O’na

Anımsıyorum o büyülü anı
Karşımda beliriverdiğin,
Uçup gidici bir hayal gibi,
Dehası gibi saf güzelliğin.

Bunluklarında ümitsiz hüznün,
Telaşın yorucu tasalarında,
Çınlardı o tatlı ses uzun uzun,
O güzel çizgiler görünürdü bana.

Yıllar geçti. İsyancı dalgalarında fırtınaların
Dağılıp söndü eski hayaller,
Unuttum tatlı sesini senin
Ve silindi Tanrısal çizgiler.

Issızlıkta, karanlığında tutsaklığın
Sessizce uzayıp gidiyordu günlerim
Tanrısız, esinsiz,gözyaşsız,
Yaşamsız, ve sevgisizdim.

Ve işte bir an geldi, uyandı ruhum:
Ve işte sen yeniden belirdin,
Bir hayal gibi, uçup giden,
Dehası gibi saf güzelliğin.

Ve yürek çarpıyor bir esrimeyle,
Ve yeniden canlanıyorlar onda
Tanrısallık da, esin de,
Yaşam da, gözyaşı da, aşk da.

Aleksandr Puşkin

Çeviren: Ataol Behramoğlu

Gölgeler

Derin gecede, görüyorum görüntülerini
İki gölgenin, ayakta, beyaz bir perde üzerinde.
Gecede iki gölge… Yalnız ve yüzyüze

Bir lamba yanıyor arkasında bu ekranın.
Yalnız ve delice arzulayan birbirlerini
Birbirlerine can atan
Orada, bir erkek gölgesi ve bir kadın.

Uzatmışlar acıyla başlarını birbirlerine
Bir şey var fakat engelleyen anlaşmalarını.
Fısıldaşıyorlar belki, nedir korktukları?
Boşuna uzanmış birbirlerine kolları:
Canlı arzularına karşın dokunamıyorlar
birbirlerine
karşı karşıya, yüz yüze, duruyorlar öylece.

Fısıldaşıyorlar belki ve belki eğilmişler
haykırarak bile anlaşamıyacaklar ama
gecede iki gölge, ayakta, önünde bir ışığın…
Anlaşamıyacaklar, dokunamayacaklar
birbirlerine
Yalnız ve delice arzulayarak birbirlerini
Orada bir erkek gölgesi ve bir kadın.

Peyo Yavorov

Çeviren: Ataol Behramoğlu

Şubat

Ben bu içimin yankısı, ben bu içimin koruyla
bu narı daha fazla taşıyamam.
Düşecek ellerimden, dağılıp dökülecek odaları,
dayanamam.
Benden sana mevsimlerden anne, uykularımdan tüller,
ömrümden ağrılar sızmıştır.
Bu aşk bende bir imkânsızlık tasarımı gibi kaldı,
kaldıramam.

Adı Şubat olan bu şiirde kalbim
uzun bir nehir gibi ağrıyor. İnat yumağım çözüldü.
Sol omzundan siyah atımı, sana düştüğüm o eski şubattan
çukurumu alıyorum.
Benden kalan boşluğa kırmızı bir araf düşüncesini koy.
Nasıl hatırlanırsa bir yaprakta bir orman
bu kez o olsun beni sana hatırlatan.

Bir gün olur senin de düşerse elinden nar
Aşk bir gün seni de alır bir yerden bir yere koyar
Ne zaman ki kaplar gönül mülkünü kar
Çağır o zaman, anlatırım sana,
bir ömürden nasıl döne döne geçer turnalar.

Sanma ki inadımda sarı bir safra
dilimde uçuşan rüzgârlı bir sayfa
sözlerimde silinmiş şifre vardır.
Sökmedin beni çölden, yolum araftır.

Birhan Keskin

İmge

‘Aşk bıçak gibidir, dedi, alışılmış
biçim verir insana yosunlu büyülerle
Bazen etinde dağlanır insanın söz
sarsılmış, saralı gövde gibi
altın külçe nasıl durursa asitte
öyle iner eski zaman türküsüne
İşte göksel giz, çözülemeyen
sürükler bizi peşinden saf gücüyle’

Ses, taş ve suyun soluğuydu, ıssız
koyları dolaştı durdu, fışkırıp gövdemde
akkor bir nü gösterdi duvara asılı
bir gül… kokusu tünellerden tünellerle gelen
yazla baygın ırmaklardan göllerden
‘Aşkın iki ağzı dört gözü yoktur ama
sarışı bir sarışı var ki
saf isyan sözcüklerle
haykırır kendini kendine’

Tam böyle dedi işte, çıkıp yüreğimden
elyazılarına benzeyen kırlangıç sürüleriyle

Metin Cengiz

Gölgesi İçine Düşen Göl

Son birkaç yıldır içimdeki fırtına dindi,
kıpırdamıyor gözlerindeki yeşil seninse;
Ankara yağmurlarla geçiştiriyor kışlarını!..
Çoktan ayrılığı duyumsadı anlayacağın
                    saksıdaki karanfilin titreşimleri bile,
özlem beni de vurdu, evin kedisini de.

Ne zamandır seni bekliyor kapının önünde,
bense didiniyorum makinenin başında,
aşk şiirleri yazıyorum, fukara avuntusu.
Aslında bir nedeni yokken biliyorum
                    hızla ateşim yükseldi nesin nesiyse;
belki de en alıngan yerimden geçiyorsun!

Kötü uyaklara düşüyor söz ne yapsam,
bir zamanlar öptüğüm parmaklarının ucu
hâlâ hüküm süren o uzun sonbahar oluyor.
Gölgesi kendi içine düşen göl gibisin
                    ovada öylece yayılmış karnın,
yankısını dağın yuttuğu suskunluğumsun.

İncecikten bir kar yağmaya başlasa şimdi
ilkyaz umudu olurdu kaldığımız yerden.
Ankara o eski Ankara olurdu park küçüğü
çimenlerine yatıp yuvarlandığımız,
                    izi çıkar unuttuğumuz çocukluğun;
anılara sürünüyor evin kedisi, büyüdü!..

Hüseyin Atabaş

Yorgun

Ne zaman dağılsa sesim
Şakağıma dayardın gözlerini

Oysa adınla başlamak istedim bu akşama
İstedim ki bir ayrılıkta bitmesin buruk
Günlerdir bir tek dize düşüremedim
Bu kaçıncı sürgünüm bütün renklerimi götürdün

Kanayan bir öyküdür içimizdeki bozgun
Hergün yeni bir hüznü takıp koluna
Bütün saatleri acıya kuruyor sanki
Şarkıların hüzzam makamındayız
Kanıyoruz göçebe yollarda yılkı atlar
Bir acı kahve hatrını unuttuk
Her köşe başında bir maskara

Tuzun ve şarabın tadı değişti
Nasılsa eskidi yüzün -değişmedi gözlerin-
Alevler yakmıyor artık inceltmiyor buzları
Üstümüzde sağır ve dilsiz bir gökyüzü
Her şey ayrıksı sanki bulutlar paslanacak
İşte solan bozkır akşam ve zaman
Sessizlik -sensizlik daha ne kadar
-Aşksa aşk işte nabzım-
Bütün sağnaklarını yağdır haydi yağdır
İster bir cehennem aç ister bir mayıs getir
Her vurguna hazırım nasılsa her şey pusuda gibi

Bu bungun akşama yazdırarak adını
Dal gibi serin yine gözlerin

A. Hicri İzgören

Aşkın Hayatı

İlkbahar

Gel sevdiceğim, küçük tepelerin üstünde yürüyelim karları eritmek için, tepelerle vadilerde gezinsin diye hayatı uyandıralım uykusundan. Gel en uzak kırlarda Bahar’ın ayak izlerini sürelim;
Gel, en yükseklere çıkalım, kırların yeşilleri giyinmesini seyredelim.
İşte kış gecesinin topladığı örtüyü baharın fecri yaymış! Şeftali, elma ağaçları onu giyinmişler de kadir gecesindeki gelinler gibi çıkmışlar ortaya.
Asmalar uyanıyor; filizleri kucaklaşan sevgililer gibi sarılmış.
Irmaklar akıyor, kayadan kayaya sıçrıyor şenlik şarkıları söyleyerek.
Çiçekler fışkırıyor doğanın kabından, deniz dalgalarının tepesindeki köpükler gibi.
Gel sevdiceğim, yağmurun son gözyaşlarını içelim nergiz kaplarından, ruhlarımızı kuşların neşeli şarkılarıyla dolduralım.
Meltemin nefesini soluyalım ve menekşelerin saklandığı şu kayada oturalım, Aşk’ın öpüşlerini alıp verelim.

Yaz

Kırlara çıkalım aşkım, gelen hasat günleri için; ürün toplama zamanı yaklaştı.
Tohumlar, güneşin doğaya aşkının sıcaklığıyla olgunlaştı;
Kuşlar meyvelerimizi toplamadan gel, karıncalar topraklarımızı tüketmeden.
Gel, Yeryüzü’nün ürünlerini toplayalım, gönlümüze çabalarımızın ektiği mutluluk tohumlarını toplar gibi,
ve Hayat gibi, Doğa’nın bereketiyle dolduralım tenekelerimizi ruhumuzun kilerinde.
Gel eşim, yatağımızı tarlamız yapalım, örtümüzü cennetimiz.
Yumuşak ottan bir yastığa koyalım başımızı ve günün yorgunluğundan sıyrılıp huzuru bulalım vadideki derenin mırıltısında.

Sonbahar

Bağlara gidelim sevgilim, üzümü ezelim ve şarabı yıllandıralım, yılların yorgunluğunu saklayan ruhumuz gibi.
Haydi meyveleri karıştıralım, çiçeklerin kokularından süzelim.
Evimize dönelim, çünkü ağaçlar sararıyor ve yaprakları uçuruyor rüzgâr, yazın bitmesine kederlenip ölen çiçeklere kefen yapmak için.
Haydi gel, artık kuşlar deniz aşırı memleketlere uçup gittiler, kanatlarında bahçelerin güzellikleri ve yasemin ve mersinlerin yalnızlığıyla ve son gözyaşları saçıldı çimlerin üstüne.
Gel gidelim, ilkbahara kadar akmayacak artık dereler, sevinç gözyaşları kurudu çünkü ve narin elbiselerinden sıyrıldı tepeler.
Gel sevdiceğim, hüzünlü ve arzulu müziğiyle uyanıklığa veda edip uykuya dalıyor Doğa.

Kış

Beni yanına al, can yoldaşım, yanına al ki, bu soğuk nefes ayırmasın vücutlarımızı. Ateşin yanına otur benimle, ateş kışın meyvesidir çünkü.
Yılların getirdiklerini anlat bana, kulakların rüzgârın iniltisi ve eşyaların çığlıklarıyla yorgun.
Kapıyı, pencereleri aç çabuk, Doğa’nın kızgın yüzü ruhumu kederlendiriyor; kaybedilmiş bir ana gibi yüreğimi kanatan, karlar arasında oturmuş şehre bakayım.
Sonra yağ doldur lambaya, karanlığa hazır olsun. Seninle benim aramıza koy ki onu, gecenin yüzüne giydirdiklerini göreyim. Şarap şişesini getir buraya,
bu sıkıcı günleri konuşup içebilelim diye.
Yanıma gel ruhumun aşkı çünkü ölen ateşi küller gizliyor.
Kucakla beni, çünkü sönen lambayı karanlık kuşatıyor.
Güç, bizim gözlerimizde ve yılların şarabında.
Uykunun karanlığındaki gözlerinle bak bana. Uyku bizi kucaklamadan, sen kucakla beni. Öp beni, karlar bütün öpüşlerinin koruyuculuğuna galip gelmeden.
Ah sevdiceğim, uykunun okyanusu ne kadar derin. Sabah ne kadar uzak… bu gecede.

Halil Cibran
Bir Damla Yaş ve Bir Gülümseyiş

Yalnızlık

İstenilir bir hal değildir yalnızlık
Unutulmuş bekleyeni gelmeyen
gemisiz limanda
zamanın orta yerine demirleyen
bir tozlu sandık
çürür yeşil ve bir başına

Çocukluğun penceresine tünemiş korku
çalar kapıları gecenin bir vakti
ıssız sokaklar koynuna alır onu
ışığı insan caddelere götürür sesini

Oyundan çıkarılmış çılgın söz
yaslar sağır duvara sırtını
Belli değildir kimin karar aldığı
ürker karanlığı yaran bir tutam ışıktan
bölünmüş uykulardan arta kalan
felsefedir tanrı
Güçsüz gövdesiyle yalnızlığa sürüklenir
düşleri okyanusa açılan yelkenli
rüzgarın soluğuyla oynaşırken bilir
efendi de kendisidir teslim olan da kendisi

Anımsayın nerede ilk vurulduğunuzu
Kanlı bir bıçak yoktur ortalıkta
bütün ipuçları saklı
Küçük bir iz bırakmaz kırılganlık
Belirsiz bir çatlaktan sızan su
ağır ağır kaplar odanın tavanını
avına sessizce yaklaşır umarsızlık

Kütüğe yazılmış sözcükler ateşe atılır
suya çizilir bütün çoğaltıların resmi
Kentleri sardığında mülteci hüznü
donar kanın sesi
tükenir renk cümbüşü
ilk kar suyu üşütür
günler düşer ağır

İstenilir hal değildir yalnızlık biter bir gün
toprağa düşer cemre
Bir tek hale mahkum değildir Dünya
mevsimler birbirini saklar mayasında
yerin altında ve yerin üstündedir sürgün

İnsanla çoğalır insan
martılar çığlık çığlığa iner suya
Belli ki hayata değil yalnızlığadır isyan

Babür Pınar

Cinayet Kışı

I

“Bir kereye mahsus yaşanan her an
kendi hatasını bir daha düzeltilemiyecek biçimde
içinde barındırır”

Bana kanatlarımı bıraktırdılar,
Bana ihaneti öğrettiler.

Başka haber yok.

II

İkiye bölünmüş bir bütün gibi yaşadım
Bir yanım öbür yanıma düşman
Sağımda kızgın kumlar gezdirdim
Solum üşüyor eski bir anıdan.

III

Mum: alıngan. Kendi ateşiyle
kendini yok eden yumuşakça.
Erimek üzere varsın, kaderine inanırsın.
Ölürken fark edilmez, ışığın solduğu zamansın.

Hiçbir aşk titremez sonsuza değin
Bütünlüğünü yitirişinden ölür bir mum
ve insan acıdan ölür bir gün.

IV

Yüzümde taşıdığım kuyu
soğuk iklim,
ağır yaprak tenimde
durup dönüp dokunduğum
yük.

Yağmurun aramıza çektiği perdeyi yırtıyorum
geçiriyorum göğsümdeki uykunun sarmaşığından
birazdan dünya beni unutacak, ben onu anlamıyorum.

Soğuk iklim
durup dokunduğum
dönüp seni
ben de unutacağım.

V

İnsan ölüyorsa acıdan ölür bir gün
kendine bir daha uğrayamadığından,
koyduğu yerde durmayışındandır hayatın
hatanın dönüşsüz oluşundandır.

Hiçbir aşk titremez sonsuza değin
bütünlüğünü yitirişinden ölür bir mum
ve insan kanatlarından
ayrılır bir gün.

Birhan Keskin

Turuncu Tren

Güneşte gülüp
Yağmurda ağlamak
Kolaydı…
Düzenin çocuğuydun sen!
Uslu
Ve
Mutlu…
Duydum ki,
Haksız zamanlarından kurtulmak için
Umutlu;
Pazara çıkarmışsın mevsimlerini…
Bir kasım akşamının âhını alan
Sonbaharmış elinde kalan…

O yalnız ağacın selamı var!
Halâ tek başına
O eski yerinde
Bakışlarını sayıklar
Baharın feri söndüğünde…

Oysa;
Güneşte de ağlayan bir kadın vardı
Yalnızlığın çok güzel olduğu bir şehirde…
Sadece gözleri
Değişmeden kalmış yüzünde…
Gelmemiş senden aman
Ağlamaya alışmış,
Çaresiz, kocaman
Bulutlarla yarışmış…

Ey sen!
Düzene düşüp aşka küsünce
Oyuncaklarını toplayıp giden çocuk…
Hala eski aklında mısın?
En sevdiğin turuncu trenin
Bende kaldı…
Farkında mısın?

Esra Güzelipek