Şu kısacık ömrümü

Şu kısacık ömrümü
bir şeye benzetecek olsam,
tıpkı o tekne gibi derdim,
sabah limandan geçip giden
ardında hiçbir iz bırakmadan.

Mansy

Bunaltı

Bunaltı

Şimdi artık iyi günlermiş diyorum. -Ah bütün bir ömür boyu kaygısız, başıboş yaşamak. Süre, geçiciliğini duyuruyor, içimde sinsiz bir acıyı, hayal kırıklığını emziriyor.- Bırakmalı bunu, süre geçiciliğinin öğrenilmesiyle verdiği acıyı, hüzünden bir perde halinde yaşama üzerine çeksin, konuşmaların arasına katılan o bitmeyen susuşu bıraksın kişide, akşamları eve dönüldüğü saatlerde çıldırasıya yazmak isteğini uyandırsın. Yazmakla geçen zaman, ölümün uzaklaştığı zaman o.

***

Yalnızlıktan kurtulmak için yaşamaya atılmıştım. Yıllarca bu yalnız çocukluk; kendi içime hapsettiğim duyguları açığa vurmuştum, herkese paylaştırmayı düşünmüştüm. Yalnızlığım içinde, bütün kazandığımı sandığım bilgiye ve değere karşılık, bir hiç sayıyordum kendimi. İçimdeki o uzayıp duran boşluğu, sokaklarla, insanlarla, dışımda olan varlıklarla dolduracaktım. Ah, sevdiklerim için bir saraydı orası, orasını bir cennet yapacaktım, çevremde uyandıracağım hayranlık, sadece o bile yetecekti belki. Kuralları, görenekleri tanımayarak, kendime iyice bağlanmak istiyordum, böylece kazanacaktım dünyanın önüme serdiği hazineleri; oysa şimdi varlığın bunaltısından kurtulamadım daha. Hala, bu tutkular içinde, niçin dünyaya geldim diyorum, ben kimim? Ne oluyorum? Bu acıyı çekip durmak için mi? Kendimi kurtarmak için hepsini anlatmalıyım.

***

İlk gençliğimi dolduran iç savaşlarımı unutamıyorum hiç. Durmadan kendi kendimle savaşırdım; kararsızlık içinde varlığımı oradan oraya atardım.

***

Gelecek, kendim için büyük bir gelecek düşünmemeye karar vermiştim. Bütün tedirginliğimin düşçülüğümden geldiğini sanıyordum, geçen zamanla düşlerimin gerçeğe uymadığını görüyordum çünkü. Yalnızlık sürüp duruyordu. İçimde çok tuhaf görüntüler biriktirerek.

***

Biz önce kendimizi kazanmayı, kendimize karşı içten olmayı bilmeliyiz; sonra hiçliğin bizi beklediğini bilerek bırakmalıyız bu sahte, içleri boş kalıpları.

***

Ama nasıl başlıyordu o unutulmaz hastalık! Kendimi bütün bütüne açsam, içimin bütün kinini döksem ortaya. Her şeyi bütün ayrıntılarına kadar anlatmalı mıyım? Ama sonunda, geçenleri unutmak, yeni bir yaşama atılmak için savaşmıştım. Savaş içindeki çılgınlıklarım olayları silip götürmüş belleğimden. Şimdi burda, artık içimde yeni hiçbir belirtinin olmadığı yerde, mahpus muyum? Neyin tutsağıyım bilmiyorum. Şimdi hepsi uzak, eskimiş plaklar üzerindeki izler gibi aşınmış görünüyor. Çılgınlıklarıma bir sebep bulmak için uğraştığım saatler… artık hepsi geçip gitti, sakinim, oldukça güvenliyim; ama silindim artık, isyanım sanki bitti,, hayır, ölmüyorum, yalnız yaşamaya karşı duyduğum sabırsızlıktan yorgun düştüm, o kadar.

***

-Hep geriye ittim düşüncelerimi, bilinç altına, hiç düşünmek istemedim.- Burda “susalım” dedim. Söylersem çok üzücü şeyler söyleyeceğim.

***

O gittiği vakit orası gene eskisi gibiydi, ama değişen ne var diye sormadan edemiyorum kendime. Eski burası. Her yer eski, değişmiyor. Yıllar eşyayı bitirmiyor, ama biz bitiyoruz, günden güne değişik ölüme doğru gidiyoruz. İçimizdeki ses hep bir şeyler söyleyip duruyor.

Sessizce çekip gitmişti. Hiç ummazdım diyemiyorum, umardım diyemiyorum, bir şey diyemiyorum bu konuda.

***

İçimi acılarla kıvrandıran bu soruları çözümlesem bir. Eşyanın özünü hiçbir zaman anlayamadım, kendimce yorumlayamadım. Bilmek korku veriyor; geçmiş günleri düşündükçe içimi bir korku titretiyor; korkuyla sürdürüp duruyorum bu yaşamayı. İçimi saran korku davranışlarıma yayılıyor, iyice belirli oluyor. Bir kapıyı açıp girerken, bir yere otururken, bir insan bakarken önleyemiyorum bunu. Korku başını alıp büyüyor, arasına anlaşılmaz hastalıklarla üzerime çullanıyor. Titreme ve sinir nöbetleri geçiriyorum. Korkunun beni sürüklediği bayağılıkları birer birer anlıyorum artık. Yalnızlıkta, ölümün, bilinmeyen birisi olarak kalmanın korkusu öldürüyor beni. Kaçıp isyan etmek; mutlaka bir isyan bulmalıyım.

Anlıyorum ki insanoğlu şimdiye kadar çözümlediğinden farklıdır. İnsanoğlu büyük bir bataklıktır, her şey onda kaybolur, çıkmak üzere dibe gider. Eve döndüğüm vakitler bütün gün omuz omuza yaşadığım bayağılıkları düşünüyorum. Ama anlıyorum ki kendim de onlardan farklı değilim. Batağın içindeyim, durmadan daha da dibe saplanmaktan kendimi alamayarak. -Kaç geceler bunları söyleyerek sessizliğe ermeye çalıştım, durdum.

***

Yıllarca sinirli bir yaşama, anlamadan, bilmeden, insanları sevmeden, tanımadan onları, sürüp giden bir yaşama.

***

Her şeyi yetersiz bulmanın huzursuzluğu.

***

Sonraları durmadan düşündüm. Artık her şey geçmişti. Şehirdeydim. Bana yakın olanı sevmemek istemem, kendimi sevmememden mi geliyordu? Bunu kabullenmek ne kadar korkunç! Bu, uzun zaman sarsıntısını yaşadığım küçüklük duygusunu kabul etmek olurdu. Ama sonradan yaşım ilerledikçe yenmişim bunu. İlgilenmek istemeyişim, kaçışım hangi sebebe bağlanabilir? Ah, insanoğlu böyledir. Hiçbir insana güvenememek bizim kaderimiz. Kazanmak istediğimizi tamamen kazanınca beğenmemek, durmadan yenilerini kazanmayı düşünmek. Ben de kendime yakın olanı, ucuzcana kullanmaya -bütün üzerine titremelere karşılık- yol alıyordum, her insan gibi.

***

Yeni bir şehrin beni tedirgin eden karanlığı. Işıklar, elektrik ampulleri yanıyor. Bahçe parmaklıkları, bahçe içindeki evler önünden geçiyorum. Birden soruyorum: aylar sonra burdayım, bu yeni şehirdeyim, ayları, günleri sayarak bekleyip durduğum bu anı yaşamanın tedirginliği miydi? Yolda neler görüyorum? Nasıl da tedirginim? Uzağım? Nasıl uzağım? Nasıl uzakları yadırgıyorum? Akşam mı? -Kendimi yeni davranışlara sürüklüyorum.- Niçin sürüklenip gidiyorum? Kim beni yeni, yabancısı olduğum bir dünyaya götürdü. Hangi görünmez güç?- En büyük acım bu: o bütün çocukluğunu yaşamamış. İlk gençliğini yaşamamış. Anmam bile kötü. Küçük kahverengiler ve iç içe girmiş griler. Bacakları ne kadar kalın, ne kadar yumuşaktı. Şimdi daracık, şarkıları duyulan bu akşam yemeği yenilen yerdeyim -eskiden ağrılarla gelirdim, sıkılırdım- sessiz sokakta, ıslak, ince kumaştan elbiseler giyerdim; sonra bilmiyorum nasıl başka uzak bir şehirde gözyaşlarım kalmış.

***

Yüzünün unutamayacağım görüntüsü nasıl da belleğimden silinmemiş!

Demir Özlü
Bunaltı

Geceye Şarkı

1
Bir nefesin gölgesinden doğma bizler
Dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde
Bizler, yani sonrasızlıkta yitirilenler,
Kurbanlarız, adandıklarımızı bilmezcesine.
Dilenciyiz sanki, yok benim diyebileceğimiz,
Kapalı kapılar önünde birikmiş delileriz.
Körler gibi kulak kabartmışız, içinde
Fısıltılarımızın yitip gittiği sessizliğe.
Hedefi olmayan yolcularız bizler,
Bulutlarız, rüzgârlarda dağılan,
Ya da ölümün soluğunda üşüyen çiçekler,
Yerimizden kopartılmayı beklemekteyiz.

2
Varsın, son acılar da somutlaşsın bende,
Savunmuyorum kendimi, ey karanlık güçler.
En büyük sessizliğin yolu sizlerden geçer,
O yoldan yürürüz en serin gecelere.
Soluğunuzla daha sesli alevlere boğmaktasınız beni,
Sabır! Yıldızlar kora dönüşürken, düşler kaymakta
Bize adlarını söylemekten kaçınan diyarlara,
Oralara ancak feda edersek girebiliriz düşlerimizi.

3
Sen ey kapkara yürek, ey karanlık gece,
Kimdir yansıtan, en kutsal zeminlerinizi,
Ve kötücülüğünüzün son vadilerini?
Acılarımız karşısında donup kalmış maske –
Acılarımız ve hazlarımız karşısında
Taştan bir gülümseme boş maskenin dudaklarında
Bir kaya, bütün ölümlülerin çarpınca kırıldığı,
Üstelik varlığı bize bile kapalı.
Ve sonra dikildiğinde karşımıza bir yabancı düşman,
Alaylarıyla aşağılayarak ölesiye didinmemizi,
O zaman daha bir hüzünlü olur şarkılarımız ezgileri
İçimizde ağlayan ise kalır anlaşılamadan.

4
Sensin, sarhoşluğu geçiren Şarap,
Ben, şimdi güzel danslarla kanamaktayım
Ve taçlandırmak zorundayım acımı çiçeklerle!
Bağrındaki en derin anlamın istediği buysa, ey gece!
Kucağındaki bir arpın telleriyim sanki,
Ve son acılarım uğruna şimdi
Senin karanlık şarkın boğuşmakta yüreğimde,
Beni ölümsüz kılıp, bir şişe çevirmekte.

5
Bu huzur – ey derin huzur!
Yok artık dini bütün çan sesleri,
Sen, ey acıların tatlı anası, sen –
Barışın, sanki ölümün enginliği.
Sar o serin ve sevecen ellerinle,
Sar bütün yaraları –
Böylece içten kanasınlar yalnızca –
Sen, ey acıların tatlı anası!

6
Bırak, suskunluğum senin şarkın olsun!
Ne ifade edebilir ki fısıldayışları sana,
Hayatın bahçesinden ayrılmış bir yoksulun?
Bırak, hiç adın olmasın iç dünyamda –
Ruhumda oluşmuş, ama düşlerden yoksun,
Artık sesi kalmamış bir çan gibi,
Tatlı gelini acılarımın,
Ve uykularımın sarhoş gelinciği.

7
Toprakta ölüşlerini duydum çiçeklerin,
Ve havuzların sarhoş yakınmalarını,
Bir de çanların söylediği bir şarkıyı,
Gece, ve fısıldayan bir soru;
Ve bir yürek – yaralanmış ölesiye,
Yoksul günlerinin ötesinde.

8
Suskundu karanlık, beni söndürdüğünde,
Gün ortasında ölü bir gölgeydim –
O zaman çıkıp mutlulukların evinden
Yürüdüm gecenin derinliklerine.
Şimdi bir gölge oturmakta yüreğimde,
Bir gölge, hissetmeyen günün çoraklığını –
Ve dikenler gibi sana doğrulup gülümseyen,
Senden, yalnız senden yana, ey gece!

9
Ey gece, acılarımın önündeki dilsiz kapı,
Gör artık bu karanlık yara izinin kanadığını
Ve kabından taşmak üzere olduğunu çektiklerimin!
Ey gece, ben hazırım artık!
Ey gece, unutmuşluğun bahçesi, darmaduman,
Yoksulluğumun dünyaya kapalı ihtişamında,
Salkımlarla, dikenli çelenkler de solmakta,
Gel, ey en yüce zaman!

10
Bir zamanlar gülmüştü içimdeki şeytan.
Ben, bir ışıktım parıltılı bahçelerde,
Oyunlarla dansların eşliğinde,
Bir de aşkın şarabı, başımı uyuşturan.
Bir zamanlar ağlamıştı içimdeki şeytan.
Ben, bir ışıktım sancılı bahçelerde,
Kadere boyun eğişin eşliğinde,
Parıltısıyla, yoksulluğun evini nura boğan.
Şimdi ağlamadığına ve gülmediğine göre o şeytan,
Yitip gitmiş bir gölgeyim bahçelerde
Ve ölüm karası eşliğinde,
Boş gece yarısının sessizliğiyle dolaşan.

11
Zavallı gülümsemem sana ulaşma çabasında,
Hıçkıran şarkım ise yitip gitmekte karanlıkta.
Artık yolumun sonuna varmak, tek istediğim.
Bırak gireyim senin tapınağına.
Bir zamanlar ki gibi, çılgınca ve dindarca
Ve sessiz bir duayla önünde eğileyim.

12
Geceyarısının derinliğinde, sen
Ölü bir sahilin suskun denizin yanında,
Ölü bir sahil: Bir daha asla!
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gökkubbesin, bir zamanlar yıldızının parladığı,
Bir Gökkubbe, artık hiç bir Tanrı’nın çiçek açmadığı.
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Döllenmeden kalansın sıcak bir rahimde,
Ve hiç can bulamamış, öylece!
Gece yarısının derinliğinde, sen

Georg Trakl
Çeviri : Ahmet Cemal

İçime Damlayanlar

raylar
düğümlenen yollar, tren
bir gün
ümit etmediğim bir gün
alıverecekler seni benden.
neler götürdüğünü bilmeyecek
düşünmeyeceksin.
belki döneceksin
düşerken yıldızım bir selvi gölgesine
belki de ömür boyu bekleteceksin.
ilk çiğdemle gel
ne var ki dünyada
kaybedip bulmaktan güzel?
demesi kolay ama
öylesine yanıyor ki içim
bir garip çöl yolcusu gibiyim.
doymak için susuzluğuna
seni yudum yudum değil
damla damla içeçeğim

Gülten Akın

Hiçbir Pul Hiçbir Zarfa Yakışmıyor

hiçbir pul hiçbir zarfa yakışmıyor
hiçbir zarf üçbeş satıra
ne zaman yanyanayız işte o zaman
doyamıyoruz tenlerimizin bitmez tükenmez sorgusuna.

bırakmak bırakılmak demeyelim
durmadan yer değiştiriyor anlamlar da
ben ki bir boşluk kadar büyümüşüm bu yüzden
sanki kış aylarında bir uçurumda.

anlarım sedir ağacının dilinden
ve usta bir aslan terbiyecisinin ruhundan da
hiç anlamaz olur muyum öpüşünü de kalbimi
o öpen sensen bir de dalgaları çekiştiren bir kız çocuğuyla.

hepsini biliyorum, hepsi aklımda
hepsi de hiç kımıldamayan bir duman gibi havada.

Edip Cansever

kan reçetesi

Kara bir gök için çok şey söylenebilir elbet

İşte benim bulutum
pas tutmamış sözcüklerden örgülü bir ağıt
alnına halk sıçramış neferlerin çılgar gözleriyle
sana
ey rengi tarihini utandıran elbise

Yüzün hiç yabancı değil
sen eski borazanların gedikli çalgıcısı
sesine küflü ambarların kokusu sinmiş
irin salgını, cinayet fotokopisi ve kangren depolanmış
eskimiş tarih satıcısı ambarların kokusu.

Burnum duymuyor ama seni
uslanmış ıtır kokusunu da duymuyor
benim burnum
benim burnum
vahşi dağ çiçekleri, bozkır gülleri ve devedikenlerinin
kırları genişleten halk kokusuyla yanıyor
genzim çatlıyor
genzim çatlıyor ve seni de çatlatıyor
el illizyonizmin sırça küresi.
sana kim sus dedi Kalbim.
Dünya bir ateşten top gibi kavruluyorken
toprak güneş sıtmasıyla sarsılıyorken
burda, orda, öte yanlarda
alınterinin öfkeyle fışkıyan şavkı
yeryüzünü yeniden biçimliyorken
ve depremle sarsılan halkların beyni
illizyonizmin büyüsünü bozuyorken
seni kim büyülemek istiyor Kalbim.
Bildim hiç kuşkusuz
su yılanları, yeraltı fareleri ve akbabaların koruyucusu
çarpıcıların, kemirgenlerin, leşçilerin
şaşırtılmış kolcusu.

Usul usul da gelsen, harlayarak da gelsen
el illizyonizmin güleryüzlü büyücüsü
masken kandırmıyor çoktandır beni
beni ve benim gibi
dünyaya kanından dürbünle bakanları
soluğu cehennem yakanları.
Çünkü biz hayatı kendi aynasından gördük
biliriz sırça kürenin yaldızındaki puştluğu
Ey tırnaklarımı büyüten tahammülsüzlük
beynimde hora tepen on sivri bıçak
senin kendi damarında denediğin keskinlik
halkının alnındaki tomurcuğu patlatsa da
kan kendini aldatmaz
kan kendini aldatmaz

Kalbim!
bu acıya dayan
varsın işkenceler dağlasın seni
duru bir gök için vahşete katlananlar
acıyı bir silah gibi göğsünde saklamalı

Kalbim!
bu acıya dayan
bu acıya dayanman için
yaranı iyileştirmek için sana
parçalanmış gül cesetlerinden bir reçete

vereceğim

vahşet dağlarından kızgın kemik külleri
işkenceler ovasından kan dölleri
ve yangınlar vadisinden dehşet bir ateş.
Kan kokusu büyüyü bozmak için
Kemik sıcaklığı sırça küreyi eritmek için
Ateş kırmızısı göğü aydınlatmak için

Böylece dirilir içindeki gül cesetleri bile
dirilir ve o zaman
çılgın bir şafakla tazelenen gökyüzü
bir taze tomurcuk gibi açar
kanıyan alnında senin.

Kalbim!
sen varsın
sen tökezleyen bir şarkı değilsin
ne de uzun, yanık havalı türkü
sen kendinin ezgisisin.

Yırt öfkenin sabredilmez dağarcığını
dağılan, saçılan ne varsa hepsi senindir
kara bir gök ancak bunlarla arınır
ve elbette yeter bunlar sırça küreyi dağıtmaya
acı diye ne varsa hepsini onarmaya

Kalbim!
elimden tut
elimden tut
sensiz birşey yapamam.

Arkadaş Z. Özger

Konuş

konuş sesin durmasın
gün doğdu ve battı kuşluğu atladık
uzun kuşluğumuzu, sen gelmeden önce
ceylan yavrusuna bastı karanlıkta
suyun gözesine düşen sarı yaprak
dönendi dönendi akıp gidemedi
deniz kabarmayı boşuna bekledi
kumlar boşuna bekledi

konuş, sesin durmasın
uzun bir kuşluğu muştulayan sesin
susup dinlemeye girdi rüzgar
ağaçlar kulak kesildi ormanda
tedirgin bekliyor tuzaklar
sözlerin mavzer kurşunu
kentin delip geçiyor duvarlarını
dağlar çoğaltıp dağıtıyorlar
konuş, sesin durmasın

Gülten Akın

Çok Uzun Bir Gündü Aşka Dönüyordum

 

Çok uzun bir gündü aşka dönüyordum
Çok uzun, yavrum, çok uzun seni sevmekten

İşte diyordum ilk öpüş işte masmavi yarığın
İşte yedisi sabahın ve ıslak ağzının
İşte eski bir otu kasıklarının ve karnının
İşte dilinin getirdikleri işte ormanlarım
İşte döşekte çırılçıplak upuzun uyanışın
İşte kayaya vuran eski gölgen eski sesin
İşte o ağzındaki esmer kuş o yaban ırmak
Kal öyle diyordum böyle anadan doğma iç içe
Kal öyle ilkin orandan öpeceğim diyordum
Aşk ki karadır tek heceli bir sözcüktür
İşte tam böyle, sevdalım, tam böyle diyordum

İlhan Berk

Yanan Aşk Ağıdı

içlenir yine gece
sarsılıp solarak usul usul
içlenir yine gece,
kaçarken acılardan
yeni acılara bulanan
acemi yüreciğin sendeler,
içlenir yine gece…

ah, türkülerin dalgını
rüzgarla nasıl da yaralısın…

sanki
en uçarı arısı çiçeklerin
yitirmiş kanadını
kendi balında
titreşip yanıyor için için…

ah, türkülerin dalgını
rüzgarla nasıl da yaralısın…

unut artık
rüyaların o buruksu tadını,
ayışığı donunca yüzünü unutmalısın,
unut ve kendini yeniden tanı
teninde şimşekler ışıldasın
sağnakların sesiyle barışmalısın…

her aşk gibi kaderi
acı olan bir aşkın
ırmağına uğradın
tanıdın yaylalarda çınlayan
köpüğün yankısını,
bu milat sana yeter;
bırak, kararan gecede mavi denizi
dalgın uykular halinde koyulaşsın,
sıyrıl yorgunluğundan
dişlerini öpüşlerin sancısıyla durula
dudakların sabahın yalazıyla kamaşsın.

ah, yine mi bir güvercin
parlamış gönlünün yokuşundan,
yel olup günboyu uzaklaşmış;
sanki
en narin yoncaları dolaşıp
yorgun düşen bir arı
soğumuş kanadına
kendi balında
titreşip
yanıyor için için;
ah, türkülerin dalgını
ne zaman coşkulansan
kırılır ey nazlı dalın,
rüzgarla nasıl da yaralısın…

içlenir yine gece
soğuyup solarak usul usul
içlenir yine gece,
kaçarken acılardan
yeni acılara bulanan
acemi yüreciğin sendeler,
içlenir yine gece…

ah, türkülerin dalgını
rüzgarla nasıl da yaralısın…

İlhan Berk

Gizli İlişki

Bütün gece seviştiler
Kilere giren iki çocuk gibi

Şarap içtiler ağızlarından

Ut yerinden kişniş kokladılar

Bütün gece seviştiler
Yeni taşınılmış bir şehirde
Uyunan ilk uyku gibi

Şaraptan
Gövdelerin yabancılığından çok
Sırlarından sarhoştular

(Işığın hohlamadığı kömür
Tuzu ve buğdayı unutmuş sikke
Toprağın ele vermediği
Bir tanrı yüzü)

Bütün gece
acıbadem koktu öpüşleri

akasyanın gözü önünde

Erdal Alova