Dağlarca vedalaşıyordu: “Şiirlerim sana emanet” dedi bana. Hemen yanına koştum. ilk kez böyle kötü gördüm onu. Telaşlı ve aşırı yılgın gibiydi. Konuşuyorduk, ölümü belki ilk kez yakından seziyordu, ve ölmek istemiyordu, aşırı hüzün vardı halinde. Konuşması zorlaşıyordu. Birdenbire, yatağının sol köşesini göstererek “ölüm orda, onu görüyorum” dedi
Kategori: Altı Çizili Satırlar
Haz 25
Yazdığım bütün şiirleri benden çalmışlar gibi özlüyorum
şiirler yazmıştım. Ama şimdi, şiir uzak. Uçuşup duran, üst üste gelip birikmeyen şeyler var, içim dolu bunlarla. Biliyorum ki şiir bunlar. Ve şiirin kendindeki huzursuzluk bu. -Çoğu kez şiirin şairden bağımsız olduğunu düşündüm. Bu nedenle olacak şairliğime hiç sahip çıktığım olmadı. Yazdığım şiirlerle ilgili sorularla karşılaştım mı çok rahatsızım. Gide gide her türlü şeyi sorusuna kızıyorum. Neredeyse “dokunmayın şiire” diyeceğim. Çünkü şiir yaptığımız bir şey değildir. Şiir kendisi var. Bir rastlantıyla değil, tersine bir özel iradeyle çıkıyor yeryüzüne. Barajdaki su, kendine bırakılmış kanallardan akar. İnsan bütününün arkasında bekleyen şiirin aktığı kanallar değil mi şair?
Haz 25
Bize ağır gelen kendimizdir. Yolda, okulda, işte, başkaları ile birlikte taşıdığımız kendimiz.
Hiç bir ağrım yok. Yeterince uyuyup uyanmış gibiyim. Zihnim aydınlık. Suadiye Şaşkınbakkal’da Akin sokakta tek başına yaşıyan yaşlı bir teyzenin onbir nolu evinde kirada oturuyorum, yüz lira veriyorum ayda ve gece yansı hiç bir neden yokken uykum kaçıyor, açık gözlerim, karanlıkta tavana doğru bakıyorum, vücudum huzur içinde ve sanki içimi boşaltmışlar, ağırlığım yok, onun yerine içinde bir memnuniyet duygusu. Çok memnunum. Memnun ve kayıtsız memnun ve tasasız. Kendimi memnun hissediyorum. Çok çok memnunum. Derken on dakika sonra o hüzün gelmeye başladı. Döşeğin yününden yayılıyor gibi, karanlık havanın bileşiminden açığa çıkıyor ve bana bulaşıyor gibi, aracı ile uzansam yakalayabilirmişim gibi apaçık hüzün. Nasıl acı çekiyorum şimdi, bari bilseydim ne demek olduğunu, kalbimdeki köpürüşünü durdurabilseydim. Ama bütün uzuvlarım bir bir onun bayıltıcı sarışlarına kapılıyor. Günümü düşündüm, sevgilimi, hayır, bunu gerektiren bir şey olmadı.
Haz 25
Ölüm, beklenen sevimli bir oğuldur onun için.
Ölüm, beklenen sevimli bir oğuldur onun için. Son nefesin belirsizliğinden duyduğu korku hariç ölüme hazırdır. Hiç ölmiyecek gibi ev işlerini görür kışlık zahiresini tedariklerken bir yandan da dört gözle ölümü bekler gibidir. İnancı o kadar samimidir ki küçük odasının duvarları öte dünyayı engellemez. Ruhunun büyük bölümü ahirete sarkmıştır. Sabırla ve hazır. Allahın takdirini beklemekte ve umulacak en büyük şeyi O’nun cemalini görmeyi ummaktadır.
Haz 25
Evlat bağlılığı, baba ve analarda, kalbe bağlı bir urgandır ve içinde kan deveran eder.
İnsan da dahil eşyaya duyulan sevgi kelimeyledir. Onunla başlar, “birden sevdim” deriz, ya da “çok seviyor” deriz, bakın kelimesiz anlıyamıyoruz bu sevgiyi, Ve bu sevgi, kelimeleri hangi terkip içinde kullanırsak kullanalım, yüksekliği kelimenin yüksekliği kadardır. Ve “sevgi öldü”, “artık sevmiyor” dediğimizde, sevgi kelimeyle çeker gider.
Fakat çocuğa duyulan bağlılık böyle değil. “Kızımı çok seviyorum” diyorsam, ona duyduğum bağlılığı anlatmak için elimde, bu iyice eskimiş, yetersiz sözcükten başka araç yok. Çocuğa olan bağlılık ölmez. İçerisine onarılmaz düşmanlıklar girmiş ailelerde bile, evlat bağlılığı, baba ve analarda, kalbe bağlı bir urgandır ve içinde kan deveran eder.
Haz 25
Çocuğun çizdiği dünya ise saf ve sevimli.
Çocuğun çizdiği dünya ise saf ve sevimli. Ama bu saf dünyanın üzerine o çocuk diliyle serilen gülücükler dolu örtü azıcık aralandığı zaman orada ateş dolu çukurlar, kaçılacak hiç bir yeri olmayan dar bir dünya, gördüğü ışıkları tutmak için beceriksizce çırpınan ve hiç bir şeyi yakalıyamıyan bir hayat görülür. Ve o çocuk orada, tıpkı büyüdüğünde, bugün otuzdört yaşında olduğu gibi, öyle bir tek başınadır ki, zamanından çok önce, elinde olmadan sahip olduğu bu yanlızlığı koyacak yer bulamamış, ona çocukluğun bilgisizliği ve korkusuzluğu ile ellerini daldırmış, onu üstüne başına, yanaklarına gözlerine bulaştırmıştır
Haz 22
Ölmek, kamera karşısında ya da sahnede yürek parçalayıcı ve tercihen yavaş bir ölüm her oyuncunun hayalidir.
Ölmek, kamera karşısında ya da sahnede yürek parçalayıcı ve tercihen yavaş bir ölüm her oyuncunun hayalidir. Bahse girerim bir gün o son anları sahnede nasıl oynayacağını hayal etmemiş tek bir erkek ya da kadın oyuncu yoktur. Yaşam gücü yavaşça kayıp giderken ve biz varolmamanın sınırında tutunurken son nefesimizde o bilgelik ve zeka dolu sözleri nasıl söyleriz. Ölüm yaklaşınca olan şey bizce bu mudur? Ölüm kalanlardan söz vermelerini istemenizi mi sağlar? Günahlarını mı itiraf ederler? Ya da şakalaşırlar mı?
Haz 19
“Asla her şeyi göremeyeceğiz” dedi Serge, elini öne doğru uzatarak ve gülümseyerek. “Burada yükselen kokuların içinde oturmak çok hoş olur herhalde.”
İncecik hanımellerinin, misk kokulu menekşelerin, bir öpücüğün taze kokusunu salan mine çiçeklerinin, ölümcül bir şehvetin baygınlığını üfleyen çuha çiçeklerinin ateşli çağrıları arasındaki sevdalı gezintilerinden sonra, zambaklar onlara iffetli bir tavırla kollarını açıyorlardı. Fidan boylu dallarıyla zambaklar, onları yalnızca dişi organların hafif altın sarısı damlalarla süslü çeneklerinin kar gibi bembeyaz damı altında, beyaz bir çadırın altında barındırıyordu. Onlar göz kamaştırıcı bir iffet içinde, çocuk yaştaki nişanlılar gibi, henüz, yalnızca masumiyetlerinin çekiciliği içinde seviştikleri bir saflık kulesinin, bütün saldırılara karşı korunmalı bir kulenin ortasındaymışlar gibi oturuyorlardı.
Haz 15
FRIEDRICH RUCKERT Şair ve Müsteşrik
friedrich Rückert’in kendisi de gerçekten böyle ârif bir kimseydi. Arabistan’ın yakıcı çöllerini, İran’ın bahar kokan bahçelerini Almanya’ya tanıttığı gibi, Hindistan’ın bâkir şiir ormanlarına da dalmaktan çekinmemiş ve her daldan devşirdiği en nefis çiçekleri ve en olgun yemişleri vatanına getirmekten geri kalmamıştır. Hind edebiyatı Almanya’da bir asra yakın bir zamandan beri çok canlı bir ilgi uyandırmıştı. Goethe ve Schiller’in Şakuntala dramına ithaf ettikleri coşkun methiyeleri hatırlamak; Wilhem von Humboldt’un Bhagavadgita’ya dünyadaki şiirlerin en güzeli ve ulusu gözüyle bakarak söylediği takdir dolu sözleri düşünmek kâfidir. Rückert de Şakuntal’yı Almancaya çevirmiş, büyük milli destan Mahabharata’daki en meşhur hikâyeleri kısmen serbest ve kısmen de aynen tercüme etmiştir. Aynı zamanda Herder tarafından da çok takdir edilen şair ve filosof Bhartrihari’nın aşk ve hikmet dolu misralarını” ve nihayet Hinduizm’in mukaddes kitapları olan Veda’lardaki karanlık ve esrar dolu ilâhileri ve efsun dualarını yakın bir anlayış ve ilgi ile Almanca’ya nakledebilmek, bunlardaki derin mânayı Alman şiirinde aksettirebilmek için yıllarca çalışmıştır”.






