İlk Gözyaşları


Uysal öpüşüyle getirdi yeşili 
ve çağırdı filizleri ilkbahar güneşi.
Mavi gözleriyle gülümsedi herkese
çocuksu bir saflıkla menekşe.

Menekşenin bakire kulaklarına
fısıldayan bir meltem esip gitti;
bir kelebek geldi, çırpındı
eteklerinde, o da uçup gitti.

Baktı menekşe onların arkasından,
yaralanmış bir insan misali düşünceyle:
menekşenin kız gözlerinden düştü
ilk aşkın saf gözyaşları.


Avetik İsahakjan

Gelinlik Kızın Ölümü

Salâ verilirken kalktık kahveden,
Cumaydı, yılın en beklemiş günü,
Yemeni gibi üstünde tabutun,
Gölge veren ağaçsız bir gökyüzü.
Kızın babası yanımızda, boyu uzun,
Zayıf, ağzında mırıltılar.
On köylü, iki subay, bir tezkereci er,
Sıralandık ahşap mescidin avlusunda,
Namaz kılmadı adam, ağlamıyordu da,
Alnı bir uzun sabrın kabaran gelgiti,
Sürgün duvarı bekleyişin,
Dünyaya çok yakın bir gece gibi.
Aldık cenazeyi sarsmadan, iğreti
Ve hafif, gözlerimiz yerde,
Kayıp bir tayın izini süreriz sanki.
Kapılarda başları çatkılı kadınlar
Sallanıyorlardı sisli giysilerinde
Yüklüğe saklanmış çevreler gibi soluk,
Bölünmüş gibi yılın en katı ekmeği
İmece sofrasında hıçkırığın,
Kim bilir kaç ölümden kalma saçı gibi.
Susmuştu çekirgelerin kabuğu,
Toprak kumruları güneşin,
Ve köpeklerin yediği kemiksiz sabah,
Susmuştu göğün sarnıcı, boş.
Cemaat yürüyordu kaplumbağa gibi,
Mezarlığa doğru yüzyıldan,
Sarısabırların yanından, acelesiz.
Ayrık otu yolmaya gidiyor sanırsın,
Davul vurmaya, ay tutulmuş,
Tarladaki yarılmış toprağı görmeye,
Susuzluğun kirli rengini, ayıbını,
Dağa taşa vurmuş açlığı.
Dayanan dayanır, yağsız bulgular ve ahlat,
Gençleri alır ölüm ilk ağızda,
Sabah yıldızının uğrağı.
Böğürtlensiz mezarlığa vardığımızda,
Bir melek lale sümbül dikiyordu,
Lalelerden birini aldı adam,
Girdi kızının mezarına,
Sarıldı, öptü, bıraktı laleyi sonra,
Kefenin üstüne, uykusuz.
Yedi çocuğu gömülüymüş, söylediler,
Bizi aç bırakan bu toprak
Açlıktan ölenlerle beslenir, dediler.
Dönüşün bir kişi omuzladı tabutu,
Toz toprak içinde vardık kahveye,
Yaşlı adam doğru çeşmeye gitti,
Elini yüzünü yıkadı konuşarak
Kendi kendine, duasız, bir tanrı gibi.

Melih Cevdet ANDAY

Melahat’a

Saadetten mi bu şaşkınlığım
Paltomu tutuşundan
Elimi alıp hatırımı soruşundan
Ortak oluşundan mı sıkıntıma

Böyle durma karşımda
Böyle söyleme
Göğsünde sıkma başımı
İlgilenme her halimle

Ben dayanamam bu sevince
Ben dayanamam
Ya ağlamak geliyor içimden
Ya bağırmak sokak ortasında

Nahit Ulvi Akgün

Kuş Ölümleri

Gittikçe yalnızlaşıyorum, bir sen varsın
karşılığı olmayan sorular düşüyor aklıma
ve kuşların intihar tasarısından söz ediliyor kentte
soğuyan ellerinde kalıyorum bir kırlangıç gibi
Ellerin bir mecnun yurdu, upuzun bir sessizlik
birlikte okuduğumuz kitaplar kadar sımsıcak

Biz bu kitapları ne zaman okuduk ve niçin
her satırını çizip, notlar düştük kıyılarına
Dünya upuzun bir çöl sanki, bir buzul kütlesi
karşılık bulamıyorsun aklıma düşen sorulara
ve düşüşüp duruyor kırlangıçlar, üşüyorum
bir yolcu hüznüyle geçip gidiyor ömrümüz

Sesine bir esmerlik düşüyor, parçalanıyor yüzün
kayıp gidiyor parmaklarımın arasından
bir aşkı anlatmak için seçtiğim sözcükler
hep yanlış numaralar düşüyor telefonlarda
kaçırıyor korku bakışlarını eski tanıdıklar
Bir sen varsın, kurtulursam bu aşkla kurtulurum

Gülüşü süt mavisi insanlar vardı, neredeler şimdi
çoğunun adını unuttum, çoğunun kimliğinde kazınmış adresler
Nevin canına kıydı geçen gün, şiir gibi bir kızdı bilirsin
Öner enfaktüs geçirmiş içerde, kesik kesik öksürürdü eskiden
Ayşe ise acemi bir sokak yosması artık
Üşüyorum, ama sen anılarla sarma beni ve anlat yalnızlığımızı

Ahmet Telli

Akşam Kuşatması

Birlikte bir kıyıyı kuşattık
Bütün tarihçiler eski kuşatmaları
Evlerinde bir bir yanlış yazarken
Gemilerimizi saldık serin sulara
Onun gemileri benim gemilerimden
Sanki biraz daha tedirgindi

O tedirginlik bitti
Gözlerine dalıp gittim
Dalgalara sedef kakmalarını
Yayarken ufkun pembeliği
Açıkça seni seviyorum dedim
Ben de seni seviyorum demedi

Kendini bilmez bir karga
Oh olsun diye bütün kargalara
Yakalanıp mısırdan getirilmiş
Üstünde keklik giysileri
Ayıpladı kendine göre bizi
Ne işiniz var dedi
Bu saatte burada

Ona hiçbir şey söylemedik
O kim ki bizim yanımızda
Biz bir denizi kuşatmışız birlikte
Gözlerine bakarken anladım
O da zaten çocuktu benim gibi
Geçen gemileri timsaha benzettik
Karton filmlerden konuştuk daha sonra

Afşar TİMUÇİN

Penceredeyim

dar zamanların var senin!
okunmamış mektupların, mesajların…
veremediğin selamın sabahın var
kendine sakladığın….

ve
bana getiremediğin yazların var:
kırmızı haziranında dal dal kiraz!..
temmuzunda namluya yatan ekin!…
altından kaçırdığın bıldırcınlarla
bana geldi ellerin!..(biraz buğday, biraz sevgi!..)
hani
nerede gecemi delen gözlerin!…

kendimden bilirim
gidilmemiş hasretlerin var senin!
taşlı, uzak yolların …(en incesinin dönemecindeyim)

ot dolu yemyeşil bahçelerin var
isırganlarında çil çil olmuş tenin!..(acını dindiremedim)
yaprak yaprak ebegümeçler
madımaklar, galdirikler…
dağlara küsüp gelen kokulu çileklerin ….(şekli yüreğine benzer, giremedim!..)

tarlalarını basan belemirlerin var (mosmor gökkuşakları olup gönlüme serilir…)
diyemedim!…

boy boy sakız otların var
sevgine katıp çiğnediğim…

biliyorum,
göçmen kuşlara katılmamış kanadın var bir de…
hadi!
açtım göç yollarını
doldu mu heybelerin?!..

unutma sana yolladığım mendili (adını işlemiştim)
kırmızı yaşmağı (nişanesiydi bekaretimin..)
ilk dizesini, sana yazdığım son şiirin (seni seviyorum demiştim…)
yüzünde ağarttığım geceyi (sabahında pembe gül dermiştin…)
kahvaltıda yediğim iki zeytin tanesini (gözlerine benzettiğim)
rengi değişmeyen zakkum çiçeğini (aşktı yani; kendimi zehirlemiştim…)
unuttuklarımı da unutma sakın! (hepsini sana vermiştim…)

ikilemlere düşme sakın!
cık gel beklerken seni
beklemediğim zamanında saatlerin…(şimdi değilse bile yarın!)

penceredeyim!…

Tayyibe Atay

Uyumsuz



Uyumsuz serseridir benim adım
Tarihe öyle geçeceğim
Kırlara kaçarım sıkılınca mesela
Ama kırı değil, uçurumu seyrederim


Sigara tutarlar, canım istemez
Alır, içerim ama
Zayıflığımla da geçeceğim çünkü tarihe
Sıkılgan, mahcup bir suratla

Ermişleri şaşırtmayı severim fakat
İsa’nın anası Meryem öğretti bunu bana
Onun gibi bir sevgilim olsun isterdim doğrusu
Ama nerde, ölüm abanıyor omzuma


Her zaman kısa şiiri savunmuşumdur
Erken ölümü savunmuşumdur her zaman
Uzadıkça çünkü şiirde hayat da
Usanıyor insan

İsmail Uyaroğlu

Rüya

Annemi ölmüş gördüm rüyamda.
Ağlayarak uyanışım
Hatırlattı bana, bir bayram sabahı
Gökyüzüne kaçırdığım balonuma bakıp
Ağlayışımı.

Orhan VELİ

Ölüme Saygı

 

Ölüm bir melek elinde gelir
Ve öper usulca çocuk yüzleri.
Belki bir gün kurtuluruz
Karıncaların yolunu şaşırtan ince rüzgarlarla
Kaplumbağaların hasret kaldığı derin tepelerde
Çocuk gibi bakalım mavi sulara
Şehirlere bakalım insanlığımızı eskittiğimiz
Sislerden dumanlardan yollara atılan
mısır koçanlarından
Belki tutarız birgün belki kurtarır bizi
Simsiyah saralım bezlerle dağları rüzgarları
Gül bahçeleri ağlasın
Dallarda salınan çocuk salıncakları ağlasın
Kırmızı balonlar bizsiz kaybolsun gökyüzünde.
Haydi sığının şehirlere
Kabuğunuza çekilin yorganınızı çekin üstünüze
Kalsın titrek ve mavi elleriniz
Bekleyin geliyor ölüm usulca
Usulca girer koynunuza.

Erdem Beyazit

Kendime Gecikmiş Öğütler

kağşamış duyguların üzerine kurulmuş
gösterişli türbeler olmasın yazdıkların!
ne, insanların ölümden
ödünç aldıkları erdemle
sadaka çanağına bir şeyler bırakıp geçtikleri
tapınak avluları gibi soğuk,
ne kışlalar gibi intizamlı olsunlar,
ne de, herkesin birbirinden yüzünü
ve ruhunu gizleyerek girip çıktığı
‘o bildik sokaklar’ gibi
tende kalabalık, ruhta ıssız mı ıssız…

ne çarık, ne postal, ne artistik paten
giyinsin mısraların!
çıplak ayakla yürümesini bilsinler
buz, köz ya da diken üzerinde;
gösteri için değil ama,
dikenden, buzdan, közden can almak için, can.

kanatlarının ağırlığından
rahat yürüyemiyorlarsa, şiirlerin, karada
gönüllerimizin yükünü çekerek yukarılara,
bölük bölük turna sürüleri gibi geçip gitsinler
taze biçilmiş çayırların üstünden!

yanaklarımızı serinletsin gölgesi, o bin pare kanadın!
sinelerimizi serinletsin rüzgârı,
harabelerimizde uğuldasın,
gönlümüzün tellerini tınlatsın,
rüyalarımızı döllesin!
ve hafiften hışırdatsın sayfalarını
gün gün çevirip geçtiğimiz yaşamak kitabının!

yunus sürüleri gibi geçsin, mısraların, bazen de!
yahut daha küçük, daha süslü balık sürüleri gibi
gündelik öykülerimizin içinden,
derinlik ve ışıma bırakarak peşlerinde.

cahit koytak