Şimdi Gelsem ki

şimdi gelsem ki sen, yıkanmışsın
saçlarını taramışsın.
alnında mini mini damlalar,
bir hafiflik, bir incelik yüzünde.
buğu ardından yıldızlar gibi
parmak uçların pembeleşmiş,
sere serpe yatağa uzanmışsın…

bunu sevda türküsü olsun diye yazdım, gelinim
şimdi yağmur yağıyor yollara, yapraklara.
gelsem ki sen evdesin,
cümle sıcaklıklarla berabersin.
göğsün kapalı,
dudakların aralık.
ellerimi hohlayıp hohlayıp ısıtsan.

halbuki şimdi sen nerelerdesin…

Turgut Uyar

huş ağacı hakkında bilgi topluyorum VIII

oturup her gün sana yeniden başlamalı
çünkü sen akıyorsun
akşamları küçülerek açtığımız boşluğa
sabahları bölünüp yüzlerce çehre çehre
çünkü sen akıyorsun
her yaprağın bir ayıbı örtüyor hemen
bir nabzı başlatıyor vurmaya her budağın
çünkü sen akıyorsun
ağır ağır yaşadıklarımıza

(..)

çünkü sen akıyorsun rüzgarlı dallarınla
yalnız varoluş sızıyor oyuklara – tembel
ve şikayetsiz..

cahit koytak

çeşitlemeli korku

 

üstüme bir çığ gibi gel
din kendine kattın beni

(..)

d u y d u m s e n i,
ö l d ü m s e n i !
seni seni seni
seni seni

gördüm duydum
yaşadım öldüm
yürümekten başka bir şey bilmeyen,

(..)

b i r b ö c e ğ i m ş i m d i
çılgınca dönenen
durduğu
yerde

(..)

zeytin gövdeleri gibiyim şimdi
toprağım ister al, ister boz, ister kara,
burulmuş erkeklikler gibiyim
a c ı i ç i n d e
k ı v r a n a n

b i r g ö v d e y i m ş i m d i

(..)

sen,
kar’ımdaki taş, karnım-
e t i m d e k i
daki, dokumdaki
k a m a

oysa korku kendi memesini

e m e r e k b ü y ü r ;

(..)

seni seni seni
seni seni
yaşadım duydum
öldüm

seni yaşadım, seni öldüm

uçurumun dibine
v a r a m a d ı m d a h a
parçalanıp, parçalayıp kurtulacağım yere

(..)

anılarım senin geleceğin oluyor..

Bilge Karasu

Tılsım Ve Trajedi

Bir ucunda Trajedi vardı bu kalemin,
Tılsım öteki ucunda. Uyuduğumda kim
uyanıyordu içimde, hangimiz sürdürüyordu
gündüşlerini, hangi yüzüm kanıyordu,
neden bir ucu seçip sivriltiyordum da
köreliyordu o an öteki uçtaki güdülerim,
kalemin bir ucunda Trajedi, Tılsım
benden yanaydı: Nereye çevirirsem çevireyim
öfke doğuruyordu hüzün doğuruyordu öfke:
İki ucunda kalemin
ebabil kuşları taş topluyordu.

Gelecek ardımda kalmış bir melek:
Defterim dolmuş, bir tek hece taşım için
karasız bir beyit oyalıyor şimdi beni.
Köprüler, dehlizler ve tünellerden geçtim,
oğullarım dağınık bir başkaldırı kavmi,
kızlarım sonsuza ayarlı birer arayış tohumu,
bu kadını sevmiştim: Koptu gitti dünyamdan,
sönmüş fer. Bu kadını da: doyamadığım.
Bir de onu: Yanıbaşımda fırtına gibi yaşayan,
tül gibi ölen. Yalnızım artık, nasıl yalnız
yaşamışsam gamlı bir şahinken.

Defterlerim dolu: Yaklaştım, erişemedim
Sancının ortasında, huzur kutbuna teğet,
varacağım noktaya doğru ilerlerken
ondan uzaklaştım belki de. Yandı canım
biricik olanı kendime ayırırken,
gün geldi içimde biriken ağu
çekti benden dışımda biriken uyumu:
Karanlık, sinsi, delici bir çağda
kırdım tek tek elimdeki kelimeleri.

Herşey geçti sonra, ben kaldım —
bir de bende bana direnen doğrular
ve yanlışlar: Hassas terazi, dik merdiven,
birkaç bozuk kum saatı, dilini unuttuğum
bir pusulayla gecelerimi paylaştığım
o tuhaf hayvanlar: Akrep ve örümcek,
semender ve şahin ve ebabil kuşları
taş topluyorlardı. Doğaya baktıkça
içimde dinlenen tufan insana baktıkça
kabardı; seyrek ve acemiydi kaçışlarım,
yüzümü döndüm nerede yakıcı bir hal
görsem, duydum ağızdan kaçırılmış
bir heceyi bile, bir tuzak kazıp
içinde salıvermek için mutlak bir av
bekledim.

Böyle başladı ve sürdüydü önümdeki katışıksız
yokuş: Sandım ve inandırdım belki,
gönlümü ve aklımı dağlamamış hiçbir işarete
oysa inanmadım. Hazırdım her an
kurduğum çadırı söküp yolcu çıkmaya,
kaldım burada: İğne ve ağ, ipek ve masal,
sis ve köpük arası yazdım öykümü defterden
deftere: Aradım bulamadım altın anlamı,
ama farkettim altındaki anlamı — uyanıp
kan içinde bir gece, sivrilttim öteki ucu
iyice:

Etrafımdaki nesneler cansız mı, kıpırtı
dolu: Dokunsam kendi dillerine çevirecekler
bende bildiklerini: Bu saatı ben durdurtmuştum,
ben çıkartmıştım bu yüzüğü, bile bile kırdığım
fanus ile bir başkasının kırdığı fanusu neden
içiçe geçirmiştim? İşte masam, kurutma kağıdım,
çocukluğumdan bu yana bana eşlik eden bir çift
kemik zar. İşte duvardaki ölü resimler,
yerdeki bu boz halı, başucumda yatağımın
opalin bir lamba ve siyah deri kaplı derin
defterler: Dokunuyorum ve dile geliyor
yıldan yıla bu odaya sinen saf korku:

Biraz daha arınmış ışık gerek bana,
biraz daha koyu bir mürekkep,
biraz daha felç sağ elim ve parmakları için,
biraz daha zaman ve bu zamandan geçmek:
Birkaç soluk boyu belki, belki birkaç çağ için
biraz daha cüret
ve korku,
Tılsım ve Trajedi gerek.

Enis Batur

Urla

Diyelim bir masa var önümde
Elimde bardak
Oturmuş içiyorum
Bardak mı Urla mı tuttuğum?

Bardağı masaya
Tak!
Vurdum mu vurdum
Masaya dönüyorum
Urla, uzak, uzak, uzak

Diyelim oturmuş yazıyorum
Birden duruyor kalem
Bir görüntü ak kağıtlarda
Ev ev sokak sokak
Yine Urla oluyor konum

Bir ağız mızıkam var
Üflüyorum
Re mi fa sol la
Bir es mi giriyor araya
-Ya Urla?

Bardak değil o baylar
Tak!
Masaya vurduğum
Hak arıyorum
Düpedüz hak!
Bütün mahpus kasabalar
Küçük ölü kentler
Soyulan tarla tarla
Onlardan biridir Urla!

Yavaş yavaş sarhoş oluyorum…

Necati Cumalı

Yalnızlık

yalnızlık,
ay ışığının ağaç gölgelerini serptiği bir kaldırımda,
suskun ve engin gecenin içinde, ağır ve yalnız kendi ayak seslerini dinlemektedir.

yalnızlık,
duvar saatinin ve kandilin önünde,
aceleci tik taklara ya da zamanın sürüklenişine kulak vermektir.

yalnızlık,
gözler açık, sırtüstü uzanıp,
yanan yüreğinin zorlu atışlarını dinlemektir.

yalnızlık,
ne terk edilmiş evin açık kalmış penceresi,
ne de insan gölgesi bile olmayan göl ya da kurbağa sesleri.

yalnızlık,

kederli ve insansız bir dünya değil
ama kalabalığın biçimlendirdiği bir çöldür.
yalnızlık,
dünyayı aşan ve uzaklaşan bir düşünce değil
ama insanların tutkulu aşkıdır.

ey benim yalnızlığım,
sevmemek elde değil, yalnızlığı.

Yi Men

(türkçesi: aydın ergü)

Giz

senin yanındayken
bir şeyler akıyor içimden,
çağlayanlar gibi,
tutku mu desem, coşku mu desem.

eve dönerken
bir şeyler dönüyor içimde,
gün batıyormuş gibi-
hüzün mü desem, korku mu desem.

Fang Vei Teh

Eskimeyen Yüreğim

ey balıkçı teknelerinin acemi binicisi
yorgun kırlangıç
uzunca tutup soluğunu
susar gibi söylemeyi bilen
yorgun toprağım:
çiçekler azalmakta.

biraz da bundan açtığımız ayraç
susmanın çağı gelmeden
saksılarla oynuyoruz bir parça
çocukları büyütüyoruz.

ah nasıl aktarabilirim şiirime
kuşların uçmasını?
deniz
sanki deniz gibi kokuyor.
ha geldi
ha gelecek beklediğim gemi:
ya bir yolcum var
ya binip ben gideceğim.

Bilgin Adalı

Aşklar Şiirle Kanar

kimse taşıyamaz aşk acısını
yüreğe saplanan bir şiir kadar
insanoğlu içindeki yangını
söndüreyim derken daha çok yanar
yalansız her aşkta şair kanı var

aşklar şiirle kanar…

ve kimse kilitleyemez yüreğini
ölümcül aşkına olsa da gaddar
şiirin yazgısı düşsel intihar
acıya bulanmış şairler yazar

aşklar şiirle kanar…

aşk mıdır her işin başı ve sonu
şiir mi her gizi çözen anahtar
kırık bir hayatın aşk olduğunu
dile getirsem de bu neye yarar
odur anılara yağan sıcak kar

aşklar şiirle kanar…

Ahmet Necdet

Yakınma

sözde beni sevdin, ne uydurma bir sevgiydi o öyle,
bir kırlangıcın göle dalması denli kısa,
meltem denli süreksiz. ne bir gölge,
ne bir ışık bırakmadan -kayan bir yıldız gibi-

gitti sevgin. hiç umursamadın
kayıtsızca çözdün halatlarımı.
ılık düşlerle şişen ak yelkenlerle
denizleri aştım, tepeleri, ırmakları,

karanlık geceye girdim mavi bulutlar içinden.
hem kendimi, hem yolumu yitirdim.
ölümsüzlük olduğunu düşündüm bu anın
gümüş yıldızların da gözlerin.

güldün o zaman, beni uyandırdı gülüşün,
aklım başıma geldi bir anda.
benden ne istiyorsun şimdi söyle.
cennetimin kapısını sımsıkı örttüğün bir sırada?

Sun Yu-T’ang
türkçesi: gürkal aylan