Albine ve Serge çiçekliğe girdiler. Albine, keyifli bir ilgiyle seyrediyordu Serge’i, yorulmasından endişeleniyordu. Ama o belli belirsiz bir gülümsemeyle rahatlattı. Onu istediği yere götürecek kadar güçlü buluyordu kendini. Kendisini tekrar güneşte bulunca, sevinçle göğüs geçirdi. Yaşıyordu işte. Kışın koma haline bağlı bir bitki değildi artık. Bu nedenle son derece duygusal bir minnettarlık içindeydi. Albine’in küçücük ayaklarını, yolların sertliğinden korumak istiyordu. Kollarını, annesinin uyuttuğu bir çocuk gibi boynuna dolamasını düşlüyordu. Genç kızı, kıskanç bir muhafız gibi korumaya başlamıştıartık yoldaki taşları ve dikenleri kenara itiyor, yalnızca kendine ait olan okşamaları, onun o güzel saçlarından rüzgârın çalmamasına dikkat ediyordu. Albine, Serge’e sıkı sıkı sarılmış, son derece mutlu bir biçimde teslim ediyordu kendini.
Albine ve Serge, güneşin altında ilk kez böyle yürüdüler. Çift, hoş bir koku bırakıyordu arkasında. Patikaya bir ürperti veriyor; güneş ayaklarının altına altın rengi bir halı seriyordu. Serge ve Albine, çiçekli fundalıklar arasında, öylesine çekici bir büyüyle ilerliyorlardı ki uzak yollar onları çağırıyordu. Halkın, uzun zaman beklenmiş hükümdarları selamlaması gibi, bir hayranlık mırıltısıyla selamlıyordu onları, ikisi bir arada, harikulade güzel, tek bir yaratıktı. Albine’in beyaz teni, Serge’in esmer teninin beyazlığından başka bir şey değildi. Güneşle giyinmiş halde yavaş yavaş ilerliyorlardı. Güneş olmuşlardı artık. Eğilen çiçekler tapıyorlardı onlara.
Çiçeklikte uzun süreli bir heyecan oldu. Yaşlı çiçeklik eşlik ediyordu onlara. Burası yüz yıldır kendi haline bırakılmış geniş bir alan, rüzgârın en değerli ve az bulunan çiçekleri içine ektiği cennetten bir köşeydi. Bol güneşte uyuyan Paradou’nun mutlu suskunluğu, bitki türlerinin yozlaşmasını engelliyordu. Orada ılık bir hava, her bitkinin, kendi gücünün sessizliği içinde uyuması için sürekli beslediği bir toprak vardı. Orada yetişen bitkiler, son derece görkemli, muazzam, son derece bakımsız, çapa ve su kovası görmemiş dev çiçekler halinde açmış rastlantılarla doluydu. Doğal sınırların koruduğu bu ıssızlığın ortasında, utanmadan büyümekte özgür, kendi haline bırakılmış doğa, her bahar mevsiminde kendini daha fazla terk ediyor, olağanüstü taşkınlıklar yapıyor, her mevsimde, kendisine, hiçbir elin kesinlikle koparmayacağı tuhaf çiçek demetleri ikram ediyordu. Ayrıca insan çabasının başardığı işi alt üst etmek için çılgınca uğraşıyormuş gibi bir hali vardı. Başkaldırıyor, yollara karmakarışık çiçekler serpiyor, çakıllıkları yükselen yosun yığınıyla kaplıyor, mermerlerin boynuna sarılıyor, tırmanan bitkilerinin esneyen ipiyle yere seriyordu onları. Havuzların, merdivenlerin, taraçaların taşlarının altına fidanlar sokarak kırıyordu onları, sürüne sürüne gidip, ekilmiş en ufak köşeleri bile ele geçiriyor, oraları kendince yoğuruyor, yerden aldığı bir tohumu, oraya bir başkaldırı bayrağı gibi dikiyor, bu mütevazı yeşilliği, çok iddialı bir yeşillik yapıyordu. Bir zamanlar çiçek tutkunu bir efendi için bakılan çiçek bahçesinin tarhlarında, özenli kenarlarında, köşelerinde son derece seçkin bitkiler vardı. Bugün gene vardı aynı bitkiler ama öylesine sayısız familyalar halinde çoğalıyor, genişliyor, bahçenin dört bir yanına öyle bir sefahat düşkünlüğü içinde yayılıyorlardı ki bahçe bir gürültü patırtıdan, duvarları dolduran birkaç öğrenci kalabalığından, sarhoş doğanın, mine çiçekleri ve karanfillerin hıçkırıklarla doldurduğu kuşkulu bir yer haline gelmişti.
Albine, zayıf ve halsiz düşmüş, Serge’in omzuna kendini ona teslim olmuş gibi görünüyordu ama Serge’i yöneten gene de kendisiydi. Önce mağaraya götürdü onu. Kavaklardan ve söğütlerden oluşan bir ağaç topluluğunun arkasında, bir yıkıntı, bir yalağın içine düşmüş kayalardan oluşan taş bir kovuk açılıyor, taşların arasında su sızıntıları görülüyordu. Mağara dalların ve yaprakların saldırısıyla kaybolmuştu, gül hatmi sıraları, mağaranın girişini kırmızı, sarı, mor, beyaz çiçeklerden bir parmaklıkla örmüştü âdeta. Çiçek dalları, içindeki zehrin ateşini pervasızca püskürten tunç yeşili, dev ısırganlar içinde kaybolup gidiyordu. Daha sonra, birkaç sıçrayışla yukarı tırmanan, narin çiçekleri yıldız biçiminde açılmış yaseminlerin, ince dantelli mor salkımların, cilalı saç tabakaları andıran oymalı kalın sarmaşıkların, soluk mercan renkli dallarla dolu yumuşacık hanımellerinin, kollarını uzatmış, tepeleri sorguçlu, âşık filbahrilerin güçlü hamlesi görülüyordu. Sonra daha ince başka bitkiler de sarılıyordu bunlara, bu çiçekleri sıkı sıkı bağlıyor, kokulu bir örgü içinde hapsediyordu. Yeşilimtirak ve çıplak tenli latinçiçekleri kırmızı altın ağızlarını açıyorlardı. İncecik ipleri andıran güçlü İspanya fasulyeleri, yer yer keskin kıvılcımlarının ateşini tutuşturuyordu. Boru çiçekleri yapraklarının oymalı göbeğini açıyor, binlerce küçücük çıngıraklarıyla, zarif renklerinden sessiz bir melodi dinletiyorlardı. Kokulu nohut çiçekleri, bir yere konmuş kelebek sürüsü gibi esen ilk rüzgârda daha uzaklara gitmeye hazır durumda, kızıl ve pembe kanatlarını topluyorlardı. Bir çiçek yağmuruyla benek benek olmuş bu muazzam yeşillik gür saçlı bir başı andırıyordu ve bu saçın lüleleri her yandan taşıyor, çılgın diziler halinde dağılıyor, uzakta, sırtüstü uzanmış, rahat ve de bir tutku nöbeti içinde başını arkaya devirmiş, dev gibi bir kıza benziyordu.
“Bu karanlığa girmeye kesinlikle cesaret edemedim şimdiye kadar” diye fısıldadı Albine, Serge’in kulağına.
Serge cesaret verdi kendisine, ısırganların üstünden geçirdi onu, mağaranın girişini kocaman bir taş tıkamış olduğundan, Albine birkaç adım ötede ağzını iyice açmış kovuğun üzerine iyice eğilebilmesi için kollarında ayakta tuttu bir an onu.
Alçak sesle konuştu Albine: “Akan suya düşmüş, boylu boyunca uzanmış mermer bir kadın var” dedi. “Su kemirmiş yüzünü.”
Serge de görmek istedi onu. Bileklerine dayanarak yükseldi. Serin bir hava vurdu yanaklarına. Sazların ve su mercimeklerinin arasında, kovuktan süzülen gün ışığında kadın yarı beline kadar çıplak, sırtüstü yatıyordu, bacaklarında bir örtü vardı. Yüz yıl kadar önce boğulmuş, muhtemelen çektiği sıkıntılar yüzünden bu pınarın dibine düşmüş, yavaş yavaş intihar etmiş bir heykeldi. Üstünden akan berrak su, yüzünü düz bir taş, yüzü olmayan bir beyazlık haline getirmişti; oysa âdeta ensenin harcadığı bir çabayla su yüzüne çıkmış gibi duran memeleri, hâlâ canlı ve eskiden kalmış bir şehvetle kabarmış gibi duruyordu.
“Boş ver, ölmemiş!” dedi tekrar aşağı inen Serge. “Bir gün gelip oradan çıkarmak lazım onu.”
Ama ürperti duyan Albine oradan uzaklaştırdı onu. Tekrar güneşe, tarhların ve çim yastıklarının sefahatına döndüler. Öylesine, üstünde belirgin bir yol olmayan bir çiçek yığını içinde yürüyorlardı. Ayaklarının altında, bir zamanlar bahçe yollarının kenarında dikili olan, şimdi ise sonu gelmeyen sergiler halinde yayılan zarif bitkiler, bodur bitkiler vardı. Ara sıra, pembe sinekkapanların oluşturduğu benekli ipek yığınına, küçücük karanfillerin alacalı atlasına, hüzünlü ve küçücük gözlerle dolu muhabbet çiçeklerinin mavili kadifesine gömülüyorlardı topuklarına kadar. Daha ötede mis kokuların oluşturduğu bir deniz gibi, dizlerine kadar yükselen dev muhabbet çiçek arasından geçiyorlardı. En küçük bir demeti bile berelemekten korktuklarından, yakındaki, çok hoş menekşelerle dolu bir bahçeyi çiğnememek için bir inci çiçeği bahçesinden, kestirmeden gidiyorlardı. Sonra dört tarafları da kapanıyor, her yanlarında yalnızca menekşeler kalıyor, sonra ilkbahar soluğunun içinde bu mis gibi kokan tazelik üstünde mahcup adımlarla yürümek zorunda kalıyorlardı. Menekşelerin ötesinde, lobelyaların yeşil halısı, açık mor lekelerle, biraz zorlukla uzayıp gidiyor, selaginoitlerin ufak inceliklerle birbirinden ayrı yıldızları, nemofilaların mavi kupaları, sabunotlarının sarı haçı, Mahon frenk menekşelerinin pembe ve beyaz haçları, zengin motifli halıları andıran köşeler çiziyor, çiftin, ilk gezintilerinin keyfi içinde yorulmadan yürümeleri için önlerine sonsuz, gösterişli, şahane bir örtü seriyordu. Sürekli menekşeler çıkıyordu karşılarına. Her yandan bir menekşe denizi akıyordu ve ayaklarına çok değerli kokular döküyor, yaprakların altındaki gizli çiçeklerin soluğunu, eşlik etmek için yanlarına veriyordu. Albine ve Serge yollarını şaşırıyordu. Daha yüksek binbir çeşit bitki çitler örüyor; çiftin, üstünde keyifli bir biçimde yürüdüğü dar patikalar meydana getiriyordu.
Patikalar ani dönemeçlerle içerilere doğru dalıyor, dolambaç yapıyor, göz mavisi renginde püsküllü herdemtazelerin, hafifçe misk kokan yapışkan yapışkanotlarının, kızıl benekli, bakır renkli boğazlarını gösteren nimülüslerin, rüzgârın eğirdiği çiçekten örekelerini diken görkemli, kızıl ve mor renkli otsu süs bitkilerinin, saç gibi ince elyaflı kırmızı ketenlerin, dolunaylara, altın renkli aylara benzeyen beyazımsı, mavimsi, pembemsi, soluk renkli, kısa ışınlar saçan krizantemlerin oluşturduğu, karmakarışık ve içinden çıkılması mümkün olma yan korulukların eteklerini birbirine karıştırıyordu. Serge ve Albine engelleri aşıyor, iki çit arasındaki yeşillikte keyifli yürüyüşlerini sürdürüyorlardı.
Sağ tarafta incecik geyikotları, bembeyaz kar gibi dökülen mahmuz çiçekleri, yapraklarının küçücük çukurlarında bir damla şebnem olan kül rengi köpek dilleri vardı. Sol tarafta hasekiküpeleri bulunan uzun bir yol vardı. Bütün hasekiküpesi türleri, beyazları, soluk pembeleri, koyu morları vardı. Özellikle de koyu mor renktekiler, siyah matem rengi kadar kasvet veriyor, yüksek dalların oluşturduğu bir demetten, matem tülü gibi katmerli ve işlemeli yapraklarını sarkıtıyorlardı. Onlar ileri doğru gittikçe, daha uzaklarda çitler değişiyor, yaprak kıvrımları arasında yitip giden çiçeklenmiş, sıra sıra, görkemli hazeran çiçeği dalları gözüküyor, kızıl renkli aslanağızlarının açık ağızları dışarıya doğru uzanıyor, hoş, kırmızı beneklerle süslü, kükürt rengi kanatlı çiçeklerle dolu şizantüslerin ince dalları yükseliyordu. Çan çiçekleri koşuşturup duruyor, çanlarını olabildiğince yükseltiyordu. Altın rengi dalları çan kulesi işlevi gören iri çirişotlarının üstüne kadar ulaşıyordu. Bir köşede, görkemli bir rezene, su yeşili renginde atlastan şemsiyesini eğmiş, ince dantel giysili bir kadına benziyordu. Serge ve Albine, daha sonra, birdenbire, kendilerini bir çıkmazın sonunda buldular, daha öteye gidemediler. Patikayı, bir çiçek yığını, müthiş bir bolluk içinde fışkıran bitkiler tıkıyordu ve oraya zafer sorgucu takmış bir yığın oturtuyordu sanki. Aşağı tarafta ayıyoncaları bir kaide oluşturuyor ve bu kaidenin üstünde lal renkli mubarekotları, kuru yapraklarında, duvar kâğıtları gibi çatlaklar bulunan rodantlar, ilkel bir tarikat mensubunun saçlarını andıran, işlemeli, beyaz, iri haçlı klarkiyalar çıkıyordu. Daha yukarılarda pembe renkli viskaryalar, sarı leptosifonlar, beyaz kolinsiyalar, cırtlak renkler arasına, yeşil güllü ponponlarını daldıran lagürüsler açılıyordu. Daha da yukarıda kırmızı renkli yüksükotları, mavi acıbaklalar, ince sütunlar halinde yükseliyor, erguvan ve lacivert renkli bir Bizans kubbesi oluşturuyor, en tepede de, kan rengi yapraklı, müthiş bir kene otu, kararmış bakırdan bir kubbeyi yayıyordu âdeta.
Serge, ellerini uzatarak geçmek isteyince Albine çiçekler tahrip etmemesi için yalvardı ona: “Dalları kırar, yaprakları ezersin” dedi. “Ben yıllardır buralarda yaşıyorum, kimseyi öldürmemeye dikkat ediyorum… Gel yabani menekşeleri göstereyim sana.”
Geri dönmek zorunda bıraktı onu, patikanın dışına çıkardı, eskiden içinde büyük havuzların bulunduğu çiçek bahçesinin ortasına kadar götürdü. Yaprak dolu havuzlar, artık dağılmış, kırılmış mermer kenarlı, geniş tarhlara dönüşmüştü. Esen bir rüzgar, bunların en geniş olanlarından birine olağanüstü görkemli bir yabani menekşe tarhı ekmişti. Kadife çiçekleri lacivert saçları, sarı gözleri, daha solgun dudakları, ten rengi ince, küçük çeneleriyle canlı gibi gözüküyordu.
“Küçükken korkuyordum bunlardan” dedi Albine. “Şunlara bak bir, hepsi yerden bitme, insana bakan binlerce yüz adeta… Yüzlerini de hep birlikte çeviriyorlar. Başları dışarıda, toprağa gömülü bebekler gibi bunlar.”
Serge’i sürüklemeye devam etti, öbür havuzların çevresini dolaştılar. Birinci havuzun yanındaki havuzda horoz ibikleri bitmişti, yukarı kalkmış bu acayip ibiklere Albine dokunmaya cesaret edemiyor, baktıkça, kan rengi kurtlara benzetiyordu onları. Saman rengi, şeftali çiçeği renginde, keten grisi, pembe renkle yıkanmış beyaz kınaçiçekleri de bir başka havuzu dolduruyor, tohumları, zayıf, kuru sesler çıkararak yay gibi fırlıyordu. Sonra, bir çeşme yakıntısı ortasında, görkemli bir karanfil yığını vardı. Beyaz karanfiller yosunlu yalaktan taşıyordu, taşların aralarında, tepelikli karanfillerin, işlemeli muslini andıran alaca bulaca katmerleri görülüyordu. Bir zamanlar su püskürten aslan ağzında şimdi iri, kırmızı bir karanfil, son derece canlı çiçekler halinde fışkırıyordu ve sakat, yaşlı aslan kan tükürmeye başlamıştı artık. Sonra, onun yanında, bir zamanlar içinde kuğu kuşlarının yüzdüğü büyük havuz bir leylak ormanına dönüşmüştü. Bu ormanın gölgesinde şebboylar, mine çiçekleri, gündüzsefaları, kokularla ıslanmış, yarı uykulu bir halde, kırılgan renklerini koruyordu.
Albine gururlu bir tavırla konuştu: “Yarısını bile dolaşmadık çiçek bahçesinin daha. Esas büyük çiçekler orada. O taraflarda, ben buğday tarlasındaki keklik gibi kaybolurum.”
Gittiler oraya. Devrilmiş saksıları hâlâ süsenlerin mor alevleriyle yanan geniş bir merdivenden indiler. Basamaklar boyunca, sıvı bir altın seline benzeyen bir şebboy şelalesi akıyordu. İki tarafta, tuhaf bir sanat yapıtı, bir Çin buhurdanı kadar ince, zarif, diken diken, acayip bir kuş gagası gibi kıvrık, yeşil bronzdan, kollu şamdanlarda devedikenleri görülüyordu. Kıvrık parmaklıklar arasında, damkoruklarından sarı örgüler, küf lekeleriyle dolu yeşilimsi saçlar sallanıyordu. Sonra, aşağıda, meşeler gibi iri şimşirler dikilmiş, ikinci bir çiçek bahçesi vardı. Bu şimşirler, bir zamanlar top top, ehram biçiminde, sekiz köşeli kuleler şeklinde kesilmiş, şimdi son derece çekici bir perişanlık içinde, aralıklarından mavi gökyüzü parçaları gözüken iri paçavralar gibi koyu yeşil renkli yapraklarla örtülü, eski düzgün şimşirlerdi.
Albine, Serge’i sağ tarafa, çiçek bahçesinin mezarlığı gibi görülen bir tarlaya götürdü. Kumlarda biten otlar kendi matem renkleriyle karartıyordu burasını. Bir yığın haşhaş, diziler halinde ölüm kokusu saçıyor, hummalı bir pırıltı içindeki ağır çiçeklerini açıyorlardı. Trajik şakayıklar, yüzleri harap ölmüş, salgın hastalık soluğuyla benzi kül rengini almış, hüzünlü kalabalıklar oluşturuyordu. Kısacık tatulalar, morumsu borularını açıyor, canlarından usanmış böcekler intihar zehri içiyordu orada. Aynısafalar, tıkızlaşmış yapraklarının altına çiçeklerini gömüyor, bu can çekişen yıldızlar, çürüdükçe koku yayıyorlardı çevreye. Daha kasvetli şeyler de vardı: Paslı maden renginde, dolgun düğünçiçekleri, zehir saçan, kendi kokularıyla ölen sümbüller ve sümbülteberler. Ama özellikle de ölü küllerinin konduğu vazoları andıran bitkiler çok boldu. Her tarafta bol bol rastlanıyordu bunlara ve çizgili kadifeden, düz kadifeden, görkemli bir sadelik içindeki morlu beyazlı görünüşlerinin yarı matemini dolaştırıyorlardı çevrede. Bu hüzünlü tarlanın ortasında, sakat bir mermer aşk heykeli henüz ayaktaydı. Bir yay tutan eli ısırganların arasına düşmüştü ve çıplak bedenini ürperten yosunların altından hâlâ gülümsüyordu.
Albine ve Serge, daha sonra, yarı bellerine kadar bir şakayık tarlasına daldılar. Beyaz çiçekler açılıyor, sağanak halindeki bir yağmurun iri taneleri gibi dökülen geniş taçyapraklar ellerine serinlik veriyordu. Kırmızı çiçekler müthiş gülümsemeleriyle onlara ürküntü veren felçli yüzleri andırıyordu. Sol taraftaki bir fuscihas tarlasına girdiler. Esnek, dağınık, bir milyon çıngırakla süslü fidanlardan meydana gelmiş bir fundalık Japon oyuncakları gibi hayran bıraktı onları. Sonra mor salkımlı dikenli otların bulunduğu tarlalardan, mirçiçeği, turmagagası tarlalarından geçtiler, bu çiçeklerin üstünde yanan bir ateşin, kırmızı, pembe, beyaz küçük alevleri koşturuyordu âdeta ve en hafif bir esinti sürekli canlandırıyordu bunları. Kamış kadar iri glayöl örtülerin yanından dolaştılar, bunların uzun çiçek sapları, aydınlık bir ortamda yanan meşaleler gibi güçlü alevlerle yarıyordu. Albine’in beli kadar kalın gövdelerden oluşmuş, içine bir çocuk yatırılabilecek kadar geniş ve sert yapraklarla karanlıklaşmış, iri yüzlerle, her biri bir güneş gibi parlayan yıldızlı yüzlerle dolu bir ay çiçeği ormanında yollarını şaşırdılar. Sonunda, başka bir ormana, katmerli zakkum ormanına vardılar. Buradaki bitkiler öylesine sıktı ki dallar ve çiçekler görünmüyordu artık. Dev gibi demetler çevreye yayılıyor, küfe dolusu ince çenetler ufka kadar kümeleniyordu.
“Dur hele, sonuna gelmedik daha. Yürüyelim, biraz daha yürüyelim” diye haykırdı.
Ama Serge durdurdu onu. O anda yıkıntı halindeki direklerin ortasında bulunuyorlardı. Sütun gövdeleri, herdemtaze ve Cezayir menekşesi yığınları arasında banklar gibi duruyorlardı. Uzakta, ayakta kalmış sütunlar arasında başka çiçek tarlaları, renkli fayansı andıran çarpıcı benekli leylak tarlaları, kan ve altın rengi benekli küçücük et kabarcıklarına benzeyen çanta çiçeği tarlaları, öfkeli, iri papatyaları andıran zinya tarlaları, cildin pembeliğini gösteren patiskadan bir kadın iç çamaşırı gibi yumuşak yapraklı petunya tarlaları, gene tarlalar, hangi çiçeklerin olduğu belli olmayan, zemini halı gibi süslü, solgun yeşil otlara gömülü, çarpıcı renkli yığınların karışık alacasıyla, güneşe serili uçsuz bucaksız tarlalar uzanıyordu.
“Asla her şeyi göremeyeceğiz” dedi Serge, elini öne doğru uzatarak ve gülümseyerek. “Burada yükselen kokuların içinde oturmak çok hoş olur herhalde.”
Hemen yanı başlarında bir siğilotu tarlası vardı. Buradan öylesine hoş bir vanilya kokusu yükseliyordu ki rüzgâra bir kadife yumuşaklığı veriyordu bu koku. Orada bitmiş şahane zambaklardan bir demetin ortasına devrilmiş sütunlardan birine oturdular. Yürümeye başlayalı bir saatten fazla olmuştu. Bütün çiçeklerin arasından geçip, güllerin ortasından, zambakların içine ulaşmışlardı.
İncecik hanımellerinin, misk kokulu menekşelerin, bir öpücüğün taze kokusunu salan mine çiçeklerinin, ölümcül bir şehvetin baygınlığını üfleyen çuha çiçeklerinin ateşli çağrıları arasındaki sevdalı gezintilerinden sonra, zambaklar onlara iffetli bir tavırla kollarını açıyorlardı. Fidan boylu dallarıyla zambaklar, onları yalnızca dişi organların hafif altın sarısı damlalarla süslü çeneklerinin kar gibi bembeyaz damı altında, beyaz bir çadırın altında barındırıyordu. Onlar göz kamaştırıcı bir iffet içinde, çocuk yaştaki nişanlılar gibi, henüz, yalnızca masumiyetlerinin çekiciliği içinde seviştikleri bir saflık kulesinin, bütün saldırılara karşı korunmalı bir kulenin ortasındaymışlar gibi oturuyorlardı.
Albine ve Serge, akşama kadar zambakların içinde kaldılar. Çok rahat ettiler orada. Doğumları tamamlanıyordu orada. Serge’in ellerinde kalmış son ateş de kayboluyordu orada. Albine bembeyaz oluyordu orada, hiçbir kırmızının pembeleştiremediği süt beyaz bir renge dönüşüyordu. Kollarının, boyunlarının, omuzlarının çıplaklığını fark etmez oldular. Saçları, saçılmış çıplaklıklar gibi şaşırtmadı onları. Birbirlerine iyice sokulmuşlardı ve birbirlerine iyice sokuldukça, serinlik hissederek kahkahalarla gülüyorlardı. Gözleri pınar suyu gibi berrak ve durgundu, bedenlerinden en küçük bir kirlilik çıkmıyor, o duruluğu soldurmuyordu. Yanakları daha yeni olgunlaşmış tüylü meyveler gibiydi. Onları ısırmayı düşünmüyorlardı. Zambakları bıraktıklarında on yaşında bile değildiler. Büyük bahçenin içinde, ebediyen dost kalarak ve ebediyen oynayarak yaşamak üzere yalnızca birbirlerine rastlamışlardı sanki. Alacakaranlıkta eve dönmek üzere, tekrar çiçek tarlasından geçerlerken, çiçekler, onları bu kadar genç bulmaktan hoşnuttular ve bu çocukları ayartmak istemeyerek, sindiler âdeta. Haşhaş ormanları, karanfil tarhları, sevda çiçeği halıları, filbahar örtüler, bu akşam vaktinde, önlerine, loşluk içinde, kendilerininki kadar saf bir çocukluk içinde uykuya dalmış bir aşk yatağı seriyorlardı. Yabani menekşeler, minik ve masum yüzleriyle dostça bakıyorlardı onlara. Albine’in beyaz eteğini sürttüğü tembel muhabbet çiçekleri, acıma duyguları içindeymişler gibi, onların ateşlerini bir solukla hızlandırmaktan çekiniyorlardı.
Emile Zola
Rahip Mouret’nin Günahı
Çeviren: İsmail Yerguz
Kırmızı Yayınları












