Kalbindir

her şey benim kalbimdir
söküp aldığım kardan
kardan söküp aldığım
çocuksuz bir anne gülüşüyle
her şey benim kalbimdir
çünkü pek yaraşmaz bu dünyaya

doğru mu değil mi bilmiyorum
kentler büyüyüp gidiyor ya aldırma
başka bir yaşama tutturmalı diyorum
köprü korkuluklarına
ufak buluşmalara yaslanan
yani tuzun amcası, sevincin
öz kardeşi olan
en küçük bir kuşun gözleriyle
dünyaya baktığın zaman
her şey benim kalbimdir

her şey benim kalbimdir ki bilirim
kimsenin olmadığı bir yerde
ölümü denemek isterdin
hiç değilse bir defa
nisansız bir serçe gibi
herkesin gözlerine saçlarına
avuçlarına dolanan
ama nisan olsa da olmasa da
serçeler benim kalbimdir

şimdi ey mayısımın son haftası
dağda tükenmezdi geçmiş zaman
bilemezsin
nasıl algılıyorum çıplaklığını
ellerim nasıl değiyor uçlarına
bir yerden bir mavi gibi
bir yerden bir rüzgâr
herkes nasıl sanırsa kendini öyle
tastamam öyle tastamam
her şey benim kalbimdir diyorum

her şey kalbimdir diyorum
ve işte o zaman
ölüme eşitliyorum aklığını..

Turgut Uyar

Allah’ın Çocukluğu

İnsanın dönüp döneceği yerdir
Çocukluğu.
Sabah ezanı
Bu yüzden
Müslümanlara
Allahın selamını öğretir.
Allahın çocukluğu
Gündoğumunda
Ölüleri anmakla başlar.
Ve anne ölür
Ezanda ölür anne
Selamı üzerine olan her çocuk
Allahı düşünür.

Dili vardır taşların.
Sabahları en çok
Islak bir huzurla
Yatarken onlar
İçleri ıslanmış kadınlar
Pörsümüş yorgun erkekler
Kutsanmak umuduyla
Kıvrılır uyurlar.

Hepsi laf bunların.
Bana kalsa
Ağır bir abdest kokusu
İnce belli sürahiler
Kadınların nemli apışaraları kokan
Pazen donları.
Burada
Sözolmamış sesin kederiyle
Başlar gün.
Ve denir ki;
Kaderinizi sevin
Sevin kaderinizi
Ve hayat için
Tatlı bir tesadüf deyin.

Ağır bir abdest kokusu
İnce belli sürahiler
Kadınların apışarası nemli pazen donları
Ve mantarlı ayakları erkeklerin.
Şadırvanda alaca su:
Damlar
Damlar.
Ellerin beyazlığındadır ölüm
Gövdenin kıvrımında.
Benim erkeğimi isterken titreyen
İçimin suyunda

Ben unuttum her şeyi.
Geldiğim yeri
Annemi, babamı,
Mezarlığa gitmeyi.
Orada yapayalnız kaldı meşe
Ölülerin arasında ölümü en iyi anlatan meşe.

Bir ağaç nerede duruyorsa
Benziyor oraya.
Meşe mesela
Akdeniz’de taşların arasında
Farklı mı taşlardan?
Selvi, ölülerin karanlık bir ah’la
Durdukları son anın ipidir.
Salkım söğüt, yaslı söğüt
Suya kaptırmış içini, kırılgan.
Benzer her şey baktığına.

Ben anneme benzerim
Babama da tabii.
Ve büyük halamın evinde yaşayan kediye de.
Aslında şu yeryüzünü denizlerle düşünmemiz yok mu
Hata ediyoruz.
Dünyanın nefes aldığı bir ilk andı denizleri yapan.
Dağları yapan bir öfkeydi
Böyle söylüyor ilk kitaplar.
Her dilin kendinden önce,
Çok önce bir hayatı var.
Ve onu sadece
Bu kitaplar konuşuyor.
Susarak bakıyoruz biz
Hatırlamayarak.
Şairler bir bok anlamıyorlar aslında
Dünyanın çocuk kalmış bir acısı var
Ve bu ezanda çıkıyor ortaya.
Allahın selamı ölülerin üzerine oluyor
Aşk diye bir şeyin farkına varıyor insan
Dönmeyi öğreniyor
Yerden kurtularak
Durmadan dönerek
Çölde yaşayanlara fısıldanmış bir hakikatle
Kurur toprak

Nehir dediğin çölde kaybolur.
Toprağını gizler nehir dediğin.
Hiçliği tarif eden hiçliği anlar.
Yokluğa bürünmek o ilk anda.
Bir nehir tanıyorum
Kayboluyor
Bir çölün şehvetli karnında.
Bir ayan olma hali belki,
Ona en yakın göl
Kayıklarını tutarak içinde,
Balçığını yutuyor.
Ama biliyor ki,
Bir göl yutunca suyunu
Ortada kalır
Bir göl yutunca balıklarını
Kararır.
Tüm göllerini göremeden yeryüzünün
Öleceğiz.
Ne acı.

Gündoğumuyla gelen huzura da
Günbatımının sancısına da
Yabancısın.
De ki;
Sabahın efendisi sen değilsin
Kimse değil.
Yol gidenin
Gün dönenindir
Şiir hayatın
Ve görenin.

Allahın selamı
Müslümanların ülkesinde
Ölülerin üzerine olsun diyerek
Kanatır günü.
İnsanın çocukluğu annenin ölümüyle başlar
Bitmez çocukluğu annesi ölenin.

De ki;
Sabahın efendisi sen değilsin
Kimse değil.
Kanamış bir solukla bakmaktan
Yoruldum.
Kimsesi yok kimsenin.

Bejan Matur

Seni Yaşamak

Seni her özlediğimde sevgilim,
Gökyüzüne bakıyorum;
Göğün mavisinde gözlerini görüyorum çünkü.
Seni her özlediğimde bir tanem,
Denizlere bakıyorum.
Ufuğa bakınca mucizeni görüyorum çünkü.
Seni her özlediğimde bir tanem,
Kuşlara bakıyorum.
O kanatlardaki özgürlüğünü görüyorum çünkü.
Ve aşkım, seni her özlediğimde,
Adında isyan ediyorum.
Seni özlemek istemiyorum ben,
Ben seni yaşamak istiyorum,
Seni her özlediğimde sana bakmak istiyorum
Ve seni sende görmek sadece

Behçet Necatigil

Ağlara Takılmış Bir Yürek

-ağlara
takılı bir yüreğin pes! haline dair hikayat-

can abdurrahman’a ve
yaşmağa…
bırakılmış bir gölün
dalgınlığında yüzüyor yüzün
ve
bir çöl gülü misali
imge imge çekiyoruz bu yüreği ağlardan

I.

hiçbir şey sağlam değil bu şehirde
diyor kadın
ne ev, ne arkadaş, ne sevgili
hiçbir şey yok bu şehirde bana doğal olan, bana doğan!

adam,
sol anahtarının ilk notasıyla başlayamadığından,
yapay diyor

kadın, başı avuçlarının koynunda
sol anahtarını düşünüyor

ve kuşlar sol anahtarında düşünerek gölgelerini
akıyorlar, başının üstünden

do, paspasın altında diye fısıldıyor
adam.

kadın doyu düşünüyor
başı avuçlarının oyununda
-kadın doğru düşünüyor-

alıyor paspasın altında paslanmış,
pes’leşmiş doyu
doooruluyor

do diyor kadın
bir ince, bir kalın
kapı, bir satırlık müzikle doğruluyor

ve kuşlar sol anahtarında bekleyerek gölgelerini
bakıyorlar kaçkere, kapının üstünden

kitliyor kapıyı kadın ardından
soyunuyor anahtarın rotasını
daha ilk notasından:

ben hiç küsmeyen biriyim,
açıklamasız gitmeyen bir de…

bir an’ı anlıyor adam.

bir an damlıyor:

dans başlıyor.

II.

adam bahsediyor,
saati zamana durmuş
saat kadına erken
adam zamana geç

(y)amaçsız rüzGAR’larda
yatıp kalktığından
gidip geldiğinden
UUUU’ldayıp durduuuundan bahsediyor adam
yüzükçü dükkanlarında unuttuğu dileklerden
aysberglerinin suyun dibindeki sıcak parçalarından
dışındaki yarım resminin, içindeki yarım sesi nasıl
tamamladığından
tıp tıp çarpan posta kutularından bahsediyor
postacıya hep beş kalan saatlerden bir de…

-ayağına basıyor kadının farketmeden, adam-

kadın,
dalmalara dinleniyor
kah kahverengi
kah ve rengi oluyor

ulan! diyor kadın adama
ulan!

ulanıyor adam

-kadın, utanıveriyor ayağının acısını-

kumral bir gece serpiliyor
etten, kemikten ve cünüpten tenlere
rüyalar göle duruyor abdestsiz

binbir günaha kumral, gece

biz meyk kreyzi diyor cennet papağanı, yılana

rüyalar satene duruyor
saten elmaya
etkem ve etken!
unutmak bir uyku hali diyor rüya, kabusa
etken ve etkem!
hayir uyku hali bir unutmaktır asıl diye sayıklıyor
kabus

hafıza çekimsizleşiyor
bir kedinin dört ayağı üzerine
çelimsizleşiyor

istihareye yatıyor kabus
ve geceye rüya

gece, göle dalıyor
göl geceliyor

gölgeceliyor kadının yüzüne
yüreğini adam,
bir dilden bir döle

gece gölü döllüyor.

Refik Durbaş

Gizledikçe Aşk

kışın soğuk balıktan günlerini sayıyorum ağımda.
o yaza hiç dönülmeyecek!
o başlatılmamış, o varsayılan ortasında yaşanmış sevda
yakılmamış bir mum gibi aklımda.
kesik ağzıyla suları iğrilten
boğaza karşı durup da
oraların kuşu yalıçapkınını hecelemiştik
beyaz bir yelkenli gecisiyle sulara.

kışın vurgusu açık, bağımsız bir ses,
esiyor bize değmeden, bizden almadan
hiç uğramadığımız biryerlerden doğruca.
uçuyor cinsiyetin kindar ağzıyla.
ibret olsun diye savuruyor
uzaklara bir meddücezir haritasını.
ne uzanma, ne geri çekiliş;
biz varsayılanın ortasında
iki içine işleyen zaman,
iki uyurgezer nokta.

şimdi sen bile bu şiir için
çeperleri kapanmış, kendi başına bir ses,
kışın soğuk balıklardan takviminde
sadece kendine dökulen bir yapraksın.

yalıçapkını yeni bir sözcüğe uçuyordur şimdi
bilmediğimiz bir lugatta.

Adnan Özer

Gelme Sakın Perişan Olacağım

Öfkemin gülleridir, yağmura döner yüzünü
küsüp senin güneşine
İçilecek bir kadeh schnaps¬¥unu
yarım bıraktım
Gelme.

Gölgeni yıkma yoluma
bocalıyorum
Kasırgalar yaratma öyle çılgınca
Korkulu soluklarda geniş olmak kim
Yaşadıkça yaklaşırım sandım – oysa
suyun ateşle uyumsuzluğu gibisin
Kopabilir desem en ince yerinde
Geçmişe uyanan gözlerinin
Ateş gemilerini bir bu ürkütür
Şimdi uzaktan gülüp geçtiğim

Şimdi
uzaktan
gülüp geçtiğim
Ne mi çıkar güneş tutulmasından
Nasıl mı çocukluğum
Ben o zamanlar da böyle üşürdüm
Evlerde katı yönetimli kuklalar
çatışmalara hazırlar saygımı
Beklediğim günlere daha ne kadar
Anlatılmaz umutlara merhaba
Hatırlatma bütün onları ve onları
Benzer benim çektiklerim
Peygamber Yusufa

Bir anda çağrışımlar yok edince zamanı
Uzaklaştıkça ölçülere vurması kolaylaşan
Nasıl mı çocukluğum
Geçti mi çocukluğum
Çocukluğum mu – hiç yaşamadığım
Bırakır her yerde kendini hüzne
Unutmak pazarında en pahalı
Buyruklar – buyruklar – buyruklar
buyruklar – itirazsız – hep baş üzre
Düşünmekti ezen gözlerimi yük
yanlıştı yanlış şu benim korkularım
ürkerek birer mum gibi
yöresi sönük.

Ve bir gün
yürüdüğünü her şeyin
Ve bir gün
eh işte nasılsa
korkularımı bilinçle kovdum
Dur dediler dinlemedim
Koştum
İsyanım onlara oh ola.

Belki özüm orda diye
İlle de İstanbul dersen
Hırçın bir deniz bulacaksın kıyıda
Sonra çok bunalıma itecek seni
karanlığa kurşunla yazılan teoriler
ve gölgelerin saygısız büyüklüğü
aslına oranla
Gerekirse açıp bütün köprüleri
Yılma, yüklen şiirlere
Gücün Kartaca.

Kesin ayrılıklara yeni çiçek serpmek
en duygulu serüveni yaşarken
güneşi güldürse de arada bir
buzulları çözmeye yetmez
Ağusunu yüreğime akıtan aşkından
yeni kavuştum kendime
yine ayırma
Geçitlerde yol vermez yabanlar
Derim ki kimse aramadı böylesine
kendini bulmak için
benim kadar.

Benim kadar hiç kimse
öyle ülke ülke dolaşıp…
Uzun da olsa yollar ne çıkar
sabrımı almışım yedeğime
Ne çıkar uzatsa anılar
ahtapot kollarını
Varsayıp her şeyi hiçbir şeye
Giderim doğacak günlere.

Sen yine eskiden olduğu gibi
Zenci mızrakları havayı yırtarken
Tam tamına katıksız
Malraux¬¥yu mu okuyorsun akşam üzerleri
Bağ bozumu türküler yakılan
o sancılı günlerinde dört mevsim
– Hayli yakın eskidikçe onlar bana –
Ateşleri yak da öyle oku
Çünkü fenerini elinden alıyorlar
Diyojenin.

Geciken bir şey var güz sularında
Bilmesem bahar belki diyeceğim
Artık hiç olmadık yerlerdeyim senden uzak
Söyleyemeden o çok ezberlediğimi
Düşüncenin yorulduğu yerden
Acıyla bıraktığım o köşeye
yeniden dönmek mi
İstemem bırak
– Çoğalan acılara yeni direnç nerede –
Oz şiirlerin Tanrısal havasında
Gelmesin eski aşklar
Yeni saltanatıyla.

Gelme sakın perişan olacağım.

Türkan İldeniz

Bu Aşk Şiiri ‘Sana’

Ne zaman gözlerine baksam
bir okyanusla yıkanıyor kalbim.
Nereye gitsem hep sende kalıyorum
yıldızların gökyüzünde kaldığı gibi.

Bir yağmur damlasına çizdim
o küçük gölün kıyısında bana verdiğin ilk öpücüğü…
Şemsiyenin ucu yırtıyordu bulutları

Hiç bitmeyecek birlikte baktığımız yer
Saçlarımda uyuyan Ay ışığı olacaksın hep
omuzbaşlarımda akan sıcak bir ırmak.

Ve hiç silinmeyecek
Şafak renkli dudaklarından dökülen
dünyanın en güzel aşk ilanı:
Ellerimi yıkamıyorum
ellerinin kokusu çıkmasın diye

Özkan Mert

Kurander

Uzaklarımda bir yerlerde;
binlerce yıldır toprağın altında kalmış bir medeniyetin krallarına ait mezarlar
gün yüzüne çıkarılıyor.
Her biri ölürken;
en değerli eşyalarının arasında,
onlarla birlikte toprağın altına gömülmüşüm.
Adet olduğu üzere bana da cenin pozisyonu vermişler her seferinde
ve her seferinde bu pozisyona inanarak,
kanarak,
yeniden ve yeniden doğmuşum.
Şimdi birileri;
ellerinde kazmalar, kürekler,
son doğumumdan önceki mezarımı kazıyor.
İçinden çıkmıyorum.
Kralın iskeleti,
suları çoktan bitmiş iki kırık testi,
bir miktar altın,
asa
ve ince altın yapraklardan örülmüş bir taç dışında
hiçbir şey çıkmıyor mezardan.

Öyle bir duygu ki
esmek ile esememek arasındaki kararsızlık;
parmağımı attığımda kusacağıma eminim ama
parmağıma zerre güvenim yok bir yandan da…
Ya da yediklerimin bir kısmının ölmemek için
gerisin geri ışığa koşacaklarına kalıbımı basarım
ama işte yine zerre bilgim yok,
hangi yönden gelen ışığa doğru gitmeye çalışacaklarına dair…

Hayatıma girerken hiç kapıyı çalmadığını anımsıyorum aniden…
İçerde biri var mı yok mu diye bir tıklatmadan…
Ardına kadar açıp kapıyı sadece bağırmıştın “Kimse yok mu?” diye…
O kadar uzaktı ki bağırdığın yer,
yankıların birbirine çarparak katlandığı,
sürekli devam ettiği
ve giderek artan bir çığlığa dönüşerek kulaklarıma dek ulaştığı bu yere
nereden, ne zaman ve ne sebeple girdiğini soracak,
anlayacak halim bile kalmamıştı.
Sadece “Ne hakkın vardı?” diyebildim,
o da sanırım yankıların arasında eriyip gitti…

İçeri girdiğinde güzeldi havalar.
Cemre, cemre üstüne düşüyordu.
İlki aklımın ısınmaya başladığı zamanlardı sanırım.
Sonraki cemre gözlerime düşmüştü.
Rastlantı bu ya
senden az sonraydı,
son cemrenin yüreğime düşüşü…
Isınıyordum.
Giderek daha ılıman bir iklime geçiyordu kış uykusuna dalan yerlerim.
Geriniyor, esniyor, uyanıyordum.
Belki bu yüzden fark etmedim;
çalmadan açıp girdiğin kapıyı,
bir de üstüne üstlük kapatmadan bıraktığını…

İçimde kim bilir ne dehlizler,
ne patikalar, ne labirentler oluşmuştu
zaman içinde…
Bakımsızlıktan giderek daha da dağa benzeyen yerlerimi
bağ haline getirmeye çalışsam mı çalışmasam mı derken;
elinde bir bahçe makası,
hoyratça daldığını hatırlıyorum asmalarımın arasına…
Zamanı asmalarımın,
yanımı yöremi asmalarımın
hatta yüzümü asmalarımın arasına…
Bıraktım, başlamışken buda diye…
Kısa süre sonra anladım ki bir
sana emanet edilmemeliymiş
asmalarım…

Kestiğin her dalla biraz daha ıssızlaşan içim,
girerken açık bıraktığın kapıdan rüzgarı yiyedursun,
kendine yollar aça aça gezindiğin
ama asla var olan yollara girmediğin,
beğenmediğin
ya da yeterince heyecanlı bulmadığın için yolluktan çıkan yerlerim,
şimdi dümdüz ve uçsuz bucaksız ovalar gibi sakin,
uzak ve pırıltısız uzanıyor.
Asla geri dönmeyen sen,
girdiğin kapıdan değil de budayarak açtığın bir delikten çıkınca da
işte geriye sadece
yolsuzluk ve kurander kalıyor.

Elim yetişmiyor,
açık bıraktığın kapıyı kapayacak kadar uzağa…
O kadar budadın ki içimi,
açtığın deliği kapatacak kadar bir şey de kalmamış içimde…
İki tarafım açık,
içimde sürekli esen bir rüzgarın uğultusu ile
bekliyorum yeni bir cemreyi…
Düşmüyor.
O da çekiniyor belli ki böyle bir boşluğun içine düşmeye…

Zaman dediğin akıp gidiyor diyorlar.
Birileri;
ellerinde diş fırçaları ile duvarlarımdaki toprak kalıntılarını temizlemeye çalışıyor.
Gıdıklanıyor ama gülemiyorum.
Sırayla terk ediyorlar Bulacahöyüğü…
Ne onların elinde kalıyorum, ne kendi zamanımda…

Senden Önce ile Senden Sonra çağları arasında
esmeye karar versem, tek halim kurander…
Esmemeye karar versem, tek durduğum yer kral mezarları…
İlk bedenlenişimin Cambrian Öncesi’nde olduğuna dair
ıslak, ayaksız, tek hücreli bir anı dolanıyor beynimde.
Her tarafım su…
Her tarafım ıslak…
Her yerimde sonsuz bir nem…

Ne zaman geldim bu çağa
ve ne zaman sığdım binlerce kralın mezarına bilmiyorum.
Bildiğim tek şey şu ki
toprağın altındayken esmiyorum.

Serkan SANÇ  

Seni Öpsem

seni öpsem, gülse bir halk
seni öpsem, yoksulluk
utansa verdiği acılardan
kırılsa her türlü korkunun kanadı.

seni öpsem, silinse
alın çizgilerinden gam
yürek kuytularından akşam.
bir sonsuz yağmur yağsa
aşkın kardeş bulutlarından
aynı mutlulukla ıslansa dünya.
ayrılığa kapanmasa kapılar
odalar üzgün durmasa.

seni öpsem, buğulanmasa gözlerin
gülse yaz günleri gibi
insanların gölgeli yüzleri.
kar yağmasa dar yoluna
kardeşimi koynunda saklamış dağların
çıkıp gelse alanlardan
anılardan, duvarlardan
o gencecik ermişler.
işısa yeniden annelerin yüreği
çocuklar çoğalsa sevinçten
çözülse babaların kaşlarındaki bulut.

seni öpsem, boğulsa
açtığı acının çukurunda
yüzü kışlar kadar soğuk
o bilinçli kötülük
arınsa ömrümüzün kiri, kederi…
donup kalmasa dudaklarımda
bir suç gibi öpüşün
bencilliği andıran o buruk tadı
mutluluk dokunmasa çoğul yanıma.

seni öpsem ve dünya
kurulsa yeniden
sevgi kadar yumuşak, zengin ve ak

Şükrü Erbaş

Layya – bir

bir

karanlıklarda
çok az kalmışsa zaman
aşk için konuşmaya
kaybolup gitmişse canan
ve vakit yoksa ağlamaya

onun aranan bakışlarından
şiirlere can damarıma kan
gibi bir alev dolanmıyorsa
ben bu karanlıklarda
susmaya dayanamam

ırmak olmuş bakışlar akıyor akıyor
böyle duramam
aşk yarılmak üzere bir gökyüzüdür şimdi
ki varolmak adına
kanıyor kanıyor
artık susamam

ilk sezgi ilk rüya ilk kelimeler
ben tutkunu oldum hıçkırıkların
konuşan ve susan o inlemeler
akar denizine tüm çığlıkların
gül ay ilk sevgiler ve bilmemeler

fakülte önünde bir rüzgar esse
ne faytonlar geçer ne çocukluğum
çırpınan halimi bilmiyor kimse
yanağımda deniz ayağımda kum
boğuldum boğuldum artık gülümse

gülümse gülümse gülden yumuşak
bir deniz gözlerin uçsuz bucaksız
olsa da ufukta kanlı bir şafak
gel anla bu aşkı mavi gözlü kız
gülümse gülümse ateşten sıcak

ürperir tüm dünya ağlar çocuklar
aşk yanar dayanmaz yakar baharı
sendedir mevsimler rüzgâr sonbahar
altın saçlarında renklerin sırrı
ürperir göz kırpar beyaz bulutlar

lambalar sönüyor yağmur yağacak
artık bir kelebek intihar eder
söyleyin layyaya neler olacak
yüzümü yalayan mesut kediler
lambalar söndükçe artıyor sağnak

atma çiçekleri küller üstüne
dağlarda bir nevruz olup ağlama
çocuklar oynuyor bak döne döne
inceden bir sızı düşmüş yarama
atma çiçekleri seller üstüne

yağmur çağırıyor o toprak damlar
yağmur çağırıyor o müthiş mavi
gölgeyle savaşan çirkin adamlar
öpüyor durmadan bir küçük devi
yağmur çağırıyor buğulu camlar

ben bu şehre artık veda edemem
açmışsa gül olup göğsünde ölüm
bu aşkı bu halle sana diyemem
yürüyen dehşeti ben öldürürüm
sen aşkın annesi sen çılgın matem

bir dünya uzuyor boş odalarda
sönmüşse yıldızlar ne arıyorum
çığlıklar canverir gece ardarda
sana ben sislerden yalvarıyorum
ben yeryüzünde ben sevdalarda

kül edip bırakma yanan başımı
bir hal gelir sonra ben yaşayamam
gel bir ses boğmadan şu genç yaşımı
tükenir sözcükler süreler tamam
bir resim eylersin ağlayışımı

sönüyor gözlerim boş odalarda
yalnızım boşluğu yumrukluyorum
aşk ve ten bir yalan aşka dalar da
sonra ölür diye çok korkuyorum
gezginler koşuyor tüm adalarda

sessizdir yeryüzü ve koşar cinler
dünyanın cebinde bir delikanlı
ses verir geceye ve şehri dinler
uyur gencecik kız gözleri kanlı
etsek de biz aşka nice yeminler

ey görkemli kusmuk üniversitem
kara kitaplara damlıyor kanlar
sevda perde perde bir yüce matem
biz bir evren gizi bizi kim anlar
layyada çığlıklar ve bende sitem

ıslakmış gözleri sevmişim diye
nazlanır kahkaha atarmış sonra
bir bulut etseydim ona hediye
göklere karışır yatarmış sonra
tutarmış saçını ibrişim diye

tutarmış ırmağı ve gözyaşımı
onun düşlerinde olup bitenler
getirse yağmurdan arkadaşımı
karışır yağmura karanlık tenler
yeryüzü dizinden atar başımı

tenimde ceylanlar bir yarış gece
gözleri gözleri layyanın deniz
geçiyor ruhumdan eşsiz bilmece
ağlamak ki uçsuz bucaksız bir iz
giriyor trenler son dönemece

dünya tren tren akar yollardan
bir adam savrulup gurbet oluyor
anneler bakıyor tüm balkonlardan
ve annem eriyip hasret oluyor
layya dönüp dönüp bakar yollardan

gözler ıslak gözler ceylan ak gözler
turnalar yağmura kapanır şimdi
akıyor akıyor bir ırmak gözler
çarpar da ruhuma utanır şimdi
ölünce toprağa akacak gözler

zakkum çiçekleri kurşuna dönmüş
titriyor arzuyla kızın elleri
kalbimde içiçe çöller bölünmüş
bir rüzgâr tutuyor bütün selleri
rüyalar karanlık lambalar sönmüs

evinin içinde ruhum dolaşır
yağmur hafif hafif vurur camlara
her güzel kalbinde bir hançer taşır
ve bir aşk yerleşir loş akşamlara
ruhunun içinde ruhum dolaşır

artık ölüm benim içime konmuş
umut etmem artık öleceğimi
kar yağar dizlerim yatağım donmuş
bilmezdim ürperip güleceğimi
neylersin yüreğim güle dokunmuş

can gülüm hülyalar ve seni sevmek
ve söyliyememek ağlatır beni
konuşma dillerin alevlenecek
kar dolu bir göğe al yatır beni
kar altında aşklar karınca böcek

ışıktan da aydın kaçak bakışın
önüne kendimi koysam duramam
beni bir renk yakar kumral sarışın
güneşin sırrını böyle bulamam
ışıktan kapısı sonsuz bir kışın

ve suskun aşkların gözbebekleri
içiçe gölgeler tanrı ve kadın
öpüyor bir kara sevdalı yeri
ben yalan bir varlık sen bir rüyaydın
uçurdun ruhunda kelebekleri

merhamet pınarı dağda bir peri
bir masal içinde unutulmuştur
ben seni sevdiğim o günden beri
kalbim mahkum gibi ve tutulmuştur
kalbine ki kalbin sevgi mahşeri

gönüle işkence bir azap taşı
bir mendil bırakıp ve gidiyorsun
sigara ve küller aşk haritası
bırak boş hedefe katiller vursun
karanlık karanlık bir aşk hatası

şehir bunalıyor intihar kadar
gözlerin yok gibi dönmüş kurbana
kim kime ve nasıl canını adar
dilin mi tutuldu kalk anlat bana
ruhunda ruhumu uçuran rüzgar

anlasana gece kara dert kara
bembeyaz bir kader ve sessiz günah
kalbimi açtım ben sert rüzgarlara
yenik isyanlara parça parça ah
anlasana gece yara aşk yara

koşup peşinden ben nefes nefese
yıllar yılı seni arayacağım
kavuşsam sonunda büyük hevese
sevinçten diz çöküp ağlayacağım
el edip sırrımı soran herkese

düş gördüm sen yoktun çok uzaklarda
yusuf ile kenan görünüyordu
bir çocuğun gözü ak bayraklarda
durmadan züleyha ölmez diyordu
sen kendi göğünde ben sokaklarda

boynu bükük bükük açıyor şafak
günler zor geçiyor viranelerde
ben daha ölmeden şu evrene bak
yakma ellerini al perdelerde
herkes pişman herkes deli olacak

şafaklara vurur körpe çağrılar
çoğalır sancısı dudaklarımın
bir sırrı yakar bu yolunan saçlar
inler arasında parmaklarımın
şafaklara vurur sessiz ağrılar

gecelerde mini kediler uyur
sessiz sessiz ağlar küçük bebekler
layya bu şiiri dünyaya duyur
yine de sırrımı bilmeyecekler
bir sofra kur göğe aşkını doyur

o güzel kalbini nasıl vururum
sürgünden sürgüne atsa da beni
layya seni anar anar dururum
gemiler arzuyla açar yelkeni
korkular çağırır hain gururum

bir gemi yelkeni kanlara açar
ben sürgün anları anıp ağlarım
kurtlar gezer dağda kuzular kaçar
kalbimi elime alıp dağlarım
ne gökler alçalır ne kuşlar uçar

içimde bir hiç var inanmadığım
savaştan savaşa gelirmiş veba
bir neşe içinde ben bir çığlığım
dost kardeş sevgili anne ve baba
ne kaldı dünyada tanımadığım

bir mavi ışığın elleri değmiş
dışımda içimde hep çizgi çizgi
ve layyam başını önüne eğmiş
tutturmuş kendince bir garip ezgi
rüyası göklerden düşen bir çığmış

mahzun boş ellerim ah gülüm layya
gözlerim gerçek mi yeşil gözlerim
bir daha dönmedi bülbülüm layya
ondandır yanıyor karda dizlerim
yanıyor her yerim ah gülüm layya

şaşkın şaşkın düşen kara bakma sen
uzanır göklerin kaderi bize
dönüşsüz yollarda gidip bekleşen
verirler söylenmez haberi bize
ruhunu bırakıp böyle çıkma sen

gölgesi dünyanın nerelerdedir
geceden geceye dönermiş geri
aşktan mı hülyama serilen sedir
döner durur aşkla göğün dipleri
ve uzaklar döne döne delirtir

ey dudaklarımda zamanın pası
çıldırma belası gibi aramak
kana boyanan bir gelin yazması
ağıtlar içinde ölüme durmak
ölümler ölümler hiçliğin yası

cennet ve cehennem ve gülüm suna
incecik ruhumun şarkısı ağır
yer ve gök yer ve gök dönmüş efsuna
bin kapı ardından bir melek çağır
ve çağır cinleri aşk uykusuna

çağır gelsin hayat sonra intikam
sevdalar düşümün salıncağında
aşklar yarım yarım garip bir akşam
kederden bir nehir varlık dağında
gelsin gözyaşlarım gelsin ihtişam

dışarda insanlar vahşi ve yamyam
ve aşklar değişmiş aşklar kudurmuş
içerde bu garip bu yalnız babam
bir geyik postunda kıyama durmuş
belki sevmem daha belki uyanmam

onlar ki dünyanın gariplikleri
bu yoksul dünyada ben onlardanım
onlar ki sevdanın son iplikleri
bir rüya uğrunda yananlardanım
yanmak ki dünyanın delilikleri

ufukta bir şehir ve gülüm layya
elleri elleri asılı göğe
sırtımda bir hançer bir ölüm layya
gel çıkar dönmeden kanlı çiçeğe
bak kendini boğan bir gölum layya

istanbul ve bursa arası yollar
gözlerin yolları aşıyor gibi
ve ölüm aşkına açılan kollar
kolların içinde yaşıyor gibi
kalbimle kalbinin yarası yollar

ezmeden ezmeden kaldırımları
bu şehrin kalbini diri isterim
bir kurşun çağırır tüm rüyaları
ben o an en güzel yeri isterim
denizi masmavi kuşları sarı

nisan yağmurları ne zaman gelir
kurak aşkımıza bir pınar gibi
bizi anneler ve çocuklar bilir
ne zaman görünür denizin dibi
denizi ne zaman bırakır nehir

gözlerini layya yukarı çevir
birşey sallanıyor uçsuz bucaksız
umutlar devrilir aşklar devrilir
yaz biter mevsim kış ağaç yapraksız
beyaz pencereden karanlık gelir

delilik ve cinnet içinde suna
toprağa bir tohum bırakıyorum
ağıtlar düşüyor dudaklarına
ben uzanıp göğe gül takıyorum
yakacak günüm yok artık yarına

ölümün alnından öpmek için mi
bu telaş bu koşu boş anonslara
ve hülya kurmayı bilmek için mi
sinema bileti son seanslara
hayatı hayata bölmek için mi

gökler ki yerlerde arar yıldızı
gündüzden de ışık gece tüm yollar
ey şehrin kaybolmuş efsane kızı
gökler seni anar sabaha kadar
gökler ki ruhunda sarar yıldızı

dondurma yiyen kız hani dondurman
dindirir mi artık ızdırabını
boşuna düşleri hep hayra yorman
rüzgârlar dolanır arar rabbini
bir eşarp bir yıldız ateş ve orman

küskün bir hatıra bir alkış layya
ben ki şehir şehir arar dururum
toprağa karışan yakarış layya
seni şiir şiir arar bulurum
titriyor istanbul bu son kış layya

karanlık yalnızlık içre karanlık
bakışın geceme damlarken benim
sonra kalabalık sonra ıssızlık
ruhunda ruhumu ararken benim
kara kara akan deli yalnızlık

bir gelin rüyası ateşten duvak
içinde aklıma sen geliyorsun
az sonra geceden resmin çıkacak
yaptığım resimde hıçkırıyorsun
sende bir deniz var beni boğacak

aşk nedir aşk nedir diye sorana
bir mahşer içinde yalnızlık dedim
sevda ateş gibi girince kana
uğuldayan şehre ıssızlık dedim
yıkadım andımı geldim kapına

gökyüzü uzakta değilse seni
fırat köPage Rankingüsüne götüreceğim
bulmak için gelen kara treni
her gece bir türkü bekleyeceğim
tanrıdan esinti yağmurdan ninni

bir gelin rüyası bir yalın duvak
içinde aklıma sen geliyorsun
sende bir deniz var beni boğacak
bir gülüşün kalmış bir düş olmuşsun
herşey çığlık çığlık herşey yalnayak

kapılar kapanmış hıçkırıyorsun
ve maviyi geri istiyor kuşlar
aydınlık aydınlık ama sen yoksun
bir resim yanıyor sonra susuşlar
söyleyin öyleyse beni kim vursun…

Sıtkı Caney