Herkesin İki Meleği Vardır…

Silinsin diye midir tüm kelamlarım…
Deniz kumsalını silmek için mi dalgalanır…
Ya rüzgâr ne varsa silip süpürmek için mi ıslık çalarak geçer şehrimden…
Sözlerde öyle değil midir uçup gitmez mi dimağın dilinden…
Nasıl da iz bırakır sözden anlayanın zihninde…
Söz ağızdan çıkmaya görsün kalem kağıda dokunmaya kıyamazken…
Sen dilini döndürürken ağzında en acı cümle yerini almıştır bile…
Aç gözlü bir kurdun masum kırmızı başlıklı kızı tuzağa düşürmesi gibi acıdır söz söylemek…

Kelimelerinde mayınlar saklı…
Adım atsam patlayacak göğsümde…
Dipsiz bir yara açılacak tinde…
Yar yar diye bağırasım gelir de…
Sesim düşmez kâğıdın üzerine…
Uç biter kalem kırılır…
Evvel zamanın diline düşer zaman…
Samanlık seyran olur da seyrine dalamazsın saçlarımın…
Günahın kucağındayken -günah çiledir elzem elzem yazılır alnına- herkesin iki meleği vardır…
İyiler ve kötüler gibi…

Hasibe…

Piramit

piramit tepesine evvela köleler çıkar
şaşı bir peygambere hiç bir mürit in…anırdır
bir körün peruk takması kadar feci
kıyamet de herkese kendi gibi kopacak
usta terziler mezurasız anlarlar
gidip gelen trenlerle akarak
en güzel gar lokantaları’nda içilir
-bir şey var.. bir şey hep var-
musalla taşı’na serçeler konar
hurma ağaçları sögüt gölgesi arar
pabuçlarım su çekiyor saçım sıfır numara
ben bu hayatın yalancısıyım
ayran içmedik lakin yine de ayrı düştük
ömrümden bir daha geç yoksa cüce kalırım

hayatmetre iki din açılıyor
tevatür boz duru ziyade kirli
tekerlek üzeri cam kenarı aşk
çıldırmak da uzun zaman alıyor
sesi insana benziyor diye
konuşan kuş sayılır ya papağan
hüzünlerin de patenti oluyor
renkler bile yan yana
gelmeye ürküyor
gökkuşağı geceleri çıkıyor
ya kalbim acıkır da çekerse seni
meyvanın ekşimesi: küsmesi mi
yoksa can çekişmesi mi
yaraları saya soya seviniyorlar

yara görününce yara’dır
göründü kara yara
-dağlar uçurumlarını dışarı asar-
sevin antepliler sevin
sevgililer günüdür
çocuklar her yeni yüzyıl’a pandik
-evler balkonlarını içeri kısar-
devlet televizyonu’nda oynayan
bbc dizileri gibi soğuk ve silinik
kirlendiysek bu ülke’yle kirlendik
hasılı: bu durmuş bu beklemiş
bu ekmiş bu biçmiş bu sevmiş
bu da ta orta asya’dan gelmiş
‘ya sev ya terket’ demiş

malazgirt ovası’nda
görünmez sarı levha:
“ayağınızı anadolu’ya silin
kılıcınızı bizans’a asın”
durmayı mezarlıkta
folklörü at üstünde
staj etmiş bir zilyet
yol üstündeler diye yol’dur
yoksa gerili ip kuru toprak
bir atı övdüğü kadar
sevmiş mi tebaasını
son hareketi yapamıyoruz
tarih patinaj talih sürmenaj
ankara ankara jüri ankara

biz buradan gidelim
canım bol sıkılıyor
gidelim biz buradan
sıkılıyor canım bol
buradan gidelim biz
bol sıkılıyor canım
çıkış yok yok çıkış
yok çıkış çıkış yok
canım sıkılıyor bol
gidelim buradan biz
sıkılıyor bol canım
buradan biz gidelim
bol canım sıkılıyor
biz gidelim buradan

herkes kod ruhu’yla “burada” ve “şimdi”
aşkta da türkan şoray kanunları geçerli
eskiden ambalajsız sarılıyorduk
yılkı insanları’yız alo burası hephiçyer
öpüşme öncesi gargara yapıyorlar
anla beni ve öldür sana bir şey olmasın
ya da bizi sorup sual eden olursa
kum saati içinde güneşleniyoruz işte
ve kar taneleri gibi yaşıyoruz şu sıra
birbirimize değmeden ayrı ayrı eriyerek
ileride bu olanlara gülüp geçeceğiz mesela
fakat şimdi bir hayatı doldurmak zorundayız
insan insanda bitiyor arkadaş başka sözüm yok

gitgide diğerimiz üşüyor
zartrilyon süren şu hayat çarşı’nda
ömrümüz kışla-camii-bakırköy avlularında
“yaşayacak halimiz mecalimiz yok
artık size emanetiz” yazıyor ilişikteki not’ta
dün dün’den biraz daha normaldi sanki
bugün’nün kafası bulanık zonk zonk zonkluyor
pek çok alamet belirdi
hakikatli sevgililer bir bir delirdi
kimse tertemiz değil
artık ter bile temiz değil çünkü
esmiş gürlemişiz yağamamışız
baki kalan bu kubbede
hoş bir bırt sesiymiş

bu şimdiki açık kalmış zaman’dan
eksik gedik bir çocukluk çıkar mı
hakkımızda konuşurlar da car car
ne telif öderler ne bir nescafe ısmarlarlar
sivas’ı unutmayalım -unutmayalım sivas’ı
erzincan ve dinar hatırlatır kendini
– bekleyeli çok oldu mu hayatım
– yook bir iki haiku kadar işte
ismim bond met üst bond gizli şair’im
damardan yaşarım altın vuruş sevişirim
varlığım lojistik destik’tir hayata
schindler’in listesine giremesem de daha
midas’ın kulakları estetikli kalbi teflonlu
midas’ın yarrock’ı at yarrock’ı

“burdan kaçınız” köşesi’ndeyiz dünyanın
dünya bu bekleme salonu cortlak yuvarlak
altımızdan ters ırmaklar mı geçiyor ne tıss
-nuh’un gemisi’ne de bre damsız girilmez-
karşının herifi’yim buralarda anti’yim
bahçe insanı’yım kaldırım şairi’yim
düsturum: “herkesi memnun edemezsin
kızamadığın birini hakikatli sevemezsin”
el kadar light hayat’la düşmüşüz de dara
insan amca insan teyze uymayın ben’a
-tashih büyüyü bozuyor yazı mı tura mı yara-
fakirler inanır zenginler satın alır tıss
zenginlik değil komşu fakirlik gerçeküstü
sevgim huylu sevgi metin üstündağ öldü

şarkılarla türkülerle kendimizden geçeriz
filmlerle öykülerle kendimize geliriz
böyle de bir yanımız var işte teneke tıngır
“her şey alnımıza yazılı” der din baba
“her şey olacağına varır” der bilim baba
ikisi de aynı kapıya mı erer hidayet
ya da aynı kapısızlığa mı teneke tıngır
sonsuzluk ülkesi kainat mahallesi
dünya caddesi hayat sokağı ömür apartmanı
otuz bir numarada oturuyorum
kimseye yoktur mahsurum
ve istanbul’un aç horozları aç martılar adına
burada ve şimdi meydana gelen
tüm iyilikleri ve kötülükleri üstleniyorum

neyi nereye yaşayacağımız unuta damıta
her şey birçok şey oldu kaossenfoni
lojmana benziyor gide kala şu ömür
kan kardeşi olmuşuz lösemili zamanla
dün gibi uyandığımız bugün nekahet dönemi
hiçistan’da düşünce suçu yok artık
hiçistan’da düşünen kimse yok artık çünkü
fraksiyon olarak gelişiyor her sevgi
aynı lafları etmekten ağzımız kokuyor
şiir açıklamıyor dünyayı ancak gargara yapıyor
sarışın mizah dergileri gibi eskiyoruz
meğer kavuştukça çoğalan bir ayrılık varmış
yalnızlık psikolojikmiş öpülünce geçermiş

çocuktunuz şimdikinden ortaya daha duble çocuk
yeni bir kıta keşfeden serüvenci hevesiyle
o orasını gösteriyordu sense yaralarını
o gün bugün bir giz gelişti aranızda 3. şahıs gibi
ilk göreni ilk dokunanı oldunuz birbirinizin
konuşsanız kan çıkardı kelimelerden sussanız yazık
öldüğünü duydunuz ağustostan önceki son hazirandı
bir dize geldi düğümlendi boğazınıza:
“bıçak saplanmadığı yeri de yaralar” gibi
evcilik doktorculuk oynuyordunuz hani
ama hep çıplak yatakta bitiyordu oyun sonları
ebeveynleriniz mızıkçılık yapıyordu
hep cızz oluyordu bir yanınız hep uf
o orasını öptürüyordu sense yaralarını

yüz çizgileri derin kuru birer ur ark
aramıza biz engeliz ten nasıl soluyor zinhar
bir tek biz mi fazla kaldık bu aşka
ses oktava sığmıyor hakikatle inleyince
herkesin açığı var kapanmıyor yaralar
tedavi sözlere rağmen kaos hükümdar
ölüm doğuruyor istemese de her kadın
ve cellat oluyor nihayet istemese de her erkek
bu devletin uluslararası bir mutfağı var
gene de halkın açlıktan nefesi kokar
macar topçu urban’a yeni top mu döktürsek
bir yeşilin içinde nasıl sarı ve mavi dursak
gözleri yüzlerinde iki hileli zar
bir öpüşmede tanrım ne çok insan dudağı var

bütün eserleri yaşına geldin mi
tam antolojilik oldun mu
ara sıra alıntı yapıyorlar mı senden
çın çın çınlatıyorlar mı kulaklarını
gitsen özlenir misin kalsan bırakırlar mı
uzaktan nasıl görünüyorsun acaba
karşılığın rengin dengin nedir sahi hayatta
aştın mı yoksa tekrar mı ediyorsun kendini
uzasan mı artık kıssan mı kessen mi sesini
yanlış mı kokluyorsun gülleri
annesi babası mı sanıyor herkes seni
siyasete mi girsen artık intihar mı etsen
diyeceğin her şeyi dedin mi dediğine değdi mi
bütün eserleri yaşına geldin mi

Metin Üstündağ, Tentürdiyot

Olric

Ne zoruma gidiyor biliyor musun Olric? O’na yazdıklarımı O’ndan başka herkes okuyor..

Biliyor musun Olric, benim bir çok dostum var.Görüyorum efendimiz, hepsinin sırtınızda izleri var..

Saat Kaç Olric? Onunla bir ömür olmaya daha çok var Efendimiz!

-Kendi düşen ağlamaz derler Olric, ben neden ağlıyorum .?
– Gidenin arkasından ağlanırmış efendimiz
-Neden giderler Olric?
– Sevdiyseniz giderler efendimiz…
-Dediğime geliyoruz suç bende !
………- Kalkın efendimiz kimse sevmiyor..!
-Ama ben sevdim Olric !
– Sevdiyseniz vazgeçmelisiniz efendimiz !
-Vazgeçmeli miyim ? Vazgeçilebilir mi ?
– Vazgeçmeler gidenler içindir efendimiz, siz sevmelere devam etmelisiniz..
-O halde sevelim Olric !
– Vazgeçtiyseniz sevelim efendimiz…

—-
kendi istemedi mi gelmeyecek mutluluğum…
sahip olmayacak hayatımıza olric..
işte bu yüzden al yalnızlığımı ört üzerine…
Al yalnızlığımı olric.

—-

Nefes alamıyorum Olric.
Bu insanlar içinde kendime rol biçemiyorum. Ah Olric ölemiyorum bile….

—-
+Elimde olmayan şeyler var olric.
-Nedir efendimiz.
+Elleri olric elleri …

—-
-Daha ne kadar ıskalayacağız hayatı Olric?
-Oklarımız bitene kadar efendim.


Ve ben olric düşmeseydim düşlerimin sırtından zaten inecektim..!
—-

“-Sevmek nedir olric?
-Sevmek sessizliktir efendimiz…
-Susarsam bilmez ki sevdiğimi olric?
-Susarak haykırınız efendimiz…”


Ne umuyorduk ki olric ?
öptüğümüz kurbağa prens çıktı diye hayatımız peri masalına mı dönüşecekti ?
Umma olric,yasak düşler kurma….


Sanırım aşık oldum olric…
-Yandın, demektir efendimiz…


Ne çok şey biliyor bu insanlar Olric?
– Herkes işine geleni biliyor efendimiz..!

Az´ım olric…azımsanıyorum…azım sanıyorum!…gidip bir köşede biriktirme zamanım geldide geçti bile…ki az zamanda ne şiirler biriktirmiştim içimde…sen şiirleri bilir misin olric? Ben bildiğini bilirim…yorgunluğumun kimsesizliğinde titrediğin her gece …olric bir tek sendin omzunda dinlendiğim…Sen ile ben olric…öğrenmeliydik yalnızlığın kaç bucak olduğunu…

Dilencileri bilir misin Olric?…
Sizin sayenizde onu da öğrendik…
Benimle hiç böyle konuşmazdın Olric…
Bir tek Acınızın Asaleti kaldı, onu da kaybetmeyin efendimiz…

– Kolundaki yaralar efendim ?
– Tutunurken öyle oldu Olric..

– Ya”Yüreğindeki yaralar…” Efendim ?
– Tutulurken öyle oldu Olric..!

– Peki ya gözlerindeki suskunluk ; Ne Efendim ?
– Hiç dokunma..! Sus Olric!..
– Sustum Efendim…

-Gördün mü Olric? Yine yanlış anlaşıldık.
-Asıl doğru anlarlarsa yandık demektir, efendimiz…!!!

—-

-Sabahlar olmasın Olric..!!!
-Siz zaten hep geceye mahkumsunuz efendimiz…


-Söyle bana Olric, aşk nedir?
-Hiçbir zaman sahip olamayacağımız şeydir, efendimiz.

Herkes geçer diyor. Geçer mi Olric ? Herkes ne bilir acımı. Herkes ne bilsin acımızı. Yaşar gibi yapmaktan. Özlemez gibi yapmaktan iyiymiş gibi yapmaktan…Nefes alıp onu içimde tutmaktan. O nefeste boğulmaktan. Sıkıldım. Ki nefessizlikten değil nefesten bogulmaktır marifetimiz Olric.
– Evet efendimiz.
– Bana katıldığını bilmek güzel. Arada ses vermen güzel. Içimin sesi de olmasa ölürüm yalnızlıktan.

Gözden ırak gönülden de ırak olur mu efendim?
-Hayır Olric.
Yüreğinde bi yer açıp oraya oturttuğun her kimse seninle birlikte gider her yere…

Bazen insan öyle bir özlenir ki

Bazen insan öyle bir özlenir ki..
Özlenen bilse, yokluğundan utanır.

Aziz Nesin

Savrulan Külleri Ömrümüzün

Bir kızın kocaman gözlerinde gördüm
bulutların dağlara sessizce çöküşünü
Çocuksu susuşları gördüm, kırılan sevinci
Ve kalbimi puslu yamaçlardaki pusulara saldım
çobanlar çoktan inmişlerdi ovaya
bense yapayalnız bir ağaçtım doruklarda

Harelenen sularda bir yanık kokusu
ve uzun boyunlu bir kızın gülümseyişi
Işık zamana bağlı zamansa onun
kocaman gözleridir artık
Anladım tarih de yazılmaz
bir aşkın sayfalarına düşmüyorsa gün

Yalnızdım, yapraklarım dökülmüştü bir bir
deryalara savrulup çöllere düşmüştü
Bir duman tütüyor yine hangi kent yandı
hangi sokakta vuruldu sevgilim
Bir demet menekşe bir avuç toprak
burkulan bir yürek miyim hep

Sesimde bir yanma bir kekrelik
uzayıp giden bir çöl yalnızlığı
Gazeteleri okumuyorum başım dönüyor
sulanmamış çiçekler gibi kuruyor her şey
her şey bir yolculuğun hüznünü taşıyor
gidip de gelmemek üzere bütün yüzler

Puslu yamaçlarda bir çakal gölgesi
bir dağ suskunluğu yürüyor kentlere
yenilen biz miyiz yoksa aşklar mı
bir kızın kocaman gözlerinde görüyorum
savrulan küllerini ömrümüzün
Bu kenti ayrılıklar yıkacak birgün biliyorum

Ölümden şikâyeti yok ölüp gidenlerin
ama bir kızın kocaman gözlerinde yangınlar çıkıyor
Acılar dehşetli kinlendiriyor beni
Kabarıp duruyor içimde, kabarıp duran bir okyanus
yurdumu arıyorum batık bir tekne değilim
yurdumu arıyorum kızgın küller ortasında

Ahmet Telli

Unutuyorum Sensizliğe Alıştığımı

Aşkın ve acının vadilerinden
Geçerek yürümeyi öğrendi kalbim
Gözlerin var mıydı senin
Görebilir miydin duygularımın
Maverada açan çiçeklerini
Ellerin var mıydı senin
Tutabilir miydin uzatsaydım ellerimi
Nefesin zor fırtına dağıttı bedenimi
Parmaklar arasında duman duman her akşam
Ölümle randevumu hatırlayıp yeniden
Mezarıma yürürken
Unutuyorum sensizliğe alıştığımı
İçimin kan rengi okyanusunda
Zıpkın yemiş balık gibi yüreğim.

Nurullah Genç

Dilimde ay tutuldu…/…dilsizim

(akşam şaraba yatıracağım yüreğimi../..yarına bi’şeyciğim kalmaz)

korunaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili
sağanak yağışlı günlerimde sığınacağım bir yer bulunsun
bari, şiirlerde bir ev’cağızım olsun

üç oda bir salon yalnızlığımı kiraya vereceğim
heveslenme, senin için düşlerim başka
aklını başından alıp, gezmeye götüreceğim

ne güzel gülüyorsun, dudaklarında eski Istanbul resimleri
öyle kal lütfen, yüzüme baktığın anın resmini çekeceğim

sana söz veriyorum, sen de bana umut ver
sonra her şeyi unutup, ülkeme geri döneceğim

bende bir hoşum, şarkıların belalı güzelliğine vuruldum
o uzak ay’da kaldı onayladığım gülüşler
raks eden sevişmelerin çingene zamanındayım,
‘gel’ desen, gidemeyecek kadar sarhoştur özlemler

anlayışımı kaybettim, beni anla
karşılığında gözlerimin kahvesinden içireceğim
düşe kalka düşledim, son baharım kaldı
beni şimdi tutmazsan, dudaklarına devrileceğim

oturaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili
yorgun günlerimde dinleneceğim bir yer bulunsun
şiirlerde bari, bir nefeslik yerim olsun

Pelin Onay

 

Yokluğunda her şey kokusunu kaybediyor.

“’Dokunma yoluyla kendi kişisel tarihimizden daha uzun ve daha geniş bir tarihte yer alıyor olduğumuz duygusunu yaşarız.’ Dokunma, beden-dünya iletişimi sorgulamasında görme ve dokunma duyularını karşı karşıya koyar: Her ne kadar görme baktığımız şeylere sahip olduğumuz duygusunu veriyorsa da, yaşadığımız dünyanın bir parçası haline gelmemiz için uzaklıkları bedenimizle aşmamız, Yalnızca birer gözlemci değil, dokunan bireyler haline gelmemiz gerekir. Gerçekliğe egemen olduğumuz hissini veren görme duyusunu temel aldığımızda yaşamın belirsizlerinden ve acılarından kaçabiliriz, ama yaşamla bire bir etkileşimimizi de yitirmiş oluruz.
Seçkin bir edebiyat düşünürü olan Gabriel Josipovici, Charlie Chaplin’in Sahne Işıkları’ndan Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sine, spor dünyasından bağımlılık duygusuna, Sophokles’in bir oyunundan Ortaçağ hac yolculuklarına, büyükanne ve büyükbabasının düğün fotoğrafından Chardin’in gizemli resimlerine uzanan yolculukta dokunma duyusunun yaşamdaki yeri üzerine ilginç ve önemli yorumlar getiriyor. Josipovici kitaplardan, filmlerden, kültür tarihinden ve kendi deneyimlerinden hareket ederek ancak dokunma duyusunu öne çıkardığımızda ve uzaklığa saygı duyup gene de onu yenmeye çalıştığımızda dünyayla daha rahat iletişim kurabileceğimizi ortaya koyuyor.
Ona göre, bakmak hiçbir şeye mal olmaz, oysa dokunmak hem bir seçimi hem de bir bedeli içerir. Akıcı bir dille, geniş bir hayal gücüyle yazılmış olan Dokunma, farklı okumalara açık, beden-dünya ilişkisine yeni bir açıdan bakmamızı sağlayacak bir kitap… “
(Arka kapak tanıtım yazısı)

“Şiir, duygunun gel-git’i hakkındadır, ben ile yerin karşılıklı ilişkisi hakkındadır. Bellek, imgelem ve insanın çevresindeki dünya şiire esin kaynağı olup şiir de buna karşılık imgelemi harekete geçirdiğinde ve imgelem ödüllendirilip ödüllendirdiğinde, duygunun dumura uğraması ile duygunun geri dönüşü hakkındadır.”

“Aynaların getirdiği zorluk çok fazla şey göstermeleridir. Normal yaşam akışı içinde bedenimi aynada gördüğüm gibi görmem. Bedenim aynada olduğu gibi bakışıma açık bir nesne değildir; bakan, hisseden, hareket edendir. Benim açımdan dünya, onu gördüğüm için değil, onun bir parçası olduğum için vardır…Aynaların kendilerine özgü dehşeti ve çekiciliği, bize dünyayı normalde yaşadığımız şekliyle değil, bakışımıza açık, buna karşın ulaşım alanımızın sonsuza dek ötesinde olarak sunmalarında yatar. Dünya ile olan günlük ilişkilerimizde, çerçevelere rastlamayız ve bakmayız. Bir arkadaşımla konuşurken, dikkatimi canlı tutan şey, onun yüzü ya da bedeni değil, yalnızca kendisidir. Birisiyle el sıkıştığımda, etten ve kemikten bir eli sıkmakla olduğumun değil, birisiyle karşılaşmış olduğumun bilincindeyimdir. Konuşmada da aynı şey olur. Ne söylediğini anlamak için arkadaşımın sözlerini tahlil etmem, yalnızca kastettiği şeyi kavrarım. Bir kitap okuduğumda, sözcükleri okumam, kitabı okurum…”

Dokunma Kitabı-Gabriel Josipovici-
Ayrıntı Yayınları

Ses (İm) Duvardan Düştü… /… Kaldırın

(ses düşerse, kelimeler yara alır)

– pardon,’seni seviyorum’ diyen bir ses buradan geçti
mi acaba?
– hayır bayan, görmedik

bir adam çıplak sesle şarkı söylüyor,
sesi üşeyecek diye çok korkuyorum
bir kadın limanda günah çıkartıyor,
günahları denizi kirletecek diye tedirgin oluyorum

tut(ma) beni gece
karanlığında şarkılara gebe kalıyorum

– pardon, ‘seni özledim’ diyen bir ses uğradı mı acaba
buraya?
– hayır bayan, uğramadı

tutkularım çiçek verdi, kokusunu saldı
satamadım biriktirdiğim dağ özlemlerini
İsmet Teyze yaşasaydı söylerdi, anılarla nasıl başa çıkılacağını
herkes ölüyor, sevdaların öldüğü gibi

kandır(ma) sın beni şiirler,
yokluğumu isimlendirmeye gidiyorum

– pardon, ‘kadınım’ diyen bir ses bir not bıraktı mı
acaba?
– hayır bayan, bırakmadı

cinayeti ellerim gördü
bir de yüreğim
gözlerim inanmaz yüze değmeyen bakışlara

beni rahmine al ve yeniden doğur anne
yanılgılarımın kapısını tekrar çalmayacağım
kuş tüyü vaatlerde kaybettim gerçeğimi
kandır(ıl) dığımı bırak unutayım

– pardon, ‘sen benim elma şekerimsin’ diyen bir ses
sizde kaldı mı acaba?
– hayır bayan, kalmadı

yorgun turuncu açtı gözlerini,
geceye tutundu
kıskanmasın canım mavi, onu da unutmadı
sır küpüdür şehvet bedenimde,
kapıma dayan(ma) dı

bacaklarım mecalsiz artık aşk
sana kapıları açamayacağım diye korkuyorum

– pardon, ‘artık bensiz bir yaşamın olsun’ diyen bir
ses ağladı mı acaba?
– hayır bayan, duymadık

kanım çekiliyor dostlar
ayrılıkların en dokunulmaz şahidiyim

Pelin Onay

Kalabalık bu aralar gönül ülkem

Kalabalık bu aralar gönül ülkem, hani iğne atsan yere düşmeyecek cinsinden. Herkes kendini önemli sayıp öncelik istiyor, birini sustursam diğeri fırlıyor, o sussa öbürü başlıyor konuşmaya, beni yaz diyene sıranız gelecek diyorum, hayır beni yaz bırak onu diye atlıyor meydana diğeri, ama diyorum henüz vaktin değil, bırakmalıyım seni bir kenara şimdi, bırakırsın tabi, çünkü yazamazsın ki diye nanik yapıyor küstahça. Dikkatim dağılıyor sonunda, Offff sessiz olun, zaten uykusuz, yorgun, yalnızım diyorum, çekemem şimdi kaprislerinizi, başım da zonkluyor, yumuşak bir kahve içmeli, şöyle sütlü şekerli, eritmeli derdi kederi.
Bilmiş bilmiş şiir oku o zaman diyor içimdeki fırlamalardan biri: Sen hep öyle yaparsın ya, üzgün ya da neşeli olduğunda, yalnızken; kalabalıklarda ya da dört duvar arasında, mutsuzken gündüzde ya da gevşediğinde koynunda gecenin şiir okursun ya!
Susmak adasına düşünce, susturmak istediğinde çevrendeki ve içindeki gevezeleri şiir okursun ya!
Kimseler anlamadığında seni, nakite dönüşmeyen her şeyin değersizleştirildiği bir çağda gereksiz melankoliklikler diye yaftalandığında ruhunun sicili dağlara kaçıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istersin ya, dağlar, alıp başını gidemeyecek kadar uzaklarda… Taşıdığın kimlikleri, sırtlandığın rolleri bırakamayacak kadar sarmalanmışken hayatla. İşte tek sığınak yine şiir, gir mağarana oku bağıra bağıra. Üşüdüğünde üstüne ört, sarılmak istediğinde sarıl kelimelerin sıcak kollarına. İçindeki boşluğu doldur, hakikat arayışındaki sevdalarla. Bu fikir cazip gelince bana yine bıraktım kendimi şiirin, yani yaşamın sularına. Aşka düştüm yine, bambaşka bir hal sarsın diye içimi dışımı. Renklerin birbirine geçişi kadar naif, karanlığı silecek, soğuğu ısıtacak kadar yakıcı… Karmakarışık, sarmaşık gibi bir düş, katışıksız, yatışmasız, tartışmasız bir hal olan yaşam biçimime, şiire verdim yüreğimi yine…
Tükenme dedi mesela şairin biri, tuttu elimden kaldırdı beni, baharı müjdeledi diğeri. Bismillah de başla, götürür seni götüreceği yere şiir bineği diye fısıldadı öteki,taş gibi ol, moleküllerini değiştiremesin kimse dedi taş gazeli. Kurşun gazeli ile hasret dile geldi, yine seni özlemek birikti, bir dağ gibi yürüyüp üstüme, altına aldı beni. Kimi sevsem sensin diye hatırlattı diğeri. Gam dağları kurup, kayaları kelimeler olan zirveye, çağırdı öteki.
Firar ettim seve seve içimin zindanlarından, bir gamzelik rüzgar yetecekken ha itti beni ha itecekken, bir dolmuşta yorgun şöförler için bestelenmiş bir şarkıdan bir kelime düşünce içlerine, karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin, beton apartmanların, sağır duvarlarını yumruklayan, ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde gezinen gencecik aşıkların yürekleri gibi tutundum yine şiire.

Güçlendirsin istedim beni şiir, yaslandın mı çınar, sardın mı umut gibi olayım, isyan şiirleri okuyayım sonra, kelimeler ki tank gibi geçsin yüreğimden, harfler harp düzeni alsın mısralarda, varlık denizindeki bülbüle sesleneyim sitemvari, kıyametler koparmasına gönül koyayım yoklar bataklığında.
Derdiyle dertlenip şairin unutayım dertlerimi, bir bomba gibi taşıdığım yüreğimle savaşa gireyim, ne denli acı varsa arayıp bulan beni, en ağır yükün altına sokan buyruk gibi, kalbi sökülmüş çağı yeniden kurmak bize düşmüş gibi okuyayım istedim mısralarını şairlerin.
Kırgın kırgın bakmasın yüzüme Roza, henüz dinlememişken her saza uymayan türkülerimi, mektup mektup büyüyüen umutlarım düşmesin aşk uçurumuna. “Bilmesin kalabalıklar yağmura bakmayı cam arkasından, insandan insana şükür ki, fark var, birine cennetse, birine zindan gelen sözler” desin şairim. Hayatla doldursun boş yelkenimi o masum bakışlar, sonunun bir kaza kurşunu olduğunu hatırlatsın süvarisiz şaha kalkan atların o yakıcı satırlar.
Yine sarsın beni, içinden şiir geçen şarkılar, dudaklarıyla dudaklarımın arasında kalan. “Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara; ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara” desin şair, siyah gözlerine beni de götürsün, artık bu yerlere sığamadığım demlerde, kurtuluşun mu harabın mı gözlerin, gözlerinde mi serap, serabın mı gözlerin diye inlesin içimin uçsuz bucaksız çöllerinde.
Beni ırmağa karıştırsın yeniden, düşürüp düşürüp kaldırsın yeniden ve yeniden, yorgun kuraklığında ıslanmaya değer mi dedirtsin, güzelliğin beş para etmez bu bendeki aşk olmasa desin pervasız sözlerin.
Sigara külü kadar yalnızlık sardığında kızamayayım ona, gördüğü her dilbere tutulan yüreğine, Leyla’dan Mevla’ya geçme faslının bitmek bilmeyen gelgitlerine ben de katılayım mısralarında. Şairdir, ne yapsa yeridir, ne söylese doğrudur diye biat edeyim ona, şiirin bir yalan, bir büyü olduğunu bilen aklıma sen karışma deyip çıkışayım mesela. Yürek kredimi kefilsiz vereyim, kapıma gelen şair olduğunda. Acıdan acıya, sevdadan sancıya düşürseler de vize soramıyorum hala, elinde şiir pasaportu olana.
Düzenin, intizamın hakim olduğu lügatımda her şey serbest şairlerime, tabi gerçekten şiirleşmiş olanlara. Aşktan bahsederken, sevdadan, adanmaktan, yanmaktan, kalbimi eline alıp dilediği kadar acıtabilir şair mesela, varlığın da yokluğunda yetmediği bir menzile fırlatabilir beni. Kesse kanım akmaz, ağlatsa beni güldürmüşcesine severim yüreğini sergilediği şiirini.
“Bir yıldız kayıyor, bir dal uzuyor, bir gül kanıyor bir seher vaktinde, yanıyor bir ateş için için, içimde içimin de içinde, bir ezgi dönüyor dönüyor dönüyor
Bir ney eriyor dudaklarımda, aşkın bir adı da yorulmamaktır.” dediğinde şair kalkarım şevkle bir asker gibi girerim emrine. “Kendimi de koysam ayağımın altına yine de yetişemiyorum ey aşk, omuz hizana” diye seslenip sorgulamam kelimeyi kanatlandıran şiirin sağdan mı soldan mı estiğini mesela. Ruhuma deyip geçen, değmeyip delip geçen rüzgarlardır mısralar, nasılsa çıktığı yerden ulaşırlar gidecekleri noktaya.

Anlayacağınız eski bir hikaye bu. Hatta yürek kredimi sonuna kadar kullanabilecek şairlerle ve şiirlerle, tanıştığım zamanı hatırlamıyorum desem yeri var, belki anne karnından, belki ruhlar aleminden aşinayım yürek tınılarına, bilemiyorum. Bu tanışıklığı hatırlatan adamsa hala kalbimin sahibi, ilk aşkım, babam; sonraları en çok şiire düşmemden, şiirden düşmemden şikayet etse de kanıma bu zehri ilk şırıngalayan adam, babam. Okuma yazma bilmediğim zamanlarda şiirlerini ezberlediğim şairler vardı, mesela onun çabasıyla. Şiir okuyan ve okutan, kitaplığında Niyazi Mısri’ den, Yunus’a, bir çok divan bulunduran yufka yürekli bir realistti benim babam. Bir gün büyük bir üzüntü ile geldi yanıma, Necip Fazıl ölmüş dedi, beş-altı yaşlarında bir çocuktum o zaman. Dün gibi hatırlıyorum seyrettiğim cenaze törenini…Saatlerce ağlamıştım şairimin ardından…Okumuştum ezberlediğim şiirlerini hiç durmadan, yaşım anlamaya elvermese de, ruhum kabul etmişti demek ki haykırdığı hakikatleri. Yıllarca onun kelimelerine meftun oldum sonra, her gittiğim yerde okudum usanmadan…
O zamanlar daha bu kadar esiri değildi insanlar paranın…Genişti zamanlar, niyedir bilinmez: Yoksa şiir miydi vakti açan, bizi idealler etrafında tutan. Durun Kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak diye çığlık attığında şair dinlerdi onu kalabalıklar.
Bir genç arıyorum diye seslendiğinde umursamaz bir halde en hızlı mesaj atma, kontür kapma çılgınlığında değildi çocuk yaştaki sevdalılar.
Oğlunun, kızının kalbi olsun, davası olsun telaşındaydı anneler-babalar.
Edebiyat öğretmenlerinin bile şiir okumadığı, okutmadığı hapishaneler değildi okullar. Çile’nin kutsallığına inanmış son çocuklardık o zamanlar. Oysa şimdi bu kelimeyi izah etmek istesek ne deriz, bir dediğini iki etmediğimiz efendilerimize bilmiyorum. Sadık Yalsızuçanlar’ ın bir yazısını hatırlıyorum bu noktada. Yer, beş yıldızlı bir otelin yemek salonu, konu, tasavvuf, dervişler…Yanında liseye giden büyük oğlu var. Konuklar sıcak-soğuk-ara sıcak çeşit çeşit yiyeceklerden hangisini alsam diye düşünürken tabaklarına, dar zamanlarda geniş gönül sürebilmekten bahsediyorlar konuşmalarında. “Çilehane” diye yabancı olduğu bir terim geçince sohbet esnasında babasının kulağına eğilip soruyor, sekiz yaşında ezbere bildiği şiir sayısı bugün şairim diye gezen bir çok adamdan fazla olan,o nadide genç. Ve babası yemek masasına bakıp bu kavramı nasıl izah edeceğini bilemiyor o an.
Çilehane, çile, mukaddes, derviş, dava ne kadar da uzak şimdilerde hayatlarımızdan. Aynı adla anılan yalanlar ya da sahtecilerin çoğalttığı suretler dolaşıyor ellerimizde, okusak da hiçbir kelime inmiyor gözümüzden, dilimizden gönlümüze.
Vakit yok diyor spiker, duran düşer, durma devam et yola. Çıkmaz sokak yok, bas üstüne şairin, geç git, mutlaka çıkar yol bulunur bu zamanda. İstediğin kişiye sekiz dakikada nasıl evet dedirtirsinizi oku, beden dilinin öğren ki, maskele kendini, farket samimi halini gizleyemeyen safi gönülleri, kullan sonra bir kenara at beceriksizleri, hala kalp taşıyan çaresizleri.
NLP ile kontrol et kendini, CEO gibi düşün, yönet istediğini ya da yönettiğini zannet, sıradan bir şarkının klibine kadar inen bilinçdışı mesajlarla doldurulan zihnini.
Galiba çok öncelerde dilimizi aldıkları gibi şiirimizi de alınca devrildi içimizdeki hakikat kuleleri. Onları yeniden inşa edecek yine, yeni şairler olacaksa, şiirlerle yürünmeli yollar. Sahih kaynaklara dönmeli, ona göre çizilmeli projeler planlar. Tanımalı, tanıtmalı gerçek şairleri, şiirleri tüm çabalar.
Kendimizi yeniden bulmak için, yitirilmiş cennete giden yolu açmak için muhtacız yine şiire, eskimeyen sözden beslenen, besleyen söze.
Mesela, ARAMAK’ ta“Ey hep bir kelime arayan kalbim, Sonra arayan tekrar arayan kalbim” diyen şaire, Erdem Bayazıt’a tutunmalıyız yine, yeniden. BULMAK’ına kulak vermeliyiz gecikmeden.
Yaşamak sandığımız kaostan yaşayamadığımız günler için, dalımıza yaprağımıza aşk suyu yürüsün diye, bir gülüş içimizdeki lambaları yaksın, göz çeşmemiz suya ersin diye, çağrılan isimler kurtuluşumuz olsun diye, bir yol bulmak için öteye, düştüğümüz kuyulardan çıkıp, ansızın patlayan bahara pencere açmak için, gözden döküleni, gönülden geçeni, ah hep o kelimeyi bulmak çabasındaki gönüllerimize sıcacık şiiri ile yeniden düşmeli şair bize bırakıp gittiği şiirleriyle.
Hüngür hüngür ağlayarak dualar ederek uğurladığım ikinci şairimdir Erdem Bayazıt, gönlümün aşk sultanları geçidinin en gür seslisi, “cankuşum, umudum, canım sevgilim” diye diye yaşadığım hayatın bestecisi.
Orta okul yıllarımın içimdeki sesi, aşkın risalesini yazan edep abidesi bir fanidir bahsettiğim. Ne yazsam ne söylesem sönük kalacağını bilir onu tanıtmaktan haya edip bu işi şiirlerine bırakırken, mısralarını hala zihnime kazınan kendi sesinden, yorumundan dinlediğimi de ifade etmek isterim.
Çok az şair vardır, kendi şiirini güzel yorumlayan, onlardan biridir şairim, duyduğunu duyumsatan.
Onu hiç tanımadım, yıllarca ses kasetlerini dinlesem de, dergilerde kitaplarda buluşsam da gönlüyle, sezişin görselliğin önünde gittiği zamanlarda tanıdığımdan belki, tek resmini görmedim, merak da etmedim, kelimeleriydi ilgilendiğim. Yok sayılan güzel adamlardan olduğundan devlet televizyonunda seyretmedim o yıllarda, detaylı bir hayat hikayesini dinlemedim bir belgesel sunumundan. Ama onu ve arkadaşlarını, o yedi güzel adamı çok sevdim, mısralarında dolaşıp durdum, yüreğimi hangisine emanet edeyim bilemedim, en sonunda yıkıp içimin eskiyen yapılarını yer açtım hepsine. Ve itiraf ediyorum, en çok onların dostluklarına özendim, birbirine rakip olmak yerine yapbozun vazgeçilmez parçaları olmayı becerebilmelerine, muhabbetlerine imrendim. Birbirlerini bulmalarını kıskandım, hayatımın her durağında. Artık yalnızlığı içselleştirsem de, bırakın kırkı, yediyi, üçü, iki tane kalbimi anlayan adam yeterdi bana, tamam, bir de olur, dost gibi dost, adam gibi adam ya da kadın…Hiçbir şey acıtmadı gönlümü yüreğimden tutacak dost bulamadığım kadar. İnsan yalnız yaşar, yalnız ölür, konuştukça yalnızlaşır hakikatini bilsem de omzuna başını yaslayacağım, beraber ağlayacağım, sırtımı dönüp giderken yalnızlığıma dostluğuna dair en ufak kaygı taşımayacağım bir dosttur hasretiyle yandığım. Yorulsam da aramaktan, kırık dökük olsa da içim, yaşadığım sürece Sahibi’ mden ümit kesmeyeceğim. Gönül sultanlarımdan budur, devşirebildiğim. Sadakatle durma gayretime binaen belki açılacak bir gün kapılar, dostlarım olacak, sarılacak bir bir yaralar. Ama o güne kadar aşkım şiirdir, her daim şairlerdir beni anlayacaklar.

Şiirden şairden bahsedince sözün bitmeyeceği bir iklime giriyor insan. Hepsinden bahsetmek, tanıtmak, alıntılarla gönül çalmak istiyor şiire aşık olan. Böyle güzel bir amaç için toprağından şair fışkıran Maraş’ın güzide bir sivil toplum örgütü olan MARAŞDER’in vefa göstergesi bir çalışmasından söz etmek istiyorum. Çok şık, çok dolu dolu bir hatırat hazırlamışlar şairim dediğim ERDEM BAYAZIT anısına. Yazıları ile devlet adamlarından dostlarına, şairlerden, yazarlardan herkesin kişisel menkıbesine düşülmüş kısa notlar gibi sunduğu ERDEM BAYAZIT’ ın seçkileri ile tarihe not düşmüş bu armağan.
Sözünü ettiğim eser bana da sunulunca nazik bir davetin akabinde, ne kadar mutlu olduğumu ifade etmek istedim bu satırlar ile. Geçen hafta yazmayı istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım bu teşekkür yazısına verdim sırayı ve susturdum nihayet içimde konuşanları.
Bu armağana ulaşma hikayem ise daha da ilginç. Birkaç haftadır blogdaki eski yazılarımı okuyan ve yorum yazma zahmeti gösteren DİLSUHAN isimli bir blogun da yazarı olan hanımefendi öyle heyecanlandırdı ki beni, epeydir yazı ekleyemediğim blogumla her hal ve şartta tekrar ilgilenmem için güç verdi.
İstanbul’a gittiğim bir zamanda tanışıklığımızı gıyabiden vicahiye çevireceğimiz bir buluşma planladık aynı zamanda meslektaşım olan Şebnem Hanım’ la.
Sonunda buluşma gerçekleşti, yağmurun bile bereket ve sel arasında huyunun değiştiği bir günde, şehirlerin şahında, doyurucu bir Maraş kahvaltısı esnasında. Sadece internet vasıtasıyla tanışan iki edebiyat sevdalısı, zor bir mesleğin icrası değildik de, sanki yıllardır birbirini görmemiş ama çok özlemiş dostlar gibiydik verdiğimiz resimde. Uzun ve keyifli sohbetimizde neler konuşmadık ki, MARAŞDER’ in başkanı avukat ve şair olan eşi ile beraber yaptıkları dernek çalışmalarından başladık mesala söze. ŞAİRİME ağabey diye hitap eden, içi dışı çok güzel bir yürekti karşımda duran.
“Bizleri kardeş kılan Yüce Kudret’e hamd olsun” diye yazıp imzaladığı hatıratı okumaya onun yazısı ile başladım dün akşam. Ve öyle çok ağladım ki, tıpkı şairimin ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm diye diye Hakk’a yürüdüğü günkü gibi bendini aşmıştı, gözümde duran.
Bana bu armağanı sunan güzel insan, tabiî ki kişisel hikayemden habersizdi, henüz bilmiyordu şiire olan tutkumu, aşkın yaşam şeklim olduğunu…Yazılar ve sohbetimiz verse de ipuçlarını, aldığım bu güzel hediyenin manevi değerini bir nebze olsun ifade etmek istedim bu yazıyla. Yoksa ne şiir ne şairler konusunda yetkin değilim yazmaya. İyi ki, bir gün uğradığı bu blog vesilesiyle kaynaştı ruhlarımız, kesişti yollarımız.
Hepsini ayrı özenle seçip hazırladığım mektupları, başka başka şişeler içinde bırakıyorum bu blogdan açık denize…sahibine gideceğinden emin bir içsesle.
Ve bir gün o mektubun sahibi buluyor şişeyi açıp okuyor bahtına düşen kelimeleri ve dönüp cevaplıyor kalbimi.
İşte bu nedenle, vakit ve dolayısıyla nakit kaybettiğimi söyleyenlere inat, devam edeceğim mektuplarımı göndermeye, yüreğim açık yedi-yirmi dört, ben de buradayım diyene.

Sevgisini sunarken vesile ettiği kitap, kaderin bir cilvesiyle beni aşka düşüren şairimden gelmiş bir mektup oluyor DİLSUHAN’ın ellerinde, ben de o aşkla alıyorum mektubumu elime.
Şairimi görmüş bir gözle göz göze gelmek ise ayrı bir hediye. Ben de, bizleri kardeş kılan Yüce Kudret’e, şükürlerimi sunuyor, bizi, dostluğun zamanın ve mekanın bağlarından azad edeceği güne eriştirmesi dileğiyle son veriyorum söze.
Demek ki, “Erdem’li şairler çekilse de göğümüzden” birer birer başka alemlere, sesleri davudi bir şekilde hala yeryüzünde, birleştiriyor kalpleri en içten kelimelerle. Dua ve muhabbetle.

HANDAN GÜLER