Pencerelerden seyret içlerine girme

Aslında bütün mesele, evet bütün mesele şu:Varlıklar kimin? Biz kime aidiz? Şu dalların üzerinde hışırdayarak salınan yeşil ve sarı yapraklar kimin? Rüzgâr kimin? Yer kimin? Gök kimin?

Ya şu biten ömür?

Tırnaklarını kim uzatıyor günbegün? Bedeninin takatini kim söküp alıyor da yaşlılık veriyor sana? Ateşin üzerindeki yemeği kim pişiriyor? Başını kim ağrıtıyor? Sen yürüdükçe bacaklarını kim yoruyor? Kim hayat veriyor kurumuş ağaçlara? Tepeden tırnağa incelik akan bir kedinin yüzü kimin şaheseri?

Kim hayat kadar bir nimet olan ölümün sahibi? Kim ruhlara ceset giydiriyor, kim cesetleri ruhlardan soyuyor?

Kim senin sahibin?

Biz kimin kölesiyiz?

Kimin mülkünde yaşatılıyoruz?

Kimin mülkünde çalışıyoruz?

İnsan hayatını istediği gibi yaşamalıdır; ne safsata…

İnsan kendine aittir; büyük yalan…

Kim yaratıp sofrana koyuyor bir havucu? Marullara o fırfırlı tazeliği yerleştiren kim? Kim bir yıldızı ateş topu gibi alev alev yakarken bir diğerini söndürüyor? Kim pişiriyor fırında mis gibi kokan o simitleri? Ateşi harlayan kim? Dünyayı kim güneşin etrafında pervane ediyor? Güneş patlamaları kimin eseri? Kim rahmet bulutlarını muhtaç olanların imdadına koşturuyor?

Kim şu an binlerce bebeği rahimlerde yaratan, koruyan, kollayan? Kim bazılarına da hayat fırsatı vermeyen? Kim doğar doğmaz bir bebeğe ölümü verip yanına alan ve sonra cennetine koyan, cennette hazır tuttuğu melekleri onlara arkadaş kılan?

Kim bazılarına çocuk vermeyen? Kim bazılarına hastalık veren, bazılarını iyileştiren, bazılarını yanına alan? Kim kıl payı ciddi bir kazadan kurtaran, bazılarının da ölümünde karar kılan?

İnsan kendine yeter düşüncesi: parçalanmış efsane…

Ne karışıyorsun öyleyse, hayatın akışına? Doğuma ve ölüme… Ayrılığa. Gelip gitmeye. Canlılığa ve solmaya.

Sızlanma hakkını nereden alıyorsun? Neden şikâyet üstüne şikâyet biriktiriyorsun?

Yaşarken kullandığın sözcükler de mezarına koyulacak bir gün.

O zaman bu mızmızlık neden?

Sahi ne zannediyorsun kendini? Dünya senin isteklerinin etrafında mı dönecek belliyorsun?

Neden emanet etmiyorsun kendini O’na? Sahibine. Sonsuz kudreti olan Mutlak Varlığa. Kendini, sevdiklerini, çoluğunu çocuğunu ondan daha fazla mı düşündüğünü sanıyorsun? Ondan daha fazla mı seviyorsun sevdiklerini? Sen kendini bile O’ndan daha fazla sevip değer veremezken?

Gölgeyle üzerine serinliği örten kim? Ses tellerini titretip seni konuşturan? Bir akarsuyun dibindeki çakıl taşını saydamlaştıran? Yorulmak nedir bilmez dalgalarla binlerce yıllık bir sabırla o kıyılardaki çetin keskin kayaları yumuşatıp köşelerinden eden? Ya göklerdeki milyonlarca kilometre uzaktaki devasa gezegenlerin ve ateş topu yıldızların ışığını, bize siyah kadifeden bir örtü üzerinde ziyafet diye sunan?

Başını çıkar, daldırdığın o hayal âleminden ve o başı kurtar imgelerden. Pencereden bak. Dışarıdaki âlemi seyret. Bak neler oluyor orada? Oradaki devinimi seyret. İhtişama dik gözlerini. Kendi âlemindeki karanlığın yalancı vehim ve vesveselerin, hakikatsiz kuruntularının eseri. Çık o kasvetli âlemden. Çık ve gözlerinin penceresinden hakiki âlemin hakikatlerine dal.

Bırak kendini, gevşe biraz. O’nun rahmetine bırak geçmişini, anını, geleceğini. Sahibine bırak kendini. İnan senden daha fazla düşünüyor seni, önemsiyor, seviyor, değer veriyor, kaile alıyor, merhamet ediyor, şefkat besliyor, önemsiyor.

O’na güven yeter. O’nun verdiklerine güven. Vermediklerine güven. Verdiklerini alıyorsa, yine güven. Mutlaka ama mutlaka; mutlak bir nedeni, hikmeti, gayesi ve amacı vardır bunun. O hangi şeyi abes, gereksiz, anlamsız, boşu boşuna yapıyor, söylesene?

Aklının ermediği şeylere karışma. Haddini bil. Sahibine güvendiğinde kazançlı çıkacak yine sensin. Yoksa hayatın tepeden tırnağa yorgunlukla dolup taşacak.

Sevdiklerinin mezarının üstünde otları bitiren kim?

Nasıl oluyor da aklına güvenip hayatınla ilgili hükümler veriyorsun bu iyi oldu, bu kötü oldu diye? Nereden biliyorsun karanlığın içinden aydınlığın çıkmayacağını? Bu acele niye? İstediğin ya da istemediğin şeyin senin için hayırlı olduğunu iddia eden benliğinin gururundan başka ne var elinde?

“Beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır.”

Ne karışıyorsun ki O’nun mülkünde yaptığı tasarrufa? “Ben her şeyi bilirim,” diye iddia ediyorsan tabii, o zaman başka. Halbuki görünen başka, aslı başka. Gene de tutamayacağım kendimi söyleyeceğim işin aslını, hoşlansan da hoşlanmasan da: Sen sadece O’nunsun, O’na aitsin, O’nun eseri ve mülküsün.

Yorgun dünyanın içine girme. O girdaplı su kimleri yuttu bir bilseydin korkardın. Sen sen ol, âlemin penceresinden seyret yine âlemi. Bir tren vagonundaymışsın misali daya başını cama, akıp giden görüntüler nehrini izle bir seferi gibi…

“Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.”

Kendinin üzerinden elini çek, teslim et sahibine yok yere sahiplendiğin ne varsa.

Bir adım geri çekil de bak. Bak gördüğün aynı sen mi, aynı gerçek mi?

“O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.”

Ey nefis, inan bu senin de hayrına olacaktır.

Hadi kalk bir yürüyüşe çık. Düşün düşün, bu işin sonu yok. Soğuk sokakların ayazı işleşin içine de, belki çıkarsın biraz muhayyilenin çıkmaz sokaklarından. Kaygılı dudaklarına neşeli bir şarkı konar belki o zaman.

Ha bir de yürürken manasız şeyleri dert edip kara kara düşüneceğine, Zamanın Bedii’nin şu cümlelerinin üzerinde tefekkür et biraz:

“Hem bir misafirhanedir. Öyle ise onu yapan Mihmandar-ı Kerim’in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane (saçmalarcasına) fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma.”

İşte böyle nefsim…

Mustafa Ulusoy

Kalp Kapakçıkları

“Şebnem, tütsülenmiş bir bahçede saklambaç oynuyor gibiyiz.
Sensiz bütün tabancalar, fincanlar, odalar boş; sokakların hepsi ıssız, hiçbir gezegende bana hayat yok.
Şebnem, her şeyde senden bir anı aksediyor, senin masumiyet kanıtı parmak izlerinle dolu sanki dünya.
Gelgelelim masumiyet, yaşam belirtilerinin azlığı demektir Şebnem.
Bu gidişle yokluğunun gürültüsünden sağır olacağım.
Eline sihirbaz değneği geçmiş kör gibiyim.
Arabalar etrafımda keskin frenler yaparak duruyorlar. Beynime sıcak asfalt dökülmüş gibi, hasretin katranı kafatasımdan gövdeme damlıyor.
Şebnem seninleyken içimi padişah gururu kaplıyordu.
Gözlerine bakınca, kanımda gıcır gıcır hançerler, kılıçlar yüzüyordu.
Senin kadife geometrin başımı döndürüyordu.
Bir yandan da karşında kendimi mağaranın girişindeki kütük gibi hissediyordum.
Şimdi uzaya fırlatılan mekikte kilitli kalmış sinekten beterim.
Şebnem, İstanbul, Türkiye, dünya, galaksi, uzay senin olduğun yerden başlıyordu, nerdesin?
Sensiz, yolunu kaybetmiş görünmez adam gibiyim.
Aptallığın otobanından dehanın patikasına mı varacağım? İnşallah o yol iki kişinin yanyana yürüyebileceği kadar geniştir.
Kafamın içinde kocaman bir ağaç ve küçücük bir maymun var. Daldan dala zıplıyor, onu evcilleştiremiyorum.
Hani insan bazen gökte yabancı bir cisim görür de gözlerine inanamaz ya, yanındakine, “Benim gördüğümü sen de görüyor musun?” diye sorar.
Ben de seninleyken gözlerime inanamıyordum. Kulaklarıma inanamıyordum. Vücudumdaki hiçbir hücreye inanamıyordum.
Kimseye soramıyordum da “Benim gördüğümü sen de görüyor musun?” diye.
Seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde.
Senden kaçış varsa bile kurtuluş yok Şebnem.
Artık, su olsam sana doğru akarım, uçak olsam sana doğru uçarım, erik olsam sana doğru yuvarlanırım.
Bizi ancak aynı banyoda yıkanmak paklar Şebnem.
Yüreğin derinliklerinden yükselen sesler, kulakta sapıkça bir şey gibi tınlıyor farkındayım.
Öpüyorum gözkapaklarını, dizkapaklarını, kalp kapakçıklarını.”

Murat Menteş, Korkma Ben Varım sf.297-298

Kafesin Dondurucu Soğuğu

Bir tarih kitabının üzerinde bunalmaktansa doğru dürüst sevişmeyi öğrenmek mübahtır.

Onaltı dümen ve sürekli erdemlilik yılı. Onaltı sıkıntılı yıl geride ne kaldı? Yalıtılmış, ufak görüntüler. Yeni kitapların kokuları, bir ekim resmini yaptığımız yapraklar, uygulamalı çalışmalarda kesilmiş kurbağanın formol kokulu iğrenç karnı, tatile çıkacakları için öğretmenlerin de insan olduklarının fark edildiği ve sınıfın daha tenha olduğu senenin son günleri. Artık sebebini bilmediğimiz tüm o büyük korkular, sınav akşamları. Düzenli bir alışkanlık. Bununla sınırlıydı. Artık biliyor musunuz Bay Brul, çocuklara onaltı yıl süren düzenli bir alışkanlığı dayatmak alçaklık? Zaman bozuldu, Bay Brul. Gerçek zaman, eşit saatlere bölünmüş ve mekanik değildir. Gerçek zaman özneldir. İçinde taşırsın. Her sabah saat yedide kalkın. Öğlen yemek yeyip, dokuzda yatın. Asla kendinize ait bir geceniz olmaz. Denizin alçalmayı bırakıp durduğu bir an, tekrar yükselmeden önce gecenin ve gündüzün birbirine karışıp eridiği ve nehirlerin okyanusla karşılaşmalarındakine benzeyen bir coşku seti oluşturduğu, dingin bir zamanın varolduğunu asla bilemezsiniz. Onaltı yıl gecelerimi çaldılar, Bay Brul. Beşinci sınıfta, altıncı sınıfa geçmemin tek ilerleyişim olması gerektiğine inandırdılar beni. Son sınıfta bitirme sınavını vermem gerekiyordu. Ardından bir diploma. Evet bir amacım olduğunu sanıyordum Bay Brul. Ama hiçbir şeyim yoktu. Başlangıcı ve sonu olmayan koridorda, bir embesiller römorkunda, diğer embesilleri izleyerek ilerliyordum. Hayatımızı diplomalarla geçiştiriyoruz. Aynı zorlanmadan yutturmak için kapsüllerin içine acı tozlar konması gibi. Görüyor musunuz Bay Brul, hayatın gerçek tadını sevebilirmişim bunu şimdi anlıyorum.

Boris Vian, Kırmızı Ot

Biliyorum Çok Geç Oldu

Ayak bileklerimden bir de tutup sözüm ona
Ellerimle de duyarak basıyorum toprağa
Deli deprenişlerin köpüğüyüm yoksa
Ne hah yerleşip oturdum
Ne bir ayak yeri eşeledim
Ne bir dam aradım başımda

Perişan toztoprak içinde eşyam
Yanlardan
Arkadan otların arasından
Vahşi bir hayvan fırlıyor hatıramın sırtına

Yerim ve yurdum belli değil
Yeni atamdım aşkın tıpanlarına
Neyin memuruyum ben nerdeyim

Artıyor çizgi çizgi
Fahrenayt ellidokuz atmışbir

Eyvah hüzün bu
Eyvah hüzün yine
Çatıda alnımın

Hüznüm ağam oldu eyvah
Bir şey yap silkip at

Çare ne – herneyse
Titrek elime zor
Çalkalanıyorsa bir yerde
Ölüyorsa bir yerde
Bağlantılarım tam otomatik
Arzı mıyım ben
Tırnak arlarına kıymık giren ellerin

Hadi düşün beni
Içim otursun aklım
Durulsun diye

Ankara gölü gören bir dağ
Sisler ve katran
Ruhum
Bir iki yaşımda
Aynı boyda çam ağaçları

Iki titrek ışık’ız
Güneş altında iki insan gövdesi
Bir gün yağmurlar
Açlıklar perişan saçlar dudaklar

Daima biraz fazlasıyla önünde
Dalgakıranların

Şunu da yaz bedeli olsun
Sabırla titreyerek öyle yalın
Ve kimsesiz olmadan oturacağız
Kıyısında ayrılığın

Cahit Zarifoğlu

Kameriyeli Mezar

“Yalnız o bahçıvanın bahçesinde zeytin ağaçları vardır. Mezarlık yolu hiç de sessiz bir yol değil. Bir motorun patpatı, kuş sesi, arı, sinek vızıltısı, denizin çakıla serilişi, karşıda bir harp gemisinin buram buram çıkıp da uzaklarda saatlerce duran dumanı, eşek nanelerinin kırmızı çiçekleri, katırtırnaklarının parlak sarısı, yaban turplarının, ballıbabaların, çalı süpürgelerinin, deve dikenlerinin, karabaşların parıltısı, büyümesi durmuş serviler, sahilin boncuk boncuk camlarla örtülü bir koyunda tabak kırıntıları, camdan şişe tıpaları, geçmiş bir medeniyet asarı gib iyenmiş, keskinliğini suda bırakmış binlerce, bardak, çanak, çömlek, fincan, ilaç şişesi kırıkları, gebermiş at kemikleri. Deniz bütün bunları bu koya nereden alıp getiriyor? Arıların çiçeklerin borularına sokuluyor, üç dört saniyede alacaklarını alıp bir başka çiçeğe uçuyorlar. Bir kuş durmadan cıvıldıyor. Ta Kınalı’dan bir eşek anırtısı geliyor. Zeytin ağaçları sallanmıyorlar bile. Eski Yunan’dan kalmışlar gibi gövdeleri yamru yumru, delik deşik. İşte bizim köyün deniz kenarı mezarlığı Marmara’nın bu durgun gününde, bu, şişe, cam, tabak artıkları parıldayan koya uzanan bir burnun üzerindedir. Önünden kablo geçer. Yola levhalar dikilmiştir. Mezarlıktan evvel, onlar ölüm bahsini açar. (Yüksek tevvettür, kazmayınız. Ölüm tehlikesi!) On adım sonra da mezarlık.

Niyetim mezarlığa gitmek değildi. Kenar yoldan ateş tuğlası harmanının üstüne çıkacaktım. Oradan, eski ocağın içinde sahilden üstüne çıkılamayan kayaların tam önüne bir yol gider. Martı yumurtaları oradadır. Tazeleri ne tatlıdır martı yumurtalarının. Yumurta yuvada üç tane ise sakın almayın, iki tane ise de korkmadan alın, kırın, için. Üç tanelisinin bir tanesini kırarsan içinden bir canlı civciv çıkması ihtimali her zaman vardır. Bir daha da martı yumurtası yiyemezsiniz. Biraz sonra kayaların üstünde olacağım. O acı sesli martıların hepsi havalanacaklar. Acı acı bağrışacaklar. Erkeklerle, hayızdan nifastan kesilmiş martılar sahildeki kayalardan yumurtaları nasıl çaldığımı seyredecekler. Dişiler yumurtaları almaya savaştığımı görünce pike yapan tayyareler gibi bana hücum edecekler, korkutmaya çalışacaklar. Bak korkarsam!

Sahana küçük küçük sarılarıyla, bulanık aklarıyla oturdukları zaman dehşetli bir lodosta deniz kokusu burnunuza gelirse martı yumurtalarının içinden bir tanesi bayattır. Zararı yok. Yiyin, bir taraftan da için. Sessiz, ıssız deniz kenarları, uçmak hisleri, vahşi vahşi bağırmak arzusu martı yumurtası yedikten sonra içinize gelirse yumurta tesirini yapmış demektir. Deniz kenarında soyunup bir Robenson ruhuyla vahşi Cuma’ya seslenebilirsiniz. Martılardan başka kimsecikler duymaz. Martı yumurtalarını severim. Çiğ çiğ içerim. Mezarlıkta ne işim var? Ama beton musallanın önünden geçerken, “ulan, dedim, bakayım şu mezarlığa be!”

Sıra sıra demir beton direkler arasına dikenli teller gerilmişti. İki dikenli tel arasından mezarlığa girdim. İşte bir mezar. Marmara mermerinden kaskatı, parıl parıl: içinde iki kişilik yer. Bir daha boş. Üstü, açmış gelincikler, şebboylarla örtülü. Mezarın kenarlarını; devedikeni çiçeğine benzeyen merserize ipek parıltılı açık pembe bir çiçek açan, yaprakları yeşil etli diyebileceğimiz bir deniz kenarı sarmaşığı kaplamış. Mezarın üstünde 1874-1944 tarihi, bir isim. Sağımda bir başka mezar. Bu güzel bir kameriyeye benziyor. Her tarafı demir çubuklarla örtülü, demir çubuklu bir çatısı da var. Tam üstünde bir ay yıldız. Hani oturup rakı içmek için fevkalade bir yer. Akşam karanlığı basınca kim bilir katırtırnaklarının kokusu ne ağırdır burada. İsimsiz, taşsız, tahtasız kabartıların kenarından kameriyeye yaklaştım. Dört ayak merdiveni de var. Mermer üstüne kazılmış fena bir yazı zorcana okunuyor. Evvelce siyah boya ile üstünden geçilmiş ama zaman boyayı dökmüş. Okudum ama:

Burada kurduk ebediyet yuvamızı
Gelin dostlar süsleyin
Bahar çiçekleri ile yuvamızı

Bunun içinde de bir çift mezar. Bir tanesi hâlâ boş. Ölen erkek. Bir Hüseyin Avni. 1921. Başucunda. Yüksekte gene bir şiir:

Toprakta gezen göğsüme toprak çekilince
Günler bu heyulayı da elbet silecektir
Rahmetle anılmaktadır elbet ebediyet
Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir

Öteki daha boş olan mezarın sahibi Ayşe Hüseyin Avni. Onun da bir şiiri var. İyi okuyamadım. Hatırımda da kalmadı pek, tamamı. Yalnız sensiz yaşamak bana haram olsun, ne yapacağım? Olur mu öyle şey? Nasıl edeceğim, deyip duruyor. İkisinin ortasında yıldızları dökülmüş şu cümle:

Hüseyin Avni ve Ayşe Hüseyin Avni
Ebedi yuvası

Herhalde genç ölmüş bir adam. Doğru, kim nereden seni bilecek. Ben geçtim. Seni merak etmedim Hüseyin Avni Bey ama Ayşe Hanım’ı merak ettim. Belki başka yerde gömülmüştür. Senden sonra pek fazla yaşayacak gibi gözükmüyordu ama, belki de ölmemiştir. Şunun şurasında yirmi altı sene geçmiş, nedir ki, Hüseyin Avni Bey? Belki de çoktan İstanbul’dan çekip gitti. Taşrada evlendi. Çocukları var. Nereye gitmiş olabilir? Belki Konya’ya gitmiştir.

Geçen yaz gelmişlerdir. Şöyle bir Adalar’a uzanalım bugün, dediler. Burgaz’ın önünden geçerlerken yeni kocası:
-Ayşe, bak Burgaz. Sen, orayı bilirim, derdin. Şurası mezarlık mı? Ne de güzel yerde imiş. Senin ilkin orada değil mi?

Ayşe Hanım belki de hafifçe bir şeyler duymuştur. Belki de başını mahzun mahzun sallamış, belki de,
-Aman şimdi bu lafın sırası mı İhsan Bey? Buraya gezmeye geldik, demiştir.

Seni artık hatırlamadığı, hatırlamak bile istemediği için ikinci kocası kıs kıs gülmüş. Böbürlenmiştir, oh olsun Hüseyin Avni Bey.

Belki de Ayşe Hanım İzmir’e gitmiştir. Orada ölmüştür, İzmir’in Akdeniz’e bakan bir mezarlığında da Ayşe Hanım yatıyor. Hiç evlenmemiştir.

Çocuklarınız oldu mu? Sanmıyorum. Siz pek sevişirmişsiniz. Paralı imişsiniz de. Bu çubuklar, bu mermerler, bu çirkin çirkin yaldızlı yazılar az para ile mi olur? İnsanlara birbirinizi sevdiğinizi ilan etmenizin son reklamını doğrusu tamam yapmışsınız. Herhalde siz, olsaydı çocuklarınızı da pek sever, yanınızda yer ayırırdınız. Anca beraber kanca beraber. Çocuklarınız olmamış herhalde. İyi olmuş da olmamış. Bu yabanî otları yolarlardı. Pek yazık olurdu yabanî otlara. Ne de keskin kokuları var. Herhalde birçok hastalıklara iyi gelecek bitkiler bunlar. Sanki bir ecza kutusu şu ısırgana benzeyen koyu yeşil ot. Ayşe Hanım İstanbul’da ise, hâlâ seni düşünüyorsa, neden gelip de bu otları ayıklamıyor, Hüseyin Avni Bey? Belki de pek ihtiyar olmuştur da yüreciği kaldırmıyordu.

Yirmi beş sene geçmeden artık yazılar okunmuyor, kameriye nerde ise çökecek. Zamane insanları da, “Allah allah! Ayşe Hanım’la Hüseyin Avni Bey sevişmişler yahu! Zavallıcıklar!” diyemeyecek kadar dünyaya dalmışlar. Ayşe Hanım hâlâ yaşadığı halde böyle. Ya Ayşe Hanım da öldükten sonra yirmi sene geçmeden bu kameriye yıkılıverecek. Belki de bir nankör insan eli ayağına takılmasın diye kameriyenin hurda demirlerini denize atıverecek. Ne feci şey.

Ayşe Hanım’ı merak ediyorum. Evlendi mi? Nerede şimdi? Hâlâ yaşıyor mu? Ama seni hiç merak etmiyorum Hüseyin Avni Bey. Zengindin, iyi yaşadın, sevdin, sevildin, öldün, gömüldün, olacak oldu yani. Ne yapalım. Bu böyle Hüseyin Avni Beyciğim. Martı yumurtası sevmezdin herhalde sen. Sen hassas, şairane bir adammışsın Hüseyin Avni Bey! Hoşçakal. Ne tuhaf adammışsın. Şiirin de pek kötü ama Ayşe Hanımınkinden iyi.

Mezarlıktan çıkarken tahtası yere düşüp kırılmış bir mezar gördüm. Alıp tahtayı kara kara şu yazıyı okudum üstünde: Muhlis – Burgaz Posta Müdürü. Bakın ben burada yalan söylüyorum işte. Burgaz Posta Müdürü Muhlis’i hatırlıyorum. Babamın arkadaşı idi. Zayıf, kibar, çelebi bir adamdı. Her zaman kahverenkliler giyerdi Uzun, mahzun, kibar bir yüzü vardı. Kınalı’ya bakan burundaki kanepeye oturur, güneşin batışını seyrederdi. Genç bir karısı vardı. Dinç adamdı. Daha yaşayabilirdi. Karısı yüzünden öldü, derler. Buraya gömülmüştü. Tahtası mahtası yoktur. Ama iyi biliyorum ki, buralardadır. Üzeri katırtırnakları, gelincikler, çalı süpürgeleri ile örtülmüştür. Kibar, iyi yürekli, mütevazi Muhlis Bey zaten istemezdi mezar taşı. Nedir mezar taşı sanki? Bilmem hangi büyük adamın mezarını ararlar. Kitaplar mezar bulunamadığı için üzülür. Şu kitaplara da ne oluyor? Alimler şurada olması melhuzdur, derler. Hatta bazen atmasyondan mezar bulurlar. Karagöz’ün mezarı derler, mesela. Ne lüzumsuz şeyler bunlar canım. Belki Karagöz mezar taşı istemezdi. O zamanın mezar taşları da mezar taşı idi ya! Belki de isterdi. Ben olsam ben de o mezar taşlarından isterdim. Muhlis Bey de isterdi öyle bir mezar taşı. Muhlis Gelincik 1880-1932 – Burgaz Posta Müdürü – El Fatiha. Belki Fatiha istemezdi. Sevdigi bir şarkısı vardı:

Akşam kapladı her yeri
Keder sardı dereleri

Bu şarkıyı da elbette mezar taşına kazdırmazdı. Ama belli olmuyor ki şu insanlar. Mezar taşında nasihat bile ediyorlar yaşayana.

Martı yumurtalarına doğru yürüdüm. Keratalar, ne de çıkılması zor yerlere yumurtluyorlar. Nasıl da saklıyorlar onları. Nereden de biliyorlar bir martı yumurtası düşmanı vardır diye. Herhalde insandan saklamıyorlar. Kim bilir, güneşte şu sakin sakin kurunmaya çalışan karabataklar belki martı yumurtası oburudur. Belki de kertenkele, yılan sever martı yumurtasını, kim bilir.

Ellerim kan içinde kaldı. Yüzüm gözüm toprakla doldu. Ama kırka yakın martı yumurtası topladım. Şu yumurtaların birkaçını bizim kuluçkanın altına koysam, kim bilir nasıl şaşırırdı bizim tepeli tavuk. Ne sersem şeydir o. Geçen sene altından ördekler sarı sarı çıktıkları zaman zavallıları suya gitmesinler diye az mı gagalamıştı. Zavallı ördek yavruları bir zaman yalağın içine giremediler. Ama bir sabah bağıra bağıra isyan edip atıverdiler kendilerini suya.

Niye bana üzüntü vermedi bugün ölüm? Yoksa onu düşünmek mi istemiyorum? Hayır, şu Ayşe Hanım’la Hüseyin Avni Bey’e kızdım. Ne ayıp şey birbirini sevdiğini mezardan bile söylemek bir karı koca için.

***

Dün gazinoda üç hanım konuşurlarken duydum.
– Haydi Ayşe Hanım’a gidelim. Bahçesi güzeldir, otururuz, diyordu bir tanesi.
Öteki:
– Sabahleyin gördüm onu, İstanbul’a iniyordu, dedi.
– Hüseyin Avni Bey’den izin almış mı?
Gülüştüler. Önce bu muhavereden bir şey anlamadım. Sonra Ayşe – Hüseyin Avni kelimeleri kafama nedense takıldı. Birdenbire mezarlıktaki kameriyeyi hatırladım. Ne olursa olsun “Kim bu hanım?” diye sorayım şu hanımlara, diyordum. Soramayacaktım ya, bereket versin üçüncü hanıma:
– Kim bu Ayşe Hanım? dedi.
Ötekilerden biri:
– Merhum Hüseyin Avni Bey’in haremi, dedi. Odasında bir resmi vardır. Bir yere mi gidecek, Ayşe Hanım bir şey mi alacak, evini kiraya mı verecek, resmin önüne geçer: “Hüseyin Avni Bey, Hüseyin Avni Bey” der. “Ben bugün İstanbul’a inmek istiyorum. İneyim mi?” Geçenlerde dört çile yün almış. O çileyi iki eliyle tutuyor, ben de yumak yapıyordum. Birdenbire ayağa kalktı. Elinde çile, resme karşı döndü: “Hüseyin Avni Bey, Hüseyin Avni Bey” dedi. “Sana bir kazak öreyim mi?” Bir taraftan da boncuk boncuk gözlerinden yaş dökülür. Korktum doğrusu. Yüreğim ağzıma geldi. “Aman Hanım Teyzeciğim. Allah aşkına yapma,” dedim. Kendini topladı bereket versin. “Ah kızım ah!” dedi, “Ne adamdı o.”

Üçüncü Hanım gene sordu:
– Kaç yaşlarında bu hanım?
– Yetmişlik var. Ama her işini Hüseyin Avni Bey’e danışır. Ona danışmadan adım atmaz.

Seni Hüseyin Avni Bey seni. Nasıl da bağlamışsın kadını. Bu işin sırrını da beraber gömdün gitti.”

Varlık, (324) Temmuz 1947

Sait Faik Abasıyanık, Lüzumsuz Adam (Kameriyeli Mezar)

Beni bir gün unutacaksan

Beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi, boş yere mağaramdan çıkarma. Beni alışkanlıklarımı, özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna.

Oğuz Atay, Tutunamayanlar

Sevmenin tabakaları

Sevmenin tabakaları, muhabbet, aşk ve dert olmak üzere üç derecedir:

– Muhabbet odur ki, mahbubunu görürse memnundur, görmezse kaydında değildir.
– Aşk odur ki, mahbubunu görürse memnundur, görmezse mahzundur.
– Dert odur ki, mahbubunu görürse de mahzundur, görmezse de mahzundur.

İskender Pala

Marquez’in veda mektubu

Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.

Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim.

Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm.

İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır.

Baskaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.

Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.

Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim.

Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim.

Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.

Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı… Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır.

Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.

Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.

Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.

Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde…

Artık ölebilir miyim?

Senden Sonra

Ayrılık sesine benzedi uçak sesi
onun kadar uzun bir ses.
Havalanan
kaybolan
geri dönen bir ses.

Sevgililer
geçip gidin akşamın içinden
kendi akşamınıza.

   – Nedir ayrılık delikanlı?
   – Kara, sıcak bir duman.

Ayrılık yığdı bulutları üstüme
insanlar uzaklaştı
söz bitti.
Yalnız baykuş öttü kuşlar içinde.

Sevgililer
geçip gidin akşamın önünden
kendi akşamınıza.

   – Nedir ayrılık delikanlı?
   – Boşalmış bir şehir.

Ayrılık, saplandı yüreğime
ölünceye kadar doymayan canavara
avutulamayan hırçın çocuğa

Sevgililer
geçip gidin akşamın yanından
kendi akşamınıza.

   – Nedir ayrılık delikanlı?
   – Yuvalarına girmeyişi güvercinlerin.

Ayrılık, vurdu sırtıma kızgın demirini
ufukta durdu
soğudu geldi
kırdı kapıyı girdi içeri.

Sevgililer
geçip gidin akşamın yolundan
kendi akşamınıza.

   – Nedir ayrılık delikanlı?
   – Çığlığı bedenin.

Ayrılık rengini aldı kanım
nasıl oldu bilmiyorum.
Kara
durgun
akmıyor.

Sevgililer
geçip gidin akşamın üstünden
kendi akşamınıza

   – Nedir ayrılık delikanlı?
   – Rüzgârsız havada yıkılması bir ağacın.

Ayrılık, duymadığım şarkılar söyledi
yas çiçekleri taktı boynuma
karıştırdı birbirine günle geceyi.

Sevgililer
geçip gidin akşamın altından
kendi akşamınıza.

   – Nedir ayrılık delikanlı?
   – Bahçıvanı, çiçeksiz bir bahçenin.

Ayrılık o gün atına atlayıp gidecek
başka ovalara
dört nala.
Adını bile unutacağım o ihtiyarın.

Sevgililer
buyrun gelin akşamla beraber
bizim akşamımıza.

   – Neydi ayrılık delikanlı?
   – Hiç. Benden kaçması ihtiyar bir atlının.

Süreyya Berfe

Sen hiç ateş böceği gördün mü?

Sen hiç ateş böceği gördün mü?
Bir akşam üstü yada bir gece yarısı,
Ansızın çıkıverdi mi karşına karanlığın ortasında,
Aşk gibi biranda aydınlattı mı dünyanı,

Sanki aşkı sevdayı içinde taşıyor gibi dimi,
Yada aşığının hasretiyle yanıyor gibi,
Minicik bir bedende sanki sevginin ışığı gizli,
Yada bir aşk meşalesi taşıyor gibi dimi.

Bir ateş böceği gibi aydınlatan oldumu dünyanı,
Sen bir ateş böceği kadar aydınlatabildin mi sevdanı,
Ateş böcekleri gibi aydınlattı mı hiç hasretinin ateşi geceleri,
Yada ateş böcekleri gibi yaktın mı bir sevdalının yüreğini.

Yoksa hiç görmedin mi ateş böceklerini,
Fark etmedin mi nasıl yansıttığını aşkın ateşini,
Yoksa yıldızlara mı özendin sen,
Yıldızlar uğruna mı ezdin ateş böceklerini,

Yıldızlar uzaktır tutamazsın,
Kayıp gider bulamazsın,
Hissetmek biryana dokunamazsın,
Ateş böcekleri kadar yakın olamazsın,

Mevlüt Çetinkaya