Hey Joe!

Biliyorsun sen bunu:
En son duyulan ayak sesleri ve üzerine kapanan demir kapı.
Çıkıyor musun bu sefer, yeniden mi giriyorsun içeri,
anlaşılmıyor şarkıdan,
Anlaşılmıyor Joe!

Gençliğimizin polisiye günleri:
Kendi romanlarımız için ayırdığımız adlar:
Sanki o romanlar sahi de, yaşadıklarımız yalan:
AYNADAKİ ÖLÜ, ZEBRA CİNAYETİ, KANDAKİ TUZ, TİMSAH
SOKAĞI CİNAYETİ, PROFESYONEL KİN, SUÇ BAYRAMI, SUDAKİ
YALAN, BENEKLİ KARANLIK, KUMUN SEYREK ZAMANI, CESEDİ
SU AKARKEN BIRAK KÖPRÜDEN, KAN DURAĞINDA İNECEK
VAR, TEK TABANCA, BAKIMSIZ BAHÇEDE BİRKAÇ ÖLÜ.

Hey Joe!
Orada mısın?
Kapının arkasında mısın?
Her zamanki gibi saklanıyor musun?
Her geldiğinde bir başkası mısın?
Her geldiğinde yaptığın gibi saklanıyor musun hayallerinden?
Orada mısın sahiden?
Işığa çık, buraya gel, bütün oyunlarına varım ben.
Bir şiirimin duvarına asılı kalan
Unuttuğun deri ceketini almaya mı geldin?
Led Zeppelin’in dört yanımda bıraktığın remizlerini?
Beni yatağa bağlayacak mısın yine?
Ağzındaki şarabı ağzıma dökerken
Akşama çocukları da al gel,
Hey Joe!
Sen, ben, Çelik Bilek, Kinova, Dr.No.
Ne kadar kana benziyor kardeşlik
Nabızdaki sızının büyük yemini
Damarlarımızda dolaşan yabancı tadı kendinin kılmak
Ne kadar çok giyersek birbirimizin kazaklarını, montlarını
Birbirimizin teni, kokusu oluyorduk
Önceki zamanlarını kıskanıyorduk birbirimizin; ama belli etmiyorduk
Bir kitaba çalışır gibi çalışıyorduk hayatı
Geleceği birbirimizin geçmişinde arıyorduk
Kendimize geceden bir ülke yapmıştık, ikimizden bir zaman
kundakçı bir dil kullanıyorduk dünyaya karşı
uydurduğumuz sözcükleri bir tek biz anlıyorduk,
okulu kırar gibi hayatı kırıyorduk
Yol için, Keouac, Spanish Caravan, Love Street
Bedenlerimiz için, Kokulu Bahçe!
Ütopyalarımız için, Güneş Ülkesi!
arkadaş evlerinde unutulmuş Siddharta,
yarım ay Birinci paketi,
kalın dumanını araladığımız ot
içimizde Nepal, içimizde Tibet
pencere camlarında arkadaş ıslıkları

Bodrum’da zıpkın yemiş bir yazdan
çıplak yara göğsümüze dizilmiş deniz kabukları
içimizde bir türlü yatışmayan
yaralı hayvan
kendimizi dünyaya çarpa çarpa kırmaya çalıştığımız kabuk
neye küsmüşsek küsmüşüz bir kere, içimizde küs çizgisi
denize benzeyen ya da denizsizliğe
el ele tutuştuğumuzda, bir yazgı gibi avucumuzun içinde
canımdaki ateş olmasa bunca yıl sonra söylemezdim şiirini Joe,
demir parmaklıklar ardında karşı karşıya
tutukluyduk zaten en büyük kalabalıkların ortasında
gitarınla paylaştık derin morluğa geçişin büyük zamanlarını
ne yaşadıysak ince kuyum, ne yazdıysak safkan mürekkep
hem hançer hem hançere
bir yanda baş edemediğimiz marazi bir masumiyet
öte yanda kullanışlı gürültülerin çok amaçlı bilgisi
küs gecelerde sokaklarda sabahlayan çocukların koynundaki uyku,
öfkeli zula lirik donanım: muşta ve muska
neremiz dargındı neyimiz kanıyordu hangi yalanlara
kaybolmamak için geçtiğimiz yollara bıraktığımız toy defterler
şimdi çivi yazısı kadar anısı uzak yabancı imza
neredeysen çık ortaya Joe!
artık geçmişi bağışla

unuttuğum adların gece parklarında kaç kez aldattım seni
ben ihanetle öğrendim sadakati
kaç kez korkunun gözleriyle bakıştım bıçağının yüzünde
artık kimse öldürmez beni!

cebimde buruşuk şiirlerle çaldığım gece kapıları
tehlikeli uyaklarda dolaşıyor yangını önde giden
yangınımız önde gittik
bütün seferlerden
ot kanımıza kımıldadıkça
büyük rüyalarla döndük kıyısız ülkelerden
canımdaki ateş olmasa bunca yıl sonra söylemezdim şiirini Joe!
sınıflar suçla aşılır biliyorsun Joe
suçlu serüvenlerle kazandım geçmişimi, şimdi sınıfsız gövdem
resmi mührü kazıdım kimliğimden
dilim ayaz kelimelerim üşüyor
al göğsünde dinlendir beni
eski günlerin göğsünde,
esmer kızların, sarışın oğlanların göğsünde,
at gitsin hepsini, onlar o günler içindi
sarışın sayfalardaki esmer erkek esrarını at gitsin,
heyecanları çabucak, hevesleri kırılgan, dayanıksız gizleri
kirli gömlekler gibiydi gündeliğin mevsimlik mitolojisi
çok zaman geçti her şeyin, herkesin üstünden
hayat ödünç tenha uzak biz birbirimizin şarkılarının mirasıyız Joe!
Şimdi kaç kişi kaldık,
Göğe bakma durağı’nda el ele tutuştuğumuz gençlikten?
ben yine de bir yola çağırıyorum seni
ister inanç de buna, ister çaresizlikten

Dudaklarımı kanatırdı ıslığın
Hiç unutmadım hiç unutmadım
Ne zaman karanlığa düşsem senin ıslığını çalarım

Sanki rastlantının yedeğinde ilerleyen bir geçitteydik seninle
Kendi yolumuza gidecektik çıktığımızda
bir daha hiç görüşmeyecektik
Çaktırmadan ikimizde yolu uzatıyorduk aslında
Dilimizden önce öğrenmiştik oyunlarımızı,
Karanlığı kullanışlı hâle getirmeyi, sessizliği sessizce yorumlamayı,
hamlesiz ilerlemeyi, durmayı, çekilmeyi, silahları zamanında bırakmayı,
hırpalarken bile öldürücü darbeden uzak durmayı,
hileli kartlardan şiir ve sihir yapmayı,
bir meşini eskitir gibi yıpratmadan eskitmeyi anıları
Kendi nüfusumuza geçirir gibi,
çocukluk fotoğraflarımızı çalmıştık birbirimizin albümünden
Sonra tenime indirdiğin yemin:
sol omuzumda adının baş harfi
mor dövme
tam günah meleğinin durduğu yerde
gölgesi hâlâ düşer yazdığım bazı şiirlere
inzibatlar gündüzümüzün yolunu kestiğinde,
ya da karartma zabitlerinin apoletli saatlerinde
kaç kez suçüstü yakalandık hayatımızın vampirlerine
romanın en heyecanlı yeriydi
birbirimizi ele vermeden ihanet ettik birbirimize
son bir sürprizle değişiyordu olayların gidişi:
kaçıp kurtuluyorduk her seferinde
yanlış kan vermiştik herkese
ruhun ham serinliğiyle ürperen gecenin sateni
kısık ışıklı odaların gölgeli duvarlarında
tütsülerin isine karışan etin, otun deneyimi
eşyaya ve mekâna derinliğini veren sihir
görünür kılıyordu tarihin bütün simgeleri
birlikte inandığımız mucizeleri
elimizin altında Aleaddin’in Sihirli Lambası,
Pandora’nın Kutusu, Define Adası, kayıp ruhlar,
bizden öncekilerin kaybolduğu yollar, hayatlar
geçerek metalin, meşinin, ateşin deneyiminden
ben seni en çok dizlerin titrerken sevdim Joe
yer sarsılıyordu ağzımda bir yanardağ patlarken
gövdeyi aşıyordu varlığımızdaki derinlik
yeniden bedenleniyorduk sanki yaşarken
karşı koyamıyordu sana kardeşlikle bağlanmış bileklerim
meşin kemerinin anısı hâlâ ürpertiyor kalçalarımı
ağzımda unuttuğun erkekliğin sütünü
bak zaman köpürüyor yeniden
tarih geri geliyor
yaşamışlığın bütün şiddetinden
tarih geri geliyor
kalbin bütün yeminleri
son nefeste söylenmesi gereken sözlere azalmışken

Sabahlarım çok yorgun artık, kalınlaşıyor günbatımlarım
hayatımdan yokluğa sızar gibi azalıyor
beklentilerim, sevinçlerim, tahammüllerim, korkularım,ümitlerim;azalıyorum,
serinleşiyor sesim, bakışlarım koyulaşıyor,
ufaldı heyecanlarım, isteklerim kendini bile tutuşturmuyor,
bir tek alkole dayanıklılığım arttı, dalgın bir seyrekliğe benziyor
(sarhoşluğum
bazen denize ya da denizliğe benzetiyorum
kamaşan bir kimsesizlikle hayata küsüyor avuçlarım.
Kendim olmak için verdiğim onca yıldan sonra sıkıldım kendimden; eksildi uzayım; ne zamandır hep bir başkası olarak düşünüyorum kendimi hayal kurarken; artık başka bir fırsatın hayatını yaşamak istiyorum,
Çık saklandığın yerden Joe,
neredeysen çık, ölmek değilse bu, bak kayboluyorum!
yoruldum seni beklerken vakit geçirdiğim dublörlerinden
sana yazdığım
hikayeyi yanlış okuyorlar her seferinde
Ah şimdi Joe burada olsaydı, diyorum. Joe şimdi burada
olacaktı ki diyorum.
Bazen sarhoşken, kalabalığın içinde yüksek sesle söylüyorum
adını, ya da birinin kollarındayken, bazen pencereyi açıp, sokaktan
geçiyormuşsun gibi ardından sesleniyorum, hep başkaları bakıyor
yukarıya. Ben, gülümseyerek, gitti, diyorum, yakalayamadım gitti.
Sahi gittin mi Joe? Yoksa hiç mi olmadın?
Çık saklandığın yerden Joe,
Senin için biriktirdiğim bunca hikayeden birkaç oyun oynayalım

Şarkı seni dışarı uğurladıysa eğer,
Gel eski bir gecenin kapısını çal bende
Fazla bir şey vaat edemem,
bunca hasar görmüş zaferle kimse edemez artık
En fazla, hâlâ şiir yazabilen birkaç kişinin şanlı şizofrenisi
Polis devletlerinde aşk ve karabasan!
Bunlar kaldı bize bütün yaşadıklarımızdan,
kalbimizdeki bombalı pankarta ulaşamasa da
Ailenin, Devletin, Mülkiyetin kollu ve kolsuz kuvvetleri,
uyku diye uyuduğumuz karartma geceleri
Neredeysen firar et, gel, hâlâ göğsümde mırıldanan
çocukluğunu anlat bana
Hayatın kovduğu ölümün geri çevirdiği
ne varsa yüzünde
usul usul uykuna karışırken
birlikte ölümden döndüğüm biri gibi seyredeyim seni
Bütün bunları, hazin bir kayıplar öyküsüne, kendine acımaya
dönüştürmeden, ağır, başlı, yalın bir ödeşmeyle kapatalım istersen:
Hiçbir yolculuk eskisi gibi değil ama, belki bu sefer sahiden
gidebiliriz bir yerlere,
Hayatımızın bu yeni döneminde, Hey Joe! demem sana artık, başka bir şarkı buluruz kendimize… Şimdilerde yeni gözdem: Prodigy. Eski kundakçı günlerimizin anısına da uygun düşer hem: Firestarter, diye anarım seni istersen.
Ama söyledim ya:
Çıkıyor musun, yoksa yeniden mi giriyorsun içeri,
anlaşılmıyor şarkıdan Joe!
En iyisi gel, geri al kurumuş dudaklarımdan ıslığını
karanlığa artık alıştım ben
Hayata kaptırdıklarımdan daha çok kurtardıklarım
Kan durağında inecek var! Kandaki tuz kavurdu dudaklarımı,
Tek tabancayım! Suç bayramındayım! Timsah sokağındayım! Bak
buradayım!
Ya, sen neredesin Joe?

Çık ortaya saklandığın yerden!
Yoruldum, azaldım beklemekten.
Bazen düşünüyorum da!
Var mıydın sahiden, yoksa bir şarkının anısı mı uydurdu seni?
Hiçbir şey benzemiyor değil mi, şimdi geçmişten daha çok bizim
olan gençliğimize?
Bilmem ki, karşılaşsak bile birbirimizi hatırlayabilir miyiz yeniden?
İkimiz de artık bir başkasıyken,
Gene de sen bilirsin Joe, sen bilirsin,
Öyle iyiydi, bir düşün istersen.

Murathan Mungan

Rüzgar Gülü

önümden çekilirsen İstanbul gözükecek
nerede olduğumu bileceğim
sisler utanacak eğilecek
ağzının ucundan öpeceğim
saçına kalbimi takacağım
avcunda bir şiir büyüyecek
nerede olduğumu bileceğim

bu çıplak geceler yok mu
bu plak böyle ağlamıyor mu
camları kırmak işten değil
delirecek miyim neyim
kirpiklerimden mısra dökülüyor
kenya’da simsiyah yalnızım
yoksul bir şilepte gemiciyim
malezya’da yük bekliyorum
önümden çekilirsen istanbul görünecek
nerde olduğumu bileceğim

gözlerini söndürme muhtacım
ben senin aydınlığına muhtacım
yepyeni bir ilkbahar harcayıp
bir yaz boğup bir sonbahar harcayıp
rüzgar gülümü arayacağım
oran’da pernabouc’da tombuktu’da
vinçler yine akşamları indirecekler
yine karanlığa bulaşacağım
gözlerin rüzgarda savrulacak

ikimiz iki sap buğday olsak
sen benim olsan ben senin olsam
bir gece vakti aklına gelsem
uykunu tutsam bırakmasam
seni kucaklasam kucaklasam
birbirimizin kalbini dinlesek
dünyanın kalbini dinlesek
büyük ateşler yaksalar
iki güvercin uçursalar
nerede olduğumuzu bilsek

Attila İlhan

Ayça

Ayça / Akgün Akova

sevgilin “çukulata götürelim,” derken
sen “oyuncak alalım,” diye tutturdun,
“nasıl olsa bi’ gün bebeleri olacak di mi?”
“ya çocuk istemezlerse,” dedi seninki kaşlarını kaldırarak
valla haksız da değil, baksana dünyaya neler ettiğimize
“aaaa,” dedin, “necla üç çocuk istiyor,
kardeşsiz büyüdü ya, yokluğunu biliyor”
her zaman böylesindir,
kanije kalesi gibi savunursun düşüncelerini
“birinden biri kısır çıkarsa,” diyerek bir olta daha attı karşı taraf
“o zaman evlat edinirler gül yüzlü bi’ bebeyi,” dedin kızgınlıkla
ve oyuncakçıya daldın tutup sevgilinin elinden
içeride kağıttan evler, ışıklı atlıkarıncalar
tavanlara asılan uçaklar ve adamım şarlo
burnu sivilceli cadılar ve top oynayan kurbağalar
aynı rafta yan yana

lahana bebeklerin önüne gelince aralandı
çocukluğunun tül perdesi
23 nisan’larda uçuşan çiçekli eteğin
denize girmeye çalışan daracık sokaklar
otlar üzerinde yavru bir tırtıl olarak yuvarlandığın bahçe
neyse,
babannenin ölmeden birkaç gün önce
sen uyurken yanına bıraktığı
bebeğin ikiz kardeşini görünce
yağmura durdu gözlerin
bak aramızda kalsın, ama ağlayınca hindistan’a benziyorsun
sen benim pakistan olduğumu biliyor musun ayça desem
şiirin içine coğrafya girecek
adlarını sevdiğim ama görmediğim şehirler
buenos aires
kopenhag
rio de janeiro
lizbon ve
semerkant girecek

ağlayınca çaldıran savaşı’nda yaralanan bir ata benziyorsun
sen benim yavuz sultan selim’in seyisi olduğumu
biliyor musun ayça desem
şiirin içine kanlı nalların tarihi girecek
uygarlığa ne katkısı olduğunu bilmediğim savaşlar
dandanakan
miryokefalon
sırpsındığı ve
otlukbeli girecek

ağlayınca incisini düşüren bir istiridyeye benziyorsun
sen benim gökyüzünü düşleyen bir denizyıldızı olduğumu
biliyor musun ayça desem
şiirin içine okyanuslar girecek
düşündükçe ürperdiğim iç denizler
mercan adaları
denizatları
ve ferit edgü’nün
her okuyuşumda
içimdeki taşraya
deniz kokusu taşıyan sözcükleri girecek:

“demirlediğimiz koyların çoğunda, demiri atar atmaz,
daha çıma almaya vakit bulamadan, kıçtan takma bir motorla,
genellikle iki çocuk yaklaşıp halatlarımızı alır
ve bir ağaca ya da kayaya çımamızı bağlarlar.
sonra dönüp sorarlar:
bir istediğiniz var mı? su, sebze, içecek, balık….?
bir seferinde, bir böcek istedim. çok geçmeden getirdiler.
bir seferinde bir ahtapot istedim. iki ahtapot getirdiler.
aynı gün incir ve üzüm istedim.
günbatımına doğru bir sepetin içinde
asma ve incir yaprakları üzerine dizilmiş
renk renk incir ve üzüm getirdiler.
yolculuğun sonuna yaklaşmıştık.
bir akşam vakti,
tekneye gene yaklaşıp sorduklarında,
isteyecek hiçbir şeyim yoktu.
bir denizkızı istedim.
gittiler ve bir daha görünmediler.”

ağlayınca kumsalı içine çeken bir denizkızına benziyorsun
sen o iki çocuktan birinin ben olduğumu biliyor musun ayça desem
şiirin içine gizli aşklar girecek
ki girmesin de
biz oyuncakçıya geri dönelim
çünkü gözyaşlarını silerken sen
toz oluverdi sevgilin
zil çalan maymunların arasına baktın yok
oyuncak ayılarla oynamaya mı gitmiş, baktın yok
plastik böceklerin kutularına baktın yok
onu ararken rastladığın
tahta atın
yelelerini okşadın ve öptün gözlerinden
“hoop n’oluyo,” dedi arkandan sevgilinin sesi
“burda bi’ aslan varken bi’ beygire mi aşık oldun”
sıkıp dişlerini dönerken ona doğru sen
gördün sana çevrilmiş tabancayı
silah uzmanlarının titiz bir oyuncak tasarımı mı desem
şeytan içine şiir doldurur mu desem
ama o
“bunu alalım necla’lara,”dedi, “plastik mermi de atıyo’muş,”
sırıtarak ekledi, “sonra, her eve gerekli bu zamanda”

sevgili ayça
fırlattığın tabanca yerini bulmadı ama
aşk defterinden sildin o anda hergeleyi
şimdi tahta atı armağan paketi yaptırırken yeni sevgilin için
dinliyorsun oyuncakçıya söylediklerimi

“kendisini kırmayan çocuğa aşık olur oyuncak
ve değil mi ki aşk
oyuncak sanıp yatağımızda sakladığımız
içi bencillik dolu bir silah”

Akgün Akova

Bir Yalnızlık İkindisi

İnsan iki kişi olmalı, değil mi
En azından iki kişi
Sen yalnızsın
Yalnızlığın her zamanki ikindisi.

Edip Cansever

ikimiz de istesek, bir büyük aşk yaşayabilirdik… aslında “ikimiz de
istesek..” demek doğru değil, çünkü biliyorum ki, “ikimiz de istiyorduk”. Onun
gözleri, her görüşmemizde çığlık çığlığa söylüyordu bunu, benim ellerim,
dokunmak için izin istiyorlardı sanki. Dokunmak için, okşamak ve hissetmek
için. Birbirimize karşı ördüğümüz aramızdaki şu buhar duvarının öte yanına
geçmek için izin istiyorlardı sanki. Dalgındı o gün de. Buluşmamızdan önce,
telefonda anlatmıştı: bütün gün, sonu gelmeyen binlerce iş, binlerce insan,
iş, telefon, bilgisayar, telefon…

Yüzüme bakıyordu. Gene bir buluşmanın sonuna gelmiştik. İkimiz de istiyorduk,
bunu biliyorum çünkü her buluşma boktan bir sebepten ötürü gerçekleşiyordu.
Belki kendimizden bile habersiz, ilk fırsatta görüşmek isteğimizden. İkimiz de
istiyorduk. Yalan söylemeyen bir tek onun gözleri ve benim ellerimdi. Asla
kavuşamazlardı… Ah, keşke, keşke! “İkimiz de isteseydik eğer, bir büyük aşk
yaşayabilirdik…”

“Emine,” dedim, vedalaşmaya hazırlanıyorken. Belki de, ilk başta, bunu
söylememin tek sebebi birkaç dakikacık daha katmaktı birlikteliğimize,
uzatmaktı… O da biliyordu bunu, kahretsin! O da biliyordu bunu, o da beni
seviyordu, aşk vardı o kahrolası buhar duvarının ardında, o da biliyordu bunu.

“Emine,” dedim, “seni seviyorum.”

Ve o an anladım ki, bunu söylememden korkuyordu, hep BÖYLE bir anın
gelmesinden korkarak yaşamıştı birlikteliğimizi… Hep böyle bir anın
gelmesinden korkarak yaşamıştık birlikteliğimizi, bunu ne yazık ki ancak şimdi
anlıyordum, her şeyin bittiği şu çaresiz anda.

Kızıl gözlerini üzerime dikti, bin melal, bin hüzün… Uzaklarda bir diyarda,
bin güneş aynı anda battı, ortalığı sükutun o aşina gamı aldı süpürdü…
Kızıl gözleriyle baktı bana, bir anlığına, daha fazla göstermek istemedi, daha
fazlasını bilmemi istemedi. Başını önüne eğdi, hafifçe titreyerek, ama yine de
bir “dayanacağım, dayanmalıyım” kararlılığıyla yıkılış şokunu geciktirerek,
uzun etekliğini sonsuza kadar hafızama saplayarak, döndü ve uzaklaştı oradan.
Onu bir daha hiç göremedim.

Ve şimdi, o günleri durup düşünüyorum da, “ikimiz de isteseydik eğer, büyük
bir aşk yaşayabilirdik” demek yanlış. Çünkü ikimiz de istiyorduk ve biliyorduk
bunu. Ama başka güzel şeyleri de vardı ikimizin, ikimizin dışında… Ve
biliyorduk ki, onları daha çok istiyorduk. O başka şeyler gibi olmak
istemiyorduk belki de, belki de yegane sebep buydu, bilemiyorum, kafam
karışıyor bunları düşününce. Aramızda, “buhar”dan oluştuğunu sandığımız duvar,
gerçek hayatın ta kendisiymiş meğer, bunu da şimdi anlıyorum. Ve biz, bir
kararın eşiğine gelmiştik: ikimizin de her buluşmamızda, her zaman gördüğü,
karşımıza çıkan o duvarı artık dayanamayıp işaret ettiğimizde, ya o duvarın
bir parçası olacak, ya da, sonsuza kadar ayrılacaktık birbirimizden. O bunu
biliyordu, ve bu kararın eşiğine gelmemizden korkuyordu, şimdi şimdi anlıyorum
bunu… Bense, aşkın, diğer bütün aşkları yeneceğini sanıyordum, aşkın,
HER ŞEYİ yeneceğini… Ama Emine artık yok, gitti. Aramızda yaşanmış
olan onlarca güzel şey, gene aramızda bir sır olarak kaldı. Zaten anlatsam da kimi inandırabilirdim ki. Emine gitti. Kızıl gözlerini de alarak yanına (sonradan ağlamak için, sonradan ağlamak için, the army, the army, the army…), çekti düşlerini, “ayın öteki yanına gitti”.

Emre Sururi

Elem ile Doktor

Şair ve psikiyatr Kemal Sayar’ın “Hüzün Hastalığı” kitabında okudum, psikiyatr
için, hem şair duyarlılığıyla hem de münasip bir yakıştırmada bulunuyor, “Elem
Doktoru” diyor ona. Kitabı okuduğumdan beri bu söz aklımdan çıkmıyor, bundan
daha anlamlı bir tanım bulunabilir mi psikiyatra?

Bana hekim kelimesi de güzel gelir gelmesine de, tabibin yerini hiçbiri
tutamaz, hastaların sesine razı olduğu, Ağustos kadar sıcak sesli şairim düşer
aklıma, toplasan toplasan bir kasaba bile etmeyen şu sıkıntıda, orta temmuzda
bıraktığımız şair Behçet Aysan, tabibim. Hem şair, hem tabip olmanın bu kadar
yakıştığı nadir adam. İyi misiniz ses verdiği şiirler?

“Yağmur dindi sevgilim bak dinle
her şey dindi, acıysa dinmemiş halde”

demişti. Sanki bir kez daha söylemek üzere. Nasılsa dinmeyecek hiçbir şey,
yağmuru saymazsak, yağmuru da şiire sayalım ve bunca elem arasında, hiç
olmazsa yağmurun kapısını kapatalım!

Yağmurun kapısını kapattık,elem doktorunun karşısına çıktık. O sormadan
sormaya başladık: Elem doktoru bana kalbimden haber veremez, kalbimin yerini
bilmez, kalbimin nasıl geçtiğini ona söyleyemem, ben onun için üzülürken
üzemem elem doktorunu, bir ıssız adaymışım gibi bakıyor bana, o kaptan galiba
bense bir yerliyim burada, onun dolaşacağı daha çok ada var, çok ıssız var,
doktor beni anlasana, filikalar indirmesene bana, elem doktoruna ne diyeceğimi
bilemiyorum aslına, aklım onun elinde, ben bir de elem vermek istemiyorum
doktora!

Üzgünüm doktor, bu yazıda bahaneden başka bir şey değilsin, güzel
bahanesin fakat, elem için bahane, şari için bahanesin, en çok da tabip için
bahanesin. Şair Hayati Baki, kadim Ankaralı, Adnan Azar’ın “Yeyrüzünün en
tehlikeli, ama sevimli şairi: nihilist çünkü” dediği şair, ölümün, büyük bir
haksızlık olduğuna inandığı için iki ciltten oluşan bir kitap hazırlamış:
“Şiirin Kesik Damarları” (Promete Yayınları, 1994, Ankara). 1. kitap ‘intihar
eden şairler’e, 2. kitapsa ‘öldürülen şairler’e ayrılmış. Her iki kitap da
Baki’nin uzun önsözleriyle başlıyor, “İntihar eden şairler kitabı”nda şöyle
yazıyor Hayati Baki: “Sanatçı intiharları (özellikle şair), olumsuzlama örneği
olarak öne çıkarılan ‘başarısızlık’, ‘anlamsızlık’, ‘saçmalık’, ‘hiçlik’ gibi
kavramlarla açıklanmaya çalışılsa da, yaşamı olumlayan ‘başarı’,
‘anlamlılık/anlam’, ‘uyuşum/uygunluk’, ‘varlık’ gibi kavramların öne
çıkarılmasıyla da açıklanamaz… İç yaşantının 0vurgulanması gerekiyor, bu,
“aşırı çözümleme” yönelimi ve “derinlik duyarlığı”dır, çünkü. Sanatçının
(şairin/yazarın özellikle de) intiharı, toplumsal yaşamla bire bir barışık
olmaz.” (aay, s.22-23) kitapta, intiharı seçen çok sayıda şairin şiirleri yer
alıyor, adını ilk kez duyduklarımızdan tanınmış şairlere kadar. Adına ilk kez
bu kitapta rastladığım bir şair Metin Akbaş, intiharından önce yazdığı sonyazı
ise ilginç, “Beşir Esad” üstüne. “Oy” şiiri Metin Aktaş’ın:

Binbiriki türlü
Evler insanlar gördüm
En sunturlusundan
Yalınayapına

Ama en çok
Yalınlarını sevdim
Evlerin insanların

Evleri insanları yazanları da

Toplama kamplarından kurtulmuş ünlü şair Paul Celan da, kendini Seine
nehrine atarak canına kıyar. Celan’ın “Ölüm Havası” şiirinden:

Siyah sütünü içiyoruz sabahın akşam saatlerinde
onu içiyoruz öğle sabah demeden hep onu geceleri
içiyor habire içiyoruz
bir mezar kazıyoruz gökyüzüne rahatça yatmak için
adamın teki bir evde yılanlarla oynuyor yazıp
çiziyor
Almanya’ya yazıyor karanlık çöktüğü vakit altın
saçın Margarete
Onu yazıp evin önüne çıkıyor ıslıkla köpeklerini
çağırıyor yıldızlar ışıyınca
Yahudilerini çağırıyor toprağa bir mezar kazsınlar
diye
ve bize buyruklar yağdırıyor oyun havaları
çalmamız için.

İlhami Çiçek: 1983’te, tek şiir kitabı olan “Satranç Dersleri”
yayımlandığı ay canına kıymıştı, sanırım kitabının çıktığını da görmedi:

büyüdün güzle donanık anne
işte göçmüş omuzları babanın
almış başını gidiyor zulmün kervanı
yılmadın usanmadın aldanmadın
ellerin kalkan gibi yüreğinin üstünde
bir cinnete savaş açtın

New York’a bindiği bir gemiden Karayip Denizine atlayan Hart Crane,
kendini trenin altına atan Atilla Jozsef ve Kaan İnce: Tam da Cemal Süreya’nın
“Her ölüm erken ölümdür” dizesini doğrularcasına, İstanbul’da bir otelde
yaşamına son veren gencecik şair. “Harita” adlı şiirini ne zaman yazmış,
bilmiyorum, bildiğim dünyadan yaralandığı ve yaranın kapanmadığı:

Haritası parçalandı ellerimde gecenin, bir yitiriş
değil
bu, sınırları tutamadım yerinde, gözlerime doldu
sular,
şimdi zaman oynak bir gölge. Nasıl başlasak geri
dönmemek
için? Hüzünkıran ardında saklanan kalbimle, artık,
okyanuslara
açılmak geçmeli içimden. Biliyorum. Ama kavuşmalar
ayrılıktır
bazen.

Kleist, Mayakovski, Gerard De Nerval, ve “Ölüm gelecek ve Senin Gözlerinle
Bakacak” diyen Pavase:

Hangi gün, ey sevgili umut,
bizler de öğreneceğiz senin
yaşam olduğunu, hiçlik olduğunu

herkese bir bakışı var ölümün.
Ölüm gelecek ve senin gözlerine bakacak.
Bir ayıba son verir gibi olacak,
belirlemesini görür gibi
aynada ölü bir yüzün,
dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı
O derin burgaca ineceğiz sessizce.

Sylvia Plath, Kurt Tucholşky, Georg Trakl ve Yesenin:

Hoşçakal, dostum benim, hoşçakal artık,
Can dostum, seninle dolu göğsüm
çok önceden belirlenen bu ayrılık
Buluşmayı vaadediyor ileride bir gün

Hoşçakal, dostum, el sıkışmadan, konuşmadan,
Hüzünlenme ve eğme kaşlarını, mutuz,
Yeni bir şey değil ölüp gitmek bu yaşamdan,
Ama yaşamak da yeni değil kuşkusuz…

Sonra da şiirlerini daktiloya çekip giden Nilgün Marmara, hani “Bu Kız Elmalı
Bir Kaplan Olmalıydı” demişti ya:

Hayatın dibini görmek,
Balığı tutsak etmek, kendini kafese koymak…
Çocuğun doğrudur masanın altında
Bunun üzerine bir kırmızı çapraz çizin
Karanlığın alnını karışlamaktır zaman.

Öldürülen şairlerden hiç konuşmasak mı doktor? Hayati Baki, zor bir işi
gerçekleştirmiş, bir saygı duruşu olarak Seyyid Nesimi’den Cem Cem Sultan’a,
Jose Marti’den Pasolini’ye ve bizim şairlerimize, Metin Altıok’a, Behçet
Aysan’a, Uğur Kaynar’a kadar, kardeşçe bir hayat isteyen şairleri bir kitapta
toplamış. Hiç konuşmayalım doktor, biz elemden vazgeçmeyiz, istersen sen
bizden vazgeç. Bu yazıyı da unut, hiç okumamış gibi yap. Ben bu yazıyı niye
yazdığımı da bilmiyorum hem, biraz biliyorum da buralara nasıl geldiğimi
bilmiyorum. Elem doktoru sözünden çok etkilenmiştim, o söz bana başta yazdığım
gibi, psikiyatrdan önce tabibi çağrıştırdı, en çok Behçet’e yakışırdı ‘Elem
Doktoru’ olmak. “Düello” adıyla yayımlandı toplu şiirleri ardından, Adam
yayınlarından, okursanız, Behçet Aysan adlı, bu dünyanın yaşatmadığı, has bir
adamın, sevgili bir insanın ve kederli bir şairin “Elem Doktoru” olduğunu
göreceksiniz.

Araya “Ankara – İstanbul Karatreni” girince, Süreyya Berfe’nin “Gümüş
koktu azalan cigaralar / Bana bir yolculuk ısmarla!” dediğince, kendimize ve
birbirimize ısmarladığımız yolculuklar azaldı, yokluklar çoğaldı: Behhçet!
Behçet! Temmuz şimdi sesinin dolaylarından bir yanık hava gibi, oysa
altmışsekizlik bir plakta hışırtılı bir sesin vardı senin, Ağustosa benzerdin.
2 yıl oldu, daha kaç 2 yıl olur aramızdaki ayrılık bilmem, fakat ortada bir
temmuz duruyor, Temmuzun ardı Ağustos, sen yoksun, Ağustosun sesi de
duyulmuyor. Ben artık senin için ‘iyi’ bir yazı yazamam, özenirim, güzel olsun
derim, ama geçemem yokluğundan, ne yapsam iyileştiremem yazıyı. Sırp
teyyareleri de çekildi Bosna’dan, şimdi yaralar sarılıyor, şu orta Temmuz’un
yaraları ise kül oldu, yangın yağdı, külümüz savruldu, dumanımız tütüyor. Bu
yazı kötü yazı, şimdi ‘elem doktoru’ burada olsaydı böyle mi olurdu, o
karatrene birbirimizi ısmarlamask da, birbirimizle şiirden şiire karşılaşsak
da, ben onun sesinin Ankara’da şiiirleri ve hastaları iyileştireceğini bilir,
tutar onu çok özlediğim zaman, içimden ve onun sesiyle bir şiir okurdum
kendime, dağılan bir gül olurdu şiir onun sesinde:

ne söylersen söyle rüzgârdır duyan
düşeleri çağıran iri siyah gözleriyle
ve yanı başımızda mutlu kalan ne var ki
belki bir kuş akşamın ölü ağındaki
sadece güldür dağılmış ayaklanmaya.

ne söylersen söyle bir gün yiteceğiz
çam seli halinde kalabalık bir orman
alıp götürecek bizi kuytu ölümlere
yaşamanın anlamını sorsam da söyleme
konuştukça bir gemi açılıyor kıyıdan.
(Dağılan Gül, Behçet Aysan)

Bu yazı bir şiirden dağıldı. Bir şair, Kemal Sayar “Elem Doktoru” dedi,
bir şair, gittikçe hatırlanan bir şiir için, Behçet Aysan, bu sözü aldı ve
yakıştırdı, bir şair, Hayati Baki, intihar ettirilen ve öldürülen şairlerin
kardeşi olduğunu bildi onların bu dünyada ve her dünyada aynı bahçede olduğunu
bildi, bu bahçeden bir kitap derledi. Bana da bir cümle kaldı hepsinden:
Tabibim, şairim Behçet, sen yoksun, elem doktoru yok, şimdi ben kalbimin nasıl
geçtiğini kime söylerim?

Haydar Ergülen

Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek

“Kağıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam.
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir
Kiminde. Hem her şey şiirlerde değil miydi?
Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Böyle yaşayıp gidiyorduk.”
Sesi,
sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra
Ölünün, son kez elini sürdüğü ve kaldığı.
“Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu,
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Hepsi bu.”
Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.

İlhan Berk

Milyon kere Ayten

Ben bir Ayten’dir tutturmuşum
oh ne iyi Ayten’li içkiler içip sarhoş oluyorum ne güzel
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor
Şarkılar söylüyorum Şiirler yazıyorum
Ayten üstüne
Saatim her zaman Ayten’e beş var
Ya da Ayten’i beş geçiyor
Ne yana baksam gördüğüm o
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor
Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz
Günlerden Aytenertesidir
Odur gün gün beni yaşatan
Onun kokusu sarmıştır sokakları
Onun gözleridir şafakta gördüğüm
Akşam kızıllığında onun dudakları
Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim
Ayten’i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz
Bir kadehte sizinle içeriz Ayten’li İki laf ederiz
Onu siz de seversiniz benim gibi Ama yağma yok
Ayten’i size bırakmam
Alın tek kat elbisemi size vereyim
Cebimde bir on liram var
Onu da alın gerekirse
Ben Ayten’i düşünürüm, üşümem
Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar
Parasızlık da bir şey mi Ölüm bile kötü değil
Aytensizlik kadar
Ona uğramayan gemiler batsın
Ondan geçmeyen trenler devrilsin
Onu sevmeyen yürek taş kesilsin
Kapansın onu görmeyen gözler
Onu övmeyen diller kurusun
İki kere iki dört elde var Ayten
Bundan böyle dünyada Aşkın adı Ayten olsun

Ümit Yaşar Oğuzcan

Umuttur

“sen beni sevdikçe ey yar derdim artar daima”
çünkü beni sevsen de
güvenmezsin bana bilirim
ama artan her şeyle birlikte yanlışlık da artar
mesela her su gözyaşı olur
her dönem bir hazin geçiş
suya boşversem yanılsama
aya baksam bir bulut
sevgisizlikle birlikte yanlışlığın hükmü başlar

bir düşün kaç kişiyiz bildirilerde
şimdilik kaç paralığız hele akşam olunca
bunca sütsüzün kahrını çektik düşün ki
gene de soluğumuz
bir orman yangını sanılır oralarda buralarda
ezildik gerçi ama horlanamadık bunu hatırlarsın
mutlaka hatırlarsın bunu
tut ki enver bırakır tehdidini
ethem başlar

çünkü beni sevsen de bana güvenmezsin iyi bilirim
apoletim sırmasız hatta hiç yok
su içsem ağzımın kenarlarından dökerim
neyi hatırlatır benim sana uzak bir bakışım
bilirim
aslında mutsuz yaşayıp gidiyoruz
ölüme direnerek şimdilik
şimdilik alımlı bir başka mutluluklara özenerek
aşkımız ve mutfak rafları ve uçaklar üstüne korkumuz
bir yudum gelecek ve mutlu saatler üstüne korkumuz
ama birlikte biliyoruz: eğilecek bugünkü başlar

sev beni, alış bana
kimse ürkütemez bağlandığımız güzelliğin utkusunu
sev beni, bir dağ gölgesi kadar sev
şimdilik bırak musluğun sızmasını damın akmasını
bir tırnak gibi büyü domuz bir tırnak gibi
zorlayarak her bir yanı
çünkü biraz sonra umut başlar her günkü, başlar

aslında bir alıştırmadır umut
öbürlerinin azıcık nefes diye bağışladığı
-baharı beklemeye benzer-
hain ve olmayanadır çünkü
umutsuzluğu taşır yanında
oysa nasıl olsa gelecektir bahar denen tarih
önüne durulmaz mantığıyla doğanın
yeşilden olma birim
sudan gelme itmeyle

umut yoktur
kimse yoktur umut etmemeyi önleyecek
çünkü umut kaçınılmaz gelecektir
bütün gümbürtüsüyle
umut kaçınılmaz gerçektir çünkü
biri Asya’da biterken sözgelişi, Şili’de öbürkü başlar

Turgut Uyar

Bir Günün Sonunda Arzu

Ne çok iz bedenimde senden:

İki siyah haşhaş açtı
düşlerinle ısırdığın omuzlarımda;

göğsümdeki bu onmayan yara
gözyaşının damladığı günden kalma;

“Mutlu aşk yok” diye inildemişti Aragon,
uçurum gibi parıldayan Elsa’ya. Ah!
Zakkumsu ses; gümrah
bir bahçe olsun isterdim,
kederin ve deliliğin arkası.

– Ne kaldı bana senden – demiştin,
çürüyen güllerin anısı sadece
çürüyen güllerin anısı.

ah! Niye kesmedin
uyurken bileklerimi?

Ahmet Oktay

Sığınak

Kaçıp sana saklanıyorum akşam oldu mu.
Sana dokununca mı denizleşiyor masa,
senin avcıların mı çok hayvanları kovalayan?
sıkıntımın ormanında.

Üç beş günümüz var şuracığında,
nice oyuncağımızı kırdılar.
Biz de güzel çocuklardık bahçelerde
Sularda alabalık.

Azla avunmaya alıştık
ne yapalım paramız yoksa,
şarabımız bitince yağmura çıkarız.

Kim güzelleşmiyor öpüşünce.

Ahmet Oktay