Güneşin Altında Ölmek

I
Ölüm aramızda geçinip giden
zavallı yıllar gibi
Hem bizimle
hem bizden biri değil
Sanki seninle varoldukça yaşayan bende
Sokağımın yangına ateşle koşan kızı
güzeller güzeli Neslime
İyi bak
kıvamıdır
İyi bak kırmızı şarap renkli akşamlarına
Ben akşamına azbuçuk kalayken
azbuçuk belasıyken başının
Tam zamanıyken
Şiirden ölen bir şairin
son bahanesi gibi
bir bahane bul kendine
Enazından öp beni

II
Bal gibi
aşkın arı kovanına çomak sokulmuştur
Artık çekilen acıdır
Bal gibi acıyla
denizin oğul verme zamanıdır
dalgalar içinde
Dalgalar içinde denizin oğlu
bir gemide miçodur
Ey dalgalar içinde oğlu olan deniz
Ey denizden oğlu olan kara parçası
Ey bahtı kara

Açık denizlerde
bir o yana
bir bu yana
vurgun yemiş
yaralısın

Yaranda süzme bal gibi hüzün
süzme bal gibi hasrettir
İlk dokunuşun ardından
şehvetli bir bityeniği gibi
gittikçe her yanı saran

Sen ey denizin oğlu
deli rüzgâr
batık gemi
İnsan azıya aldı mı gemi
Aşkın gümüşten oltasına takılı
sudan yeni çıkmış balık gibi
güneşin altındayken ölmeli
ölmek yeter mi

Uğur Kaynar

tumblr_m7sfz5uoL31rt16xeo1_500 Güneşin Altında Ölmek

Umutsuz Bir Şarkı

birgün gideceksin buralardan
yaz yağmuru gibi süzüleceksin.

ve ben,
her kuzu kesilişte,
başını yana yıkıp senin
hüzünlenişini göreceğim
ve çam kokan puşiyi sararken başıma sabahları
horon çevirdiğimiz günü anacağım
gözlerim acıyarak.

çıkmam ki ben
çıkmam ki ben sabaha
gün açar mı
gün doğar mı bilmem ki
bir daha.

bir gün gideceksin buralardan
pırıl pırıl ışıklı bir istasyonda
kalkarken yedi onbeş treni
tüm yorgunluğunu unutmuş
elinde ufacık valizin, kitapların
ve göklerle baş başa bırakıp beni…

İbrahim Karaca

tumblr_m7ojckinjY1qcpguio1_1280 Umutsuz Bir Şarkı

Ödünç Gece

1.

Ay kesik yol urgan bu gece
Bin yıllık bir yağmur toptan yağmış gibi
Tevrat’tan bir yaprak kopmuş
Ölüme bulaşmış akşam yemekleri

Bu gece eşsiz bir duvar devrilmiş
Şurda burda rüzgar yamyamları türemiş
Gümüşlü horoz gürültüleri işitilmiş

Ben bu gece çok çıraklık ettim
Yarılan yağmura aşılanan ateşe
İnsanları birden gökyüzüne ayarladım
Gecede bir göz oldum bir sabah doğurganı

2.

Bu gece ölüler şehri terk etmiş
Otomobil tekerleğindeki hava gibi
Ateşin üstünde bir topak kar
Mezarları bir şimşek ikiye bölmüş sanki

Bu şehir yerden bile ağır bu gece
Altında bir tek ölü olsun kalmamış
Ölenlerdir incelten hafifleten oysa
Uçacakmış gibi yapan şehirleri

Ay kesik ve ben yiğit bir kabir eriticisi
Geceleri dolan üstün ve tembel bardak
Cami dolaylarında sur kapılarında
Toprak kaçkını ölülerin toplayan ölülerini

Sezai Karakoç

untitledy Ödünç Gece

Kaç Kişiydik

Dönelim
Her geçen gün bir açıklamadır
Biz yıllarca önce daha bir bunalırdık
Kullanılmış eşyalar gibi ordan oraya
Taşınır atılırdık
Bir ağır çekimde yüzlerimiz
Şöyleydi
Su içen güvercinler gibi ürkektik, bakışıklıydık
Bir de alkollere düşkündük ki, kınanırdık, niye sanki
Çünkü biz bilmez miydik alkol hiçbir zaman kurtuluş değildi
Üstümüzde bir karabasandı yalnızca
Yalnızca
Bir anlayan olsa anlatırdık gözyaşını da
Hem o zaman gözyaşı bile kınanırdı
Hüzün de kınanırdı, yalnızlık da
Ama çoğumuz bunları yazdı
Şiirde, romanda, öyküde yazdı
Örneğin bir roman güzelse biraz
O roman baştan sona bakımsızdı.

Ve her şey
Bir yudum su içip başını yastığa koyan bir hasta gibi kaldı.

Edip Cansever
Sonrası Kalır II

untitled Kaç Kişiydik

Gelincikler

gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda
işi iş kasabanın
su yüzlü çocuğun işi iş
bir de poyraza döndü mü hava
başlar masmavi damarlar fışkırmaya yanaklarından
faytonların turuncu tekerlekleri
yansır gaz tenekeleriyle çevrili bahçelerde
asılı çamaşırlarından bir tutam çivit kokusu alıp gider
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda.

saat onikilerde
postanede mektup yazan adamlara bakar bir semt delisi
durmadan bakar
ki o mektuplar nereye giderse gitsin
öylesine uzundur ki kasaba
gelinciklerden bükülmüş bir ibrişim gibi
gidip gelen mektup zarflarıyla tarif edilebilir ancak
içlerinde kar serpintisi
içlerinde bozkır
içlerinde herkesin bir güneyi olan
ve marangozlar upuzun kayıklar yaparlar bunun için
kesersiz, çivisiz, elsiz
sadece ruhlarından
o kayıkları içinde domates doğranan bir akşamüstünde yüzdürürler
canlanır suya değince hemen
bordalarındaki nakışlar
bir derya gülü alıp başını gider.

yeter ki görünsün gelincikler
önce tek tek görünsün sonra topluca
usta bir doğramacı gibi kırmızılar doğrar kasaba
gelincikler indi mi çayırlardan
su bardaklarına, berber dükkanlarına girdi mi
duvarlara sicimle tutturulmuş şişelere
girdi mi bir kere
-aynaları boğacak neredeyse
-taşlıkları basacak sel gibi
o zaman…
tam o zaman
marangozlar mis gibi rakılar içerek kayıklarında
konuştukça binlerce kayık
konuştukça binlerce köpük, binlerce kıyı olurlar
ve nedense bir vapur bizi alıp götürecekmiş gibi bakarız bir-
birimize
unuturuz sonra alıp başını gitmeyi de
yeter ki iki dudak arasına konsun gelincikler
ipince bir ıslığa yerleştirilsin
türküler süzsün tüveyçlerinden
kahveler eski renklerine boyanır yeniden
biralar ciğ ışıkta bile parlak
yıkanır tertemiz oluncaya kadar yaşamak.

gerçekte bir sevinç, bir mutluluk yok değildir yüreklerimizde
sevgiler umutlar yok değildir
öyleyse neden çabuk küseriz birbirimize
çabuk öfkeleniriz
durup durup böyle hüzünlenmemiz neden
anlamıyoruz da ondan mı yoksa
bir bütün olduğunu mutluluğun
umudun bir bütün olduğunu
seziyor muyuz yalnızca
baktıkça gelincik tarlalarına uzaktan
öyle bir arada güzel
yaşamanın lezzetini
kanımızı tutuşturdukça gün günden
buğusunu saldıkça
bir tütün dumanı gibi yaktıkça genzimizi.

Edip Cansever
Sonrası Kalır I

304138306234e84a621e Gelincikler

İlik

Bütün evlilikler bir gün bitecek
Size bunu bildirmeyi bir görev bilirim
Bütün kelimesine yakışmayan
Her ne anlamı varsa evliliğin
Bütün koltuk takımlarıyla beraber
Bütün ah canım nasılsınlar
Güzel kadın çirkin kadın
Hasta ve gebe
hepsi bitecek
Tüller de perdeler de
Gündüz ve gece
hepten sönecek
Belki aranızdan biri ilk sabah hiç bitmesin ister
İlk sabah hiç bitmeyecektir
Ben bunu kastetmemiştim

Ben bunu kastetmemiştim
İlk sabah hiç bitmeyecektir
Kuşların uğultulu kanat çırpışları yahut
Huysuz ilk öpüşme
İlk çocuk ve ilk günaydın
İlk soğuk algınlığı
dargınlık
tokat
Tırnakların bir ilk birlikte kesilişi
Örülüşü örülecek kadar uzun bir saçın
dalgalı
Çaydan bir yudum almak
gazeteye bakmak gözucuyla
Evliyken çıkan ilk savaşı izlemek
televizyonda

Bunlar evet bunlar
ne derecede soylu
Nasıl da isteyerek
alarak
Yaşanmış olursa olsun
Bir gün gelip bitecek
Fakat ilk sabah hiç bitmeyecektir
Bunu daha önce de söylemiştim

Hakan Arslanbenzer
renkli_yapraklar_zerinde_damlalar İlik

Yoksul Yokuşu

yoksulların çocukluk fotoğrafı az olur
hiç olmaz belki de avuntunun bez bebeği
misketler yuvarlanır yokuş aşağı
her şey masallar kadar yakınken gerçeğe
sabahları umuda yoran babalar
akşamları yarı bunak ve kambur
yokuşu sırtlanıp da gelirler eve

çok yokuşlu semtlerde yaşadık hep
derimiz de bahtımız da abanozgillerden
beş taştan biri yuvarlanır dört taşa
kız oyunu der çekilir erkekler
eğilir topaçlar ve gazoz kapakları
ölüler de yoksulluğun payandasıymış gibi
eğik yatar mezarda yokuş aşağı

ama gülümsemiştim bu yokuşa ben bir kez
ancak ilkokula başlarken çektirdiğim
ödünç yakalıklı fotoğrafımda
kuş ayaklı bir sevinçtim yokuş yukarı
bir kamyon freninden koptu yokuş aşağı
altında ben okulda fotoğrafım
avuntunun bez bebeği hiç olmadı sanırım…

Nilay Özer
(Zamana Dağılan Nar’dan)
2012_07_picc-bb4329dff-478079-324-480 Yoksul Yokuşu

Orda Kaldım

giden gitti (yiten zaman)
açtığın kapıdan girdim, adımı söyledim
işte orda kaldım

herkes nerde? (gibi yanlarında durdum)
yiten zaman (onlar öyle sandı)
hiç ayrılmadım ki (aklım)
ben orda kaldım

senden bana hiç durmadan akan neyse
olsan olmasan
yansıladım (yüreğim, ben)
sen yoksan da iki olduk
gidenlerle gittim (gibi)
dünya (zaman)
ben orda kaldım

Gülten Akın

2012_07_elena-karneeva-9c42518d9-447050-475-712 Orda Kaldım

üzgün kediler gazeli

gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak

sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki granada, belki eylül, belki kırmızı

gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzgar

çocukluğun tutmuş da yine aşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a

aşk bile dolduramaz bazı aşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran

heves uykuduysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan, sır bundan

gözlerin şehirden yeni ayrılmış
gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan

hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan

Haydar ERGÜLEN

1168305-lg üzgün kediler gazeli

Cem Gibi

gün soldu, eteklerinde kızıl pırıltılarla damlarken su
gecenin yenik bahçesinde dolaştım, sarı bir yağmurdu
bitip tükenmeyen kayalıkların ortasında mahsur
içimde titrerken anılar ve kaçışın bakır kokusu
çocukluğum bir taht odası, bursa’da yenik sultanlığım
bütün kapılar kapanmış, bütün kapılar sur
döndüm, ardımda yansıyan o büyük aynayı gördüm
varlığın ve hiçliğin kaynaştığı, göçebe yağmur.

gün soldu, eteklerinde kızıl pırıltılarla damlarken su
vardığımda yoktu bütün kapılar. iskele, günbatımı
rodos’a doğru batık tekneler. kadırgamın şişmiş
tahtalarında çırpınan rüzgârı
duydum, yüzümün büyük sularına çizilen.

ta orada yüksek dağlar, bu dik ve acılı yol
bir at kişnemesi, yağız gül kokusu
çökmüş tapınakların altında gizli geçitler
ve küflü mahzenlerinde taşlaşmış ölüler korosu
giden kim? bu ilkyaz şafağında yolcu edilen habersiz
beyaz kefenlerine bürünmüş yürüyen bakirelerle.

birden şimşek! ve göründü ve yokoldu kapılar
yenilgi ve acı, kaçış ve sürgün. zamanın yitik
aynasında tüterken yalnızlığın bakır kokusu
alnıma dövülmüş bu ilenç, bu belirsiz yolculuk
duydum etime değişini bin kızgın demirin
karanlık mazgallarından sarkan gövdemin…
bir ilkyaz şafağında kurban edilmişliğim.

birden yağmur! ve yüzümün yarısı akıp gider
benim gözlerim yok, kurşun! sıcak ve ağdalı yüzgörümlüğüm
issız oyuklarında derin uğultularıyla rüzgâr
gözlerimin ıssız oyuklarında… sıra kimde?
batık teknemin suya gömülmüş ahşap direklerinde
asılmış tüm yolcularım. celal’im! sinan’ım!
bu deniz nereye gider, bir biz kaldık
ve yağmur tüm kapıları siler.

ben cem, daha dün yarım imparatordum
kestirdiğim paralarda soldu vücudum
öldüm binlerce ölümle, kıyıya vuran cesedime baktım
yağlı urganlar bağlayıp boynuma (iskele, günbatımı
rodos’a doğru batık tekneler) yürüdüm, artık
bana bu dünyada yer yok
ne saray, ne köşk; ne rütbe, ne taht
ağabey el ver yanına geleyim
al beni, sonra istersen boğdur
bir yanım zifiri karanlık, bir yanım… birden yağmur!

günler bir ormanın sessiz çığlığına gömüldü
kendi içine düşen dipsiz kuyulara. cesaret:
gözbebeklerimin içindeki karanlık ülke
perili… ve hiç varılmayacak.

gün soldu, eteklerinde kızıl pırıltılarla damlarken su
bir at kişnemesi, yağız gül kokusu
vardığımda yoktu bütün kapılar.
ben yitik zamanın altında kaldım
silindi kapılar ben dışarda kaldım
bu soğuk, bu kimsesiz karanlıkta
yalnızım, ellerimden başka yok fenerim.

Tuğrul TANYOL

34 Cem Gibi