Önümüzde yürüyen iki arkadaş konuşuyorlar: “Eşek anırtan derler böyle yokuşlara!”
“Sesinin çıkmadığına bakılırsa, bu sıfatı bundan daha diklerine vermiş olacaklar!”
Hüseyin Rahmi Bey’in, Heybeli’nin zirvesinde, Olymp sırtlarına kurulmuş İlâh manastırlarını andıran köşküne dayanan dik yokuşları tırmanıyoruz. Kuru çamlarla örtülü yol, ayaklarımızın altından iyi yağlanmış tünel kayışı gibi kayıyor… Beyinler, iyi harlatılmış gaz ocağı üstüne konmuş yağ tavaları gibi fıkır fıkır kaynatan kızgın güneşin altında, aybaşını getirebilmiş bir kalem kâtibi kadar ter döktükten sonra, üstadın kapısına varabildik: “Hüseyin Rahmi Bey evde mi?”
Eğer hizmetçi kız bu sualimize menfi bir cevap vermiş olsaydı, Kadınlar Birliği’nin ne iş yaptığını keşfe mahkûm edilmiş biçare bir maznun gibi şırak diye bayılabilirdim.
“Hakkınız var, benim evin yokuşları benden daha meşhurdur. Hatta, Şükûfe Nihal Hanım, ‘Buraya gelmek için tayyareye binmeli’ der. Fakat ben alıştım.”
Beyaz lastik ayakkabısı, beyaz çorapları, bembeyaz keten pantolonu, krem rengi, açık yakalı gömleği, lacivert ceketi, ve… avare bir mektepli kadar çevik hareketleriyle, ilk bakışta çevik bir sporcuyu hatırlatan Hüseyin Rahmi Bey, salon panjurlarının kanatlarını açarken ilave etti: “Fakat buraya çıktıktan sonra da insan çektiği yorgunluğa acımıyor doğrusu… Şehir, ateşi yeni tazelenmiş bir vapur ocağı gibi tutuşurken burada rüzgar, muazzam bir tavan vantilatörü gibi püfür püfür eser… İstanbul’da sıcaklar bu sene fena hâlde alıp yürüdü ha… Fakat ben, Mısır’ın yaman hararetine alıştım da, buranın sıcağı beni pek müteesir etmiyor. Orada güneş, kanunusanide bile bundan daha kızgın… Ben palto götürmüştüm. Giymek kısmet olmadı. Soba yüzüne hasret kaldım.”
Sözüne fasıla veren üstat, sorduğum suali duymadı. Tekrar ettim; güldü: “Yine işitmedim! Kötü bir malaryaya yakalanmıştım, ölümden güç kurtuldum. Kulaklarımda bu mücadelenin fena bir eseri kaldı. Şimdi iyi işitemiyorum. Miyop gözler, manzaraları nasıl bulanık görürlerse, kulaklarım, sesleri, iyi akort edilmemiş nağmeleri gibi, vuzuhsuz, parazitli ve bulanık duyuyor.”
“Desenize üstat, konuşurken mütemadiyen radyo dinliyor gibisiniz!”

Şimdi sorarım; yeni harflerden sonra bir tek eser neşretmeyen ve senede bir romandan fazla yazmayan Hüseyin Rahmi, maişetini temin için yazı yazıyor da, bu zevat mı, mekik gibi roman dokuyan bu zevat mı ölmez sanat eseri veriyorlar, sanat için yazıyorlar? En son romancılar bile, eserlerinde tiplerini, mahalli şiveleriyle görüştürürler. Bu böyle iken edebiyatta, yazıdan taklitçiliği, kahve meddahlığı zannedecek kadar vukufu olan bu zevat, benim, mesela Aksaray’daki ağzı sakızlı ayağı takunyalı mahalle kızı ile Şişli’nin Kolej mezunu, elinden tenis raketi düşmeyen salon kızı gibi, aynı ağızla, aynı lisanla, aynı şive ile mi konuşturma mı istiyorlar? Anlamıyorum!”
Bunu düşünmeyi, bataryaya hedef olanlara bırakarak sırası gelmişken soruyorum: “Son nesil romancıları romancıları içinden en fazla kimi beğeniyorsunuz üstat?”
“Bence, bu, bir zevk meselesidir. Zola’nın dediği gibi, roman, bir şeyi bir mizaç arasından görmektir. Ve ben Mahmut Yesari’nin romanlarını, benim zevkime, benim mizacıma daha uygun bulduğum için, sualinize cevap olarak onun ismini vereceğim!”
Üstadın zengin kütüphanesinde konuşmaya devam ediyoruz:
“Siz, bu işte Hollywood artistlerini bastırmışsınız üstat!”
Hüseyin Rahmi Bey, karilerinin gönderdikleri mektuplarla dolu koca torbayı bana uzattı. Ve güldü: “Kader kısmet, çekin bakalım bir tane bahtınıza ne çıkacak.”
Fasılasız seneler süren bir yazı, eser, fikir, ve kalem ameleliğinden üstada, bir torba mektup ve, ve… bazı kimselerce hâlâ kıymeti inkar edilen bir şöhret kalmış, ona, bunu bile çok görenler, ve sonu seraba vatan koca bir ömür pahasına hafızalara kazdığı ismine, şöhretine bile ortak çıkmaya kalkışanlar var. Şimdi, piyango dolabından numara çeker gibi torbadan mektup seçiyorum. Üstadı, ‘Muharriri Osmanî’, ‘Muharriri mübarek’, ‘Muharriri şehir’ gibi garip ünvanlarla tavsif eden karilerin bazıları el yazısını, bazıları imzasını, bazıları resmini, bazıları parmak izini istiyorlar… Yüzünü bile görmedikleri romancıdan, para, tavsiye dinlemekten çekinmeyenler de var. Bazıları, müşkül vaziyetlerine çare istiyorlar, bazıları hangi mesleği tercih etmeleri lazım geldiğini soruyorlar… Mevzu öğütleyenler de yok değil… Hülasa, mektuplar, akla gelen, hatta gelmeyen bir sürü yenilikler, talepler, temenniler, tavsiyeler, davetler, suallerle dolu… Bize, hiç ders almadan yaptığı mükemmel yağlı boya portreleri, çektiği fotoğraflarla dolu kıymetli albümlerini gösteren Hüseyin Rahmi Bey, kendi eliyle mükemmel bir de piyano konseri dinlettikten sonra “Balkona buyurun da size bir de rüzgar ziyafeti çekeyim. Bu sıcakta bir buzlu şerbetle pek hora geçecektir!” dedi.
Kütüphaneyi fırdolayı çeviren balkon, hakikaten, Karadeniz’e açılmış bir geminin güvertesi gibi esiyordu. Üstat, elime dürbünü verdi:
“Bakın buranın nezareti, Galata Kulesi’nin tarassut odasından daha geniştir… Nasıl? Tıpkı dört köşe ve şişman bir minare şerefesine benziyor, değil mi? Ben ne zaman buraya çıksam adeta ezan okuyacağım gelir.”
Marmara’nın elediği çam kokulu bir rüzgar, alnımı, buzlu bir kompres zevki ile ürpertiyordu. “Mükemmel üstat… İnsan burada Florinalı Nazım olsa şair kesilir.”
Heybeli’nin bu insansız tepesinde üstadın galiba yegane can yoldaşı olan hizmetçi kızın getirdiği gül şurubunu yudumlarken sordum: “Niçin hiç evlenmediniz üstat?”
Yarı müstehzi ve sıcak bir tebessüm, üstadın yüzünün çizgileriyle o kadar sinmiş ki insan onun en hiddetli anlarında bile çatık bir surat takınamayacağını zannediyor. Bu sualime, o daimi tebessümünü biraz daha sarihleştirerek ve vuzuhlaştırarak cevap verdi: “Maazallah evlenseydim, karı ile kavga etmekten iki satır bile yazı yazmaya vakit bulamazdım! Sonra bilmezsiniz ki, kocalarından memnun olmayan kadınların evvela sinirleri bozulur. Evlenip de elin kızının sinirlerini mi bozayım? Hem, biliyor musunuz, bu suale maruz kalmaktan da bana gına geldi. Bir daha sorarlarsa artık, gizli gizli evlendiğimi söylemek mecburiyetinde kalacağım!”
Röportaj muharrirleri, imzalarının kıymetini tehlikede gördüler mi, tufandan kurtulmak için cankurtaran arayan kazazedeler gibi, doğru Heybeli’ye tırmanılar, Hüseyin Rahmi’yi ararlar. Çünkü, ıkına ıkına lakırdı söylemeyen velut ve nüktedan üstadın ince latifelerle dolu cevapları o muharrirlere, daima imzalarını sukuttan kurtaracak birer yazı kazandırabilir. Bu itibarla, artık ona, sorulmayan sual kalmamış gibidir. Üstadın son cümlesi bana bunu hatırlattı, ve güldüm: “O hâlde üstat, size, şimdiye kadar hangi sualin sorulmadığını sorayım?”
“Oo, bu mükemmel işte… Suali de kendime sorduracaksınız. İşte, bana bunu sormamışlardı şimdiye kadar…”
Gülmekte devam ederek cevap verdim: “Yok üstat, latife ediyorum. Aldığım cevaplar kâfi… Kadın hakkındaki kanaatinize de söylemek lütfunda bulunursanız daha fazla rahatsız etmeyeceğim!”
“Bir kere dayak yiyordum bu yüzden az kalsın… Başta Aliye Esat Hanım olmak üzere birçok hanımlar ateş püskürdüler, yakamı güç kurtardım… Ama yazmayın bunu, bir daha sararsınız başıma mübarekleri…”
Hüseyin Rahmi Bey, bu latifeden sonra, yarı ciddi ilave etti: “Eskiden kadınlara çok hor bakılırdı, şimdi, Cumhuriyet, vakit ilerledi… Onlara birçok haklar verildi. Erkeklerle her hususta müsavi addediliyorlar… Bakalım da, bu hakka liyakat kesbetmeye çalışsınlar…”
Hüseyin Rahmi Bey’in muhtelif sebeplerle yazmaktan imtina ettiğim diğer bazı cevaplarından anlıyordum ki üstat artık, yaşamak için çalışmak değil, çalışmak için yaşamak istiyordu. Fakat istediği zaman ve istediği kadar çalışmak, ancak maişet kaygısından kurtulabilmiş insanlar için mümkündür. Hüseyin Rahmi, memleketine, bu imkana hak kazanabilecek kadar hizmet etmiştir. Başını, insanlardan Heybeli’nin zirvesindeki mütevazı köşkü kadar üstün tutan o, kimseden birşey istemiyor, fakat, bu satırları yazmama bile müsaade etmeyecek kadar ferağatkar olduğunu bildiğim hâlde, diyorum ki, onu artık, hâlâ, Babıaliye yeni düşen dinç bir kalem müptedisi gibi hayatını günü gününe kazanmak ıstırarından kurtmak için yapmayacağı bir şeyi, yani… istemesini mi beklemek lazımdır?

Sağda: Hüseyin Rahmi Bey yedigün objektifi karşısında. Solda: Üstat muharririmize mektuplarla dolu torbalarını gösteriyor.
Naci Sadullah / Yedigün Dergisi 1934, Sayı 74
Dondurmalı reçel yapan, en büyük hobisi örgü örmek olan ve asla eldivensiz dışarı çıkmayan Hüseyin Rahmi Gürpınar, Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından olmakla birlikte oldukça ilginç bir hayat hikayesine sahiptir.
Annesiz Yılların Sessizliği
17 Ağustos 1864 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hünkâr yaveri bir babanın oğludur. Oldukça yaramız bir çocukluk geçiren Gürpınar, annesine çok bağlı olsa da kendisi henüz 4 yaşında iken annesini kaybetmiştir. Annesi vefat ettiğinde henüz 22 yaşında genç bir kadındı. Hüseyin Rahmi o günden sonra çok sessiz ve acılı bir çocuk olmuştur. Çok uzun zaman sonra anne kelimesinin onda uyandırdığı hisleri şu sözcükler ile dile getirmiştir.
Validem okur yazar bir kadındı. Beni dört buçuk yaşında teyzemin terbiye aguşuna bırakarak pek genç iken yirmi ikisinde hayata veda etti. Söz valideme intikal edince kalemimi tutamam, ağlamadan duramam. Çünkü kendisine pek düşkündüm. Kucağından hiç inmezdim. Çocukluğumda bütün ateşleriyle zihnime intiba etmiş birkaç levha vardır ki tahatturu beynimi daima yakar. O zaman ne olduğunu bilmediğim, itiraf lâzım gelirse hâlâ öğrenemediğim hayatın acılığı masum yanaklarımı pek insafsızca şamarlamıştı. Sızısı hâlâ gitmiyor…
Annesinin vefatından sonra Girit’e babasının yanına gelse de basının evlenmesi sonucunda tekrar İstanbul’a gelmiş ve anneannesi ile yaşamıştır. Yalnızlığa bürünen Gürpınar’ın yaramazlığından eser kalmamıştır.
Birçok Kadınla Yaşamanın Verdiği Özellikler
Teyze, anneanne, dadı gibi birçok kadınla birlikte yaşayan Hüseyin Rahmi Gürpınar, bu kadar kadınla birlikte bir hayat geçirmenin verdiği özellik ile yemek yapmayı, örgü örmeyi, dantel işlemeyi de öğrenmiştir. Hatta bir süre sonra en büyük hobisi haline gelmiştir. Bu durum ileride romanlarındaki kadın karakterler için de oldukça yardımcı olmuştur.
Hüseyin Rahmi, henüz ikinci yaşındayken ciddi bir hastalık geçirmiş ve okulu bırakmak zorunda kalmıştır. Bir süre sonra iyileşse de okula dönmemiş, çalışmaya başlamıştır. Bir süre memurluk yapsa da genel olarak geçimini yazı yazmaktan sağlamıştır.
Sanat Toplum İçindir Anlayışı ile Mizah
Hüseyin Rahmi Gürpınar hangi akım sorunun cevabı olan Sanat toplum içindir düşüncesini savunan sanatçı, toplum içerisinde yaşanan batıl inanç, geçimsizlik, töre gibi birçok konuyu mizah ile anlatmak istemiştir. Bu anlatım okuyucuların yanında o döneme damga vuran Kemal Sunal, Şener Şen gibi birçok sanatçının da dikkatini çekmiştir. Hatta sanatçının ”Gulyabani” eseri herkesçe bilinen ”Süt Kardeşler” filmine uyarlanmıştır.
Eğer evlenmiş olsaydım, 45 romanımdan üçünü bile yazamazdım.
Sanatçı, aşka inanmamakla birlikte aşkın cinsellikten ibaret olduğunu düşünmektedir. Küçük yaşta ailesiz kalması onun evliliğe olan inancını yitirmiştir. Dışarı çıktığında sürekli eldiven takan ve temas etmeyi çok sevmeyen sanatçı belki de bu yüzden evlenmek istemiyor olabilir. Bu konu üzerine Hüseyin Rahmi Gürpınar şu sözleri dile getirmiştir:
Hüseyin Rahmi yanına eldiven almadan asla sokağa çıkmazdı. Sokakta el sıkmasını sevmez, evdeki kapıları entarisinin eteği ile tutarak açardı. Belki de hayatında hiç evlenmemesinin sebebi bu idi.
Özgür Bir Yaşam Sonrası Vefat
İlk başlarda teyzeleri ve anneannesi ile reçel yapan, örgü ören biri olsa da onların vefatından sonra yalnızlığını gidermek için yapmaya devam etmiştir. Hüseyin Rahmi’nin 8 Mart 1944 yılındaki vefatından sonra müze haline dönüştürülen Heybeliada’da bulunan evinde Hüseyin Rahmi Gürpınar eserleri, yaptığı örgü ve danteller sergilenmektedir.












