Ingmar Bergman: Yalnızlık mutlaktır. Bundan gayrı her şey yanılsamadır.

Yalnızlık mutlaktır. Bundan gayrı her şey yanılsamadır. Asla problemlerden başka bir şey beklemeyeceksin. İyi şeyler olursa ne âlâ ama yalnızlıktan kurtulabileceğini hayal bile etmeyeceksin. Birliktelik hissi din, politika, aşk ve sanat ile yaratılabilir ama yalnızlık hala oradadır. İnsanı zaman zaman yanıltan da bu birliktelik yanılsamasıdır ama bunun yalnızca bir yanılsama olduğunu unutmayacaksın. İşte böylece de, her şey normale döndüğünde hayal kırıklığına kapılmazsın. Yalnızlığın hüküm sürdüğü bir evrende yaşadığının bilincinde olmalısın. Ağlayıp sızlamaktan da kurtulursun. İşte o an kendini güvende hissedersin ve belli bir tatminle de her şeyin ne kadar da anlamsız olduğunu kabullenmeyi öğrenirsin. Böyle derken pes etmen gerektiğini söylemiyorum tabii. Elinden geldiğince devam edeceksin. Gücünün yettiğince dayanmak, pes etmekten daha iyi olduğu sürece de ilerleyeceksin.

Ingmar Bergman
Bir Evlilikten Manzaralar

INGMAR BERGMAN: BELKİ DE, GERÇEKTEN NEYSEN O OLMAN DAHA İYİ OLACAKTIR
Bütün endişelerimiz, ihanete uğramış düşlerimiz, bu anlaşılmaz vahşet, kaybolan şeyler için duyduğumuz korku ve dünyevi koşularımızın acı dolu ağırlığı yavaş yavaş dünya dışı bir umudu alarak kristalize oluyor. İnanç ve şüphelerimiz karanlığa karşı sessiz bir çığlık ve sessizlik terk edilmişliğimizin en büyük kanıtı.
Böyle olmak zorunda mıydı, yalan söylememek, gerçeği söylemek, dürüst davranmak gerçekten bu kadar önemli mi? İnsan aklına geldiği gibi konuşmadan yaşayabilir mi? Yalan söyleyip kıvırmadan, bahane bulmadan. İnsanın kendisini biraz bırakması, boş vermesi, yalancı olması, daha iyi değil mi?
Belki de, gerçekten neysen o olman daha iyi olacaktır.

[Persona filminden]*

İNSAN ANLAYIŞLA BAŞINI EĞİYOR!

Her duygu, her hareket, her bedensel rahatsızlık, kullandığım her sözcük için büyük bir depo dolusu açıklamam var. İnsan anlayışla başını eğiyor. Böyle olması gerekliydi: Yine de bu yaşam uçurumunda boylu boyunca düşüyorum. Bu uçurum bir gerçek, ayrıca da dipsiz. İnsan bu taşlı derede ya da suyun yüzünde kendini öldüremiyor bile. Anne, sana sesleniyorum, her zaman yaptığım gibi. Ateşim olduğu geceler. Okuldan döndüğüm zaman. Geceleri, arkamdan beni kovalayan bir hayaletle hastanenin parkında koştuğum zaman. Farö’deki o yağmurlu öğleden sonra seni tutmak için elimi uzattığım zaman. Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Bu başımıza gelenler nedir? Bununla baş edemeyeceğiz. Yanaklarım yanıyor ve birisinin uluduğunu duyuyorum, sanıyorum ben kendim uluyorum.

Sinema benim için günlük olayların, yaşamların anlatıldığı bir rutin olmadı. Sinema düşlerin anlatıldığı bir sanattır. İşte burada yönetmen için bir duvar çıkar ortaya; duvarın rutin tarafında kalanlar ve duvarın düşsel olan diğer tarafında kalanlar. Kurosava, Fellini, Buñuel, Tarkovsky ve bazen de Antonioni duvarın diğer tarafında kalan insanlardı benim için. Sanatçı olarak amacım tıpkı bu insanlar gibi duvarın diğer tarafında olmaktı, fakat ben bu duvarı sadece bir kaç kez yumruklayabildim.

Amacım, içimde, benliğimde taşıdığım ruhsal durumlar, duygular, görüntüler, ritimler ve karakterler üzerine filmler yapmak. Anlatma aracım ise yazılar değil, film sahneleridir.

Daha kötü durumda olan insanların diğerlerinden daha az şikayet ettiklerini fark ettin mi? En sonunda kabullenip susmuşlar. Oysa onların da diğerleri gibi gözleri, elleri ve hisleri var. Hem cellatları hem de kurbanları barındıran ne geniş bir ordu!


En Passion filminden**

Bugün birey, sanat yaratıcılığının en yüksek biçimi ve en büyük derdi olmuştur. Ben’in en küçük yarası, sanki sonsuz bir önemi varmış gibi mikroskop altında incelenmekte. Sanatçı; ayrıcalığını, öznelliğini, bireyciliğini neredeyse kutsal saymakta. Böylece biz en sonunda da, kocaman, bir ağılda toplanmış, birbirimizi dinlemeden, birbirimizi ölesiye boğduğumuzu anlamadan, kendi yalnızlığımızın üstüne meleyip durmuş oluyoruz.

Büyülü Fener
Afa Yayıncılık

İSA’NIN EN BÜYÜK SINAVI TANRININ SESİZLİĞİ OLMUŞTUR

İsa çarmıha gerildiğinde ve işkence içinde asılıyken, ‘Tanrım! Tanrım!’ diye bağırdı. ‘Neden beni terk ettin?’ Bağırabildiği kadar yüksek sesle. Cennetteki Tanrının onu terk ettiğini zannetti. Anlattığı her şeyin yalan olduğuna inandı. Ölmesinden hemen önce İsa şüpheyle doluydu. Bu kesinlikle onun en büyük sınavı olmuştur. Tanrının sessizliği.

Nattvardsgasterna filminden***

* Persona, Ingmar Bergman’nın yönetmenliğini yaptığı, Bibi Andersson ve Liv Ullmann’nın başrollerde oynadığı 1966 yılı yapımı bir İsveç filmdir. Bergman bu filmi yönettiği en önemli filmler arasında kabul eder. Drama türündeki filmin 7 ödül ve 1 adaylığı bulunmaktadır.

** En passion (Anna’nın Tutkusu) Ingmar Bergman tarafından yönetilen 1969 İsveç filmi. Bir adada geçen film karşılıklı anlayışa dayanan bir sevgi bağı oluşturamayan bir kadınla bir erkeğin öyküsünü aktarır.

*** Nattvardsgasterna (Kış Işığı) Ingmar Bergman tarafından yönetilen 1963 İsveç filmi. Film, bir kasaba rahibinin, az önce konuştuğu bir balıkçının intihar etmesinin de etkisiyle inancının sarsılmasını konu edinir. Aynanın İçinden ve Sessizlik ile beraber oluşturduğu üçlemenin ikinci filmidir.

Kırk yıl önce ben olan kişiyi tanımıyorum. O kişiye olan nefretim öylesine derindi ve bastırma mekanizmam işlevini öylesine etkin yerine getiriyordu ki, o zamanki görünüşümü gözümün önünde ancak güçlükle canlandırabiliyorum. Aradan geçen bunca zamandan sonra fotoğrafların değeri çok azdır, ancak insanın kendine siper edindiği bir maskeyi gösterir. Bana saldırıya geçildiğini sandığımda korkak bir köpek gibi karşımdakini ısırırdım. Kimseye güvenmezdim, kimseyi sevmez ve özlemezdim.

[Büyülü Fener, Ingmar Bergman]

Bir noktanın dışında dostluk kesinlikle bir şey talep etmez. O nokta da şudur: Dostluk dürüstlük gerektirir. Tek ama çetin bir talep.

[Büyülü Fener, Ingmar Bergman]

Bugün birey, sanat yaratıcılığının en yüksek biçimi ve en büyük derdi olmuştur. Ben’in en küçük yarası ya da ağrısı, sanki sonsuz bir önemi varmış gibi mikroskop altında incelenmekte. Sanatçı ayrılmışlığını, öznelliğini, bireyciliğini neredeyse kutsal saymakta. Böylece biz en sonu, kocaman bir alanda toplanmış, birbirimizi dinlemeden, birbirimizi ölesiye olduğumuzu anlamadan, kendi yalnızlığımız üstüne meleyip durmuş oluyoruz. Bireyciler birbirinin gözünün içine bakıyorlar da yine birbirinin varlığını yadsıyorlar. Biz değirmiler boyunca yürüyoruz; kendi kaygılarımızla öylesine sınırlanmışız ki, gerçek olanla düzmece olanı, haydut kaprisi ile su katılmamış öyküyü birbirinden ayırt edemiyoruz artık.

[Yedinci Mühür, Ingmar Bergman]

Film, tepki yaratmak için yapılır. Seyirci hiç mi hiç tepkide bulunmazsa, o film ilgisiz ve değersiz bir yapıttır.

[Yedinci Mühür, Ingmar Bergman]

Dil hep ağrıyan dişi yoklar, insan acıyı hep aklında tutar.
Benim oyunum, bir oyuncunun sahneden inerek izleyicilerin arasındaki bir eleştirmenin boğazını sıkmasıyla başlar. Oyuncu, küçük kara deftere not ettiği tüm aşağılamaları okuduktan sonra, izleyicilerin üzerine kusarak dışarı çıkar ve beynine bir kurşun sıkar.

[19 temmuz 1964 tarihli notlarından]

Kendinize güveniniz ne kadar azsa o kadar çok öfkeli olursunuz.

[Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar ]

Ağlamaya başlıyorum. Bu beni korkutuyor, çünkü ben hiç ağlamam. Çocukken ağlamayı çok severdim, annem gözyaşlarımın ardını görür ve beni cezalandırırdı. Sonra ağlamaz oldum. Arasıra içimde derin bir yerde çılgın bir haykırış duyarım, haykırışın yalnızca yankısı bana ulaşır, önceden hiç uyarmadan beni etkiler, bu sonsuza dek tutsak kalan bir çocuğun hiç engellenmeden ağlamasıdır.

[Büyülü Fener, Ingmar Bergman]


Ben günümüz insanının mutlak bir hiçlikle karşı karşıya olduğu kanısındayım.

[Yaban Çilekleri, Ingmar Bergman]

Bir dönemde Persona’ nın yaşamımı kurtardığını söylemiştim. Bu bir abartı değildir. Eğer kendimde bu filmi yapacak gücü bulmasaydım bugün bitmiş olabilirdim. Bir önemli nokta daha var: İlk kez sonucun ticari başarı olup olmayacağı beni ilgilendirmedi. Svensk Filmindustri’de senaryo köleliği yaptığım yıllar boyunca beynime kazınan, ne pahasına olursa olsun film anlaşılabilir olmalı anlayışının da -aslında ait olduğu yere- cehenneme dek yolu var.

[İmgeler, Ingmar Bergman]

İnsanların duyguları var fakat onları ifade edecek kelimeleri yok.

[Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]

Senin boşluğunda duyguların yeri yok. Ve sen doğru olanı bulabilmekten yoksunsun. Her şeyi nasıl anlatmak gerektiğini biliyorsun, her an en doğru sözleri buluyorsun. Senin bilmediğin bir tek olay var: Gerçek yaşam.

[Aynadaki Gibi – Sessizlik, Ingmar Bergman]

Savaşı öven, savaşı insani bir serüven olarak gören filmlere karşı nefret duymak gerek…

[Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]

Yetiştirilmemizde çoğunlukla suç, itiraf, ceza, bağışlanma, lütuf gibi kavramlar; çocuk, anne – baba ve Tanrı arasındaki ilişkilerdeki somut unsurlar temel alınmıştı. Bunların tümünde kabul ettiğimiz ve anladığımızı sandığımız doğal bir mantık hüküm sürerdi. Nazizmin tuzağına bu kadar kolay düşmemizde bu gerçeğin etkisi olabilir. Özgürlük sözcüğünü hiç duymamıştı, hele özgürlüğün tadının nasıl olduğunu hiç bilmiyorduk. Hiyerarşik bir sistemde tüm kapılar kapalıdır. Cezalandırma doğaldı, hiçbir zaman sorgulanmadı.

[Büyülü Fener, Ingmar Bergman]

Ben insanların değişebileceğine inanmıyorum. İnsan, kendi bilinçlenme anına sahiptir, fakat bu onların hayatlarını değiştirmiyor.
[Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]

Tanrıya inanmıyorum ama, bu o kadar basit değil. Hepimiz kendi içimizde bir Tanrı taşıyoruz. Her şey, zaman zaman ve özellikle ölüme yaklaştığımız anda bir parçası­nı kavrayabildiğimiz bir bütün. Söylemek istediğim şey bu ama, değmez. Herkes geriye çekilmiş ve karanlık stüdyonun gerisinde toplanmış, birbirlerine yakın durmuş tartışıyor. Ne söylediklerini işitemiyorum. Yalnızca sırtlarını görebiliyorum.

[Büyülü Fener, Ingmar Bergman]

Gürültüden ve birdenbire, beklenmeden olan şeylerden hiç hoşlanmam.

[Yaban Çilekleri, Ingmar Bergman]

Korku içindeyken, bir görüntü yaratırız, sonra Tanrı deriz o görüntüye.

[Yedinci Mühür, Ingmar Bergman]

Benim bütün filmlerim birer rüyadır. Ben çok küçük yaştayken mutluydum, çünkü rüyalarda yaşıyordum.

[Sinematografi İnsan Yüzüdür, Ingmar Bergman]


İnsanların kitap okumaması çok ciddi problem!
Bu cennetin başka bir sorunu bu: Çoğu insan zihinsel olarak yeterli uyarımdan yoksun. Bugün altı saatlik mesai uygulamasına geçilse, devlet açısından çok büyük sorunlar doğacaktır. Onlara bu boş zamanı tanımakla ne vermiş olacaksınız?

Bizim gibi aşırı derecede maddeci bir ülkede çocukları çizgi filmler ve sansasyonel dergiler yerine kitaplar okutarak eğitmenin yollarını bulmak gerekir.

Üstelik bu çok zor bir iş. Örneğin, benim 12 yaşında bir oğlum var. Çok zeki ve hayata dair her şeye karşı oldukça meraklı, fakat kesinlikle kitap okumuyor. Kesinlikle. Donald Duck’ı, canavarlı çizgi romanları okuyor, fakat kitap okumaya karşı hiç bir ilgisi yok.

İnsanların kitap okumaması çok ciddi problemlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kelimelerin bilinçli iletişimin en temel aracı olduğu yerde, kelimesi olmayan insanlar ne yapabilir? Beyinlerinin ihtiyaç duyduğu itici gücü nereden bulurlar?

Bu yetersiz uyarım sorunu olduğu kadar duygusal bir sorundur aynı zamanda. O insanların duyguları var fakat onları ifade edecek kelimeleri yok.

Karmaşık bir deneyimi ifade etmek için kelimeleri yan yana getirebilme eksikleri var. Dolayısıyla, hayatlarının bir boyutunu kaybederek müthiş bir memnuniyetsizlik sorunu yaşıyorlar.

Eğer siz onlara “Siz duygularınızı ifade edecek kelimelere sahip olmadığınız için memnuniyetsiz ve mutsuz insanlarsınız,” derseniz, onlar da sizin kafayı yediğinizi düşünecektir.

Ingmar Bergman
New York Times Magazine 1975

Filmlerimdeki ritim masa başında senaryodan doğar, kamera karşısında da yaşamaya başlar. Her tür doğaçlama bana yabancıdır. Eğer çabuk karar vermeye zorlanırsam ter içinde kalır ve korkudan kaskatı kesilirim. Film çekimi benim için ayrıntılı planlanmış bir yanılsamadır; yaşadıkça bana daha da aldatıcı görünen bir gerçeğin yanılsaması. Film, belge olduğu zamanın dışında bir düştür. Bundan dolayı Tarkovsky sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. O, düşsel mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki! Düşlerini bütün iletişim araçlarının en zoru, ama bir anlamda en isteklisi aracılığıyla görünür kılabilen bir gözlemcidir. Ben, bütün hayatım boyunca onun büyük bir doğallıkla dolaştığı kapıları yumrukladım durdum. Ama bu kapılardan içeri ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildim…

Eskiden çocuklar suçlu bir vicdana sahip olarak yetiştirilirdi. Ben de öyle yetiştirildim. Ne var ki bir gün bu yükü daha fazla taşıyamayacağıma karar verdim ve suçluluk duymaktan vazgeçtim.

Ben bir sahne gördügümde, çok sık bir şekilde gözlerimi yaklaştırıp dinlerim onu, çünkü o sahne iyi ses veriyorsa, aynı zamanda iyi görünüyor demektir.

Persona, yaratıcısını kurtaran bir yaratıdır. İki kez zatüre ve antibiyotik zehirlenmesinden mustarip bir hastaydım. Kelimenin tam anlamıyla üç ay boyunca dengemi kaybettim… Hastanedeki yatağımda oturup tam önümdeki kara bir lekeye baktığımı hatırlıyorum çünkü kafamı oynatsam bütün oda dönmeye başlıyordu. Artık hiçbir şey yaratamayacağımı düşündüm. Bomboştum, neredeyse ölüydüm… Bir gün birden, iki kadının yan yana oturup ellerini karşılaştırdıklarını düşünmeye başladım. Bu tek sahneyi muazzam bir güç sarfederek not edebildim. Sonra, birinin konuştuğu ötekinin sustuğu iki kadın hakkında çok küçük bir film yapabilsem -belki 16 mm- benim için o kadar zor olmayacağını düşündüm. Her gün biraz biraz yazdım. Öyle hastaydım ki uzun metrajlı bir film yapmak henüz aklımdan geçmiyordu. Ama kendimi buna alıştırdım. her sabah onda, yataktan kalkıp masaya geçtim, oturdum, bazen yazdım, bazen yazamadım. Hastaneden çıktıktan sonra, deniz kıyısına gittim. Hâlâ hasta olduğum halde senaryoyu bitirebildim ve planı gerçekleştirmeye karar verdik. Yapımcı çok anlayışlıydı. Sürdürmemi, pahalı bir proje olmadığı için kötü olsa bile her an bırakabileceğimizi söyleyip durdu. Temmuzun ortasında filmi çekmeye başladım. Hâlâ hastaydım, ayağa kalktığımda başım dönüyordu (…) bir gerçeklik krizi beni düşüncemi açıklamaya yöneltti. Gerçek nedir ve kişi ne zaman gerçeği söylemelidir? Cevabı o denli güç geldi ki sonunda gerçekliğin tek biçiminin sessizlik olduğunu düşündüm. Sonunda, bir adım daha ileri giderek, bunun da bir rol, bir cins maske olduğunu keşfettim. İhtiyaç duyulan şey bir adım ötesini bulmaktır.

Yetiştirilmemizde çoğunlukla suç, itiraf, ceza, bağışlanma, lütuf gibi kavramlar; çocuk, anne-baba ve tanrı arasındaki ilişkilerdeki somut unsurlar temel alınmıştı. Bunların tümünde kabul ettiğimiz ve anladığımızı sandığımız doğal bir mantık hüküm sürerdi. Nazizmin tuzağına bu kadar kolay düşmemizde bu gerçeğin etkisi olabilir. Özgürlük sözcüğünü hiç duymamıştık, hele özgürlüğün tadının nasıl olduğunu hiç bilmiyorduk. Hiyerarşik bir sistemde tüm kapılar kapalıdır. Cezalandırılma doğaldı, hiçbir zaman sorgulanmadı. Çabuk ve basit olabilirlerdi, yüze bir tokat, kıça bir şaplak gibi ama aşırı karmaşık ve kuşaklar boyu incelmiş cezalar da vardı.

Ernst lngmar (kendisi) sık sık ve kolayca yaptığı gibi altını ıslattığında günün geri kalan kısmını dize kadar inen kırmızı bir eteklikle geçirmek zorundaydı. Bu zararsız ve gülünç kabul edilen bir cezaydı. Önemli suçlar, suçun ortaya çıkmasıyla başlayarak örnek cezalar oluştururdu. İlk elde suçlu suçunu itiraf ederdi, yani hizmetçilerin, annemin ya da çeşitli nedenlerden dolayı papaz evinde kalan kadınlardan birinin önüne çıkıp anlatırdı. İtiraf etmenin anında doğurduğu sonuç, toplumdan dışlanmaktı. Hiç kimse suçluyla konuşmaz, onu yanıtlamazdı. Anlayabildiğim kadarıyla bunun amacı suçlunun cezalandırılmaya ve bağışlanmaya özlem duymasını sağlamaktı. Öğle yemeği yenip kahveler içildikten sonra taraflar babamın odasına çağrılır, sorgulama ve itiraflar yinelenirdi. Bundan sonra halı dövme sopası getirilir, kaç sopaya hak kazandığını suçlunun kendisi belirlerdi. Ceza tespitinden sonra sıkı doldurulmuş yeşil bir yastık getirilir, pantolonlar ve donlar aşağıya indirilir, yastığın üzerine yüzükoyun yatırılırdık; birisi boynumuzu sıkıca tutar ve dayak faslı başlardı. Bu cezanın fazla can acıtıcı olduğunu iddia edemem. Asıl acıtıcı olan dayak töreni ve aşağılanmaydı. Cezanın en kötüsünü ağabeyim alırdı. Annem çoğu kez onun yatağının kenarına oturur, halı dövme sopasının zedelediği ve yer yer kanlı kabarcıklar oluşturduğu sırtına pansuman yapardı. Ağabeyimden nefret ettiğim, birdenbire patlayan öfkelerinden korktuğum için, onun böylesine şiddetli cezalandırılmasını görmekten pek hoşnut olurdum. Dayak faslı bittikten sonra babamın elini öpmek gerekirdi ve böylece bağışlanma ilan edilir, suç yükü hafifler, bunu ferahlama ve dua izlerdi. Elbette yemek yemeden ve gece okumalarını yapmadan yatmak zorundaydık, gene de önemli ölçüde rahat bir soluk alınırdı.

Büyülü Fener
Afa Yayıncılık, 1990, s.12-13

Yedinci Mühür (The Seventh Seal) / 16 Şubat 1957:
“İnanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağır, karanlıktan sıyrılıp hiç gelmeyen birini sevmek gibi.”

Yaban Çilekleri (Wild Strawberries) / 26 Aralık 1957:
“İnsanlarla olan ilişkimiz, temelde en yakınlarımızın karakter ve davranışlarını tartışıp değerlendirmekten ibarettir. Bu durum, benim, sosyal hayat denen şeyle arama gönüllü bir mesafe koymama yol açtı.”

Persona (Persona) / 18 Ekim 1966:
“Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”

Kış Işığı (Winter Light) / 11 Şubat 1963:
“Bu kadar karmaşık bir şekilde konuştuğum için beni affet, ama bunlar aniden vurdu beni. Tanrı yoksa bu bir fark yaratır mı? Hayat anlaşılır olurdu. Ne rahatlama. Ama ölüm de hayatın kaybolması demek olurdu. Vücudun ve ruhun çözülmesi. Acımasızlık, yalnızlık ve korku… Hepsi doğrudan ve şeffaf olurdu. Acı çekmek anlaşılmazdır, bu yüzden açıklanması gerekmez. Yaratıcı yok. Hayatı devam ettiren yok. Bir tasarım yok… Tanrım… Neden beni bıraktın?”

Bir Evlilikten Manzaralar (Scenes from a Marriage) 11 Nisan 1973:
“Bayağı gelse de bir şey söyleyeceğim. Biz duygusal açıdan çok cahiliz. Bize anatomi, Pretoria’daki tarım, hipotenüsün karesinin dik kenarların karelerinin toplamına eşit olduğu gibi her tür haltı öğrettiler. Ama insan ruhuna ilişkin tek bir şey öğrenmedik. Kendimiz ve başkaları hakkında kara cahiliz.”

Aynanın İçinden (Through a Glass Darkly) 16 Ekim 1961:
“Görüyorsun Karin, insan büyülü bir çember çiziyor çevresine ve kendi gizli oyunlarına uymayan her şeyi bu çemberin dışında bırakıyor. Yaşam bu çemberi aştığı zaman, oyunlar küçük, karanlık ve gülünç oluyor. O zaman kişi yeni çemberler çiziyor kendine ve yeni bir sığınak kuruyor.”

Utanç (Shame) 29 Eylül 1968:
“Bazen her şey tıpkı bir rüya gibi geliyor. Benim gördüğüm bir rüya değil, rol almak zorunda olduğum, bir başkasının rüyası… Peki bizi rüyasında gören kişi uyandığında ve “utanç“ duyduğunda ne olacak?”

Fanny ve Alexander (Fanny and Alexander) 17 Aralık 1982:
“Dünya bir hırsızlar sığınağı ve gece indi inecek.
Şeytan zincirlerini kırıyor ve kuduz bir köpek gibi dünyayı dolaşıyor. Zehirlenme hepimizi etkiliyor. Kimse bundan kaçamıyor. Öyleyse hazır mutlu olma şansımız varken, mutlu olalım.”

Saraband (Saraband) 10 Temmuz 2004:
“Bugünlerde ölüm üzerine çok düşünüyorum. Bir sabah ormanın içinden nehire doğru yürüyorum. Durgun, sisli bir sonbahar günü. Kesin bir sessizlik. Ve sonra kapıda birisini görüyorum. Bana doğru yürüyor. Kot bir etek, mavi bir ceket giyiyor. Yalınayak ve bana doğru yürüyor. Anna, kapıdan bana doğru yürüyor. Ve ben öldüğümü farkediyorum. Ardından garip bir şey oluyor. “Bu kadar basit miydi?“ diye düşüyorum. Hayatlarımızı ölümü düşünerek harcıyoruz.”

Güz Sonatı (Autumn Sonata) Ekim 1978:
“Hiç olgunlaşamadım. Yüzüm ve vücudum yaşlandı. Anılar ve tecrübeler edindim ama içimde henüz doğmamıştım bile.”

Persona 1966:
“Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”

Ingmar Bergman

Bir yanıt yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.