Sözcü

İşte yine yüz yüzeyiz.
Sözün yerini ezgi alacak birazdan.
Ama her şey sussa bile
duyulacak olan aynı ezgi mi?
Çıkıp kendimizin dışına
şöyle bir dolaştıktan sonra
aynı yere mi döneceğiz yine?
Yine aynı sözcükler mi
dökülecek ağzımızdan
konuşmaya sıra gelince?

Öyleyse…

Kemal Özer

Öptüm Seni

Alnından öpmek isterdim seni
kirpiklerinin ucundaki kederden
dudaklarının ayışığından
çılgın sesinden yüreğinin
çığlığından acının

Asık yüzlü kötümserim sabahları
özellikle

Özellikle beni özlediğin geceleri
özlemek isterdim seni ne çok seven biriyim
ne mi kavuşmanın ve ayrılığın bedeli işte o zaman

Öptüm seni

Refik Durbaş

Zaman İçinde Bir Yeni Zaman

Ne zaman,
nerede,
nasıl geleceği belli değildir,
ne baharın,
ne ölümün,
ne de aşkın.

Kimi zaman uzun sürer kış,
geç kalkar karlar,
sellerle başlar bahar.

Ölüm
erken gelir kimi zaman,
bir yıldırım gibi düşer,
alır götürür
yaşanacak onca şey varken.

Bazen çok geç kalır aşk,
bir kıvılcım çakar yürekte,
olmayacak yerde gelir yakalar
yakar.

Eksilse de ömrün her geçen günle,
baharı beklemeden edemezsin,
bir gelin gibi çiçeklerle donanmış,
gelişine sevinirsin.
Geciktiğini kim farkeder
ansızın gelivermişse aşk?
Bir yeni zaman başlar zaman içinde
aşkın sevinciyle.
Su akar,
zaman durur,
durulur.
Yeni bir gün başlar…

Hey aşk…
Ne zaman gelirsen gel…
Hoş geldin.

Bilgin Adalı

Yakarış

Yine!
Gel, ver, teslim et bana bütün gücünü!
Uzaklardan sessiz bir kelime fısıldar dağılmaktaki beyne
Kaderi yazılmış bir ruha dair duyulan korkuyu yumuşatan
Zalim sükunetini, itaatin sefaletini
Son ver, sessiz aşk! Benim bet bahtım!

Kör et beni esmer yakınlığınla, insaf et, niyetimin aziz düşmanı!
Ben, kalkışmam karşı koymaya o soğuk dokunuşa beni deli ürperten.
Öylece çek al benden
Usul yaşantımı! Eğil daha derinden üzerime tehditkar başınla,
Gurur duy çöküşümle, hatırlayarak, acıyarak
Kim ki o? Kimdi o?

Yine!
Hep birlikte, bürünmüş geceyle, serilirler toprağa. Duyarım
Uzaklardan sessiz kelimesini fısıldar dağılmaktaki beynime:
Gel! Çöktüm. Eğil daha derinden üzerime! Buradayım.
Boyunduruk, beni bırakma! Yalnızca zevk al, ıstırap duy yalnızca,
Al beni, koru beni, dindir beni, Aman esirge beni!

James Joyce

Güneşin olsun gönlünde

Güneşin olsun gönlünde
Kar bile yağsa, ya da fırtına olsa
Gök bulutlarla ve dünya kavgayla dolsa
Güneşin olsun gönlünde
O zaman gelsin ne gelirse
Doldurur ışıklarla en karanlık gününü
Bir şarkın olsun dudaklarında
Sevinçli ezgilerle
Seni günlük tasalar bunalıma boğsa bile
Bir şarkın olsun dudaklarında
O zaman gelsin ne gelirse
Yardım eder savuşturmaya en yalnız gününü
Başkaları için de bir diyeceğin olsun
Tasada ve bunalımda
Ve kendi ruhunu şenlendirecek her şeyi
Söyle onlara da, bir şarkın olsun dudaklarında
Yitirme sakın yüreğini
Güneşin olsun gönlünde
Ve her şey iyi olacak.

Casar FLAİSCHLEN

İt Dalaşı

kalbinle giriştiğin bir haksız mücadele bu
kendi yüzüne attığın pençedir aşkın mührü
tut ki yaralısın, iyileşmeyecek kadar, çaresiz
uzaktaki kar tanelerine tutunmak için yarışır mı serçeler
özlemenin imkansızlık olduğunu bile bile

durmadan meşgul çalan bir telefonun ucundasın
bileklerin yanlış ibreye ayarlı: tam 12′den vuruldun!
hedef tahtasının bile ‘artık yeter’ dediği andır
kursağında suskunluk, senin o soylu suskunluğun,
kimbilir hangi kayıp haritayı çıldırtır…

çarpışmayan hiçbir tanrı kalmadı bu hikayede
yaşadığımız ‘atlatma haber’e sıradan bir başlık uyduracak kadar cakalıyız
darmadağın ayak izlerime bakıp da nasıl biteceğini hesaplama bu yolun
kalbimle it dalaşındayız, hiçbir atlas kucak açmıyor içimdeki ülkeye
ölüme yıllardır küs olmasam bir akrebe sevda büyüteceğim

içimden geçen her şeyin günlüğü tutuldu
rahat olabilirsiniz, size de yer var bu oyunda
taburu yanlış patikaya süren acemi bir rütbeliydim
hepimiz o coğrafyanın ortasında kaybolduk
şimdi falcıların önünde tek sıra hizadayız
bizim için açılıyor sinek, papaz, kız,
aşk, ayrılık, unutma mecburiyeti,
semalar üstü inatlaştığımız tanrı…

durulduk sonunda, morfine uğramış zır deli kadar özgürüz
biletimiz kesildi, cehenneme kadar bütün yollar açık
varsa sıratın üstünde de sürüp gider bu it dalaşı
bir ağızdan çekilen yuhlara da katlanırız
kıyamete ne kaldı aşk bittikten sonra?

ömür mü?
yük kervanıdır, geçtiği her adımda biraz daha derinleşir iz
gökyüzüne darılıp kalır anılara yetişemeyen o evcil akbaba

Charles Bukowski

Şimdi Ben Ne Dersem Diyeyim

şimdi ben ne dersem diyeyim
göz ve yol birbirine fısıltılar kadar yakındır
ben ile sen arasında

bir denizi aklında tutmakla başlar dalgaların sesi
hangi mavi giderse gitsin seni
kimden dönüş yaparsan yap kendine
sahilin sana vereceği hep aynı aşktır
aynı kumsalın öyküsü

şimdi sen ne dersen de
akşama düştüğünde gecelerde bırakır hayat seni
gözlerinde bir kuşun ürkek haline kırılır cam
derme çatma biriken anılarından

oysa ilk değildir ağacın gölgesini hep aşk sayması
ve ilk değildir kirpiğine sürülmüş yağmur damlası
ama sen bu yağmuru eski bir kayığın mırıldanması say
ondan sonra bekleyen anların halini sor yollara
kimse yoktur gördüklerinden başka

şimdi sen ne dersen de
gözlerinde dolar rüzgarın getirdiği ilk yapraklar
anlarsın bir dalgınlığının gittikçe kendini çağırdığını
ama ne kendin ne de bir başkası vardır ortalıkta
varsa yoksa bahçeden fışkıran küçüklüğüne konan bir martı

son değildir sevmekten başını koyduğun yastık
ve son değildir ferhat’ın güneşi gördüğünde çatması kaşlarını
ama sen bu şirin’i içine atılmış bir mektup say
ince bir telaş başında dönen kuşlar
gönderilmeden önceki halini oku yollara
tebessümden başka pul yoktur zarfında

bir yolu aklında tutmakla başlar hayallerin sesi
hangi şirin giderse gitsin seni
hangi hayalinden dönersen dön kendine
ferhat’ın gördüğü göreceği hep aynı seraptır
aynı damlanın kumlarda kalan yüzü

şimdi ben ne dersem diyeyim
sen ne dersen de
biz ne dersek diyelim
hep kendini dolaşan bir kalptir zaman
damarlarındaki her yaraya
anılarını pusula kılan…

Şirin Tatlı

Susma Durağında İnecek Var!..

Susma Durağında İnecek Var!..

Madem şu çiğdemin bir fikri; şu serçenin özel eşyası; şu taşın yarına kalma kaygısı yok, bunların hiçbiri bende de olmasın… Diye çok düşündüm.

Hatta kendimce birtakım kararlar bile aldım.

Ama olmuyor. Bir yandan yazdıklarım vasıtasıyla fikir beyan ediyor, bir yandan olmadık şeylerin koleksiyonunu yapıyor, bir yandan da yarına daha fazla kalabilmek için tüm gücümle şiire abanıyorum.

Özlediğim veya heves ettiğim dünya ile içinde bulunduğum dünya arasında, kabul etmek gerekir ki, dünya kadar fark var.

Doğrudur, bir otun bile iddiası vardır. Fakat bunu asla dile getirmez.

Doğrudur, havaya attığımız taş bile tekrara düşmez. Bir kar tanesi bile kendini tekrar etmez.

Ama biz ederiz.

Çocukluğumun sokağında, küçükler suyun, yetişkinler ekmeğin, büyükler de ölümün sözünden hiç çıkmazdı.

Bir de ‘ciddiyet’in sözü tutulurdu.

Çocukluğumun sokağında, insan olmanın ilk şartı, temiz olmaktı. Temiz olmayan, bozuk demekti. Evi dağıtıp kirlettiğimiz vakit, annemiz, “evi bozmayın” diye seslenirdi. Kirletmeyin değil, bozmayın…

O zamanlar, dünya hatır üzerine kuruluydu. Sadece annemizin ve babamızın değil; ağaçların, çiçeklerin, kuşların, suların da üzerimizde hatırı vardı. Ve bu hatır, her daim gözetilirdi.

Yine, başkalarına haksızlık yapılarak hak aranmazdı.

İnsanımız akli dengesini, ülkemiz ise adli dengesini henüz kaybetmemişti.

Devlet, “Lütfen kasaya doğru ilerleyiniz” demezdi.

Sonra devir değişti. Çok hızlı değişti hem de…

“Para benim için ikinci planda” diyenler gitti, yerine hesap makinesine benzeyen insanlar geldi.

İnci Enginün Hanım, “Nakit paranın önem kazanması, emek ve gayreti yenmiştir” diye yazmıştı. Yenilen sadece bunlar değildi tabii.

Kaç zamandır, “Ölümün hiç dostu yok, benim niye olsun” diye düşünüyorum. Daha doğrusu, düşünmeden edemiyorum.

Modern zamanlar, uzakları yakın kıldı.

Buna karşılık, en yakınımızdaki şeylerin uzağına düştük.

Sadece şu veya bu gıdanın değil, artık insan ilişkilerinin bile raf ömrü oldu. Her insanın son kullanma tarihi var. Çünkü insanlara insan olarak değil de, imkân olarak bakılıyor.

Şurada veya burada, bir avuç insan olarak, siyah beyaz bir gazete sayfasında yayınlanmış kırmızı güller gibiyiz.

Kırmızı olmasına kırmızıyız. Veya pembe. Fakat gazeteyi eline alıp bakanlar, haklı olarak, bunu görmüyor, bilmiyor.

Bir anlamda, herkesin rengi kendine gibi bir durum ortaya çıkıyor.

Bundan dolayı olsa gerek, yazdıklarımız bir yere değmiyor, bir şeyi harekete geçirmiyor. Maalesef bu böyle…

Müzikte, “susma durağı” diye bir şey var.

Oraya gitmeye ne dersiniz?

İbrahim Tenekeci

Aşk Üstüne Aşk

Zaman gelecek.
coşkuyla kutlayacaksın kendini varınca
kendi kapına, kendi aynanda.
her biri gülümseyecek ötekinin hoş karşılayışına.

diyeceksin ki, şuraya otur. Ye.
Kendin olan yabancıyı seveceksin yine.
Şarap sun. Ekmek sun. Yüreğini sun
yüreğine, yaşadığın sürece

seni seven yabancıya, başkası için
ihmal ettiğin kendine, seni ezbere bilene.
İndir kitaplığın rafından aşk mektuplarını,

fotoğrafları, umutsuz notları,
soy kendi yansımanı aynadan.
Otur. Yaşamınla bir ziyafet çek kendine.

Derek WALCOTT

Çeviren : Nezih ONUR

Hatırlat da Haziran’ın sonlarında çocukluğumu yakalım

Sen beni öpersen belki de ben Fransız olurum
Şehre inerim bir sinema yağmura çalar
Otomobil icad olunur, Zarifoğlu ölür
Dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-Senegalliler dahil değil

Sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
Çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
O vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
Hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-Yoksa seni rahatsız mı ettim?

Sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
Elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
Elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-Freud diye bir şey yoktur.

Sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
Belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
Bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
Yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-Haydi iç de çay koyayım.

Ah Muhsin Ünlü