Defter

Nasıl her şeyden çok umut kokarsa,
Umut ve güven kokarsa
Ot, diken ya da başak,
topraktan çıkan her şey;
Nasıl her şeyden çok barış kokarsa,
Barış ve şenlik kokarsa,
Üzüm, buğday, arpa,
Bağbozumunda
Ya da harman yerinde her şey;

İşte öyle, insan koksun senin de
Salânı verdikleri gün, yer gök;
Rüya, gerçek, ne yaşamışsan
Her sayfasından, her satırından
Sımsıcak insan tütsün, insan,
Rahimden mezara
Parmak izlerinle, dudak izlerinle,
Yürek vuruşlarınla
İnsanların gönlüne yazdıklarının.

Cahit Koytak

Leroteist

Çocukluğum camilerde ve sokaklarda geçti.Hep bir yerde eksiklik olduğunu düşündüğüm için erkekliğe adım attığım ikinci senede yatılı okulu tercih ettim.Bol bol kavga ettim küfrettim ve sevişmeye gayret ettim.On üç yaşımda sigara on dört de alkol ve türevleri, on dokuzumda eroin hariç bütün sentetikleri kullandım. Buna rağmen üniversiteden çıktığımda iyi bir maaşım ve etiketim vardı.Kariyer efektlerimi kullanarak bana yaklaşan herkesi kozamdan uzak tuttum. Aylarca morfin kullandım ama asla bir orospunun kazandığı parayla bana viski ısmarladığı o an kadar keyifli olamadım…Şimdi o orospu yatağımda ve ben sigaramı dünyadaki bütün sentetiklerden daha fazla haz veren bir metaymışçasına kutsuyorum. Sigaramı en önemli yerde yaktığımı için kutsuyorum. Kutsuyorum ağza alınmayacak ne kadar edepsiz söz öbeği varsa. Ağza alınmayacak tek şey buymuş gibi kutsal sayıyorum kutsallığa layık görmediğiniz her küfrü,her kadını. Kutsal saydığınız bütün değerleri değiştirmeyi deniyorum. Basitmiş gibi görünse de bedelini ödemeden kazandığım bir gece var burada. Dayatılmış tüm ahlak yargılarının basitleştiği bir an bu. Yataktan aşağı sarkıttığım ayaklarım dışında alçakça görünen hiç durum yok. Kadın beni seçti işte, onca seçeneğin içinde beni seçti. Karşılığını verdi ve kendine memnun bir gece seçti. Benim ağzımda ıslanmayı seçti, benim olan ne varsa onun içinde ve şimdi derinlere ilerliyor adım adım söyleyediklerim. Bu gece bu yatakta söylediğim ne varsa artık onun içinde ve onu zehirledim. Yırttım yalnız gecelerimin içinden geçen derin melankoliyi ve on dokuzunda bir orospunun masumiyetini. Onun yapması gereken tek şey gelip gitmekti fakat ayaklarının getirdiği bu yerde bu yatakta her şeyin anlamı onun algısından daha derindi. Ancak bir kasıktan sızan şey sadece ter değil viski bile olabilirdi çünkü bu şiirsel güzellik odanın içinden geçen bütün oksijeni hapsetmişti. Her nefes alışverişimiz başka bir kafiyeyi tetikliyordu. Yazılabilecek her şey bu zamana kadar yazılmıştı kutsal kitaplar dahil,uğraştığım tek şey tanrı değil kült ve mitler kafamı karıştırıyordu. Ne kadar fazla seçeneğimiz vardı oysa inanmak için, ancak hiçbir kadın bekaretinden ve sadakatinden fazlasını vaat etmiyordu. Bu yüzden bu kadın yeterince kutsaldı. Bu kadın ve buna benzeyen tüm kadınlar kutsal bakirelerden daha fazla kutsaldı. Ne istediğini bilen kim varsa bu odanın içinde ve bu yatağın üzerinde elinden geleni yapıyordu. Toplumun tabakalara ayırdığı kim varsa delip geçiyordu o görünmez sınırların duvarlarını. O gece ki rüyayı bir daha görebilirsem eğer elimde mutlaka bir fotoğraf makinesi olurdu.
Böylesi bir çizgiyi sadece Rilke’de gördüm ben. Ne güzel bir kadındı,ne güzel. Viski vardı kadeh vardı ve her şey göğüslerinden akıyordu.
Ağzı,ağzıma sığıyordu ve kımıldıyordu kuşlar dilimde…

Hayal etmek yolun yarısı filan etmiyordu bunun için kusursuz bir plan ve mahvolmak üzere kurulmuş tanışma cümleleri vardı. Yüzyılın en kalbi kırık serserisi tutmuş bir orospunun kaderini tayin etmeye yelteniyordu. Neyi değiştirebilirdik ki sahi. Neyi ne kadar değiştirebilir ne kadar erteleyebilirdik. Bu kadınların değişmez kaderi ve kederi onların hiçbir gecesini kurtaramayacak kadar kirliydi. Temiz olan bizdik kadınlar değil. Kan döken, yaş döken ve kontrolü kaybetmeyen milyonlarca orospu vardı. Hepsi bizi kandırıyor ve başka birini özlüyordu. Biz kimseyi özlemeyecek kadar piçleşmiştik. Çünkü kalbimiz bir asfalt gibi ezilmekten nasır tutmuştu. Biz aynı hayatı yaşayan kanepelerde ve fiskos örtüleri altında acılarını büyüten temiz aile çocukları değimliydik.? Bizi kim bu hale getirmişti. Bir kadını sevmekle başlamıştı her şey bir kadına mektup söz olmakla başlamıştı her şey. Bir kadının elinden tutmakla başlamıştı hayat. Bir kadının kasıklarında başlamıştı ve diğer tüm kadınların kasıklarında devam ediyordu.Bir kadının kutsal sayılmasından başlıyordu her şey. Küfürlerin en can alıcısı kadınlarımızdan başlıyor ve devam ediyordu sırayla. Sevişmek küfürle değil sevmekle başlıyor can yakmakla devam ediyordu. Bu hayatın içindeki herkes ikinci defa sevmekle tüm kutsallığını yitiriyordu. Bu hayat, kaçmadığın sürece senin yakana yapışan en büyük hastalıktır diyordu birisi. Buna inancım var sadece bu sözcüklere. Buna inanıyorum hayatın bir hastalık olduğuna çünkü bunun dışında inanacak hiçbir şeyim kalmadı. İnanabilecek tüm metaları kaybettim,kaybettim ruhumun elinden tutan kadının ince sesini. Kaybettim. Kaybettiğim için bu yatağın sıcaklığından vazgeçip sigara yakıyorum. Avunduğunuz ve sizi güzel gösteren tüm renkli temalarınızın amına koyayım. Sevişmek küfrün kendisidir. Buraya kadar nasıl geldim bilmiyorum; hatırlamıyorum yatağa girerken ne düşündüğümü. Şunu biliyorum ki kadının içindeyken aynaya bakıp aşk yok diye telkinlerde bulunuyordum kendime. Aşk eskide kaldı. Aşk şarkılarda ve şiirlerde kaldı. Gerçek hayat şiir gibi değil porno gibi yaşanıyordu çünkü. Şiir yazan herkes sikişiyordu. Makyaj yapan tüm kadınların makyajı bir erkek için akıyordu ve temizlenen tüm kasıklar pornolardaki gibi yalanmak için bekliyordu. Kişisel hijyen sevişirken kolaylık sağlıyordu çünkü midemizin bulanması inandığımız yalanların boşa çıkmasıyla başlıyordu.Midemizi bulandıran tüm geceler adına bize söz veren tüm kadınlar mutlaka başka bir hijyeni yalıyordu. Kirlenen sadece ağızlarımız lanet olsun, duş jelleri işimize çok yarıyordu. Çok temiz etlerimiz ve tenlerimiz var. Bütün orospular güzel kokuyor.Bütün erkekler orospu çocuğu ve sadece ibneler saçlarını sola tarıyor.

Kadın hala uyuyor sağ göğsü doğrulduğum yerden biraz ötede, sigaramı koltuğunun altından göğsüne uzatıyorum –sanki onu daha fazla kirletebilirmişim gibi- ciğerlerimde damıtılmış dumanı yüzüne üflediğimde sırtını dönüyor bana. Kimse dediklerimi anlamıyor zaten.Ondan daha erken uyandım,yatağımda onun izi. Onun kokusu belli belirsiz. Nevresimi hala değiştirmedim. Sonra aynaya ilerledim ağzımın içinde bir kadının ismi kımıldıyor nerdeyse. Aynayı öptüm,adını anmadan. Bir büyü olmalı bizi sürekli teşvik eden. Bu kesinlikle ilahi değil çünkü odanın içinde inanç yok. Onun günahını giydim ve evden çıktım.
Hala uyuyordu,çırılçıplaktı…

Hiçbir orospu bir erkekten daha fazla kendini satmıyordu!

Burak Dikoğlu

Sevgi

1960’ların sonlarında bir gün Amsterdam sokaklarında yürürken bir an gözüm kapısı açık bir pub’ın içerisine takıldı. Bir müzik makinesine dayanmış iki genç, o yıllarda gözde olan “All you need is love!” adlı bir Beatles melodisini kendilerinden geçmişçesine makineyle birlikte haykırıyorlardı. Hallerinde öyle bir şey vardı ki onlara bakarken hüzne benzer bir duygu yaşamıştım. Bir an süren bu yaşantımı sonradan anlamaya çalıştığımda, sevgiye duyulan ihtiyacı haykıran bu insanların yüzlerindeki maskeleşmiş gülümsemenin altındaki umutsuzluğu algılamış olduğumu fark etmiş ve önce sevgi, sonra yaşam yalnız çocukların hakkı diye düşünmüştüm. Çünkü yetişkinler dünyasında sevginin insanın kendini var edebildiği yerde yaşandığına inanıyorum, kendiliğinden ve çoğu kez adını koymaya da gerek olmadan.

Durgun ve karamsar bir anımızda bir yakınımızdan sıcak ilgi görmek içimizi ısıtır, kendimize ve dünyaya daha olumlu bakmamızı sağlar. Ama bir süre sonra kendimizi var etme sorumluluğu ile yeniden yüzleşmemiz gerekir. Sevgi denilen, adı var tanımı yok bir olguyu “ithal ederek” yaşamaya çalışmanın, insanın kendisini pazarlamasını ve benliğine yabancılaşmasını içeren bir bedeli de olduğu genellikle görmezden gelinir. Anlaşılabilme ve hissedilebilme, yerini ilgi görme ve beğeni toplamaya bıraktıkça, yaşam üretme potansiyeli de giderek kullanılmaz olur ve insan kendisini nasıl çıkacağını bilemediği bir kısır döngünün içinde bulur.

Yıllar sonra Ankara’da katılmam gereken bir kutlama yemeğinde sahneye çıkan şarkıcının acı çekiyormuşçasına söylediği “Bir sevgi istiyorum” adlı şarkıyı dinlerken, Amsterdamlı gençleri bir kez daha hatırladım. Sonra da, “Biri sevgi istiyorum diye gerçekten böyle ortaya çıksa sanırım çoğu insan kaçar!” diye düşündüm. Ama dinleyenlerin çoğu şarkıya aynı coşkuyla katılmaktaydılar ve melodi kadar sözlerle de özdeşleştikleri belliydi.

Tedaviye gelen biri bir gün, “İhtiyacım olan tek ‘şey’ sevgi! Çevremdekiler bunu bana veriyor olsa hiçbir sorunum kalmazdı!” sözleriyle isyan ettiğinde, ona, “Peki ama size göre, verilmesini istediğiniz o ‘şey’ ne?” diye sormuştum. Çünkü konuşmasının tonlaması sevgiden bir nesneymişçesine söz eder gibiydi. Sevgiyi alınan ve verilen bir nesne gibi algılamak Batı etkisindeki kültürlerde sık gözlemlenen bir olgu. Erich Fromm kitaplarında bundan çok söz eder. Ama vaktiyle tatilimi geçirdiğim bir güney kasabasında o yaz çok sık duyduğum ve “Ben sana sevmeyi öğretemedim” sözlerini içeren şarkıdaki mesaja başka kültürlerde kolay rastlanacağını sanmıyorum.

Herkesin istediği ve klişeleşmiş bir sözcük içine sıkıştırılmış bu “şey”in, aslında her insana göre farklılıklar gösteren bir anlam taşıdığını sanıyorum. Çocukluk yıllarından alacağı olmayan bir insan düşünemiyorum. Çoğumuz bunun bıraktığı boşluğun yetişkin yaşamımızda giderilmesini bekliyoruz, özellikle de yakın ilişkilerimizde. Kimimiz, geçmişten kaynaklandığını bilmeksizin yaşanan bu boşluktan ötürü yetişkin yaşamımızı paylaştığımız kişileri sorumlu tutar, hatta onları suçlarız.Oysa bir insanın diğerinin yaşamına tek yönlü katkıda bulunması yetişkinler arası ilişkilerde zaman ve durumla sınırlanan ve sürekli yaşanması mümkün olmayan bir olgudur. Bu nedenle, verilemeyeni ve artık verilmesi mümkün olmayanı beklemekte direndiğimiz oranda yaşamı da durdurmuş oluyoruz.

Öyle olur ki, bazen karşımıza çıkan birinin bu boşluğu giderecek güce sahip olduğuna inanırız. O kişinin savunma sistemi kurtarıcı tavırları içerdiğinden ya da onun öyle olduğuna kendimizde inanmak istediğimizden. Ama çoğu kez yanılsamamızı bir süre sonra fark eder, onun da bizim beklediğimizi beklediğini kabul etmek zorunda kalırız. Yaşatılma beklentimizi “şey” olarak görür, dolayısıyla kendimizi de “şey”e indirgemiş oluruz. Günümüzde birçok yakın beraberlik “şeylerin ilişkisi” olarak yaşanmakta. Güvenceye yönelik bir dayanışma temeli üzerinde sürdürülen bu tür “şirket ilişkileri” genellikle pek uzun ömürlü olmuyor ve günümüzün şeyler dünyasındaki seçenek bolluğu nedeniyle yeni yanılsamalara yöneliniyor.

İnsanları şeyler olarak görmek, onları kullanma eğilimiyle yaşanır. Ama kullanmaya giden kullanılır, bu tür ilişkilerin doğası gereği. İnsanlar genellikle de bu olgunun yalnız ikinci yarısını algılamayı yeğler, kullanılmış olmaktan ötürü yakınırken kendi amaçlarına dürüstçe bakmaktan kaçınırlar. Çünkü kendisini “şey”e indirgemiş olma sonucu yaşanan varolamama suçluluğu ile yüzleşmek insana ağır gelir.

“Geçmişten taşıyıp getirdiğimiz bu vakumu gidermek ve kendimizi şeyler dünyasına indirgememek nasıl mümkün olabilir?” sorusunun cevabı, kendimizi durum olmaktan çıkarıp bir süreç olarak yaşama çabalarını içerir. Tabii üst sistemlerin bireyi şeye ya da duruma indirgeme yolundaki baskısının da bu olguyu karmaşıklaştıran bir etken olduğunu göz önünde tutarak. Bu sistemlerin şartlandırdığı yönde “bir şeyler yaparak” varolmanın ısmarlanabileceği yanılgısına çok alışmış olduğumuzdan, varolmanın doğal sonucu olarak da bir şeylerin yapılabileceği düşüncesi ilk bakışta fazla soyut görünebilir. Çünkü tek seçeneğimizin bir durumdan bir başka duruma dönüşme olduğuna şartlanmış varlıklarız.

Yaşama anlam katabilme gücü, yaşamın anlamsızlığını kabul etme yürekliliğiyle etkinlik kazanır. Ama çoğu zaman insan bu ürkütücü gerçekle yüzleşmektense, kendisine yabancılaşma pahasına geliştirdiği by-pass sistemleri içinde sıkışıp saklanmayı yeğler. Yaşamın anlamsızlığıyla yüzleşmek yerine yaşamın anlamsızlığını tartışır. En azından üst sistemlerin beklentileri göz önünde bulundurulduğunda, insanın kendisini süreç olarak gerçekleştirmesinin her zaman mümkün olamayacağını tabii ki kabul etmek gerekir. Ama sanırım önemli olan, kendimizi ne zaman yaratıp ne zaman sattığımızın farkında olabilmek.

Engin Geçtan
-Varoluş ve Psikiyatri

Kaçış Gazeli

Dostum Miguel Pérez Ferrero’ya

Nice nice yitirdim kendimi denizlerde
kulaklarım yeni koparılmış çiçeklerle dolu
dilim sevgiyle, sonsuz acıyla dolu.
Yitirdim nice nice kendimi denizlerde,
yitirdiğim gibi gönlünde birtakım çocukların.

Bir gece olsun yoktur, bir öpücük verildiğinde
yüzü silik insanların gülümseyişi duyulmasın,
bir kişi olsun yoktur, yeni doğmuş bir çocuğa dokunduğunda
atların kımıltısız kafataslarını unutsun.

Çünkü güller arar alınlarında
sert bir kemik çevren,
insan ellerinin de başka bir anlamı yoktur
toprağın altındaki köklere öykünmekten.

Yitirdiğim gibi kendimi gönlünde birtakım çocukların,
nice nice yitirdim kendimi denizlerde,
suyu bilmezliğimle arayıp duruyorum
beni yakıp tüketecek ışıklı bir ölümü.

Federico Garcia Lorca

Çeviri: Bilge Karasu

Hiçliğin Türküsü

Koca bir çölde
Sonsuz bir kum denizinde,
Arıyorum
Yitik yolu arıyorum
Bulamadığım yolu.
Bir orada, bir burada
Bütün yönlerde ruhum
Bulamıyor aradığını.
Bu korkunç boşlukta,
Her yanım kum
Alabildiğine parlak, boğucu
Kumlar uzanıyor çevrenin sonuna değin
Sonra bir ses duyuyorum
Tatlı, gür ve kahredici
Diyor ki bana:
“Yitik bir ruh sanıyorsun kendini sen!
Bir ruh sanıyorsun kendini
Yanılıyorsun.
Bir ruh değilsin gerçekte
Yitmiş de değilsin
Bir hiçsin yalnızca
Yoksun sen.”

Porphyre Eglantine

yağmur yatağı

barbar bitkiler gibi yerleşiyorsun alana… sen gelince
bir buğu sarıyor çiçekleri… üzerimizden yeşil bir
dalga gibi geçen sessizliği görmüyorsun… asıl barbar
benim oysa yansıtamadığı dillerle kuşatılmış…
kapıyı hızla çarptığında bir su çizgisi yok oluyor önce
sonra beni kuşatan diller… duvarlarda beliren
mor lekelere bakıyorum hiçbir şey söylemeden…

ona ince uzun bir yaprak uzatıyor ve diyorum ki:
…hiç korkma benim dokum cam…
…ölmüştüm… ama işte şimdi yeniden yaşayanım…
…bende hiçbir şey yok bir çığlıktan başka… yosun…
…denizaltı odaları… bir yağmur yatağından başka…

Lale Müldür
-Bir Yağmur Penceresinden-

Yanma

Ve elbet
Gözlerin sularımdan çekilince
ürkek bir ceylanla anlaşırım
yüzünün çok yakını olan bir limana
dilinin ve ağzının verdiği baş dönmesine
bahçeni tutan tavşanlara sığınırım

Karnımdan geçilmiyor moraran ağzım
Kovalanıyorum
İkindi zaman karanlığı iç çarşılar
ey şafak bir askerle anlaş
Çünkü namluya sürüldün
İşte burda bir ordu yürüyen karnımda
İzim sürülüyor köpeklerin sürünerek yaklaştığı
Anlaşılıyor
Hatırlarımıza dokunulmamış
Fakat el konmuş aşkı yaratırken kuğuların
Geleceğimizin serin suları ve göllerine

Ey kadın kokla beni
Hayatım yasaksınız

Gelinmiyor akşam zaman kaplanı
Kaçmıştım yeni bir ırmak şeklinde
Hayvanların ilkbahar sıcakları bölümünde
Kıvrılıp yeniden yakalanıyorum
Cam kesiyor göğüslerimi
Boynuma zümrüt bir gerdanlık atmışım

Hem şarklıyım ben
Gövdem yara dolu

Sevdiğim kolla beni
Anlıyorum

Fakat artık dayanılmaz sarmaşıklara
Öpüşüyorlar
Harbin bittiğini söyle ayrılsınlar

Çünkü gece zamanın katranıdır
Gelip geçecek gibi değil omurgamdaki didişme
Çantamda sevişme askerleri
Harbin bittiğini söyle

önce beni boğacaklar özgür ve sevecen olmak için
bir bıraksam
yakut bir kuşun içinde duran ellerimi

Sevdiğim
Önce kemir bu tel örgüleri gövdemden
Geç derimin altındaki tehlikeleri
Yürek kızgın bir kuma devrilmeden
Yokla beni

Anlıyorum kaçmaya zaman yok
Şafak birden doğrulacak

Cahit Zarifoğlu

Sonbahar

I
Deniz kıyısındaki
kahvede akşamın ışığı
düşerken
sana
zamanın içinde güzellikler gizlemiş
sonbaharın yapraklarıyla kumruların düşüncesinde,
her daim süregelen bu
kabaran şehvetine yayıldım,
sonrasını hiç kimsenin bilmediği bir gelecek!
Beni kabul eden gözlerine sadık kaldım
akan suyun içinde bakışların ninni olur
ateşleri aynaya düşmüş
aşkın.

II
Senin ellerin ellerime uzanır
ellerim ellerine
birbirine kilitlenir
seninle günbatımından geçeriz
akşam oturacağımız iskemleleri hazırlarız
seninle vahşetimiz olacak geceyi adlandırırız
güzel uykusuzluğumuzla.

Sonra
senin gözlerin gözlerime bakar
gözlerim gözlerine
akşamın sonunda uzanırız
sabah pencere camlarını vurur
bize ulaşmadan önce
tozun dersleri.

Bir süre sonra
boşalttığın iskemle dolar
akşam renklenir ricayla bizi kabul eden
senin gibi bu yatak ışıldar bedenin yokluğunda
son sayfaları çeviririm
kitabın beyazlığında.

Seni iki defa elifle başlatırım
seni yücelttiğim sözlerle
iki gözünde son gizim açılmadan,
sözcüklerle
seni iki yokluk arasında unutmadan
son bir defa daha seni elifle başlatırım
kapalı fitnenle çıkmazlığımın izini sürerim
ben akşama yol aldıkça
denizin mavisiyle.

Muhammed ABDULLAH

Kara lâle

paylaşmak ister her şeyi seninle
çünkü o vakit
ısırdığın elmalar yasak bir gözeye yol bulur gövdesinde
ana tanrıçaların ilk hecesine değer
genişler gökyüzü

çünkü uzakta bir tepeyi çıkarsın hiç durmadan
tırmanmanın tepede olmaktan iyi olduğunu
herkesten önce biliyordun sen

çünkü zehirli mantarlar, fare delikleri, sedirler
derin ormanların yabani menekşesidir
bu günlerin göremedikleri
ağzından yediği portakalların suyu
en sonunda taşıracak nehirleri
sonra dövülmüş çocuklar gibi yere yakın şimşirlerin
saçlarını okşayarak büyütecek

çünkü yarım bir evde oturursun sen
kuzu postuna sarınmış aç kurtlardan doğma
bir çıplaklığın içinde
bilirsin şimdi gecedir
saklanır senden, yavru bir kaplumbağadır gün
bazen bir dokunuş olur yer kapanır üstünüze
gök kapanır
incecik bir kan sızar aranızdan

çünkü dilin ay’la sarmaş dolaş
cini var lambası yok,
dünyanın sihrini yutmuş masallar anlatır
yer çekimsiz kalan her büyük söz

çünkü gözlerin
yedi gezegende oturan ruhların nazarı
bakışlarınla çiçeklenir arka sokaklar
inanır duvarlarına sırtını yaslayarak
dudaklarını öptüğün bu batık şehre
ölüme ve
aşka yatkın olduğuna inanır şiirlerin
paslanmış teneke saksılardan fışkırırken yaz
iki dudağının arasında durur gizli bir akşamüstü

çünkü avuçlarında Itrî’nin mızrabı
en ince sesini verir çatlamış lir
günlerden iki dal gelincik
başına çekip ateşten eteklerini çıplak bir dansı sürdürür

çünkü göz hacminde bir tarihin içinden sana yürüyordur
sırtında taşırsın onu
kara lâleler açar içinde, gezgin bir yanardağ olur
adı aşktır bilirsin

Betül Yazıcı

Ahmet Haşim’in Portresi

I

Karanlığı seviyorsun Şair!
kapalı gözlerin çevrili içine
ne kör edici bir ışık
ne yansıma
karanlık Allah gibidir
ve tek başına
biliyorsun
ne güzeldir
sevmek karanlığı

II

Karanlığı seviyorsun Şair!
rengi yok
ahengi yok
kıyısında oturup bakıyorsun
içinde dalgalanan denize
düşünüyorsun
ne güzeldir
sevmek karanlığı

III

Karanlığı seviyorsun Şair!
ne renklerin ağırlığı
ne şekillerin kalabalığı
çizmeye çalıştığın resim
öldüğünde
sen de ölüyor
mırıldanıyorsun
ne güzeldir
sevmek karanlığı

IV
Karanlığı seviyorsun Şair!
ne kimseye
gözlerinden veriyorsun
ne kimsenin
gözlerinden alıyorsun

cehenneme gidecek
bu hasta adamın rüyası
bu küflü yatak odası

karanlık ölüm gibidir
biliyorsun!

A.Ertan MISIRLI