Kal ve Unut

bildiklerini unut
başka bir şey anlatacağım sana
uzun bir zaman sonra
kurtarıp kendimi
rüya göremeyen insanlardan
geri döndüm yalnızlığa.

yağmurlar hep yağar, insan yaşadıkça
huş ormanında kuş sesleri arasında
sıkıca sarıldım kendime
ardino’da

sarı saçlı bir kız çocuğu
el sallarken öksüz bir penreden
sustum ve bildim işte
insan başkası değildir kendinden.

kal ve unut
adını sayıklarken anlamadığın bir şarkıda
ağaçlar, dağlar ve ölü bir koro

kal ve unut,
küçük çocuğum benim
ne kötü şey uçamamak, hele kanatların varsa
yaşadıkça ağlayacak ardından nasılsa
bir kadın, tahta bir masa, dilsiz bir piyano

kal ve unut
göreceksin
yeni yağmurlar getirecek sana
gözlerindeki bulut.

Selahattin Yolgiden

Sonsuzluk

sonsuzluk böyle bir şey dedi
ellerini açarak iki yana kocaman
denizi gösterdi.

deniz, bir taçtaki pahalı
mücevherler gibi
parlayıp duruyordu gece içinde.

sonra ansızın burgaz’da
kilise yolunda beyaz bir kız
avuçlarında bahçelerden
topladığı hanımelleri, sımsıkı.

yaz, iskeleden kalkıp
başka bir denize gitmek gibi,
ya da yaslı bir günde mızıka sesi,
hem acı hem hevesli bazen.

ansızın yitirdiklerimiz aklımızda,
ölenler, ölmeden gidenler
ve yaseminler sonra bembeyaz
ve inci kolyeler ve sedef küpeler.

burgaz’da yürüyorken bir akşamüstü
sonsuzluk böyle bir şey dedi
kalbini gösterdi.

Selahattin Yolgiden

Konuğum Ol

Bir akşam konuğum ol
oturup konuşalım biz bize
Anıların çubuğunu yakıp
uzatalım geceyi biraz

Geçmişe bir el sallayıp
yaşanan günleri konuşalım
ve günlerin üstüne çöken
dumanlı, isli havaları

Kendimize daha az zaman
ayırsak da olur geceden
Çünkü boğulabilir insan
yalnız kendini düşünmekten

Kapağı açılmayan kitaplar
unutulmuş aşklar gibidir
Kitaplardan söz edelim
ve onların gizli kalmış
sessiz tadlarından

Sabaha doğru perdeyi
aralayıp ufka bakalım
ve bir çocuk gibi
hayretle seyredelim
güneşin kızıllığını

Konuşulmadan kalan
daha çok şey vardı
diye düşünerek çıkalım
güneşle kucaklaşan balkona
-Üşütmesin sabah serinliği

Bir bardak demli çay
burukluğu gibi kalsın
gecenin ve sabahın tadı
yaşasın anılarımızda

Konuğum ol, oturup
konuşalım bir akşam
ve uzatalım geceyi
sözün çubuğunu yakarak

AHMET TELLİ

Simge Kadınlar – Ben Bengisu, İlk Düşünüz

………………………………….“Sesin nerde kaldı? kar içindesin!”

Akarsuyun serin sevincini duydum,
İlk aşkın kalbine aktı çocukluğum:
Belleğimde ürperen kar çiçekleri…
Islak saçlarının yıldızlı seheri
İçinde daha dün kara duygulardan
Hevesle ayrılmışım seninle, zaman
Gözlerinde demlenerek uyanacak
Sıtma sancılarla birazdan, berrak
Köpüklerimizi uçuralım diye
Karmeleklerin beyaz sessizliğine.

Sesin nerde kaldı? Sen sustukça gün,
Konuştukça kış uzuyor, ince yüzün
Minelerini açıyor bir bir yaza.
Başucumuzda dinlenen ak kiraza…
Göçmen kuşlarınla sen, yarın yeniden
Gümüş tenli yapraklar topla göğsünden.
Aşk, üşüyen bir bulutun çocuğudur,
Anılara mevsimsiz yağsa da olur.

Akarsuyun derin sevincini duydum,
Yosun tutmuş hüznümün uğultusuyum.
Aylar döner, günler söner, gam kürelenir…
Tanrım hâlâ saçını kumrala boyar,
Hâlâ dudaklarında bengi şarkılar…
Eski yazlar hâlâ üşür pencerelerde,
Sözler uçar, yazılarla iner perde:
Unutma kar sesini mavi küheylan,
Uyanma al sıtmalı bengi rüyandan…

Hüseyin Cahit Kerse

Simge Kadınlar

 – Ben Sacide, İlk Aşkınız….

Bunu siz istediniz, gam yükünü yele verdi yüreğim
Bahçenizden özenle ayırdım ayrık günlerimi
Sancılarınıza giyotin kesildim, dirildiniz
Beni unutmalarınıza bengisu verdim, güreldiniz
Ben mineli akşam yeli
Gel git zaman renk bezedim çorak toprağınıza
Öpülmemiş kollarımda çarmıh hasreti
Belleğimde eski aşklarım, telörgülerim.

Kıyısız düşlerimi sizden miras bildim
Yeni akıntılara kapıldım dudağımın tuzuyla
Titredim uçurum bakışınızdan eksildim
Yüreğimi kanatmadan önce kaktüsleriniz
Serap düşkünüydüm ben kendi çölümde
Ben mineli bahar seli
Şimdi ipince yaz yağmurundan incinirim.

Kırılgan heveslerim, eksik aşklarım benim
Hâlâ göğüs kafesimde gizemli putlarınız
Şirin dertlerinize derman oldum, şimdi devran
Değişti, odalar gitgide dar, sokaklar rüzgâr
Ben mineli hüzzam dili
Akdeniz’le bir kırlangıç ömrü söyleşemedim.

Üzgünüm, sizi hoyrat bir yüzyılda yitirdim
Çözümsüz saç örgülerim tel tel paslanırken
Kendime kuşbakışı serin bir avlu seçtim
Ben mineli dünya gülü
Yarın nemli balkonumda demlenen hasretimle
Bekliyor sizi akşam çayıma karanfillerim.

Ruhumu hüzünlerle incitmeyin, devran benim
Göğüm sizinle gölgesiz, güneşiniz kolay gelsin
Nice görüşmeyeli
Zamanı gözlerinizle aldattım, başım dönüyor
Bilirsiniz sizi anımsadığım tan vakitleri
Tepeden tırnağa yaprak ve çiçek kesilirim.

HÜSEYIN CAHİT KERSE

Azad..

Kırık bir testiymiş dünya
zamansa içinde su ..
yollar
yıllar
zamanlar gibi bekledik
bekledik ayrılmasını sarı samanın saptan
dünya ..
düzlükte alaca bir tufan
yandık, yıkıldık, asıldık ama ..
Aldık aslımızı gerili çarmıhtan
Gül ve diken
har ve kül
kan ve döl
ve sulara
ve ay’a
ve gül dalına ..
Yemin olsun ! geceyi gündüze katana
Budaktan kollarımızla vurduk kapıya üç kez
üç kez yalvardık aşk için
terennümle dağladık dilimizdeki aşikar heceyi
dikeni gül
külü har
geceyi gün
eyleyemedik ..
Öyleyse ..
Yıkılsın mı Babil’in surları
küskün üzüm şaraba denk!
beynimin içinde semahta kelimeler
sus diyor beynim dilime
susa dur !
şaşırıp kekeliyorum “ hayat” diye
düşüyor ve ikiye ayrılıyor kelime
Hay! at olsaydım ya dağlarda
dörtnala…
dörtnala…
Ama içimdeki kutsal nağmeyi kim koymuş oraya?
Kim ezelde Havva! diye seslenmiş bana?
sol göğsüyle Habil’i
sağ göğsüyle Kabil’i emzirdi Havva
bu yüzden yüzümün yarısı ak
yarısı kara !
kara
kum ve tuz
denizden uzak
suya hasret
kara gece
kara toprak
kara şiir
kara şair
bacağından başlar atların intiharı ..
koşum
yele
kanat
ışık hızı
dağlar kadar rüzgar
rüzgara sevdalı atlar
dizginleri bulutlara asılı
bacaklarından başlar atların intiharı ..
kırıldı bacağı içimdeki atın
beni vur
azad et artık
bırak beni sulara ..
…………………………………..

Mahrem kalmalıydı oysa acılarımız
bizse her yaramıza bir merhem aradık

Akide U. Türkelli

Gün Ağarıyor..

Gün ağarıyor
Hüznüne güneş doğmaz bir yoldasın
Haraç mezat bir sevdaya sarıp ömrünü
Sırtında da ayrılığın ağır yükü
Kimsesiz bir dağ başındasın
Yolcusun…
Yüreğindeki limanlar çoktan yıkılmış
Dalgakıranlar sular altında
Ve sen çaresiz bir fırtınanın koynunda
Bir başınasın
Sığınacak yelkenin yok
Derin uykular uğramaz sana
Kim bilir hangi gecenin koynundasın
Boşluğa gömülen bir çığlık gibi
Dört yanın sarılmış
Çıkmaz bir sokaktasın…
Elleri tetikte huysuz sevdaların
Çocukluğuna sarmışsın beyaz anıları
Soğuk betonlar üzerinde yatsan bile
Ateşler ortasındasın
Oysa zaman üstüne sürer atını
Gözlerinde baharı arayan bir çiçek
Bazen çöllere sarılı ömrün
Bazı gün ummandasın
Gel gör ki sevdan çaresiz
İnsan yanmaya görsün bir kere
Gel gör ki mezar taşları gibi yalnız
Yollar boyunca yaralısın
Haraç mezat bir sevdayı sarıp gönlüne
Hüznüne güneş doğmaz bir yoldasın
Umut dağların ardında talan
Uzun yollar ardında gerçek gülüşler
Burda kahkahalar bile hep yalan
On milyonluk bir kentte yalnızsın
Yollardasın
Bunca insanın içinde adım atacak yer yokken dışarda
Sen yüreğinin ıssız çöllerinde
Voltalardasın…
Oysa sevdan avucundaki son kurşun
Benden başkasına yakışmaz yarası
Oysa sevdan dağ başında kış
Küçücük bir çocuğun gözlerinde
Zeytin karası
Toprağa saplı hançer değil bu
Öyle kolay çıkmaz yürekten
Gel gör ki sevdan avucundaki tek kurşun
Sancısı senden başkasını sarmaz
Umut hangi dağın ardında deseler
Koşar gider de bu gönül
Bir dem yorulmaz
Bir dem durulmaz…
Kocamış bir çınar gibi yüreğin
Dallarına hüzün yağar
Kökü yedi kat altında olsa da yerin
Yaprakların güneşe sevdalı
Kah bulutlara yoldaş olursun
Kah dağlardasın
Sen herkese bir çare dağıtırken
Kendine küsmüş şehirler gibisin
Kendi dumanından soluksuz
Kendi elinden yaralısın
Doğan günün sevincinde değil
Takvimden düşen yapraktasın…

Ali Haydar Timisi

Günah

günah işledim lezzet dolu bir günah

titreyen esrik bir tenin yanında
tanrım ne bileyim ne yaptım ben
o karanlık susku dolu zulada

o karanlık susku dolu zulada
baktım gözlerine gizemleriyle dolu
gözlerinin çaresiz isteklerinden
kalbim göğsümde çırpınıp durdu

o karanlık susku dolu zulada
yanında darmadağın oturdum
dudaklarıma heves döktü dudakları
deli kalbimin üzüncünden kurtuldum

aşkın öyküsünü okudum kulaklarına:
seni istiyorum ey benim cânânem!
ey bağrı can bağışlayan, seni
seni ey aşkım benim divânem!

kırmızı şarap camda oynadı
gözlerinde heves yalazlandı
yumuşak yatakta benim bedenim
göğsünde onun sarhoşça kıvrandı

günah işledim lezzet dolu bir günah
alevli yangılı bir kucakta
günah işledim kinci, sıcak
ve demirsi iki kol ortasında

Furuğ Ferruhzad


Gidiş

Senin gözlerin benim gerçeğim

(sendeki telaşa onlarla inandım)
bakmıyor bana,benden uzakta.

Aramızdaki mesafede gerilen
bir teli inletiyorum seninle
sesi ben duyuyorum tek,
birşey duyduğu yok kimsenin
benden başka.

Bir hülyanın hatırasında
kasıp kavuruyorum kendimi
diyorlar ki, hayat yalandır,
aşk da.
Nasıl inanırım,o;
olmak istemiş de olmamış
bir yarım nefes gibi şuramda.

Sana dokunamayacak kadar
ürkek kalmış olduğum bu mesafeden
dön/erken sen
önce ayaklarının gerçekliğine inandır beni,

inanmak istesem de
senin gidişin yalandır bende.

Birhan Keskin

Ardıç Kuşu ve Sevda

Yüzünü biriktiriyorum şimdi
çünkü ben, bir ardıç kuşu gibi
kendi ölümüyle beslenen
güncesi ayrılıklarla dolu
ve teni her yaz
ayrı güneşlerde yanan bir çocuğum.
Ne kadar alışkınım bilsen
yazılmayacak mektuplar için adresler alıp-vermeye
yılların yorgunluğuyla sararan
silik, umarsız, gizini saklı tutan
ve bir daha yaşanmayan resimlere.
Yüzünü biriktiriyorum. Çünkü yüzün
bir sevda tohumu şimdi.
Geçerken ürpertilerle karanlıklar içinden
tutsak ve ağzımıza sığmayan dillerimizle
geçerken gecenin pususunda bir ırmaktan
bütün özlemleri tadan, bütün romanlarda
yeniden dünyaya gelen o çocuk
ağlıyor arkamdan
beni bırakma… Bırakma beni…
Kaç kişinin gücü yetmiştir
yasaklanmış bir aşkı savunmaya…
Yüzünü biriktiriyorum şimdi.
Soyları kocalarının adında eriyen
göçmen kadınlar gibi, hüzünlü ve sesim titreyerek
ne kadar alışkınım bilsen
bütün kanamalara… gülümseyerek.
Bir ardıç kuşuyum ben
toprağa düşeceğim bir gün
içimde çimlenen tohum çatlatıp yüreğimi
ağaca dönsün ve yüzyıl yaşasın diye
hiç ardıma bakmadan öleceğim.
Yüzünü biriktiriyorum şimdi.
Zerrin Taşpınar