AZİZ NESİN’İN HATIRALARINDA ANNESİNİN ÖLÜMÜ

Dikiş Makinesi

Müslüman cenazesinin bütün gideri, ölenin kendi el emeğinden kazandığı parayla yapılacak. Kefen bezini önceden hazırlayacak Müslüman. Cesedinin yıkanması için gereken sabunu, lifi de önceden biyana koyacak.

Annem de öyle yapmış. Kefen bezi, sabun, lif, pamuk, hepsi sandığındaymış. Babam söylüyor bunları. Annem bişey daha söylüyor babama ki, annemin bu sozleri babamı tüm yıktı. Diyor ki annem: – Cenazemin kendi paramla kaldırılmasını istiyorum. Benim el emeğimle alınmış bu evde yalnız bir dikiş makinesi var. O dikiş makinesini sana satıyorum. Onun parasıyla benim cenazemi kaldırt.

Babamın üzüntüsünün sonu yoktur. Babamın herşeyi, nesi varsa, hepsi annemin… Dahası, babamın hayalleri bile annemindir. Öyleyken o neden böyle yapıyor? Annem ne yapsın? Ona göre Müslümanlık böyledir. Tek malı olan dikiş makinesini babama satmış olacak, parasıyla da cenazesi kaldırılacak.

Bu dikiş makinesini anneme evlenirken, evlatlık olarak evlerinde bulunduğu Salim Bey’le eşi Süreyya Hanım çeyiz olarak vermişlerdir, yani annemin elinin emeğinin, alnının terinin, göz nurunun hakkıdır. Ben üç yaşındayken Yeniçeşme yangınında evimiz yanarken, annem iki çocuğunu, kadife kese içindeki Kuran’ı, kardeşimin oturağını, bir de işte bu dikiş makinesini kurtarabilmiştir yangından.

Babam yine de üzülüyor annemin sözlerine. Ama annemin yaptığı, karıkoca arasında bir pazarlık, bir alışveriş değildir ki… Babam derin üzüntüsünü dışa vuramıyor.

Evimizin önündeki çardak asmanın salkım salkım sarkan üzümleri kararmaya başlamıştır, üzümler iyice olgunlaşıyor. Salkımlarda çatlamış üzüm taneleri bile var. Acaba bir salkım üzüm istesem, asmadan koparıp da verirler mi? Yoksa, “Daha iyice olmadı, olgunlaşsın da sonra…” mı derler?

Gözlerim salkımlarda… Ama bitürlü isteyemiyorum. Üzümler morarıyor, koyulaşıyor gittikçe…

Taş Dolusu Kan

Oturuyorduk. Daha sabahtı. Annem öksürdü. Herzaman kesik kesik öksürürdü.  Ama bu kez öksürüğü hiç dinmiyordu. Öksürürken birden ağzından kan boşandı, bir kan, bir kan… Konuşamıyor ama, babama eliyle beni dışarı çıkarmalarını işaret ediyor. Kendini o halde görmemi, korkmamı, üzülmemi istemiyor. Benimle

kim uğraşacak? Odadan çıkmıyorum. Kardeşim bir tas getiriyor. Tas kanla doluyor. Kardeşim küçük leğeni getiriyor. Beni dışarı çıkarıyorlar.

Üzümler kararmış… Önünden geçtiğim küçük Rum evinin perdesi açık pen- ceresinden duvardaki Meryem Ana önünde yanan kandile bakıyorum. Dönüp dolaşıyorum çamların arasında kendi yalnızlığımla; beni bütün yaşamımda hiç yalnız, hiç tekbaşıma bırakmayacak olan en iyi dostum yalnızlığımla, bana kendi kendime yetmeyi öğreten yalnızlığımla; bana direnmenin, dayanmanın dersini veren yalnızlığımla; beni bibaşımayken de kalabalık eden yalnızlığımla, her bırakılmışlığımda, her yıkılmışlığımda elimden tutan yalnızlığımla… Ne şaşılası şey, ağlamıyorum da, bir damla yaş yok gözümde, kaskatı, üstelik de rahatım…

Dönüp geliyorum bir zaman sonra eve. Evde bir kalabalık, biçok kadın… Beni odaya, annemin yanına sokmuyorlar. Öğlen oluyor. Komşu kadınlar çekilip gidiyorlar evlerine. Babamla kardeşim kalıyor annemin yanında. Ben de annemin yanına gitmek istiyorum ama, bitürlü giremiyorum nedense içeri…

Gözlerim Açık Ölmüyorum!

İçerde konuşulanları duyabilmek için kulağımı kapıya, anahtar deliğine dayadım. Bütün ayrıntılarıyla annemin bir sözü kulağımda. Annem babama diyor ki: – Oğlum yatılı okulda okuyor ya, onun için gözlerim açık ölmüyorum.

Oysa ben okuldan kaçmıştım, bidaha da okula dönme olanağım yoktu. O denli çok zaman geçmişti ki, dönsem bile artık beni okula bidaha almazlardı. Benim okul kaçkını olduğumu ne annem ne babam biliyordu. Annemi ölüm döşeğinde kandırmıştım; bu bana çok ağır geldi.

Okuyabilmek, okula gidebilmek için çırpınmamın tek ve baş nedeni, işte kapı arkasından duyduğum, annemin bu son sözleridir. Kendimi anneme borçlu, sorumlu, yükümlü buluyordum. Ne yapıp edip okumalıydım. Annem o sözleri söylemeseydi, ben de o söylerken duymasaydım, bidaha hiç okula gidemezdim, okuyamazdım. Bu sözler bende bir kamçı vuruşu etkisi yaptı..

Aylarca, yıllarca annemin sözleri kulağımda çınladı: “Oğlum yatılı okulda okuyor ya, onun için gözlerim açık ölmüyorum.”

Son Görüşüm

Annem çağırmış olacak beni yanına. Yine komşu kadınlar gelmişti. Ama onlar da dışarda taşlıkta duruyorlardı. Annemin yanında yalnız babam vardı.

Odaya girdim. Oda kapısından girince sağda, çardak yanındaki duvarda iki pencere, solda taraçaya açılan pencere. Kapının bitişiğindeki duvar dibindeki sedir üstündeki yatakta annem yatıyor hiç kıpırdamadan… Başı taraça yanında, yani asma çardağına doğru dönük yüzü. Ama bu pencerenin patiska perdesi inik. Ikindiye doğru odanın içi eylül gölgesiyle loş.

Annemin yüzü rahat. Gözleriyle bana gülümsüyor. Babam başında. Bir suskunluk içinde duruyor sessiz… Zaman geçiyor, sanki on yıl, yüz yıl geçiyor. Annem bişeyler söylemek istiyor ama konuşamıyor gittikçe, heceleri büyüyüp ağzına sığamaz oluyor. İstemi elinden uçup gitmekte, diline egemen olamıyor. Bişey, bişey daha söylemek istiyor. Babam Kuran okuyor.

Artık hiç konuşamıyor annem. Gözlerini de çeviremiyor, döndüremiyor, bakışları donuk… Gözleri tavana çakılı kalıyor. Solumak için zorluk çekiyor. Beni yine dışarı çıkarıyorlar.

Bu, annemi son görüşümdür. Ama sesi hep kulağımda: “Gözlerim açık ölmeyeceğim…” Kendimi suçlu buluyorum.

Akşam oluyor. Evimize giren çıkan çok… Hava kararıyor. Annem daha ölmemiştir.

Bana, Neriman Hanım Teyze’nin evine gitmemi, geceyi orda geçirmemi söylüyorlar.

Neriman Hanım, adada, bundan önceki evimizin bitişiğinde oturan, benim Darüşşafaka’ya giriş evrakımı bana getiren itfaiyecinin karısıdır.

Öyle bir durum ki, o anda ne istersem kesinlikle yapılacaktır. Bir salkım üzüm istiyorum. Babam çardağa uzanıyor, asmadan koca bir salkım koparıp veriyor. (324-326)

Vesikalık altı resim çekildi. Sokak fotografçısında çekilmiş bu altı resim gözümün önünde: Yüzden başa atılmış peçeyle siyah çarşafın küçük üçgeni arasında kalmış, annemin alnıyla çenesi bile iyice seçilemeyen, dumanlı, puslu, silik yüzü…

Resimlerle vekâletname gönderildi Ordu’ya. Annem hiçbir zaman bu vekaletnameye bir cevap alamayacaktır. Bu miras işi bir zaman evimizde konuşulacak, sonra unutulacak. Ne o tarla satılacak, ne de anneme bidaha köyünden fındık, fasulye gelecek.

Yanar dururum: Annem, bikez sinemaya gitmedi. sinema nedir, nasıldır görmedi; günahtı, saçmaydı çünkü sinema. Bikez tiyatroya gitmedi, tiyatro nasıldır görmedi, bilmedi, çünkü günahtı. Yaşadığı çağın teknik olanaklarından yararlanabildiği, yalnızca işte bu altı vesikalık fotograftı.

Benim için hazineler değerindeki o silik fotograflardan bitekini olsun elime geçirmek, annemin yüzünün 6×9’luk bir hayalini görebilmek için 1959’da Ordu’ya gittim. Perşembe ilçesini, Anaç köyünü dolaştım, ama kimselerde bulamadım o vesikalık fotografları. (217)


Bizim evimiz rahat, geniş serin bir ev… Bahçede biçok incir ağacı, dut ağacı var. Her sabah kalkınca, annem bir tepsi dolusu incir topluyor ağaçlardan, ballı balli incirler, balları akıyor. Sabahın ayazını da yemiş, buz gibi, buz… Hertürlüsü var, yazılı kavak inciri, lop incir, kara incir, Sultanselim inciri.. Sabah kahvaltımız bu incirler oluyor. Ya bahçede ağacın altına serdigimiz hasırda, ya evimizde oturuyoruz incir tepsisinin başına, bir güzel atıştırıyoruz. Tepsi tepsi dutlar, incirler…

Annem öleceğine yakın, babama vasiyet edecek: “Mezarımın başucuna incir, ayakucuma da dut ağacı dikin. Kuşlar gelip gelip yesinler.” Annem çok severdi inciri, dutu… (152)



Dut, İncir, Kuşlar

Annemin ençok sevdiği yemiş dutla incirdi. Babama bikaç kez söylerken duymuştum:

– Mezarımın başucuna dut, ayakucuna incir dik!

Bisüre suskunluk olurdu odamızda. Sonra annem çok olağan bişey söylüyormuş gibi,

– Kuşlar, hele o geveze serçeler dutu, inciri çok severler. Yiyip yiyip üstümde ötüşsünler… derdi.

Babam Istanbul’dan biyerden bir dut, bir de incir fidanı getirmişti. Babamla birlikte annemin Hegbeliada mezarlığındaki mezarına gitmiştik. Ben fidanları taşımıştım, babam da kazmayla küreği… Babam usta elleriyle annemin mezarının başucuna dut, ayakucuna incir fidanı dikmişti. Mezarlık bekçisinden aldığımız tenekeyle su taşıyıp fidanları sulamıştık.

Babam sık sık mezarlığa gider, annemin mezarına diktiği o iki fidanı sulardı. Birlikte gittiğimiz de olurdu. Babam bu iki fidanı sulaması için mezarlık bekçisine para verirdi. Fidanlar yine de tutmadı. Babam ikinci kez getirdiği fidanları dikti. Onlar da o kış dondu. Annemin mezarına üçbeş kez dikmişti dutla incir fidanını Bu işlerde de çok ustaydı babam. Ama nedense tutmadı fidanlar.

Bir insan ölüp toprağa karışacak, elbet üstündeki ağaçların dallarında ötüşen kuşları duymayacak. Önemli olan bir ölünün kuş seslerini duyup duymaması değil. Biz yaşarken, daha sağlığımızda, mezarımızın üstünde ötüşecek kuşları tasarlayıp sevineceğiz ya… Güzel olan işte bu.

Ben de o son durakta, üstümdeki dut, incir, dallarında kuşlar ötüşsün isterim. Elbet duymayacağım, bilmeyeceğim, haberim olmayacak. Ama o zamanki güzelliği, cıvıltıyı şimdi tasarlayıp sevinebiliyorum; kendimden sonrasını şimdiden yaşayabiliyorum. (337-338)

***

Bir Hikâyeden

Bu olayı yıllar sonra Yedigün dergisinde (1941), daha sonra da biraz değiştirerek Aydabir dergisinde (1953) hikâye biçiminde yazacağım. O hikayeden bikaç satır işte (Hikâyenin Yedigün’deki adı “Bir Salkım Üzüm” Aydabir’deki adı “Çocukluk’tu.)

Adada zenginler oturur, ama biz de adada oturuyorduk. Küçücük, tek odalı bir evimiz vardı.
(..) Evimizin önünü boydan boya örten bir asma çardağı süslerdi. Üzüm manavlardan çekilmeye başladı mı, her biri bir kilo gelen salkımlar çardağın belini büker, ben de baştan çıkarırdı.
(…) Salkım salkım üzümler, yeşil bir ibrişime dizili mum alevleri gibi gelirdi bana. Manavın küfesinde, sofrada, tabakta gördüğüm üzümler, bitürlü koparamadığım asmadaki salkımların zevkini, isteğini vermezdi.
(…) Ölüm güzel değildir elbet. Ama siz ölümü güzel, genç bir veremli annenin yüzünde gördünüz mü hiç?
(…) Veremli, yavaş yavaş, alışa alışa hergün biraz daha ölür, günün birinde ürkmeden, korkmadan bir geziye çıkarcasına aramızdan uçup gider.
Annem yirmialtısındaydı, hastaydı… Ne balıkların oynaştığı denizlerden esen ozonlu rüzgar, ne üzüm tanelerinin içinde yanan güneş, ne çam gölgelerinin dinlendiği mis kokulu kırmızı topraklar, ne de benim sevgim onu dünyaya bağlayabildi.
(…) Beni annemin odasına soktular. Güzel yüzü daha da güzelleşmişti. Ancak anneler bu denli güzel olabilir.
(…) Beni görünce, belli etmemeye çalıştığı, yaşamak aşkı dolu biriki damla yaş süzüldü gözlerinden.
Pencereden baktım. Eteği dantelli patiska perdenin arasından salkımları gördüm. Güneş, üzümlerden şıpır şıpır damlıyor Akşama doğru annemin bakışları uzaklara, çok uzaklara, ötelere gitti. Bizden ayrı, uzak, başka biyerlerdeydi.
Evde kalmamı uygun bulmadılar. Babam, bir komşu teyzeye gitmemi söylüyordu.. Başımı eğdim. Hemen üzümler aklıma geldi.
(…) Her istediğimin yapılacağını o anda kestirmiştim. Bir salkım üzüm istedim. Babam asmanın kıskanç, iri damarlı yapraktan elleriyle sarıldığı büyük bir salkımı koparıp bana verdi.
(…) Ta yukarılara çıktım. Hegbeli’nin en tepesine… Ay erkenden çıkmış. Çam dalları esintiyle oynaştıkça, dallardan süzülen gölgeler arasındaki ay ışıkları yerde sedef kelebekler gibi oynaşıyor.
Yere sırtüstü uzandım. Salkımı aya doğru kaldırdım. Ayın ışığı salkımdan kollarıma süzülüyor. Üzümleri dudaklarımla koparıp koparıp, emerek yedim. Annem. Annem hiç aklıma gelmiyordu o sıra…

Aziz Nesin
Böyle Gelmiş Böyle Gitmez
Nesin Yayınevi

Bir yanıt yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.