yerim
öldür beni
ya sesin gelsin
bir esinti bir rıza işaretin
ister Ay’dan ister yıldızlarından gelsin
inan bittim
tükendi dad kelimelerim
artık dokunmasalar da ağlıyorum
Murat Kapkıner
Şub 23
paylaşılan mutluluğu severim
engin denizler kadar güzeldir o
I
bana ait olmayan cesetleriyaktım bütün gece
küllerini savurdum dans ettim
ay kaydı yıldızlar gülüştü pervasızca
ve saçlarımdan bir demet düştü suya
aldım öptüm gözbebeklerinden
cazibesini yitirmiş bir kadındın sen
seni ben güzel yaptım
II
davudi bir sesim vardı sonra kayboldu
yıldızların üzerine çığ düştü ve ellerim
damıttı ellerini-utandın-demek ki biliyorsun
ah,tarihsiz duyguların ilk resmini bulutlara çizilen
gözlerine çiy düşmüştü üşümüştün
aldım ısıttım seni
III
ben uzaktan severim
seni de öyle sevdim
bir tutam gökkuşağı karıştı sevdamıza
kuş kanadı bir tutam
bıraktık korkularımızı
uçtuk gittik
İbrahim Tenekeci
Şub 23
Şub 23
1
‘hayyam, yalnızdın sevgilinin yanında
şimdi gitti, artık ona sığınabilirsin’
rivayetdi ve zaman sakin
bir su gibi hareleniyordu
senin için orman uğultuları
uzun kış geceleri getirdim
artık okunmayan masallardan
bildim ama bilemeyip düştüm
yollara ıslığımdaki gül kokusuyla
çünkü gül mağrur bir yalnızlık
yahut dalgın bir keder olarak
yakışırdı senin şehla sesine
‘rivayetdi ne zaman sahi oldu
bildim bilemedim sahi nasıl soldu’
anka’nın beni bıraktığı yerde
barbarlara rastladım, en çok
seni andırıyordu incelikleri
seni ve senin şehla duruşunu
rüzgar doldurdular ceplerime
oysa ben yılanların deri değiştirdiği
bir çöl arıyordum kendi çölümde
gövdemin çağına ulaşmak’çin
matematik ve şiir çalışıyordum
tarihse barbarlık öncesi devirlerdi
‘rivayetdi ne zaman sahi oldu
bildim bilemedim sahi nasıl soldu’
dağlarımda yangın ovalarımda
tûfan hikayeleri anlatılırken
masaldan masala, efsaneden
efsaneye sığınıyordum ve ben
sıfırı öğreniyordum aztekler’den
şiirse şehla sesine benziyordu
yani yalan yani kara bir zulüm
inceliğin barbar duruşu belki
vak’anüvis edasıyla geziniyor
yenildiğim tüm alanlarda şimdi
‘rivayetdi ne zaman sahi oldu
bildim bilemedim sahi nasıl soldu’
bir kez daha uğradığımız
cinayet yerine benziyor
unutmak istediğimiz ne varsa
meğer ne çok biriktirmişim
unutmam gereken şeyleri
duruşunu, şehlasesini mesela
yatağımda kalan sıcaklığını
yastıkta başının bıraktığı çukuru
en çok da bir yolculuğa çıkarken
dönüp dönüp sarılışını
‘zaman bir su gibi hareleniyor yine
rivayetdi ne zaman sahi oldu’
barbar ve şehla / 2
uzun uzun susuyorsun bir gülü koklarken
yüzün büsbütün gülistan oluyor ve bitti
sandığımız yerde yeniden ürperen aşk
hangi hatıralarla kanadı hangisinde sustu
biz hangi şehirde güller taşıdık odamıza
hangisinde yaralarımızı saracak bir dost
bir yoldaş aradık ölürcesine, yoktular
zilsiyah hatıralar edinmişti şehirler ve barbar
zamanlardı şehla sessizliğimizde
nice yıkımlardan kurtardığın şeydi susmak
adressiz yaşamalardan, mutsuzluklardan
umutlardan geri kalandı ve yakıştırdın
kendine, yüzünün biçimi buradan geliyor
iki şehir, iki darbe arasında geçirdiğin yıllar
sana bir onur gibi susmayı ekledi ki güller
sessizliğin koynunda bulurlar renklerini
ayrılıkların bir rengi vardır, susuşların
bekleyişlerin, yalnızlıkların da öyle
şehrin görüntüsü unutmanın rengine benzer
istasyonlarsa özleme dönüktür nedense
ve bir köşesinde mutlaka taşra kokusu
kokunun rengi nasıl yayılır bilirsin
güllerden, fesleğenlerden ve acılardan
hiç konuşmayalım istersen susmak bir dil
bir hatırlamak olsun yitirdiğimiz ne varsa
hatırlamak deyince içimden bir rüzgar
ışıkları söndürülmüş kasabalar geçiyor
komşu bahçeden hoyratça kopardığım güller
kendimi pekos bill yerine koyduğum
günler düşüyor içime, kendime sığmıyorum
hatırlamak deyince annemin öldüğü gün
içimden bir mürekkep ırmağı akmıştı
se ve ateş, hava ve toprak ve her şey
cıvaya dönüşmütü orada, ikide bir
gülkurusu yolculuklara çıkışım bundandı
yön duygumu galiba o zaman yitirdim
hangi şehirde yoksan ben kayboluyorum orada
zarif hatıralar edinmiştik sokağımızdan
ve eğilip bakardı geçip giden bulutlar
sen mektubundan önce gelirdin, kuruyan
fesleğenler için yas tutardık yazsonları
devrim bir ihtimal olarak kaldı diyenlere
sessizce itiraz etmeyi öğrendik o günlerde
dokunsalar akasyalar gibi yaprak dökerdik
şimdi ürperten, onaran bir şey var, sen bir gülü
uzun uzun koklayarak anlatıyorsun bunu
kalbimizse küllerin altında kalabilen iki köz
iki cehennem; imlası bozuk mektuplar gibiyiz
çünkü imla evlilikle biten aşklara benziyor
rüzgarını yitirmiş vadiye, bulutsuz
yağmursuz bir gökyüzü de diyebilirsin
uzun uzun susuyorsun bir gülü koklarken
hatırlamak böyle bir şey olmalı diyorum
unuttuğumuz ne varsa barbarlar sızıyor
bizse şehla bir isyan oluyoruz şehrin
zilsiyah hatıralarından sıyrılarak
sevmek böyle bir şey herhalde diyorum
sen uzun uzun koklarken bir gülü
ve yüzünün doğusu gül kokuyor çünkü doğu
gülistandı dağın ve destanın bize anlattığı
Ahmet Telli