hüzün

yaptığımız ve yapmayı sürdürdüğümüz işlere, düşündüklerimize, hissettiklerimize asla inanmadan ne kadar çok şey yaşadığımıza dair bir tartışmayı içeren doktora tezimi nihayet dün sunabildim; bazı dostlarım sayesinde kabul edildi; böylece, teknik anlamda bazı düzeltmeler kalmakla birlikte daha bir aranızda olabilecek bir haldeyim… bir tez jürisi hikayesi anlatmayacağım elbette, ama tek söyleyebileceğim şeyi söylemeden edemeyeceğim: sevinç yerine bir “bakiye” duyguyla karşı karşıya kaldım… beş altı yıldır uğraştığım ve şu anda benim için “çok özel” üç kişinin sayesinde tamamlanmış olduğuna kani olduğum bir çalışma sürecinden geriye sadece biraz “hüzün” kaldı… olayı odtü’deki mahfuz bir lojmanda günbatımına karşı absolut vodka, havyar, hıyar turşusu, caz, rus, amerikan, alman ve barış gücü askeri ceket ve pantalonları, rebetika ve kazaska eşliğinde kutlamaya çalıştık –ama yine geriye hüzün kaldı… her yeni gün geriye kalan günlerin sorgulanmasıdır diyerek geçiştirmeye çalıştığımız bir hüzündü bu… belki sadece duke ellington başedebilirdi böyle bir şeyle… ve öyle de oldu… ama geriye yine biraz hüzün kaldı…

aranızda bu olayın gerçekleşmesine –hiç farkında olmasalar bile– katkıları olanlara (ve olmayanlara da) sonsuz teşekkür ediyorum…

hüzün geriye kalandır. biraz blues dinleyin benim için…

not: “hüzünlü tezin” tamir edilmiş son halini yakında ortama göndereceğim, ilgilenenler okuyabilirler; ama burada bölük-pörçük de olsa tartışmakta olduğumuz bazı konulardan pek uzak değil ve ne yazık ki ingilizce…

Ulus Baker

Spinoza ve Aşkın Diyalektiği

Psikanalist Jacques Lacan Seminer’inin IV No’lu kitabında “aşkın yüce anından” bahsetmişti (le moment sublime de l’amour). Bu yüce an “aşkın iade edildiği” andır… Sevgi her zaman karşılığını aynıyla bekleyen bir duygu olarak görünür burada… Bir karşılıklılık beklentisi –ve çok basitleştirirsek, birini seviyorsam karşılığında onun da beni sevmesini isterim... Ve sevgi iade edildiğinde “dünyalar benim olur”…

Oysa psikanalizin en ilerlemiş kavrayışı bile böyle bir “karşılıklılık” momentinde duruveriyor. Başka bir deyişle aşka dair binlerce yıllık sohbetin ötesine pek geçemiyor: aşk sevilenle bir bütünleşme arzusudur diyordu Platon diyalogları… Tek gerçek sevginin tensel değil tinsel, dünyevi değil tanrısal olabileceğini söylüyordu Aziz Agustinos... Ve bu temalara, gündelik hayatımızdaki –ne kadar kaldıysa geriye– idealler açısından halen tanışığız yeterince…

Spinoza bu karşılıklılık ilkesini yine duygular ve tutkular üstüne tartışmasının merkezine alıyor gibi… Ama bambaşka bir biçimde ve duyguları (üstelik en tehlikeli görünen aşk duygusunu bile) tanımlamaktan asla çekinmeyerek… E3: Önerme. 40, Sonuç 1’de ortaya ilk başta herkese pek tuhaf gelecek bir önerme atıyor: “Sevdiği birinin kendisinden nefret ediyor olduğunu kavrayan bir kimse nefret ile sevgi arasında beynamaz kalır. Çünkü bir nefretin hedefi olduğunu düşündükçe, karşılığında düşmanından nefret etmeye yönlendirilmiştir; ancak varsayımımız icabı, onu yine de seviyordur. Dolayısıyla bu kişi sevgiyle nefret arasında gidip gelecektir… Göstermek istediğimiz de zaten buydu…”

Spinoza’nın Etika’sına herhangi bir noktasından başlamak mümkün –çünkü her önerme defalarca öteki önermelere, varsayımlara ve tanımlara gönderip duruyor… Ama yukarıda andığımız ruhsal dalgalanmanın (fluctuatio animi) yarattığı bir belirsizlik var –ve bu işin içinden kolay kolay çıkılamaz gibi görünüyor… Ancak varsayalım ki Spinoza’nın eserinin içinde “melodramatik” bir vaziyetin de tahlili var –ve bu tahlil bize hem aşkın doğasının önemli bir yönünü, hem de malodramın doğasını açıklayabilir…

Biraz daha dikkatli okuduğumuzda, Spinoza’nın daha da ilginç bir önermesiyle karşılaşıyoruz aynı bölümde: “Eğer biri başka biri tarafından sevildiğini düşünürse ve böyle bir sevgi için ona hiçbir neden sunmuş olduğuna inanmıyorsa, onu zorunlu olarak sevecektir…” (E3, Önerme 41) Bu gerçekten tuhaf bir önermedir ve sevgiyi tanımlamadığınızda bundan hiçbir şey anlayamazsınız. Bu önermeyi bir öncekiyle birlikte okumak gerekir önce: “Eğer biri, başka birinin kendisinden nefret ettiğini düşünüyorsa ve ona bunun için herhangi bir neden sunmamış olduğuna inanıyorsa, karşılığında ondan zorunlu olarak nefret edecektir…” (E3, Önerme 40). Bu noktada günlük yaşantımızdan bir şeyleri yeniden hissetmemiz –sevgi ve nefret duygularımızla yaşadıklarımızdan bir şeyleri belli belirsiz de olsa hatırlamamız gerekiyor: Birinin benden nefret ettiğini kavrıyorum; oysa ona bu nefrete neden olacak herhangi bir şey yaptığıma inanmıyorum –ona hiçbir kötülük etmedim, zarar vermedim, nefretinin nedeni olacak hiçbir şey yapmadım ona (böyle düşünüyorum)… Peki bu düşünceden ondan “zorunlu olarak” (ne demek bu?) nefret etmeme nasıl geçiyoruz? İlk soru bu…

Ya da, birinin beni sevdiğini düşünüyorum, ama bunun için ona herhangi bir neden sunmuş olduğuma inanmıyorum… Ve karşılığında onu “zorunlu olarak” seviyorum… Bu da ne demek?

Dünkü derste Ersan’ın hatırlattığı gibi felsefe bir “örgüdür”… ve Spinoza felsefesini sonsuz bir incelik düzeyinde örebilmiş bir filozoftu… Hemen hissediyoruz ki Spinoza’nın sisteminde “özgür irade” denen ve özellikle Protestan teologların ön plana çıkardıkları bir fikre hiçbir yer olmadığından, bu önermeleri yalnızca bir “zorunluluk” fikri çerçevesinde kabul edebiliriz. Başka bir deyişle Spinoza asla birisi benden nefret ediyor, o halde ben de ondan nefret etmeye başlıyorum, biri beni seviyor, o halde ben de onu sevmeye başlıyorum demiyor. Bütün söylediği, birinin benden nefret ettiğine inandığımda bende zaten uyanmış olan kederin nedenini kendimde bulamazsam benden nefret ettiğini sandığım kişide bulacağımdır... Aynı şekilde, beni sevdiğine inandığım birinin bende uyandırdığı hazzın nedenini kendimde bulamazsam (zengin değilim, ona bir iyiliğim dokunmadı, güzel, yakışıklı filan bile değilim, vesaire…) onda bulacağım demektir bu…

Böylece yavaş yavaş Spinoza’nın daha önceden yaptığı ama şimdi artık dinamizm kazanan Sevgi ve Nefret tanımlarını kavramaya yaklaşıyoruz: Spinoza’ya göre bütün duygular üç temel duyguya indirgenebilirler ve onların kombinasyonlarından ibarettirler… Varolma ve eyleme gücüm (arzu), bu gücün artışı (sevinç) ve azalışı (keder). Bu son derecede bedensel bir durumdur çünkü Spinoza duygulanışların hem bedeni hem de ruhu ifade ettiklerine inanıyordu. Ve bütün diğer duygular bu temel duygulardan türetilebilirler: böylece sevgi “dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan sevinç”, nefret ise “dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan keder” oluyor. Bu, yukarıdaki tuhaf önermelerin anlamını kavramamızı sağlamaktadır: eğer birinin beni sevdiğine inanırsam ve kendimde bunun için bir neden bulamıyorsam, onun sevgisine inanmamın bende uyandırdığı sevincin nedenini kendimde değil başka bir yerde, yani onda bulabileceğim anlamına gelir bu. Sevgisinin nedenini kendimde bulduğumda ise (gencim, güzelim, ona çok iyilikler yaptım), karşılığında onu “zoraki” sevmem, sevsem sevsem dolaylı olarak severim: ya onun sevgisini de ekleyerek kendime duyduğum öz-sevgiyi arttırırım (onun sevgisiyle kendimi severim) ya da, yaklaşık aynı anlama gelmek üzere, onu severim, ama ancak kendimi sevmeme destek olduğu ölçüde…

Bu durum nefret duygusunda daha rahat anlaşılır –burada durum çok daha karmaşık ve belirsiz olsa da: benden nefret ediyor, bu bende keder uyandırır, ama bu kederimin nedenini kendimde bulmaya genellikle pek yatkın değilim, yoksa hemen kendimden nefret etmeye başlamam gerekir… Ama bu çok büyük bir kederdir ve varlığımızı sürdürme güdümüze, yani diğer temel duygu olan arzumuza terstir. Dolayısıyla biz sevgiyi iade etmekten çok nefreti iade etmeye çok daha yatkınızdır. Birileri bizden nefret ediyor diye kolay kolay kendimizden nefret etmeye girişmeyiz…

Ve unutmayalım ki Spinoza duygular (affectii) meselesini daha algılar ve bedensel etkileşimler düzleminde kuşatmakla işe başlamıştır (Etika’nın 2. kitabı)… Bu –bizi çok ilgilendiriyor– bir “imajlar” öğretisidir: kendi vücudumu ancak başka cisimler tarafından etkilendiğinde anlamaya başlarım. Başka bir deyişle bende beni etkileyen cisimlerin, okşadığım saçların ya da köpeğin, okuduğum bir şiirin ya da ısıtan güneş ışığının, tatlı bir meltemin, ya da bir fırtınanın, bir köpeğin beni ısırışının bende saklanan “imajı” yoluyla. Bunlar etkilenme fikirleridirler Spinoza’ya göre ve sebeplerin bilgisini vermezler… Isırılmışsam ve başka özelliklerini tanımıyorsam, köpeğin imajı bende havlayıp saldıran, ısıran bir varlığın imajı olarak kalır… Ta ki tatlı bir köpeği bir gün okşayayım... Böylece sigarayı ancak kanser olunca bırakırım, ancak yumurta kapıya dayandığında olumlu ya da olumsuz bir karar veririm vesaire…

Ve her şeyden önce kendi vücuduma dair oluşturmuş olduğum imajların bağlandığı bir çağrışımlar silsilesi söz konusudur: bir sinek ezildiğinde bir köpek ezildiğinden daha az acı duyarım; çünkü köpeğin imajı benim kendi vücuduma dair sahip olduğum imaja bir sineğinkinden daha yakındır –daha benzerdir (sıcak kanlı, memeli, analık eden, şefkatli, arsız, vesaire…) Bu yüzden bir köpeğin çektiği eziyetin (onun kederinin) imajı benim kendi vücudumun eziyet çektiği bir hayali imajla bir sineğinkine oranla daha fazla “uzlaşır”… Bir insanınki ise elbette daha da fazla…

Böylece insan zihniyle vücudunun ortak mimarisini kavrayabiliyoruz: dış cisimlerin bedenimiz üzerindeki etkisi (affectiones), yani bedensel karışımlar; bunların bizde korunması (imajlar ve hafıza); bunların bizim eyleme gücümüzü arttırıp azaltmaları (sevinçler ve kederler), ve bütün bunlara dair oluşturduğumuz fikirler (idea)… (hatırlatayım, böyle bir konuda film yapıyorsanız çekeceğiniz şeyler bizde zaten bulunan imajlar değil, “idealar”, yani fikirler –yani fikirlerin imajları– olabilir ancak)…

Böylece sevgi bir inançtır. İnanç dış bir nesnenin fikrini gerektirir ve içerir. Başka bir deyişle, en ilkel duygular olan sevinç ile kederi dış bir nesnenin etkisiyle yaşarım, ama bu nesneye dair bir fikrim olmadığında yine de yaşayabilirim. Ama insanlık durumu bunu illa ki bir dış nesneye atfetmeye yatkındır. Gücümün arttığını, sağlıklı ve güçlü olduğumu hissettiğimde çoğu zaman derim ki “bunun nedeni ben olamam, mutlaka ilahi bir kudret…” Bu, hatırlarsanız Nietzsche’nin de 19. yüzyılda dinin kökenine dair temel açıklamasıdır…

Peki aşkı cinsellik banyosuna soktuğumuzda, yani bedensel tutkular nezdinde ele aldığımızda ne olur? Spinoza bu konuda çok açıktır: der ki “sevgi aşırı olabilir”. Bu ne demek? Basitçe şu: her sevgi öncelikle bir bedenler karışımı, etki-tepki vaziyetidir. Ama bu etki-tepki ve karışım bireyin vücudunun bütününü de etkileyebilir, yalnızca bir kısmını da… Mesela keder de bedenseldir… Ama bedenin tümünü etkilediğinde Spinoza buna “ölüm” der; zihnin bütününü etkilerse de “melankoli”… ki bu da ölüme yaklaşma tarzlarından biridir… Ama tutkular çoğu zaman vücudun belli bir parçasını etkilerler… Gözü, kulağı, cinsel organları vesaire… Tad duyularımızı ihtiva eden parçaları etkilediklerinde bu tutkulara “lezzet” diyoruz; cinsel organlarımızı etkilediklerinde ise “fiziki aşk” ya da “erotizm”… Bunlar vücudun tümüne yayılmayan, kısmi etkilerdir… Organizmamızın belli bir yeriyle sınırlı kalırlar ve gücümüzün büyük bir kısmı oraya yatırılır... Bu durum pekala başka başka etkilenmelere yatırılacak güçlerimizin tek bir yerde odaklanmış olmaktan dolayı engellendiği anlamına gelebilir. Spinoza için bir tutkunun, bir duygunun –sevgi gibi olumlu da olsa– “aşırı” olabileceği manasına gelir bu…

Spinoza Amor’dan, yani sevgiden bahsediyordu –cinsellikten bağımsız olarak; tıpkı sevinç ile kahkahanın aynı şey olmadıkları gibi, sevgi de cinsellikten ayrı düşünülebileceği bir boyuta yerleştirilmek zorunda… Bu bir Platonizmi asla gerektirmiyor, çünkü Platonik Aşk denen şey bir “bütünleşme” mantığına dayanıyordu ve Spinoza’nın açıkça söylediği gibi, sevginin yalnızca bir sonucuydu, nedeni değil…

Spinoza sevginin kişilerarası doğasının oldukça farkındaydı… Zaten onu tanımlamaya girişmek cüretini de bu yüzden göstermişti. Başka bir deyişle sevginizi hiç değilse sevdiğiniz, ama esasında kendiniz için “tanımlamak” zorundasınız… Çünkü bu tek kişilik bir duygu değil, “dış bir nedenin imajı eşliğinde” yaşanan bir duygudur ve bütün insan toplumsallığının kaynağında yer alır. Bu yüzden sevgiyi aynı zamanda bir keder tipinin belirişinden ayırdetmek gerekiyor ‘kıskançlık’ ya da ‘sevginin karşılığının verilmemiş olmasından doğan keder (fluctuatio animi)’ Spinoza bu tür duyguların engellenemez olduğunun farkında olduğunu en baştan belli eder: duygularımız ve tutkularımız üzerinde asla irade sahibi değiliz. Yani isteyerek sevip, isteyerek nefret edemeyiz. Ama mesela bilebiliriz ki nefret bizim bir acımızdır; ve bu nefretin nedenini kavrarsak nefret duygusu otomatik olarak kaybolur. Ama unutmayalım ki nefret bizim bir kederimizdir. Sevgi ise dış bir neden dolayısıyla yaşadığımız sevinçtir. O halde nefreti bağladığımız imajları pekala varoluş gücümüzü yükselten sevgiye bağlama şansımız vardır (zordur ama vardır)… Böylece sevgi bir ’emek’ ve ‘özen’ olarak karşımıza çıkar.

Neden bir emek peki?

İlk bakışta aşk diye olağan bir klişe vardır ve Walter Benjamin bunun karşısına “son bakışta aşk” mefhumuyla çıkmıştı. Yani bir aşık olma emeğinin işlediği bir alanın tanımlanabileceğini düşünüyordu. İlk bakışta aşk Spinoza’ya, benim yorumlayabildiğim kadarıyla, bir “çağrışım” olarak görünüyor. Beni kederlendiren bir durumdan beni kurtaranı severim. Ya da sevdiğim kişiyi hep yanımda, orada tutmak, varetmek isterim. Ya da, yine ve esas olarak, sevdiğim bir varlıkla birarada gördüğüm her şeyi sevmeye meylederim. Nefret ettiğim biriyle bağdaştırdığım her şeyden de nefret etmeye meyilliyim. Her şey, bütün bu duyguların düzlendiği, dolayısıyla ‘çağrışımların’ kurulabileceği hayali bir plana, düzleme işaret etmektedir: Spinoza buna “yüksüz duygular” diye tercüme edebileceğimiz “gerçek anlamıyla duygu olmayan durumlar” diyor –bunlardan birisi “hayranlık” (admiratio), zıddı ise “horgörme” (contemptus)… Bunlar “emeksiz” beliren duygular ve bütün diğer duygulara bir zemin hazırlıyorlar. Hayranlık ya da merak belki “ilk bakışta aşk” dediğimiz şeyden pek farklı bir şey değil: herhangi bir şey var hayalinizde ama bunu herhangi başka bir kavramla biraraya getiremiyorsunuz ve zihniniz duruveriyor; düşünemiyorsunuz — orada her şey yepyeni ve hiçbir şeye bağlayamıyorsunuz; ta ki başka şeyler sizi başka başka şeyleri düşünmeye zorlayana dek… Horgörme ise bu durumun zıddı. Bir şey sizi o kadar az ilgilendiriyor ki, en az ilgilendiğiniz öteki şeyler kadar değeri olduğunu asla düşünemiyorsunuz? Bütün sorun sevginin, sevgiye karşılık verme emeğinin, ilk veya son bakışta aşkın zemininde bu tür bir algının zorunlu olarak bulunduğudur.

Sinemaya başvurduğunda Deleuze, Spinozacı gerekçelerle bu “admiratio” duygusunu tahlil eder: “başka bir dünyanın zarafeti” İlk bakışta aşk diye algıladığımız şey, aslında sevgi değil bir meraktır –sonradan sevgiye dönüşebilir ama anlaşılabileceği gibi epeyce kırılgandır (ve bunu hissetmek için Proust okumanız gerekir). Biz genellikle hafiften sarsak, sanki başka bir dünyadan inmiş gibi görünen, şöyle ya da böyle bir beceriksizlikle hareket ettiğine şahit olduğumuz, ama henüz bir ‘acıma’ duygusuyla bakamadığımız varlıklara dikkat ederiz. Hayranlık bir tapınma değil, daha çok bir ‘dikkat celbidir’. Hissederiz ki karada yürüyemeyen o yengeç, kıyıda çırpınan bir balık kendi dünyasında, suda müthiş bir zerafetle yüzmekteydi. Her aşkın başlangıcı böyle bir ‘başka dünyanın zerafeti’ algısıdır… Bunu en iyi kadınlar anlıyorlar ve bir tür ‘şefkat’ duygusu geliştiriyorlar. Şefkat bir duygu ya da tutku değildir, bir ilgi, bir admiratio’dur. Olmadığında bu duruma horgörü, ya da basitce ve nötr bir dille “ilgisizlik” diyoruz…

Anlamamız gerek şey, bu “nötr” düzlemin bir duygu ya da tutku içermemekle birlikte, algısal temas oluşturduğu ölçüde son derecede güçlü bir tutkular potansiyeli taşıdığıdır. En basitinden “imajların” oluştuğu algısal düzlemdir bu. Ve galiba sinema aşkı bu durumla karıştırma gafletine pek erkenden düşmüş bir sanattır. Erken dönem ‘hareket-imaj’ filmlerinde hep bir bakışta aşık olunur ve aşkın bu olduğu zannedilir… Ya da aynı düzlem üzerinde kıskançlığın, üçlü ilişkilerin temelleri atılıverir. Aşkı artık pek ciddiye almayan, onu hemen bir ailevi düzene, ‘özgür aşk’ sanılan bir savurganlığa, giderek bir ideolojiye dönüştürmeye çok elverişli bir çağda yaşıyoruz. Spinoza, üçyüz yıldan daha uzun bir süre önce, cinsel aşkı hangi anlamda ciddiye alabileceğimizi bence Freud’dan bile daha kesin bir şekilde ortaya koymuştu oysa: vücudun ve zihnin başka etkileşimlerine ket vurmayan, aşırıya varmayan bir şefkat ilişkisi… Şefkati analığa, burjuva aile değerlerine yükleyip yokeden bir dönem Spinoza felsefesini unutturdu. Şimdi yeniden aramaya bu yüzden başlıyoruz…

Ulus Baker

Müntehirler

artık anlaşılmıştır günün akşamlılığı
kesin mat yok
iyi oyun vardır sadece
ve satranç aslında dalgınların oyunudur
dalgının ölüm karşısındaki sükuneti
düşmana
ölümün dehşetinden korkuludur

İlhami Çiçek

“İzimi süren bir panter var:
Bir gün beni öldürecek olan;…

…Adımlarını durdurmak için yüreğimi fırlatıyorum,
Susuzluğunu dindirmek için kan saçıyorum;
… O yiyor, ama yine de ihtiyacı yüzünden yiyecek arıyor,
Mutlak bir adaklığa zorluyor…

…Panter merdivende
Yukarı çıkıyor.”

Sylvia Plath

bir bir geziyorum ölümleri, gecenin bakışları arasında. sabah
göğe yelken açıyorum, gündüzler tanımıyor beni nasılsa. Ayna-
larda yürüyorum bazen, martılarla düşüyorum denize; dudak-
larımı siliyor acılar. soluk alışımı duyamıyorum. sokak lambaları
gibi geç yanıyorum. gölgeler yürümüyor artık. kıvrılan yollarda
şarap lekeleri, sabahın ilk izi. ezanla dönüyor evine yüzü
külrengi gececikler. kaç kuytuda paslanıyor yalnızlık? üşüyorum.
gideceğim.
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak. 
Bir ayıba son verir gibi olacak, 
belirmesini görür gibi 
aynada ölü bir yüzün, 
dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı. 
O derin burgaca ineceğiz sessizce. 
Elvada diyor çiçekler bana,
Başlarını eğiyorlar aşağı, 
Yarin yüzünü ve baba ocağını 
Ebeddiyen görmeyeceğim bir daha.
Şehrin ortasındaki kır çiçekleri
Usulca çekildiler geldikleri yerlere
Kapatsak da olur artık camlarımızı
Balkonumuza serçeler beklemesek de
Herkes, herkes geçip gidiyor bu ikindi 
sorular sormadan bana, beni sormadan. 
“Bir varmış bir yokmuş” derler hani:
Aşkın küçük sandalı
hayat ırmağının akıntısına
kafa tutabilir mi?
Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…
Acıları mutsuzlukları
karşılıklı haksızlıkları
h a t ı r l a m a ğ a b i l e d e ğ m e z:
Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle.
Ve sizler mutlu olun
yeter
Elini elime verdin, ayrılıyorduk,
Gözlerin gözlerimde, dudakların ıslak,
“Sık sık konuşalım” demiştin; gittin..
Mendilin maviydi, gökyüzü maviydi..
karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık
o insan kalabalığındaki
son gülümsemesiydi annemizin
sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık!
Atılıp kollarına gecenin canavarının
o büyük ejderha tarafından yutularak
hayatımdan kopmak istiyorum, izsiz işaretsiz
ne bir dans
ne bir ağlama.
Uzun yıllar bu şehirde
Işsizlikle iş arasında gidip geldim,
Cebim para görmedi,
Hangi sofraya baktıysam,
Gözüme emeğin teri kaçtı, yememe gerek kalmadı
Hangi özneye bağlandıysam
Sonunda öteki eliyle beni tokatladı,
Açtığım musluklar
Yüzüme çarpacak bir yudum su akıtmadı…
Uyumaya gidiyorum hemşirem,
Yatağa yatır beni.
Baş ucuma bir lamba koy;
Bir yıldız kümesi; ya da nasıl istersen;
Her şey olur; birazcık kıs ışığını.
Bıktım yaşamaktan âh, sad âh,
Yâ Rab, ne uzun şu ömr-i kütâh,
Müncî bize bir O’dur, bu mâlûm
Olsun diyemem adem de ma’dûm
Ellerinden bu yana ne sevinç gördü ellerim,
Ne de “elveda”dan bu yana bir 
gülüş salıverdi dudaklarım. 
Oysa şimdi küçük kız, bakışların 
Fırtınaya tutulmuş tayfaların 
Rüzgar dinse bile, yarılmış, kırık 
Tekneleri sulara gömülürken 
Umutsuz, çaresiz gözlerine dökülen 
Parlak bir yıldızın ışığından farksız.
Yakışıklı bir tabut kesti yollarımı
Sardık içine koydum yirmi beşlik yaşımı
Ne yapsam sana doğru koşan ayaklarımı,
Artık yakalayamam bak koynumda kement var
Artık ışık içinde göremiyorum bu dünyayı
Göremiyorum , deney tüpüne bakan bir doktor rahatlığıyla
Diz çöküyorum, haykırıyorum yenilgimi
Sevgilim, bir an önce gelmezsen yardımıma
“Dostça gülümsedi. Bu gülümseme sanki bana değil de çocukluğuma gitmiş gibiydi.”
vakt erişti, herkesler bilsin bunu! 
artık çiçek açma zamanıdır taşın, 
yüreğinse tedirginlik zamanı. 
zamanıdır, zamanı gelmenin. 
artık zamanıdır.
Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir –
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
bende kemikleşen babamın
mezarını bilmem
ama bir çocuğu kemiren
ya bir babadır hep
ya da yokluğu.
Girdiğinde o karanlık mezara
Tatlım, sevgilim,
Koynuna sokulmaya
Ben de yanına gelirim.
Ve dünyamız Rabbim
Bir hastalıktan sonra
Eskisi gibi değil.
Kiraz Çiçekleri her yıl yeniden açarlar Kyoto’da. Genç kızlarının kalbi ürkektir, mutlulukları ise mevsimlik kiraz çiçekleri gibi geçicidir.
“Deniz sakin ve derin;
Koynuna aldığı her şey uykuda.
Bir tek adım ve her şey bitecek.
Bir atılış, bir kabarcık ve sonsuzluk.”
Ama bana hiçbir parçanız bir gün
”Güzel kız merhaba” bile demediniz
Günler günü sahilinizde duran bu kızın
Hatırını bir defa olsun sarmadınız
“Kuzuları ve oğlakları kucağına alarak öptü. Ahırdaki işlere severek, gülerek yardım etti. Yarım saat kadar burada kaldık ve ben eve gittim, o ahırda yalnız kaldı.”
Söylemek istediğim şu: Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçluyum. Bana çok sabır gösterdin, inanılmaz derecede iyi davrandın. Bunu söylemek istiyorum; zaten herkes biliyor bunu. 
Yazdığım şiirleri bir gece
Ateşe verdim sessizce
Ne gelen vardı ne soran
Sonra sessizce köşeme çekildim
İçimdeki bir yerde kaybolmuş bir çocukluk
kubbesi tamamlanmış o türbede yatıyor
Sahip olunmaya değer hiç kimseye
Tam anlamıyla sahip olunamaz.
Nemsin benim
öteki zamanlardaki çocuk? Bir hasım
gibi mi büyüttüm seni kalbimde?
sözüm sana yine de: Kimi gerçek
daha derin düşten. Düşler de
geleceğe gönderir ve Yitik söz
dirilir okurun dilinde.
Yaşamım! Doğrusun
yanlış olduğun kadar. Bir diken
gibisin içimde.
şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor.
korkacak birşey yok.
kırlarda koşuyorum.
sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum.
hep kırlar.
esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım.
birazdan ölüm beni alacak.
Besâit oldu mürekkeb, mürekkeb oldu basit
Bedâhet oldu tecârible hayli meçhûlât
Kimi dostlarım,
En onurlu kısmında
noktaladı yaşamını
Ya bir orman karanlığında
Ya bir dağ geçidinde
Kimi dostlarım;
Asıldı bir başka cellâdın ellerinde
Bu şiire başladığımdan beri
Bir yağmur bekliyorum nedense
Gecikmiş damlalar vuruyor pencereme
Ellerimi uzattığımda
Senin ıslak saçlarınla boğuluyorum aniden
Sonra o ürkek sesin çoğaltıyor ölümü
‘Yavaş yavaş delirdim, kimse bunu farketmedi’
Solgun bir yaprak düştü boğazın sularına
Başka bir sebep aramanıza gerek yok. 
Kendi irademle, kararımla aranızdan ayrılıyorum. 
Yalnızın yüreği,
İçerisinde sevgilisi.
Dışarısında kimsesi.

Aklımdaki Che

HASSAS KALP VE TİTİZ AHLÂKİ DEĞER

Che, Kübalı devrimciler arasında her tür imtiyazdan sakınan birisi olarak tanınıyordu. Kendisine özel karne uygulamalarını, nispeten gösterişli evleri ya da diğer lüks tüketim malzemelerini ahlâki değerleri dolayısıyla reddeden bir örnek olduğunu daha önce belirtmiştim. Karısının ya da çocuklarının bu gibi ayrıcalıkları karşılayabilecek güçleri olsa dahi kabul etmezdi. Bunların hepsi, sadece konuşup durmayan aynı zamanda yapan da birisi olma konusundaki tutarlılığının, onu böylesine saygı uyandıran bir figür yapan tutarlılığının da parçalarıydı. Yazışmalarında, eşi Aleida March da, Che’nin kendisi de onun bir yurtdışı seyahatinden satın almak için söz verdiği bir yüzükten söz ediyorlar. March anılarında, Che’nin bir mektubunda ülkenin yaşamakta olduğu sıkıntılar hâlâ ortadayken böylesine pahalı bir hediyeye para harcama konusunda kendisini bir türlü ikna edemediğini ve bu yüzden üzgün olduğunu yazdığını anlatıyor.

Titizdi ve hiç şüphesiz aynen o şekilde yönetti, eşi az bulunur zekası yanında inanılmaz derecede hassas birisi olduğuna dair kanıtlar da var. Birçok örnek aktarabilirim. Che’nin ölümünden sonra yaptığı bir söyleşide Fidel, Küba devrim savaşı sırasında onun yaralılara nasıl davrandığını anlatır. Adamlarından biri ölmek üzeredir. Doktor gerillanın adamı kurtarmak için yapabileceği bir şey yoktur; sadece eğilir ve adamı alnından öper.

Özellikle dokunaklı bulduğum bir hikâyeyi de March, birlikte geçirdikleri günleri anlattığı kitabında aktarır. 1966 yılının başlarıdır. Che, Kongo’da yaşadığı, hayal kırıklığı yaratan yenilgiden sonra bu Afrika ülkesinden ayrılır. Che, Bolivya’daki son mücadelesine gitmeden önce karı-koca Prag’ta baş başa birkaç hafta geçirirler. Aşağıdaki parça, onun karısına yazdığı son mektuplardan birinden:

Aşkım,
Sana, uzaklarda kalmış ve savrulmuş, kurumuş yaprakların toprağa düşmesi gibi bir elveda deme zamanı geldi. Bunu, kâğıdı kenarlarına kadar dolduramayacak satırlarla -genellikle şiir denilen şeylerle- becerebilmeyi isterdim ama yapamadım.

Sadece senin kulaklarına fısıldayabileceğim bir sürü sır var ve kelimeler, hislerimi engelleyecek hapishanelere dönüşüyorlar. Öyleler ama utangaçça çözüm yolları da her zamanki konuşma tarzımı bozmaya çalışıyorlar… Ben, o asil şairlik mesleği için yaratılmamışım. Fakat bu, söyleyecek hoş sözlerim olmadığı anlamına gelmez. İçimde dönüp duran girdapları bir bilseydin. Fakat o sözleri tutan deniz minareleri çok uzunlar, çok sarmallı ve darlar. Yolculuklarını tamamlayınca bitkin, huysuz, tamamen yanlış şekilde ortaya çıkıyorlar. Hepsinin en tatlıları ise o kadar kırılgan ki! Yol boyunca canları çıkıyor, dağılmış titreşimlerden başka bir şey olmuyorlar.

Ben bunun içinde bir başımayım, dolayısıyla sana ne hissettiğimi anlatmak için kendimi açmalıyım. Gündelik dili, hatırladığım anlardan parçaları kullanmama izin ver.

…Acı sabah kahvelerimizi, dizindeki çukurun tadını, büyük bir özenle dengelenmiş puro külünden bir parçayı, ele geçirilemez yastığını savunurkenki manasız homurdanmalarını hatırladığımda seni seviyorum…

Seni işte öyle seviyorum, çocukların büyümesini seyretmek, kendi geçmişi olmayan bir merdiven gibi (artık o adımları göremediğim için acı çekiyorum). Bu, benim açımdan her gün bir bıçak gibi; kendi muhafazası tarafından azarlanıp duran bir avara kasnak.

Bu, gerçek elveda olacak. Mücadeleyle geçen beş yıl beni yaşlandırdı. Şimdi artık son bir adım kaldı – nihai olanı.

Sirenlerin şarkıları ve içsel savaşlar bitti. Çıkacağım son yarışım için kapılar açıldı. O kadar hızlı hareket edeceğim ki, tüm haykırışlar ardımda kalacak. Geçmiş sona erdi. Ben artık yola çıkmış geleceğim.

Beni arama. Seni duyamayacağım. Sadece güneşli günlerde, tekrarlayıp duran kurşun okşayışlarında seni hissedebileceğim…

Tıpkı ölmek üzere olan bir köpeğin uzanacak son bir yer araması gibi, döne döne arkama bakıp duracağım ve her yerine gözlerimle dokunacağım, parça parça her yerine ve bir bütün olarak sana.

Şayet bir gün varlığımdan ansızın rahatsızlık hissedersen, arkana dönme, büyüyü bozma, sadece kahvemi yapmaya devam et ve bırak yıllardır olduğu gibi seni sonsuza kadar yaşayayım.

Bu mektuptaki her imge, söz konusu adama, onun kendini nasıl gördüğüne, hayat felsefesine ve en yakınlarıyla ilişkilerindeki tavrına dair söyledikleriyle dikkatli bir incelemeyi hak ediyor. Vaktinin azalmasıyla birlikte -bunu bir şekilde derin hissetmiş olmalı- (neredeyse sevgilisinden söz eder gibi) “kurşunların okşayışlarını” hayal ediyor ve kendisini “tüm haykırışları ardında bırakacak kadar hızı hareket ederken” canlandırıyor. Kendisini “yola çıkmış gelecek” olarak tanımlıyor. Görece kısa bir mektupta, hoş aşk ifadeleri savaşçıyı uyandıran başka şeyler tarafından kesiliveriyor.

Bu mektupta özellikle şu iki göndermeyi ilginç buluyorum: “o… deniz minareleri çok uzunlar, çok sarmallı ve darlar” ve “Tıpkı ölmek üzere olan bir köpeğin uzanacak son bir yer araması gibi, döne döne arkama bakıp duracağım”. Feminist şairler, daha ziyade erkeksi anlatıların tarzı olan doğrusal olmayan (nonlinear) zaman ve duyguları maskelemek için bilhassa deniz minaresi/spiral kavramını kullanırlardı. Adamın yazdıklarında bir görünüp bir kaybolan bu gibi şeyler bana, şayet yaşasaydı, şimdiye kadar Che’nin hayatını inceleyen birçok kişinin farkına varmadığı karmaşık yapısıyla bizi şaşırtacağını fısıldıyor.

20. yüzyılın ortasında Dominikliler, Haitililer, Bolivyalılar, Perulular, Nikaragualılar, Kolombiyalılar, Arjantinliler, Şilililer, Guatemalalılar, Meksikalılar, Uruguaylılar ve diğer Latin Amerikalılar ülkelerine silahların zoruyla adalet getirebileceklerini hayal ettiler. Buna kalkışan adamların birçoğunun ve az sayıdaki kadının Küba’daki Che’yle farklı düzeylerde de olsa ilişkisi vardı. Küba’daki hayatın uzağındaki evlerde küçük gruplar halinde yaşarlar ve adadaki gerilla eğitimi verilen gizli kamplarda talim yaparlardı. Cepheye gitmek için emir gelinceye kadar bazen haftalarca ya da aylarca beklerlerdi.

Che, son derece yorucu geçen iş gününün ardından gece geç vakit konuşmak, fikir teatisinde bulunmak ve cesaret vermek için bazen bu isyancıların kaldıkları evlere uğrardı. Che’nin hayatını kaleme alanlardan bazıları bu seçilmiş gruptan geriye kalanlarla söyleşi yapma fırsatı bulacak kadar şanslıydı. Anlattıklarında iki tema sürekli tekrarlanıyor: Biri söz konusu adamın inanılmaz duyarlılığı, içten özlemlere dokunabilmesi ve kuşaklarının en cömert, kendini fedaya hazır ruhlarının şüphelerini bile titretebilmesi. Diğeriyse Che’nin teorisyen ve savaşçı kimliklerini alışılmadık biçimde bir araya getirebilmesi. Tarihte büyük düşünürler ve güçlü figürler görürüz ama bu ikisi nadiren tek bir insanda buluşur.

Daha az kişisel olan alanda, kamuoyu önündeyse maddi teşviklerin karşısına ahlâkı çıkaran meşhur tartışma söz konusudur. Buna bir önceki bölümde (“Küba’da Sosyalizm ve İnsan”) kısaca değindim. Bu tartışma, Che’nin biyografisini kaleme alan bazı kimseler gibi genel olarak Küba devrimi üzerine yazanlar tarafından da hatalı şekilde değerlendirilmiştir. Guevara ahlâki teşvikleri gönüllü çalışmanın ücreti olarak asla önermediği gibi devrimde maddi teşviklerin hiç rol oynamadığını da düşünmez. Jon Lee Anderson konuyla ilgili şu detayları veriyor:

“Che’nin ısrarı  ‘maddi teşvikler’e ek olarak ‘ahlâki teşvikler’ de sunmaktı. Sistem, iç savaş sonrası durgunlaşan Sovyet ekonomisini canlandırmak üzere Lenin’in 1921’de Sovyetler Birliği’nde uygulamaya koyduğu Yeni Ekonomi Politikası’ndan (NEP) alınmıştı. Che, bu sistemin işçilerin emekleri karşılığında elde edecekleri karşılığında elde edecekleri gerçek bir sosyalist saygıyı, sadece ahlâki teşviklerle elde edilebilecek bir saygıyı engelleyebileceğine inanıyordu.”

Yukarıda bahsi geçen -gerçek ve efsane olarak-, her bakımdan hayatta daha büyük olan o mitin parçası ve Kübalı okul çocuklarını bir ikilemde bırakıyor. Che son derece prensip sahibi birisiydi ve bu, kendini sık sık katı bir tutumla gösterirdi. Kendi yazdıkları, hatalarıyla bütün birliği tehlikeye atan askerler için ya da dayanılmaz bir açlık halinde bir kutu fazladan süt çalanlar için verdiği infaz emirlerinden örneklerle doludur. Bu hikâyelerden bazılarına pişmanlık itirafları, hatta özeleştiri eşlik eder. Yine de Che’nin hayatını inceleyen birçokları, Batista’nın en bilinen işkencecilerinden birinin alelacele yapılan infazına nezaret etmesini ele alarak, devrimin başarıya ulaşmasının hemen ardından en azından kaçmayı başaramayanların infaz edilmelerinde onun rolü olduğuna işaret etmektedir.

Ancak Che aynı zamanda, Bolivya ve Küba savaşı sırasında yaptığı gibi, esirlere hareketin amaçlarını uzun uzun anlattıktan sonra onları serbest de bırakmıştır. Bunlardan bazıları gerçekten etkilenmiş, gerilla saflarına katılmıştır. Diğerleri, elbette, isyancı güçlerin nerede olduklarına dair önemli bilgilerle operasyon üslerine dönmüştür. Bazı analistler Che’nin her iki bakımdan da hatalı olduğunu ya da davranışlarının aşırı şiddet düşkünlüğünden veya affetme kapasitesinden değil ama belli bir zamanda oluşmuş keyfi kuralları tereddüt etmeden uygulamasından kaynaklandığını ileri sürerler. Davranışları, tek tek olaylar bazında değerlendirilmektense savaş koşulları altında suça ortak olma çerçevesinde gözükmektedir.

Che’nin, ırk eşitsizliğini reddi ve bu konudaki bilinci kamuoyuna yaptığı açıklamalarda açıkça ortadadır. Bunlardan birinde, Las Villas Üniversitesi’nde yaptığı ilk konuşmalarından birinde şöyle der:

Eğitimin, beyaz orta sınıfın ayrıcalığı olduğu günler sona erdi. Üniversite kendini siyahla, mulattoyla,* işçilerle ve köylülerle bezemeli. Kendini siyaha, kahverengiye ve sarıya boyamalı. Şayet bunu yapmazsa halk kapılarını kıracak ve onu istediği renge boyayacaktır.

Bu, devrimden önce Küba’daki üniversite eğitiminin sadece üst sınıftan beyazlara açık olduğu gerçeğine ve köklü sistem değişikliğinin üniversite eğitimini artık herkesin yararlanabileceği hale getirdiğine gönderme yapan bir konuşmaydı.

İnsan, böylesi bir bilince sahipken Che’nin durumunun uygunsuzluğuna kayıtsız kalarak nasıl olup da Kongo’ya gittiği konusunda daha da meraklanıyor. O Afrika ülkesine giden Küba birliği tamamen siyahlardan oluşuyordu; liderleriyse tamamen başka bir kültürden, soluk benizli bir beyazdı.

Söz konusu adama karşı duyduğum büyülenmenin sıklıkla durduğu yer işte burası. Onun nadiren bencil olduğuna, nefsine düşkün olmadığına, hedef odaklı ve saf (bu kelimeyi bütün anlamlarıyla kullanıyorum) olduğuna inanıyorum. Ayrıca çok zor yönlendirildiğini ve inanılmaz derecede sabit fikirli biri olabildiğini biliyorum. Büyük adam ve kadınlarda belli bir kibir ya da başkalarının kibir olarak değerlendirdiği nitelikler vardır. Bu durum onlara özgü mü ya da bulunması zor bir nitelik mi böyle insanlarda? Liderliğin kibirli olmayan biçimlerini öveceğimiz yollar bulabileceğimizi büyük hevesle umuyorum. Gelecekte, Che’deki saflığı yansıtan ancak kendini beğenmişliğe o kadar yaklaşmayan liderler çıkarabileceğimizi umuyorum. 20. yüzyıldaki modellerden daha az hiyerarşik, ben-merkezci ve ataerkil olan, alternatif mücadele ve etkileşim biçimleri yaratabileceğimizi umuyorum.

MARGARET RANDALL
Aklımdaki Che
(İletişim Yayınları, çev.: Kıvanç Koçak)

1-Aleida March, Evocacion, Mexico City: Espasa, 2008, s.206-207.
*Biri beyaz diğeri siyah ırka mensup anne babadan doğan melezler.

* * *

Sessiziz’den not: Türkiye’de daha çok, “Sandino’nun Kızları” adlı incelemesiyle tanıdığımız Margaret Randall’ın kitabı, aslına bakılırsa bu sitedeki tüm metinler gibi ama belki de onların hepsinden daha fazla okunmasını tavsiye edebileceğim harika bir kitap, harika bir Che anlatısı. Che’yi, feminist bir şairin gözünden okurken, bugüne kadarki ideolojik yaklaşımların neredeyse hiçbirinde rastlamadığımız nesnelliğin, kızgınlıktan hayranlığa kadar hiçbir duyguyu perdelemeye kalkışmayan yürekliliği, anlatılan muazzam adamın tavrıyla birleşerek gözünüzü alıyor. Okuyun, okutun. (E.D.)

Emre Dursun

Ölümün Güzelliği

Sadece güzel bir ölüm istiyorum.

Eğer bir solcuysam dağ başında,
Bir kurşun sonrasında

Eğer yaradana çok yakınsam, elimi ona
açtığım bir vakitte mesela..

Eğer bir mecnun isem sevdiğimin başucunda,
Kalp atışlarını duyacak kadar çok yakınında
ölmek isterim.

Ve öldükten sonra hatırlanmak isterim.
Göz bebeklerimin içine kadar değil de,
Bu zamana kadar söylediğim kalbe değer,
İki üç şey varsa öyle hatırlanmak isterim.

Murat Koyutürk

Kervan

Şimdi kervan yola çıkıyor… Meçhûl bir ülkeye doğru.
Çanları hareket işâretini vermeye başladı bile!

Sevin ruhum! Zavallı kuşum, kurtuldun nihâyet!
Nihâyet kafesin çöküyor… Demirleri dağılacak yakında.

Elvedâ gaileli dünya, günahlarla haşır-neşir olan dünya
Ruhum Allah’ın sâkin yurdunda dinlenecek artık!

James Clarence Mangan

Aşkın Ve Suların Öğleni

öğlen güneşi soyuyor her şeyi…
ışıyarak üşüyor dal

yalnızlık
yol üstü çiçeği
o hep bir şiiri ağırlayan

benim için bir dalgınlık tut
yüzümü eriterek geldiğim günler için
boynundan konuşuruz
ayaklarımızda toplanan güvercin gülüşlerinden
uysal ve aceleci…

varsay ki bir kapı kalmıştır bir kentten
nasılsa bulunur içini kımıldatan bir gülüşün şarkısı
sokakları büyüten omuzlar için…

giderek konuşurum suların inceldiği yerden
alnına bir güneş taşmış ya hani oradan
ve uzak bakmaların eğiyor ya öğlenin açısını

şimdi aşk
sularını saydığım havuz
taşların kırılan yerleri…

dilimde haşhaşa durmuş zaman

Doğan Ergül

Üsküdar

Üsküdar Asya’dır Çin’e kadar
her kış
bırakırsa da köpük saçlı kızlarını
kıyıya
öfkeli bir yağmurla iner rüzgar..

mihrimah güneş saati
yanından ince dar bir merdiven uzar
soğuk
ve dönmez bir kilit çocuk kütüphanesi
önünden insanlar yürür ve susar..

Şemsipaşa
ceviz bir cami, demirinden
yan gözle Cihangir’e bakar
demişti ki Tanpınar
Üsküdar uçarsa gider İstanbul
yürüyemez sokaklarında çocuklar..

Üsküdar Asya’dır, Çin’e kadar..

Ömer Erdem

Yarı Aydınlıklar Ki Sahipsiz

Yarı aydınlıklar ki sahipsiz
Ve mavi serçeler sabahtan erken.
Çocuğum şarkı söyle sokaklarda
Sesin güzelliğini kaybetmeden.

Kapılar açılır ardına kadar
Kuşlar uçar hatıralar içinden.
Çocuğum bol bol masal dinle
Henüz inanırken.

En uzak gemileri korsanların
Seyretmek yıldızların silinmesini.
Çocuğum sor neden akşam oluyor
Ayıplamaz kimse seni.

Bazı sahillerin serinliği
Ve unutulmayan ilk demet.
Çocuğum sana yalvarıyorum
Ellerin çirkinleşmeden dua et.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Neyin Var

Kırılan yerlerine dön!
dumanlı şarkıların kapattığı
gölgelen… kirpiksiz kalma
kolların kısalmasın üzütüden
serinlemek için göğe doğru
sen de sarılacak bir ağaç bul

Şehirden dön!
baltayı ayır evinden
kendini bir vakitçiye bırak
zamanı bozulmuşsa gövdenin
arkana bakma!
annenin hırkası siyah

Ömrün kendinden gayri her şeye çadır
zarfların seni çizdiği mevsimler olur
dinlenmek için dağlara doğru
sen de tırmanacak bir şeyler bul

Kimse bir vakti unutmaya yanaşmaz
akşam, bilmez akşam olduğunu
iki dağ baktıkça birbirine
ağır ağır düzleşir hâtıralar…

Şeref Bilsel