Gül Artık

penceremde bu gülen gün
teli duvaklı bu güzel aydınlık
serçe kuşun bu her zamanki telaşı
gül diyorum
gül hele şöyle
aç avcunu
saklama benden seni çok göresim geldi
gül artık.

Müştak Erenus

Orada Duran

Dün gece gördüm seni
Ay doğarken oradaydın
Bir içim suydu çocukluğun
Keşke o gün içseydim seni

Dün gece ay doğarken
Ormanda ışıkla oynaşan
Bir mor menekşeydi çocukluğun
Keşke o gün koklasaydım seni

Ay ışığı saçılırken geceye
Oradaydın saçların omuzlarında
Fırınlanmış bir meşe tahtasında
Yıkasalardı seni yeşerirdi

Keşke o gün öpseydim seni

Vecihi Timuroğlu

Aşk Sarkacı

Beni böldün
kanarken kırılıyordum gecenin ortasında
içimin şehrinin köprüleri yıkıldı
kağıttan bir kadındı Eleni
bir tutam boya, biraz hüzün
ve basit hikayesi kadınlığın

Sen bir aşk sarkacıydın
bir ona bir bana dokunan
sonra onda durdun
yenilginin seçimi
(büyü hareketteydi oysa)

Gidip geliyordun
bir o bir ben
acıyarak her dokunuşta

Beni böldün
kendi acını sapladın bıçak gibi
sonra yas tuttun ölümüme

Gözlerine bakıyorum
hangi uzaklara gittiler
sen bana akan aşk damlası
bitti diyorsun
dikenli teller düşsün araya

Boşluğuna bakıyorum
öksüz aşkının acıyan yankısına
asla galip yok bu savaşta
Eleni bir yıkımdır benden beter

Sevmek mi?
ben de çok erkekler sevdim
ve seviyorum hala
mucize başka yerde
sevmenin öte şehri
seni bulduğum ışık
içimin içimin içinde

Ayrılık deyince
ayırdına vardım birden
varlığın ne derin
bu şehir nasıl da kalabalık
bu bağ nasıl kıskıvrak

İçimi çekince
yangın başladı her bir hücrede
anımsadım bir geçmişim vardı benim
anımsadım bir dünya içindeyim
gecede çırılçıplak bir iç sızısı

Şimdi sanıyorum ki herşey bir yalan
bölünmüş bir şehir
hala ulaşır kendi kendine

Mezarımda uyuyorum
avuç avuç ihanet atıyorsun üzerime
bekliyorum o an gelsin
ve herşey değişsin diye
kolların beni sarsın
ve herşey bir oyun işte
Bağışla sevgilim bağışla

Şehir uyanıyor
ve yolunda gidiyor herşey
arabalar ve hayatın arkası yarını
ben delirmeye kalkıyorum
ve boşalttığın zamana bakıyorum
havada asılı duran acıtan sözlere

Bu evde bu an yaşanan
kimin umurunda
ben yılları tırmıklamışım
ve kanıyor gökyüzü
yitirdiğim müzigi arıyorum
ikimizin gövdesinde

Aşk bir kurgudur
öyle diyecekler
herkes konuşabilir ve bu herkesin başında
oysa ne garip
tattığım zehirle yalnız ölüyorum
ve benzersiz bir çiçek soluyor yanıbaşımda

Bekliyorum
sanki herşey değişecek
Bağışla sevgilim bağışla
seni seçtim bu dünyada
rezalet pahasına

Ne uzak ne uzak bakıştı o
gözlerinin önünde duvarı
kanlı savaşların
Ne çok doğru söyledin
tıpkı öteki kadınlar gibiydim
gözlerine çarptıkça ruhum
parçalandıkça
acıdıkça tenim

Uğultularını duyuyorum
o kaskatı sözlerin
yokolmak için bir böcek değilim
içim öyle sonsuz öyle derin

Ne garip
insanın arınması
kederin şiddetiyle
böylesine masum muyum, belki hayır
kimbilir nasıl da acıttım seni
ki beni böyle ezip geçtin.

Neşe Yaşın

Gizli Oda

Gizli bir oda buldum kendi içimde
çok uzak çok öte boyutlar içinde
hiç konuşmadan ayan beyan oluyordu her şey
bir göle dalıyorduk
hayat açılıyordu derinlerde
ışıltılı cam odalarda
kaygıların kaynağı olan her şey

Sen beni sarıyordun hiç dokunmadan
içimin sesini işitiyordun büyüyle
birbirimize bakıyorduk
düşünmeler nasıl görürse birbirini
öyle bir bakış işte
anlamanın gizli sezgisi içinde

Ben söylemiyordum hiçbir şeyi
sözcükler yanıltan oklarını saplamasın diye
bir nur içinde izliyordum seni
gövdem yumuşacık ilerliyordu
senin akıntının sihrinde

Sen o odalara girecektin
ve keşf edip birer birer beni üzen şeyleri
düğümlenmiş damarlarımı çözecektin
usta bir ten dokunmacısı gibi

Orada öylece yüzüyordum
Senin sevincinin inanılmazlığıyla
bin yıldır aradığım birşey varmış da
kavuşmuşum gibi sisler ardında

Ve ömür
kimbilir kaç gündüz kaç gece
zamanın ev ödevleri
o bitmek bilmez telaş
tembel, suçlu bir öğrenci gibi oturuyordum dünyada
öfkeyle bağırıyordu öğretmen hayat

Birden fark ettim bekliyordun beni
dersliğin çitlerinin yanında
kaçıp gitmek için çok uzaklara
o sonsuz rüzgar tarlalarına

Şimdi ben senin kollarındayken
yaramaz bir yasa kırıcı gibi
çırpınan kanatların arzularında
vurulup düşene dek uçarız belki
fısıltılarımızın ormanında

Sevgilim ruhumda bekle beni
hayatın böldüğü her noktamı
öpüp birleştirsin diye
dudaklarının sırlı iksiri

Neşe Yaşın

Şişedeki

Şişede durduğu gibi durmaz ki kafir
Tutar insana yaşamayı sevdirir

Metin Eloğlu

Hatırlatan

Hicran, gün ortasında öten bir horoz gibi,
Seslendi pek vakitsiz… İçim yandı ansızın.

Mazi yosunla örtülü bir göl ki yok gibi,
Mevsim serin ve bahçede yaprak yığın yığın.

Hicran gün ortasında neden böyle seslenir,
Birden hatırlatır unutan kalbe sevgiyi?

Keskin bir özleyişle hayal ettiren nedir.
Bir devre varsa insanın ömründe en iyi?

Ey sevgi anladım bu uzakta seda ile,
Ömrün yegâne lezzetidir hatıran bile.

Yahya Kemal Beyatlı

Erken sonbahar ve Seyhan Erözçelik

Arkasına bakmadan çekip giden küstah yaza hiç aldırmadan, tenha bahçelerde dolaşan serseri kedilere, döne döne düşen kuru yaprakların sessizliğine, kırık banklarda oturan ihtiyarların durgunluğuna eşlik ederken hayallerimle avunuyordum. Erken sonbaharı müjdeleyen serin rüzgârlarla yelkenliler gibi şişen perdeler yazma arzumu kışkırtmıştı. Yeni mevsimi iştiyakla karşılayan ışıklar, onun önünde secde eder gibi usulca eğilecek, sular hafiften ürperecek, akşamüstleri boğazın laciverdi suları bakır rengine bürünüp güzelliğine inananı mest edecek, diyordum.

Geçmiş sonbaharlardan kalan hatıralarla yaşama hevesimiz büyüyecekti. Ben insanı huzurlu kılan bayram yazısının rehavetiyle biraz gevşeyecektim. Günlerdir gezdiğim cami avlularında, bakışlarıma değen insanların maneviyat âlemine açılan ruh halini anlatabilmek için uğraşacaktım. Okumak istediğim bir yazının kırık dökük cümleleriyle oyalanmak beni iyileştirecekti belki. Beceremesem de ilahilerin, duaların, teravihinin, zikrin kalbi nasıl yumuşattığını kelamın kudretine sığınarak yazmayı deneyecektim. Acının, kederin bizi insan kıldığını, ‘yaralayanın’ aslında gün gelip bizi iyileştirebildiğini fısıldayacaktım size.

Amak-ı Hayal vardı çantamda. Ruh ve madde arasında varlığın hakiki manasını arayan Raci’nin hayali yolculuklarını okuyordum arada. Mezarlıktaki kulübesinde yaşayan Aynalı Baba ile konuşup duran Raci’nin puslu zihni her katmanda biraz daha derinleşip, açılıyordu. Karanlık ruhunun önünden bir perde kalkınca diğerine hazırlanıyordu. Onunla birlikte Hiçlik zirvesine, Zerdüşt diyarına, Kaf Dağı’na, kimsenin ayak basmadığı tımarhanelere gidip hem eğleniyor, hem de öğreniyordum. Ramazan’ın uhrevi ahengine, sadeliğine yakışır bir kitap, diyordum içimden. Yine edebiyatın şefkatine sığınarak iyileşecektim.

O hikâyelerle dolaşırken Seyhan aradı. “Naber, nasıl gidiyor, iyi misin, bütün şiir kitapların birer birer tekrar gün ışığına çıkıyor. Ne güzel değil mi” dedim. “Evet, çok seviniyorum ben de” dedi heyecanla. Öyle konuştuk biraz. “Neden acele ediyorsun, ne bu telaş bir durup kendine biraz baksana sen” diye söylendim arada. Homurdandı her zamanki gibi. Manava girdim, taze barbunya arıyordum. “Neyse, sonra konuşalım” dedim. Kısa, yanık kokan bir sessizlik oldu. “Tamam, sonra konuşalım” dedi. İki gün sonra sabaha karşı Levent aradı. Ağlıyordu. Sustum. “Sonra konuşalım istersen” dedim. Kapattık. Sessizlik ağır bir taş gibi çöktü içime. Dünyanın müziği büsbütün sustu. Telefon yine çaldı. Ortak bir dostumuz daha aradı. Ağlıyordu. Sustum. “Seni sonra ararım” dedi. Kapattık. Yatakta öylece içi boşaltılmış bez bir bebek gibi oturuyordum. Kalkıp çalışma odama gittim. Seyhan’ın hediye ettiği gül ağacından yapılma kutuyu açıp kokladım. Biraz ağladım. “Tamam, Seyhan sonra konuşuruz o halde” dedim. Sustum.

‘Çiçeğin açması da bir tür şiir’

Şimdi onun çok sevdiği şair ve söz yazarı Bulat Okucava’nın karnı gıdıklayan harfleri birbirine sürterek söylediği şarkıları dinliyorum. ‘Ah Arbat’ diye iç çekip, sözcükleri yumuşatarak uzatıyor şair. ‘Ah Seyhan, Ah’ duramadın, diyorum. ‘Gül ve Telve’ kitabının’ 16. Falına ek olarak koyduğu Okucava şarkısının sözleri geliyor aklıma. Kitabı fal bakar gibi açıp buluyorum o şiiri: “Geçmiş dönmez, mümkün değil, yas tutulacak bir şey yok bunda./ Her devrin kendine ait bir güzelliği var/ Ama gene de üzülüyorum işte/ Artık yemek yiyemeyeceğiz/ Aleksandr Sergeyeviç’le, Yar Meyhanesi’ne gidemeyeceğiz iki kadehliğine.” Sonra o kaseti kapının önüne bıraktığı günü hatırlıyorum. O zaman birbirine dolanan kaset bantları ve ‘çok acılı’ aşklar vardı. Dünya güzeldi, cep telefonu yoktu. Sokakların sarhoşluğundan sıkılınca birbirimizin evlerine sığınır şiirlerden ve eksik sevdalardan konuşurduk. Gürültülü kavga severdik. Ahizeli telefonların kordonları kavga ettiğimizde balkondan fırlatıp geri çekmeye yarardı. Bulaşık yıkamazdık, icap ettiğinde kirli olanları mutfağın tavernasında kırardık. Net olmak lazımdı! Öyle sever Seyhan.

O günler geçti, tortusu kaldı. Böyle bir günde ne yazacağımı tam bilmiyorum. Kontrolsüz bir yazı olacağı kesin. O ‘kontrollü’ yazılar, yazı sanatını, şiiri, edebiyatı ve her şeyi çok bilen yazarların işi. Ben Seyhan’ın tireli, kesik heceli, tıkırtılı, çıtırtılı, hışırtılı, kimsenin bilmediği dillerde yankılanın şiirinin benzersiz sesini severim. Onun ruh iklimine nüfuz edemeyen okur şiirine önce biraz yabancılaşabilir ama sanıldığı gibi ölçüsüz, hesapsız değildir Seyhan. Hayatta belki ama şiir yazarken asla öylesine sayıklamaz. Kendisin de vaktiyle tane tane izah ettiği gibi şiirlerinin bir bölümü hece ölçüsüyledir. Divan edebiyatını, geleneği, gazeli, uyağı, ölçüyü, tasavvufu, soneleri, maniyi, farklı biçimleri önemser. Onları kendi lisanında, bakışlarının aynadaki suretine değdiği yerde buluşturur. Ahmed Haşim, Yahya Kemal, Asaf Halet Çelebi, Behçet Necatigil, Oktay Rifat, William Butler Yeats ve Mandelstam; Kendisine el veren şairlere ölümüne sadıktır. Vaktiyle Yeats kitabımı denize düşürünce arkasından atlayıp kurtarmışlığı vardır. O kadar…

“Gül ve Telve’deki her fal birer hayattır ve bir hayatın değişik dönemleri” demiş. Onun hiç ezbere kendi şiirini okuduğunu hatırlamıyorum. Bugün onu size duyurabilmek için fal bakıyorum. Ama seçtiğim şiir fallardan biri değil. 24 Gül Yaprağı’nı açıp kendinden yaptığı alıntıyla başlıyorum: “Çünkü ben hayatta sadece zambakların, güllerin,/ manolyalar ve yaseminlerin niye açtıklarını, beni ne/ biçim sevdiklerini ve bende ne bulduklarını biliyorum./ Çiçeğin açması da bir tür şiir belki. Bilmiyorum…”

O şiirin ne olduğunu nasıl doğduğunu, nasıl öldüğünü iyi bilir. İnsanların yok oluşlarına anlam veremez ama şiirin farklı tınılarını, inişlerini, çıkışlarını yüreğiyle tanır. Kimse onun gibi sesiyle, garip jestleriyle, inadıyla, şımarıklığıyla, takıntısıyla, hüznüyle, neşesiyle daima kendisi kalarak yaşayamaz çünkü. O Bartınca, Çeçence, ‘Sansarca’ en çok da Seyhanca yazmayı, konuşmayı, uzun uzun anlatmayı sever. (Hangisinin ‘son konuşma’ olacağını bilebilir miyiz? Vedalaşmayı sevmediğini biliyorum. Eğer o gün sana barbunya aradığımı söyleseydim, bana eski usul manavları, çoktan unutulmuş cümlelerinle anlatırdın. Olsun, ‘son’ yok ki! Bugün ben senin sesin olup yükseleyim göğe): “Topuğuma kırağı battı/ Ve ben neden ölmedim?/ çünkü kırağı kalbimde/ Ruhum kırağı./ Çocukken topuğuma/ kırağı battı benim./ Annem söyledi,/ topuğuma kırağı batmış benim./ Ve ben o zaman ölmüşüm./ Yani ben bir kez öldüm./ Ben çocukken ölmüşüm./ Annem söyledi./ Bir daha ölmem./ Annem söyledi,/ ben çocukken ölmüşüm./ Bir daha ölmem ben./ (Ölüm, çocukluk hastalığıysa eğer!)

Hatıralar Dükkânı…

İlk kitabı Yeis ile Tabanca’daki ‘Hatıralar Dükkânına’ giriyorum. Dediği gibi –elbette yağmur yağıyor. Seyhan neden o kitabı yazdığını anlatıyor ama yirmili yaşların henüz kabuklaşmamış ince diliyle: “Satıcıdan işitebildiğim kadarından anladığıma göre, dükkândaki mallar az çok hepimizin bildiği, yaşadığı hatıralardı. Osun! Zaten hepimizi müşterek kılan da, bu sıradan hatıraların bizde yarattığı kırık dökük tesirler değil de nedir?” Kitabı açınca içinden 83 kasımda yazdığı bir şiir düşüyor. İsmi ‘A la Garçon Saçlar’. Ekoseli bir kâğıda binlerce el yazısı arasında seçebileceğim, kendisi bizatihi şiir olan ‘şık’ harflerle yazmış. Bunun müjdesini verdiğimde nasıl sevindiğini hatırlıyorum. Yeniden basılan kitaplara girecekti belki ya da… Arkasında “Bu şiir kitaba hiç girmedi ama o kitabın şiiridir. Artık senin” yazıyor. Umarım bu yazıyla sahibine ulaşır. Aynı kitabın içinde eksik şiirleri de tamamlamış Seyhan. Eksik yazı, düşen harf, kaybolan şiir ve tashih hiç sevmez.!

Şehirde Sansar Var kitabını elime alıyorum. “Esra, ne tuhaf bu kadar açık konuştum” diye imzalamış. Son sayfada, “Uzun zaman var ki, ithaf ettiğim şiirlerin üzerine, şiirin uyandırdıklarını eğri ya da doğru etkilediklerinden, isim yazmayı bıraktım. Oyun oynamak isteyenlere” yazıyor. “Bu harfler, kime, ne ifade ediyorsa” diye eklemiş. Gülümsüyor ve ürperiyorum: “Irmaktan şu denize aktı hilal./ Yarada durdu su. Harf susturuldu./ Kana kana içiyorum kendimi,/ Kanaya kanaya akıyorum ben./ Bacaklarından düşüyorum sana./ Üşüyorum. İçimden üşüyorum.

‘Yağmur Taşı’yla dua…

Tam da Seyhan’ın sevdiği gibi yaz denizinin pul pul kabardığı aydınlık bir öğle vakti. Çınarların arasından güneşle oynaşan denize bakakalıyorum. Ve kalabalık bir cami avlusunda cenaze namazı okunurken ben de çok üşüyorum. Üzerine dikilen begonyalar öylesine narin. Rüzgârla salınan tül yaprakları koptu kopacak. Mezarcı çiçekleri itinayla yerleştiriyor. “Güzel” diyorum. “Sırası bozulursa Seyhan çok kızar.” Bin yıl önce bir 13 mart günü tanışmıştık. Doğum gününde. Şimdi bambaşka bir gün işte. (Gelecekte bugün de kadim geçmişin bir parçası olacak.) Üstelik ölüme inat nasıl da taze, ışıl ışıl bir gün! Biraz bacaklarım titriyor. Düşmemek için dayandığım servinin reçinesi parmaklarıma bulaşıyor. Biliyorum duyuyor bizi, şiiriyle hatırlatıyor kendini: “Bir çocuk geceye Kaf’ını çiziyor-/süren gecenin incir sütü!../ Üstü başı ağaç kokuyor, elleri yapış/ yapış…/ İşte bir çocuk ağaçtan iniyor,/ pabuçlarıyla ve eve gidiyor./ Çünkü her evde eskiden kalma şeyler vaa-ridir!..

Kadir Gecesi, Süleymaniye Camii’nin avlusunda oturuyoruz. Kuru yapraklara dolanan şeffaf naylonlar rüzgârla ak güvercinler gibi kanatlanıyor. İçerdeki kalabalık dua ediyor. Hepimiz sessizce dua ediyoruz. “Esra, bak iyi dinle” diyor Seyhan: Gökkubbenin rahmet balkonuna oturmuş, kucağında Yağmur Taşı, dua eder gibi okuyor: “Aksakal, anlatıyordu. Bir arkadaşın ölecek,/ yüreği yarık, dedi./ Öldü./ İki insan var, dedi, biriyle raslaşacaksın. Bir aşkın sonunda. O, sana bir taş verecek, dedi.Ötekine, sen taş vereceksin, dedi./ …../ O taş, onun elinde kalacak, dedi./ Kaldı./ Bir taş göreceksin, bir adada, havada durduğuna şaşma, dedi. O taş bütün insanlar için kutsaldır, onu gör, dedi./ …/ Bir ağaç olduğumu düşündüm, Ağladığımı düşündüm. Gözyaşlarımın denize döküldüğünü ve or’da kuruduğunu düşündüm. / Düşündüm mü, rüyada mıyım?/ Sonra bir ses geldi. Bildiğim bir ses. Hepimiz Biriz, diyordu, Birden Geldik./ …./ Çölde, kumlar arasında bir kumdum. Taş oldum. Kendimin bir rüyası…. Bir güle döndüm. Kırıldım. Toz oldum…

Böyle işte… Eve dönünce tülleri havalandıran rüzgâra karşı oturdum biraz. Kucağımda ‘taş’ gibi şiirler, avucumda “yine en iyisini kaptın” diye verdiği gül ağacından yapılma kutum. Seyhan veda sevmez. Biteni, batanı sevmez. Üzerine doğan güneşi sever. Göğün çatlamış nar misali yarıldığı bir seher vakti arayıp “İstanbul kan ağlıyor, uyansana” diyor. “Daha iyi bir fikrim var. Sen uyusana artık” diyorum ona. Ama şimdi ona ne diyeceğimi, ne yazacağımı bilmiyorum.

Seyhan, taşı, yağmuru, rüzgârı, denizi, sert içkileri, kadınları, acayip müzikleri, tuhaf konuşmaları, dostlarını, net olmayı, en çok da şiiri sever. Öyleyse yine onun diliyle söyleyelim. “Taşındım./ Göğdeyim./ Ruhum, göğde./ Ruhum, gövde./ Kardeşimden ayırdılar./ Göğdeyim./ Göğden aşağı./ Yerden yukarı.

Esra Yalazan

Beş Kuruşa Aşk Şarkıları

Bir yalnızlık büyütürdüm saksıda
kalandı çok eski günlerden
bir bana yetsin, hıncımı arttırsın
aşkımı pekiştirsin diye sevince.
Günüydü, gelip durdu hüznümün önünde
gidilmemiş bir saklı deniz sandım.

Kıpırdamazdı yapraklar geceyle
tüketirdi çiçeği, kuşu sevdiremeyen konyak
bana neydi gülmeler, şarkılar
otobüs durakları, alandaki kalabalık
geldi durdu, alana merhaba dedim.

Bir göz bozgundur yerine göre
vururdu pencereme rüzgâr,
ben hep öyle bir gözdüm
çığlığını kendine saklayan.
Düş kurmazdım, beklemezdim şurda burda,
çiçek demetleri, bisikletler geçmezdi
apansız geliverdi sokağıma.

Hıncım bana kalsın gayrı
sen yalnızlığımı götür.
Bana çay demlemeyi öğret
elimi yüzümü yıkamayı,
ağzıma rakı koydurma.
Hıncım bana kalsın diyorum
çünki ben bu kenti kendimde büyüttüm
bir barbarın vahşi ateşiyle,
çünki yapılarının taşında onulmazlığım
çünki şarkılar kanımın bedeli.

En sevdiğim kelimeler gibisin
örneğin öfke gibi
hani bir zamanlar
dağda ve sokakta açan.
Örneğin umut gibi
günde, gecede yitip durduğumuz
zeytin dalını dal eden.
Örneğin aşk gibi
denizlerin üzerinde yürüten.
Örneğin kavga gibi
yüreğimi sıkı, saçlarımı kara tutan
kayaları yumuşatan kavga gibi.

Denizler benim kadar kıpırdayamaz
bak şimdi parklardayım
bir çocuğun menevişli gözlerinde.
Hüzünleri bırakmanın günü
günü çığlığı olmak dünyanın,
hüznümü iki kat ediyor ama
gecede alnıma dayalı alnın.

Ahmet Oktay

Mıknatıssız Pusula

ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.
adlı bir cengaver olarak telefon ediyorum.
hakiki cinayetler işleniyor görüyorum.
isa görüyor, şeyhim görüyor, ben görüyorum.
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.

yüzyıl şilisinden bir dazz javulcusu inliyor tam arlarımda
hiç durmadan kentlimağlup kıyasıya mağrur ve mor
bir çocuğum şimdi pişman olmak için
birbiriylebağlantılıyüzbinlerceyılım vor.

seni sevmem
bu savaşı
kesintiye uğratmaz
ama ordan bakma!
bu, werther’in
leş kanını
gül kılar.

birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
otobüsler olacak, tirenler, bütün öldürülmüş cumhuriyet şehirleri
saçlarım uzun olacak, bıyıklar, gözlükler, gideceğim
çığlıklarla düzülmüştür aşk şiirleri.

gideceğim ense kökümde devlet denen şirk,
göz bebeğimde kent gördükçe kırılan gıçlar,
ve bir dizeyi haklar gibi terli ellerim
bu çağın açısını dik tutacaklar.
bana bir öpücük verin yoksa galip döneceğim
ufka bir kesin ordum akıverecek
elimde çözülecek makina ve cinayet
marşlar yazıp halkımla söyleyeceğim yoksa.
inanmışım kaybetmek esrarıdır olmanın
çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum.
ipimden kurtulmuşum kaybediyorum.
birleşmiyor ellerimiz haykırıyor trapez
tanklar tank olup geçiyor üstümüzden

helvetius haklı, devlet şaşkın, piyanist kara
memleket sana rağmen ket vururken yarama
şu çıplak çocuk şu tüyük bürk şairi ben

-ve emir “kun” diyor; doğuruluyorum-

“bu ülke”den daha bıçkın tamlama bilmiyorum.

bana bir öpücük verin yoksa şair öleceğim
ikdildar tohmekecek sözüme yoksa
ve bir dizenin tan yerini ağartamsıysa
ellerini tutarım ki kudurtucudur.

bunun için gözlerinin meryem hali sevgilim
gözlerinin meryem hali gerçek yurdumdur
ki zuhrettiğinde ilk formuyla isa yeniden
ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorumdur.
ben bu çağdan bir kere de şerefimle geçeceğim
lazım gelen gülleri göğsüme gömmüşüm

birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
bunu daha çok küçükken bir filmde görmüştüm!
ah laikse aşkımız biter elbet bir kışbaharyaz günü

gözlerin uçurumlar kaydeder avuçlarıma
bir çınar gövdesini bir hamle daha yayar
üç içbükey komodin silah çeker vurulur

sen gidersin, denklem düşer, ben aşk olduğumu ağlarım
bir kelebek konduğu yerde bir mayın olduğunu anlar.
ben dünyaya karşı durmak ile meşhurum
olma. yokluğun bulunmama larcivert lavlar akıtır.

nasıl çekip gitmiş bir şaman
çekip gitmiş, bir şaman değilse en çok
benim gibi sonsuz bir at
hiç koşmuyorken de attır.

biliyorum lir sızmıyor şakaklarımdan
ve yüzümde şeyh çıldırtan yarıklar da yok
annem beni hep çok sevdi, kız gördüm mü ağlıyorum
modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.
mıknatıssız bir pusula olarak

ah muhsin ünlü

Çiçeğin açması da bir tür şiir belki. Bilmiyorum…

Çünkü ben hayatta sadece zambakların,
güllerin, manolyalar ve yaseminlerin niye
açtıklarını, beni ne biçim sevdiklerini ve bende
ne bulduklarını biliyorum.

Çiçeğin açması da bir tür şiir belki.
Bilmiyorum…

Seyhan Erözçelik