Aşkı Bulurum

öpüşün karanfil kokardı aşkı bulurdum
işık hızını geçen bir uçakta aşkı
bulutlar tükenir kuşlar görünmezdi
yitip giderdi altımızda nice denizsiz kent
çelik gürültüleri arasında sayısız çiçek

mutlu ederdim seni kadınım olurdun

seninle ikimiz ilkyaz gibiydik
sevda avcumuzda tuttuğumuz gül yaprağıydı
uzayda bıraktığımız ayak iziydi
güzelim, hangi güç durduracaktı bizi
hangi güç ince parmaklarının hünerini

aşka izin yoktu, gün soldu kuşluk vakti
usul usul konuştuktu hani
aşkı savunanları düşen bir kenti savunur gibi
bütün sahici aşkları konuştuktu
leyla ile mecnun’u, elsa ile aragon’u
yani ikimizle yarının ölümsüz olduğunu

giyilmemiş çamaşırlar gibi kokardı aşkın
güzelim benim bir tanem
sırasında hazırdın onarmaya
işkencedeki insanın incinen onurunu
yaşadığımız günü, tutsaklığı, bugünü
buğular içinde yüzen geceyle gündüzü

ışıkları yalandı kederle akardı kent
ne kadar da güzeldi kışı, sisi, ayazı
güzelim benim, bir tanem, yanımda sen olunca
özlenirdin anlıyor musun
bir karanfile baka baka uçarılaşırdın
yitirmeden henüz aşkı, ilkyazı
saçların çiçek tozu, çam kokusu
sende düğümlenirdi bir uçumluk tadı çocukluğun

Ahmet Ada

Aşk İklimi

On sekiz yaşın nisan günleri
Dünya bir kızın gözlerinden ibaret
Hayat bir tas su içimi
Ne zaman oldu aklımda yoktu
Yağmurlar yağdı hatırladım
Yayıldı içime aşk iklimi

Toprak kokusu bu muydu
Böyle miydi benim insanlarım
Ben hiç yoruldum mu severken
Ah bu uzak ses kimin
Şüpheniz olmasın şimdi bile
Düşüp ardına gidebilirim

Talip Apaydın

Hadisene

Bir kıyımız mı kaldı bu şehirde onuda batır hadi
Çiçeğimizi yol, rüzgarımızı bur, suyumuzu acıt
Gökyüzümüz mü hani nerede? Sahi nerde bizim gökyüzümüz
hani lokman bulutlarımızda güvercin lekelerimiz?
Gözümüzü körelt hadi içimiz börtsün ellerimizi yırt
Bak ıslağımızda kurudu,kurumuz yamyaş
Sanki bönüz,sanki debelenen sıpayız çayırda
Yeşili hiç görmemiş,hiç şenlik görmemiş
Ko yarın sabah ortalık da ışımayıversin
Ko buluşmayalım şu kuytu haziranda
O salı gecesi hiç sevişmeyelim mi?peki
Sevişmeyelim
Ne çıkar?
Ne mi çıkar!!!!!

Metin Eloğlu

Sen Gideli

yarın sabah yüzümü de yıkamayacağım
donum fanilam leş gibi oldu hele
tırnaklarım uzadı kesmeye üşeniyorum
biri sevabına çişimi de ettirse

sokağa çıktım mıydı akşam serinliğinde
bacaklarımda derman yok
rakı makı içiyorum gene olmuyor
ne sabri’ye uğradığım var ne celile’ye

başım dönüyor içim sıkılıyor ha bire
bu dünyada pırıl pırıl şeyler vardı hani
cümbüşler vardı kahkahalar vardı hoşbeşler vardı
hepsi peşine takılıp gitti mi ne

anlamam o kadar incesini
sen yanımdayken yaşamak güzeldi işte
bana maşallah derlerdi ne iyisin derlerdi
neysem neyim kime ne

kırtiplim bomboğum esiriklinin biriyim
dünya yıkıldı altında kaldım sanki
anlaşılan bu birisinden kazık yedi diyorlar
sen gitmeseydin de keşke

et sevmezdim ya inadına cızbız köfte yiyorum
küfür ediyorum sokaklara tükürüyorum
nerde o efendilik, kılı kırk yarmalar
adam sen de

tokalaşmalarla merhabalarla da ilişiğim yok
işımış istanbul’a bayılırdım bir vakitler
yaz bitecek diye ödüm kopardı
şimdi hepsi bilmemneyime

ya büsbütün yitirsem seni
ölsen ya da başka erkeğe varsan
sana dokunamasam sesini duyamasam
bırak alasen insanı deli etme

odayı mürvet hanım derleyip topluyor
temiz pak bir lokanta buldum sözde
sağa dön olmuyor sola dön olmuyor geceleri
önümüzdeki salıya gel bari

Metin Eloğlu

Onar Mısra

Ayırma gözlerini gözlerimden bu akşam,
Böyle saatlerce bak, böyle asırlarca bak.
Gözlerine yavaşça, yavaşça doldu akşam…
Göklerin ateşini kalbime boşaltarak
Benim içimde yaktı sanki gurubu akşam.
Senin kirpiklerinde bir damla oldu akşam.
Gündüzden, gürültüden ve kainattan ırak,
Akşamı seyredeyim bakışlarında bırak,
Ayırma gözlerini gözlerimden bu akşam,
Böyle saatlerce bak, böyle asırlarca bak..

Eriyor fırtınanın hızı pencerelerde,
Soba ılık bir hava dağıtıyor içerde,
Ateşin karşısında yüzün kızıllaşıyor.
Yanan ince dalların hafif çıtırtıları
Bize unutturuyor dışarda yağan karı,
Saadet içimizden bir sel gibi taşıyor.
Ah bu kış geceleri, bu en güzel geceler!
Bir yığın sözden fazla tesir eden heceler:
Canım, kızım, yavrucum, benim bir tane yavrum,
Seni bilsen ne kadar, ne kadar seviyorum.

İnanmak, ah, bir çocuk saffetiyle inanmak…
Gözlerin, sevgilinin, dalınca gözlerine
Bütün muhabbetine ve bütün sözlerine
Nihayetsiz bir huzur hasretiyle inanmak.
Şüpheyi içerinde kırıp ta bir dal gibi,
İnanmak deli gibi, inanmak aptal gibi,
Her yalana kananın illetiyle inanmak..
İnanmak fazilete, şeytana ve ahrete,
Ve mesut olmak için inanmak saadete,
İnanmak, ah, bir çocuk saffetiyle inanmak…

Yaşar Nabi Nayır

“Onu nasıl unutabilirim?”

“Onu nasıl unutabilirim?”
Unutmayacaksın. Daha doğrusu, unutmaya çalışıp, bunun için çabalamayacaksın. Gerekirse, yüreğine taş basacaksın. Gecen gündüzüne karışacak, hayatın alt üst olacak belki. Gözünü kırpmadığın geceler olacak. Gündüzün bir anlamı kalmayacak. Gam ve keder yüreğini mesken tutacak.

Acının ta içinden geçeceksin. Bu hayata, “hayat” demeyeceksin. Yaşamayacaksın, ölüp ölüp dirileceksin. Ölümün içinden geçeceksin, ölmeden evvel. Öyle ki; acıdan müteşekkil olacaksın. Sen acının bizatihi kendisi olacaksın.

Aşka inanıyorsan eğer (ben şefkate inanıyorum), aşkın kederine de inanacaksın.

Aşkın sadece kaymağına talip olmayacaksın. Aşkın sonuçlarına da razı olacaksın.

Baksana, aşka gerçekten inanan şair Sezai Karakoç ne diyor, nasıl da yürekli diyor: “Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı/ Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum/ Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın/ Ben yaşamıyor gibi, yaşamıyor gibi yaşıyorum/ Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum” Hiçbir sızlanma var mı bu dizelerde? “Onu nasıl unutabilirim, aşkın acısından nasıl kurtulabilirim?” diye en ufak bir serzeniş var mı?

En önemlisi, “Zavallıyım” sözünü yüreğine sokmayacaksın. Beni bıraktı ya da sevgime karşılık vermedi; “sevilmeye layık değilim ki” diyerek kendine ihanet etmeyeceksin. Göğsünde bir kurşun gibi taşıyacaksın aşkı; göğsüne çiçek gibi takıp, ne zaman kuruyacak diye beklemeyeceksin.

Kalbine karışmayacaksın. Âşık olurken kalbin sana bir şey sormadıysa, maşukundan soğurken de sana sormayacak inan. Kalbin kararını kendi verecek. Kalbini rahat bırakacaksın.

Ayrıca, onu çok seviyordun hani? İnsan sevdiğini unutmak ister mi? Sevdikleri ölen insanlar, en çok neden korkarlar biliyor musun? Onları unutmaktan. Hem de, unutmadıkça yürekleri daha bir kederle dolmasına rağmen. Hem çok sevdiğini söyleyip hem de onu nasıl unutabilirim diyorsan, bir sorun yok mu bu işte, diye düşüneceksin.

Hem, aşkını değil, kederini, kalbindeki sızısını unutmak istiyorsun belki de. Karşılık bekledin, bulamadın. Bulamamanın narsisistik incinmesini yaşıyorsun. Aşk eğer sırf sevmekse, neden sevilmekle meşgulsün? Olmuyor değil mi? Karşılıksız olmuyor. Aşk mukabele talep ediyor. O zaman, aşkı bir kere daha düşüneceksin.

O zaman çektiğin acıya “aşk acısı” demesen; “karşılık bulamamanın acısı” desen? Reddedilmenin acısı. Ayrılığın acısı. Zevalin acısı. Sevilmediğini düşünmenin acısı. “Bunu hak etmedim, güzel ve iyi bir insandım. İyi bir aşkı hak ediyordum” derken bile, aşka düşmekle yetinmiyorsun. Aşkına mukabele bulamamanın derdiyle meşgulsün.

Keşke düşünsen; hiçbir acı, hiçbir üzüntü, hiçbir keder, bir gün sona erecek hayattan daha uzun süreli değildir. Nasıl ki dünyada misafirsek; sevinçler de kederler de bizde öyle misafir. Nasıl ki dünya bizi ağırlıyorsa, biz de sevinç ve kederleri, üzüntüleri öyle ağırlayabiliriz.

Belki bu söylediğime kızacaksın; duygular nankördür. Bugün var olur. Gün gelir, zevale mahkûm hayat gibi zeval bulur. Bir sabaha kalkarsın. Kalbin sevgilisine küsmüştür. Tamam, bu her insanda olmayabilir. Ama inan çoğu insanda vuku bulur. Bir kere daha söylemek isterim ki; bu dünya hayatı ezelî ve ebedî değilse; duygular da ebedî değildir. Ebedî olan sadece O’dur.

“Bir daha başkasını sevemem” de bir yanılgıdır. Seversin. Sevebilirsin. Yeter ki kalbini rahat bırak. Ona karışıp durma. Onu kalbinden söküp çıkarmaya çalıştıkça, çiviye çekiçle bir kere daha vuruyorsun.

Belki de ölüm geçirecek aşk acını. Dünyadaki hayatının bitiş çizgisi, aşkını da bitirecek. Aşkının ipini ölüm çekecek. Şöyle ya da böyle, şu ya da bu; bir gün bitecek. Bir gün unutacaksın. Ve bir gün de unutulacaksın.

Ha, bir de; hani dua ediyordun, “hayırlısı olsun Rabbim” diye. “Hayırlısı değilse olmasın” diye geceleri kalkıp yalvarıyordun O’na. Bak, olmadı işte. Niye teslim olmuyorsun. Yaratıcın duanı kabul etti işte. Hayırlısı değilmiş ki, olmadı. Fuzuli şekilde neden O’nun işine karışıyorsun.

Kalbini rahat bırak…

Mustafa Ulusoy

canlar

umut kesilmiyorsa dostlarım
kesip
barikatlar kurarak kangrenli gövdemizden
şurda güneşe ne kaldı

İlhami Çiçek

bir huylanışın öyküsü

kendini bildi bileli
yalnız
konumuyla ilgili yalnızlığında
gerçekten yalnız olduğunu sanarak
çıldıran
korkunç kalabalık bir adamdı dünya
süreli nöbetlerle
köpükten giysiler biçip ağızlara
çarpmalarla geliyordu sara
ufaktı
onun çok çakısı oldu
o
adamın çoğalan ağzını ilk gördüğünde
bütün çakılarını kaldırıp atacaktı
bir gece
yeryüzünün en ağır baltasıyla
en kuytulardaki ağaçtan
kesti ve önündeki salkım saçaktan
bir tutam saçtı kalkan geceye koşaraktan
ve işte öye oldu
köye ilk gelen jipin altında
arkadaşından fışkıran kanda da
yine öyle bağırarak kalkıp
ve böyle başladı saçlarının isyanı

İlhami Çiçek

Temalar II

boşaltılmış şehirler kadar yalnızdırbir şehirde
bir duvara asılı
üfleyeni kalmamış kınalı bir kaval kadar mahzun
kınalı bir kaval kadar mahzun
kınalı bir kaval kadar mahzundur
adına sessizlik dedikleri o ses
nere gitse yanındadır
engel olamaz
susmasından kelimeler olur engel olamaz
o
yani yirmi dokuz yaşında
yani ceplerini can erikleriyle doldurup
sokaklarda
bademli düşlere eyleşen aylak adam
açıklamalıdır ki kelimesiz bir yalnızlık
mümkün değildir
açıklamalıdır ki her romancı
yanılmıştır
bu noktada
ve roman kişisini
tahrik edip
romandan
caddeleri ve aynaları olan bu şehre
kaçırtan
budur
boşaltılmış şehirler kadar yalnızıdır
kelimeye yargılıdır
bir şehirde
bir duvara asılı
üfleyeni kalmamış bir kınalı kaval kadar mahzun

İlhami çiçek

Babamın yüzü gözümün önüne geliyor

   Babamın yüzü gözümün önüne geliyor. Anılarımda hep başımı kaldırıp onun yüzüne bakıyorum. Küçük elimi kavrayan elinin ne kadar büyük ve kuvvetli gördüğünü hatırlıyorum. Sanki sinirlerimin de kendi belleği varmış gibi göğsümün ta içinde hissettiğim bir başka anımda babama onu ne kadar sevdiğimi bir türlü söyleyemeyişim. Bu kadar açık ve dünyasal kelimelerle konuşma âdetinde değildik. Babamın sert fakat hassas profilinin her çizgisi gözümün önünde. Elli yıl. Her biri önemsiz bir sürü şeyle dolu. Asıl önemli olanlar belleğimden yıkılıp gitmiş. Zaman zaman babama acıdığımı hissederdim. Ona kendisini çok sevdiğimi söylemediğim için. Ama aslında kendime acıyordum. Benim söylemeye duyduğum ihtiyaç, onun işitmeye olan ihtiyacından fazlaydı.

Şibumi