AZİZ NESİN’İN ANILARI BÖYLE GELMİŞ BÖYLE GİTMEZ

Çürüklük’teki tekkeye gittik. Tekkenin bütün dervişleri orda toplanıyorlardı. Niçin? Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ilk kez İstanbul’a gelecek olan Gazi Paşa ordusunu karşılayacaklar. Dervişler, bir sonra tekkelerini başlarına yıkacak olan adamın ordusunu karşılamaya gidiyorlar. (84)


Yoksullar yaşamları boyunca yalnız bikez kolaylık görürler, o da öldükten sonra; cenazeleri hemen kalkar, çabucak. O gün öyle geçti. (98)


Kırçıl sakalıyla ellisini aşkın gibiydi. O zaman annem yirmi yaşındaydı. Bikaç kez babama annem için, “Kızınız mı?” diye sormuşlardı Annem kocası için kendisine “Babanız mı?” diye sorulmasından hiç hoşlanmıyor, onun için de babamın kırçıl sakalını kestirmesini istiyordu.

Sürekli yaşlı görünmeye çalışan babam, ben de iki kez baba olduktan sonra bigün bana şöyle demişti:

-Annenle evlendiğim zaman çocuğum olursa büyüdüğünü göremem, diyordum Otuziki yaşımdayken sen doğdun. Senin delikanlılığını göreceğim umudum yoktu. Ama şimdi torunlarımı bile gördüm. (144)


Karaköy’e geldik. Peki şimdi ne olacak? O zaman hem Galata Köprüsü’nden. hem Unkapanı Köprüsü’nden parayla geçilirdi. Köprünün iki başındaki iki geçesinde, gri önlükla, boyunlarında sarı madenden bir kutu asılı bulunan köprü memurları dikili durur, para almadan kimseyi köprüden geçirmezlerdi. Parasız geçmek isteyenlerin yakalarına yapışır, ite kaka sürükleyerek köprüden çıkanırlardı. Aman bu adamlar ne de ödevsever kişilerdi. Yalvarmak yakarmak taş yüreklerini yumuşatmazdı. Köprü parası diye ayrı bir para vardı, yirmi paralık. Daha doğrusu, “jeton” kelimesi daha dilimize girmediğinden yerine kelimemiz de olmadığından, köprü geçme jetonuna köprü parası denilirdi, yirmi para değerinde, heryerde geçerdi. Parası olmayanlar hızla koşarak köprücülerden kaçıp kurtulmak istese bu köprücülerden ikisi-üçü birden arkasından koşar, bazen köprünün ta öbür başında yakalar, adamı köprünün o başından bu basına geri getirip köprüden dışarı atarlardı. (175)


Anılarım Üstüne

O zaman “hükümet mektebi” denilen ilkokula girmek, öğrenci olmak, benim yaşamımda çok önemli bir dönemdir.

Devrim bütünüyle yüzeyde kalmış, halkçı bir tutum göstermemiş, kökel yöntemleri uygulayamamış olduğu halde, yine de biçimsel olarak gereksiz aşırılıklar da göstermiştir. Örneğin o zamana dek ilkokullar ünlü tarihi kişilerin adlarıyla adlandırılırken, Cumhuriyet bir tarihten kopuş sanılarak, okulların adları kaldırılmış, bütün ilkokullar sayılanmıştır. Istanbul’un her okulu bir sayı almıştır. Bu arada Kanuni Sultan Süleyman İlkokulu da, “İstanbul Yedinci İlkokulu” olmuştur. Ben Yedinci İlkokul’un üçüncü sınıf öğrencisiyim.

Anılarımın ilk bölümünü burda bitirirken, biraz açıklamada bulunmak istiyorum. Anılarımı yazarken, okurlarımı ilgilendirmeyen çok gereksiz ayrıntılara mi indim, diye çok düşündüm. Doğrusu, benim ve benim kuşağımdan olan sanatçıların, kamuyu ilgilendirecek ilginç anıları, anlatılmaya değer yaşamları yok. Oysa bizden önceki kuşaktan hemen bütün yazarlara bakınız, hepsi de Cumhuriyet’in kuruluşunda da, ondan sonra da önemli yerler almışlar, değerlenmişlerdir. Onlar devlet otoritesinden otoritelenmişler, ünlenmişlerdir. Atatürk’ün sofrasında, yakınında bulunmuşlardır. Onların ünü, açıkça söylemeliyiz ki, kendi gerçek değerlerinden çok, bulaşmış oldukları iktidarın otoritesinden gelmiştir. Değerlerini topluma benimsetmek, sanat güçlerini, kişiliklerini kamuya onaylatmak için ayrı bir çabaları, savaşları olmamıştır, hiç değilse bizim gibi olmamıştır.

Biz iktidara karşı, iktidarın karşısında, kişiliğimizi zorla, söke söke soke kazandık. Bunu ne bizden önceki kuşak için bir yergi, ne de kendi kuşağımın sanatçıları için bir övgü olarak söylüyorum, bir gerçek, bir olgu olduğu için bu sonuna değiniyorum.

İktidarlar halkçı, halktan yana oldukça, butun ilerici sanatçılar da iktidarla bir oranda birlik olurlar. Cumhuriyet’in kuruluşunda, ulasal kurtuluş savaşını kazanmış kadar halkçı görünüşteydi. Onun için de sanatçıların, edebiyatçıların desteğini kazanmıştı. Ama sonradan, iktidar halkçılıktan uzaklaştıkça, daha ileriye gideceğine, terse gittikçe, iktidar nimetleriyle beslenmeye alışmış bu eski edebiyatçılar, sanatçılar tutumlarını değiştirmek gereğini duymadılar. Oysa kuşakdaşlarımız olan olumlu değerli, ilerici, toplumcu butun yazarlar iktidarın karşısındadır, bu durum, sanatçının eksikliği değil, iktidarın halktan uzaklaşmasından, dahası halkı kandırarak halka karşı olmasındandır. Atatürk’ün ve onun yoluyla iktidarın yanına, odasına, sofrasına girmek, okul kitaplarına, okuma kitaplarına girmek demektir. Ünlenmek demektir, devlet büyükleriyle gazetelerde sık sık resimlerinin çıkması demektir.

Oysa benim kuşağımın yazarları, ölmeden okul kitaplarına, okuma kitaplarına giremezler. Hele benim gibilerinin, sağlıklarıda, iktidar elinde bulunan tiyatro, radyo, televizyon gibi kurumlara eserleriyle girmeleri çok zordur, öldükten sonra bile adlarının, bu türlü iktidarlar zamanında, okul kitaplarına girmesi olanaksızdır.

Onların kitapları devletçe basırılır. Bizim kitaplarımız devletçe toplatılır, yasaklanır.

Onların bastırdıkları kitaplar, devlet bütçesinden verilen paralarla kitaplıklara dağılır. Bizim kitaplarımızın kitaplıklara girmesi buyrukla yasaklanır.

Onlar, devlet büyüklerinin yanında dış gezilere çıkarlar. Bizeyse, orospulara, kaçakçılara, arsızlara bile verilen pasaport çok görülür.

Bunlar yakınma değil, bunlar gerçek. Böyle de olması gerekir, normaldir. Bu bizim suçumuz değil, halktan ayrılmış, kopmuş iktidarlar böyle yaparlar.

Bu dediklerimi kanıtlayacak pekçok örnek gösterebilirim. Bu örneklerden sonuncusunu, bu kitabın üçüncü basımına koymak istiyorum.

TRT’den bir görevli bigün evime geldi. Pazar günlerinin bir sönük programını canlandırmak istediklerini söyledi. Bu program için benden bir dizi oyun istedi. Bu görevliye teşekkür ettim. Yazamayacağımı söyledim. Radyonun kapıları, bana ve daha biriki yazara kapalıdır. Yazacağım radyo oyununu oynatmayacaklarını, geri çevireceklerini biliyordum. Ama o görevli, büyük bir iyi niyetle çok üsteleyince, ben de ilgisiz kalamadım. “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” adlı radyo oyununu yazdım. Oniki hafta süren bu oyun, yurdumuzun bütün radyo istasyonlarında ayrı ayrı yayımlandı. Bu oyun öyle büyük ilgi topladı ki, TRT bana ikinci bir radyo oyunu daha ısmarladı. “Kiracıya Maşallah” adlı ikinci radyo oyununu yazdım. Bu oyun oniki haftalık bir diziydi. Ankara Radyosu’nda oyun beşinci hafta yayımlanmıştı ki, o sırada üç kuvvet komutanı 12 Mart Uyarısı’nı yayımladı. Sanki bu 12 Mart Uyarısı, benim “Kiracıya Maşallah” adlı radyo oyunum için verilmiş gibi, oyunun radyoda yayınını beşinci haftadan sonra birdenbire kestiler. Neden? Nedeni yok…

Bir yetkili, daha doğrusu yetkili olduğunu sanan biri,

  • Bu oyunu, yazarının adını radyoda söylemeden oynatınız! diye buyurmuştur.
  • Niçin? Oyunda suç mu var?
  • Hayır, ama öyle olacak….

İşte benim radyoya girmemle çıkmam budur. Bu olayı, başımıza gelmiş bu türlü pekçok olaydan son bir örnek diye anlattım.

Bizden önceki kuşaktan olan bütün şairleri, yazarları, hikâyecileri, romancıları bir bir düşününüz. Bunların hepsi de büyükelçilikler, zengin şirketlerin, devlet kurumlarının, resmi yerlerin yönetim kurullarında üyelikler, milletvekillikleri yapmışlar ve biçoğu da örtülü ödenek bulaşığından beslenmişlerdir. Niçin? Türk politikasına, Türk ekonomisine çok mu değer kazandırdıklarından? Hayır, kalemlerine bağış olarak…

Onun için bizden önceki kuşak yazarlarının anıları gerçekten önemli, ilginç ve değerlidir. Onlar ağızlarını açtılar mı Atatürk’le, İnönü’yle söze başlarlar, “Atatürk bir gün demişti ki…”

Bizim anılarımızın okurlar için gerçekten önemi yoktur. Yaşamımız geçim sıkıntıları içinde, cezaevlerinde, sürgünlerde, mahkemelerde, adliye koridorlarında, sorgularda, kovuşturmalarda, polis kafasıyla boğuşmakla geçti. Bunun anlatılacak, okurları ilgilendirecek nesi var? Bizim yaşamımız, herhangibir yaşam… Ama biz bu zor yaşamdan ancak şeref duyarız. Acaba iktidarlar da yaptıklarından şeref duyacaklar mı? (179-181)


Niçin Yazdım

Bir degeri olduğu için yazmadım bu anıları. Anılarımı yazmamın iki ereği var. Birincisi, anlattığım yaşamımın çevresinde o zamanki Türk toplumunun bir kesitini sunmak istedim. Bu anlar bibakıma yetiştiğim çağda Türk toplumunun toplumsal topografyasından bir parçadır. Yaşıtlarımın, benden az büyük, az küçük olanların yaşamlarıyla benimkiler arasında ortaklaşa yanlar, benzerlikler çoktur. Çoğumuz, buna benzer dar geçitlerden geçip bugüne geldik.

Çocuklarımla çocuklarımın yaşıtları olanlar bilsinler ki, pekçoğunun anababası, benimkine çok benzer serüvenlerin ürünüdür. Ne var ki, pekçokları geçmiş günlerin acılarından, yoksulluklarından utanırlar, bunları bir eksiklik, bir ayıp gibi çocuklarından saklarlar. Bir sınıf arkadaşım vardır, şimdi milyonerdir. Annesi Eyüp’te çamaşırcılık ederek, babası dar gelirli çalışmasıyla onu yetiştirdi. Ama o şimdi, milyoner olduktan sonra, geçmişinden duyduğu utançla, aşağılık duygusuyla, çok zengin bir aile çocuğu, dedesinin de bir Osmanlı paşası olduğu yalanını söylüyor çocuklarına.

Biçok anababa, benim anılarımda kendi anılarını bulacaklardır.

Benim yaşıtlarımla anababaları arasında yüzyıl, iki yüzyıl vardır. Sanırım babamla benim aramda enaz üç yüzyıllık bir zaman boşluğu vardı. Biz bir kopuşun çocuklarıyız. Anılarımda işte bunları anlatmak istedim: Biz nerden gelmiştik?

Anılarımı anlatmaktan ikinci amacım da şu: Böyle gelmiş, böyle gidecek değil, böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek, gidemez.

Böyle Gelmiş Böyle Gitmez

“Böyle gelmiş böyle gider” demekten çıkarı olan bütün sömürücüler, bütün çıkarcılar, bütün aldatıcılar, ve aldatılanlar şunu iyi bilsinler ki: Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek! Çocuklarımız, bütün bu çektiklerimizi çekmeyecekler. Biz yoğun bir bataklık çamuru içinde sürünerek kendimizi kurtarıp şimdi olduğumuz bu yere geldik.

Aynı yoldan geçip kendilerine iyi bir yaşama düzeni kurmuş olanlardan kimisi şöyle der: “İnsanın kendisinde yetenek olduktan, çalıştıktan sonra başarmamak olanaksızdır.”

Yalandır bu sözler. Geçip kurtulduğumuz o yoğun bataklığa gömülüp boğulanlar ne oldu? Bizim kurtuluşumuz bir iyi tesadüftür.

Söyleşi

Dost okurlarım! İşte benim on yaşıma dek olan yaşamımı, anılarımı öğrendiniz. Bu yollardan geçip gelen benim gibi birisi için, önüne açılan iki yol vardır: Ya sınıf değiştirecek, ya bir üst sınıfa geçecek, üst sınıfın nimetleri, rahatı içinde kendinden memnun olacak, uyuşacak; yada çektiği acıları kendisinden sonrakilerin çekmemesi için savaşacak, yani toplumcu olacak. Benim toplumcu, solcu oluşumun nedeni işte budur, toplumculuğum, yaşamımın bir sonucudur. İnanıyorum ki, Türk halkı ancak ve ancak toplumculukla kalkınır. İnanıyorum ki, ancak toplumculukla çocuklarımız bizim çektiklerimizi, bizim acılarımızı çekmez.

Bu anılarımdan neden benim mizahçı olduğumu anlamışsınızdır. 1953’te yayımladığım Geriye Kalan adlı kitabımın önsözünden şu satırları buraya aktarıyorum:

Onbeş yıl oluyor, Babiali’ye aşk şiirleriyle girdim, yokuşun alt başından ellerim kelepçeli çıktım.. Bir küçük, bir güdük kalem ki, şeflerin, diktatörlerin, yardakçıların, bütün bu kör nişancıların hıncına, gayzına, gazabına hedef oldu.

Simdi dönüp geriye bakıyorum. Bir yaz güneşi altında, yedi rengin bütün çekiciliğiyle boncuk boncuk ışıldayan eşekarıları kümesine parmağını sokup oynamak isteyen bir yaramaz çocuğun akıbetine uğramışım. Bütün suçum, kendilerini arbeyi sanan eşekarılarını tedirgin etmiş olmamdır.

Sevgili okurlarım. İşte o kavgadan “Geriye Kalan”, gözyaşlarımdan süzdüğüm şu bikaç avuç kahkahadır.

Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek, böyle gidemez, böyle götürmeyeceğiz. (183-184)

Aziz Nesin
Böyle Gelmiş Böyle Gitmez
Nesin Yayınevi

Bir yanıt yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.