Gurbet

Gurbet o kadar acı
Ki ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde.

Eriyorum gitgide;
Elveda her ümide.
Gurbet benliğimi de
Bitirmiş bir içimde.

Ne arzum, ne emelim…
Yaralanmış bir elim
Ben gurbette değilim,
Gurbet benim içimde.

Kemalettin Kamu

Güz

Kurudu artık otlar
Bitmiyor tazeleri
Birikinti sularda
Yaprak cenazeleri

Döndü yayladakiler
Erdi dağlara batı
Ovalar daha geniş
Kayalar daha katı

Başım avuçlarımda
Bir ağır külçe hüzün
Düşüyor gözlerime
Çiğ taneleri güzün.

Kemalettin Kamu

Kuğunun Şik’ayeti

Hepsi budur; kenardaki otlar..
Yüzüm hep suya bakar benim, suya dalar çıkar.
Bu göl; içinden bir ömrü geçirdiğim dünya
Bu durduğum, peşimsıra büyüsün diye rüya
Bu yavrular kanat açtığımız,
birbirimizin göğsüne durduğumuz filan…
Bu gördüğün göl kadar. bir de işte kenardaki otlar..

Kuğuysan, yeminliysen bir ömür bir aşka.
Diyeceğim; gitsen başka düğüm kalsan başka.

Ama vardı gidenler, onlarda gördüm;
(Her gidende seyreklikti, bir şey, uçtun da orda ne gördün!)
Gitmemeyi seçtim ben, kaldım üst üste, kördüğüm.

Öğrendiğim; bir kuğu yeminliyse aşka ömrü gibi
Göldür bütün dünya, bitmez boynun eğriliği.”

Birhan Keskin

Vuslat Çayırı

Sen beni yandın, öyle! yanmak nedir bildin, öyle!
Yandın da n’oldu? Söyle.

Senin hiç sözcüğün ağrıdı mı,
alçaksın sen, ağrıdı da mı böyle?
Ben sözüme ruhumu verdim, yükseldi,
yükseği incittim, böyle!
Olanı biteni çektim, kanımı unuttum, böyle.

Sen dünya mülkündesin, öyle!
ben sabahı ettim içimde sızlayan bir şeyle.

Sen beni yandın, beni yandın sandın, böyle.

Sen yanmak gör, ben kendimi kül ettim
Sen bu alçaklıkta dur, ben otlara gittim.

Birhan Keskin

İki Olmak

Onlar, otlar, burada yoklar. Dedim sana.
Bunca zaman geçti, çok bekledim, sen bekleme
hâlâ yoklar.
Ben durdum, bekliyorum, onlar yoklar.
Çok bekledim. Böylece,
katıladım kendimi, durdum, taş oldum. Yoklar.
Biri sonra kırdı taşımı.
Yana devrildi biri. İki oldum. Yoklar.

Önümsıra yürüyordu yol ve içimde yan yatmış dağlar.
Açtı içimi, biri gördü, zamanın gümüş simi
ve keskin kristal ağlar.

Birhan Keskin

Galata Kulesi ile Kız Kulesi

Karaköy’den kalkan vapurlar bilir
Yıllardır nasıl yangın Galata Kulesi
Kız Kulesi’ne

Hatırlar herkes
Hezarfen Ahmet Çelebi’yi
Az biraz
Çekebilmek için ilgisini Kız Kulesinin
Uçurttu o zat-ı muhteremi
Üsküdar’a kadar

Bugünse artık
Görmek için denizi
Sağa sola oynatması gerekecek
Betonarme binaların arasında
Üzgün duran boynunu

Ali Asker Barut

Aynı Hikaye

-Şule’ye,

kaybolduğumuz bir yerdeyiz
hatıralarımız da çekip gitti biz kaldık
öfkelenebilsek bir ve kapansak yine
çok değil dağlar kadar ancak
her acı kendi yarasıyla çünkü
şimdi bir dolunay
şimdi bir yağmur ve yağdığı gibi
aşk var

ayrılıksa hep onardı kendini
bakıp kaldık öyle ve çok ağladık
kapkara bir umuda yaslandık: şaşırtıcı
bir bıçak gibiydik
daha yalın söylemek gerekirse
yanıldık ve durmadan unuttuk
aşk mı var
şimdi bir beyaz sis üstelik

ayrılık ki
anlatamam tekinsiz bir uykudur o
şüpheli bir yalnızlıktır
bir yankıdır kendine doğru
bir sokak kurdudur aklımızda
bir nehirdir bata çıka geçtiğimiz
aynı hikaye
zaman ve yer tanımı yok

aşk var
-unutmadım

Emin Akdamar

Kazım Koyuncu Umay Umay Ropörtaj

-Umay Umay: çok güzel görünüyosun..

Kazım Koyuncu: bir hasta oldum var ya, hepinize güzel görünmeye başladım arkadaş yaa=) 

-Umay Umay: biliyorsun ki senle konuşmak çok zor. Çok sinirlisin

Kazım Koyuncu: sinirliiii, yakışıklıııııı, konuş konuş, kızmayacağım 🙂

-Umay Umay: bensenle her zaman müzik konuşmayı sevdim. Bugün de müziği ve müzikle arandaki meseleden başka bir şey konuşmak da pek gözüm yok..

Kazım Koyuncu: müzikle aramda bir sorun yok=) benim bildiğim hayatla aramda bir mesele var…. Öyle olunca..

-Umay Umay: biliyorum ama..

Kazım Koyuncu: aslına bakarsan 5 aylık hastalık sürecimde müzik içinde olmalıydım ama olmadı. Bazen hastalığın seyri, bazen konsantre bozukluğu, insan düşünemiyor bile.

-Umay Umay: hiç mi…

Kazım Koyuncu: üretme noktasında bir sorunum var, müziği düşünme noktasında bir sorunum vardı ama tedavim kötüye gitmeye başladıktan sonra müziğe tekrar-gönülden yönelme süreci başladı içimde. Müziği tekrar yaratmak, yeni müzikler yaratmak gibi değil de sahneye çıkma arzum çok yükseldi. Bu da sanırım yaşama çabamla ilgili.. bir konser yaptım ya Trabzon da…,

-Umay Umay: ya evet bunu soracağım. Doktorlar endişelenirken, uyarırken nasıl bu kadar cesur davranabiliyorsun? Bir de çok dinamik konserler veriyorsun.. çok şaşırıyorum..

Kazım Koyuncu: aslında olay bostancı da ki konserde başladı.. o gece çok konser vermek istediğimi fark ettim… yeni şarkı yaratmayı çok isterim tabi. Bir tane bile yapsam çok güzel bir şey yapacağımı biliyorum ama bu durumda yaratmak çok zor. Hastalığım dışardan bakıldığında bir sanatçının yaratması için biçilmiş kaftan gibi duruyor. Bunalımlar, savaşlar, bilebileceğimiz bütün kötü şeyler sanki sanatçıların yaratması için yaratılmıştır. İnsanlar dışardan hep böyle sanırlar. Bence bu müziği dinleyenlerin, resmi görenlerin, tiyatroyu izleyenlerin söyleyebileceği şeyler. Sanatı takip eden insanların sanrısı yani. Asla küçümsemek için söylemiyorum ancak başına gelmeyenin bilebileceği bir durum değil bu hastalık hali. Sanatçı her zaman hayatla bir sorun yaşar !! haa bu tabi bir sanat eseri olarak ortaya çıkabilir,,,, ama hiçbir şey olarak da çıkabilir. Bu ne benden ne de benim durumumda olan bir sanatçıdan değer kaybettirmez. Yaşadığım süreci bir sanatçının, kazım ın, hatta en önemlisi bir devrimcinin süreci gibi yaşadığımı düşünüyorum.

-Umay Umay: Sözlerinde hiç düşmediğini görüyorum..

Kazım Koyuncu: Her ne kadar çok istediğim şeyleri yapmakta zorlanıyorsam da pes etmedim. Düşmedim yani.. bir devrimci gibi duruyorum ki zaten devrimci olmakla sanatçı olmak arasında benim için ciddi bir bağlantı var. 2 sinin bağlamında yapmak gereken tek şey sahneye çıkmak diye düşünüyorum. Bundan sonra sürekli sahnede olmak ve müziğin tam içinde olmak istiyorum.

-Umay Umay: ben hala sahnede nasıl o kadar korkusuz, cesur ve güzel kalmayı başardığını merak ediyorum. İlk bostancı, sonra volkan ın gecesi, sonra da Trabzon.. sahnede yaşadığın ne kazım?

Kazım Koyuncu: çok endişeliydim. Bir şarkı tolere edilebilir. Herkes katılır ve o şarkı mutlaka söylenir biter. Hatta hasta olduğum için seyirciye sempatik bile gelebilir. Şimdi……………..:))) bizler zeki olmak zorundayız. Durumları, yaz aylarını, kış aylarını, soğuğu-sıcağı sevip sevmediğimizi oturup kendi durumlarımıza göre ayarlamalıyız. Orda herkes senden bir şey bekleyebilir, ben de kendimden bekleyebilirim ama geleceğe dair işaretleri bulmak durumundayım. Şarkıyı söylerken başında- ortasında-sonunda nasılım, neler hissediyorum diye ölçüyor insan. Bu yüzden kendimi duygu seline fazla kaptırmamaya çalışıyorum.

-Umay Umay: trabzon da, üniversitede verdiğin konser çok yoğun ve uzundu…

Kazım Koyuncu: İnsana güç veren şey kendi istediklerini yapmak. Kendi olmak. Moral dedikleri kendin olabilmekle ilgili bir şey. O gün hareketli bir şarkıyla başladım konsere, 3. – 4. şarkıda her şey normale döndü ve unuttum hastalığımı. Gittiği yere kadar böyle gider. Acayip şeyler beklemiyorum, hep sahnede olsam ömrüm 100 yıl uzayacak sanmıyorum, nereye gideceğimi düşünmenin manası yok..zaten sahnede zaman yok. Belki 1 gün- belki 100 sene gibi..,,.bir konsere çıktığımda ne kadar yaşayacağımı veya uzun yaşamak için ne yapmam gerektiğini asla düşünmüyorum. Orda ben varım, beni anlayanlar var, benle beraber müziği yaratanlar var; BAŞKA BİR YERDESİN VE GÜVENDESİN.. sahne hayat saldırısını en fazla hissettiğim ama her şeye rağmen en güvendiğim yer.

-Umay Umay: …………………;

Kazım Koyuncu: Eskiden korktuğum rüyalarım, saldırılar.. umay ben bir şey büyüttüm. 3-5 kişilik bişey değil. O sevgi denen şey herhalde.., o büyüdüyse, büyüdüyse, büyüdüyse….., bu yüzden başıma orda bir şey gelmeyeceğini düşünüyorum. Gelecekse; o bile bizdendir diye düşünüyorum. Anlatabiliyor muyum? …sahnede hesap kitap yok umay. Orda ömür, mömür, uzun, kısa, mısa, neyse işte. tek önemli şey müziği yaratmak, yapmak, söylemek önemli.

-Umay Umay: tabii bunu söylemek sana kolay. Bu kadar büyük ve içten bi sevgi, böylesi zor bulunur bi sempati, violensel gibi bir ses, yüksek ahlak…, tabi saldırılardan korkmazsın. Orda savaşı senin hep kazandığına çok tanık olduk,,, kendi adıma söyleyeyim; bu savaşa tüm kalbimle katıldım..

Kazım Koyuncu: orda kazanıyorum evet, orda kral benim=))))) kendimi çok adil hissediyorum ki umay. Nasıl desem.., adil, şevkatli, paylaştıran bir kral.. biliyor musun çocukluk ütopyalarımı gerçekleştirdim, müzisyen oldum, devrimci oldum, hep güzel olmasını istedim hayatın ama onlar bile bana yetmedi. O kadar güzelini istiyorum ki sanatçılar bunu yaratabilirler. Bu beni bazen ürkütür, bazen de içimde tertemiz olduğunu düşündüğüm vicdanımla iyi hissederim. Sevmenin içine ettik, anlamı bozuldu. Ama bizim sahnemizde bu var, hep de oldu. Bütün insanları mutlu etmek istiyorum şarkı söylerken. Belki bu yüzden hastalandım, belki büyük sevgimden ürken güçler var, durdurmak istiyorlar belki=)) sevgi krallığı istiyorum işte.. şarkı söylerken her şey her şeyi, herkes herkesi tutuyor sanıyorum. bu yüzden sanırım kendimi bırakmıyorum.

-Umay Umay: tıpla ilgili ne düşünüyorsun?

Kazım Koyuncu: Bir kere masum sempatilerinden bahsetmem lazım. Özellikle Türkiye de herkes doktorlara sempati duyarlar. Ben hala öyleyim. Sistemle ilgili konuşursak işler bozuluyor. Ya da bilimle ilgili konuşursak… bilim, tıp sistemin bir parçası olursa eğer _ki öyle_ , benim için çok da fazla bir şey ifade etmiyor. Yine devrimcilik meselesi umay, bence iyi bir bilim adamının da devrimci olması gerekiyor. Hayatı yönlendiren, etkileyen, değiştiren insanların devrimci olması lazım, sistemin bir parçası değil. Bilimin ışığına hep inandım ama tıp bende hayal kırıklığı yarattı. Her şeyin sadece bir standart olduğunu görmek dayanılmaz bir şey. Bu standartlar içinde hastalığımı beğenmedim. …bir kanser panelinde şunu söyledim; vicdan ve cesaret bilimde yoksa benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Sadece bilgi yetmiyor. Bilginin vicdanla sınanması gerekiyor artık. Dediğim gibi devrimci olmaları, normal algının ötesine geçebilmeliler. Bu olmadığı sürece kimse tıptan fazla medet ummasın. Tabi ki önemli tıp, böbreğin ağrıması, diş ağrılarının durdurulması, acısız tedaviler ama özünde başka şeyler de var. Hayatı sonsuzlaştırsınlar, tıp ölümü yok etsin demiyorum fakat…..hayatı politikacılar yönlendirmiyor ki umay. Doktorlar, sanatçılar, mühendisler..,bunlar yönlendiriyor hayatı. Aptallar sadece yönetiyor.

-Umay Umay: hayatı müziğin gibi anlatıyorsun,, vicdan, cesaret, adalet, yüksek algı…

Kazım Koyuncu: Bütün bunlar hayatın karşısında bir yer kaplama hikayesi. Gücüme gitti.. ta başından bu yana. Gücüme giden müzisyen olmam değil. Hiçbir şey yapmayan insanın da büyük yer kaplayan hikayesi vardır.

-Umay Umay: ben hep senin dünyaya ses taşıyacağına inandım. Buna hala inanıyorum. Yeni bir albüm daha yapma isteğin var mı? Belki 5 şarkılık bir albüm..?

Kazım Koyuncu: Bilmiyorum ki.. sağlığımla çok ilgili. Müzik çok önemli, müzik insanı yaşatan bir şey de… yapacak çok şey var ama yaşamak gerekiyor. Yaşarsam yaparım ya da yaparsam yaşarım.. her şey olabilir. Başak bir şey düşünmüyorum aslında. Hayat biter umay, önemli olan yaşarken neyin bittiği. Müzik bitmedi.. müzik biterse yerine ne korum bilmiyorum. Mesela şurda yatarken bile aklıma enstüramanlar geliyor, melodiler geliyor, melodiyi çoğaltmak geliyor, yan yana koymak istediğim sesler geliyor. Eğer bunlar olmasaydı kanser olurdum=) çeşitli sesler, daha çıkarılmamış, yan yana gelmemiş sesler duyuyorum.

-Umay Umay: sende hep çok örtük ve tatlı bir şairlik durumu hissettim. Ama onu hep gizlediğini de. Hep algı ötesi bir savaşcı olduğun için mi bu sende öne çıkmadı acaba=))))) vicdanla sevişirken şiiri es mi geçtin=)

Kazım Koyuncu: Çocukken şiirle güzel oynuyordum. Şairlerle çok uğraşıyordum. Bir ceket yaptırmak istedim o zamanlar İstanbul a gelirken..,şair ceketi=) geldiğimde şairlerin köprü altına gittiğini biliyordum. Kocaman bir yalana hazırdım, muhtemelen ne ceketler diktiridim kendime.. köyümden çıkıp gelmiştim, orda başka şeyler okuyordum, burada başka başka şeyler okumaya başladım, açtırma ağzımı şimdi=)))). Bak solcu bir babanın solcu oğluydum. Solcular saçlarını uzatmıyordu o zaman. Dik yakalı devrimci kazağım………………. Biliyor musun, o çocuk doğru bir çocuktu. Hep o çocuk oldum. Hiçbir şeyi terk etmedim. Şiir yazamadım evet..,vaktim yoktu.

-Umay Umay: şiiri yaşadım diyorsun haa.. bir de solculuğu sollamışsın, anladığım bu..

Kazım Koyuncu: Bu senin yorumun=))

-Umay Umay:

Kazım Koyuncu: Sevgilimin hep yanımda olmasını istiyorum…

-Umay Umay: son kez müziği sorsam

Kazım Koyuncu: Hep yanımda kalmasını istiyorum

-Babanız Cumhuriyet Gazetesi okuyormuş…hastalığınızı oradan öğrensin istemişsiniz. Sahiden böyle mi oldu?

Kazım KOYUNCU : Çok yumuşak hatları ile biliyordu. Ancak gazeteden daha net öğrendi.

-Tepkisi nasıl oldu?

Kazım KOYUNCU : Onun tepkisi beni korumaya, benim üzülmememe yönelik, soğuk kanlı bir hali vardı.

-Güç verdi…

Kazım KOYUNCU : O da küçük bir kanser süreci yaşadı. Mesane kanseri yaşadı. Onu atlattık. Yılda bir kontrollere gidiyor. Aslında kanserin büyük bir korku olduğunu biliyor ama bu kadar da korkmamak gerektiğini o da biliyor. Ben de aynı şeyleri düşünürdüm. Çok korkardım ben kanserden ama sonuçta işin içine girince, başına gelince insanın korkudan başka şeylere ihtiyacın oluyor. Daha çok cesarete, daha çok bilgiye ve güce ihtiyacı oluyor. Böyle olunca korku ya da ölüm korkusu gelmiyor insanın aklına…bazen düşünüyorsun da ölümü her zaman düşünmek lazım…

-Bu durum müziğinize yansıdı mı?

Kazım KOYUNCU : Müzik devam ediyor. Müzik olmasa olmazdı…mesela şimdi beni buraya getiren şey bu ödül ve yarın vereceğim konser. Beni çok heyecanlandıran şeyler. Aldığım iki kemoterapiden çok daha etkili…


Akıllı telefonunuz varsa… Aklınıza şaşayım… Kendimin de…

Türkiye’nin uğradığı en uğursuz olayların ilk sırasına şimdiden yerleşen ‘15 Temmuz darbe girişimi’ sonrası ortalığa dökülen teknik bilgileri herhalde izliyorsunuzdur.

Darbe hazırlığında bulunanlar, onları destekleyenler, talimat veren ve alanlar neredeyse ‘kendilerine özel’ diyebileceğimiz ‘bylock’ adlı bir programla haberleşiyorlarmış; akıllı telefonlarını kullanarak…

Murat Yetkin, MİT yetkilileri ile görüştükten sonra bugün yazdı da öğrendik: Devletin istihbarat örgütü, MİT, ‘bylock’ programının varlığını sezince peşine takılmış ve izleri takip ede ede ‘örgüt’ yapılanmasının en tepesinde yer alan 25 kişiyi tespit etmiş…

Toplam 40 bin kişinin kullandığı ‘bylock’ 600 kadar subayın telefonunda da kayıtlıymış…

MİT, Mayıs ayı sonlarına doğru, tespit ettiği 40 bin kullanıcıdan devlet memurlarının isimlerini kurumlarına bildirmiş; subayların isimlerini de Genelkurmay’a…

Birileri, “Bütün bunlar olurken MİT neredeydi” diyor ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ‘darbe’ girişimini ‘enişte bey’den öğrenmesine takılıyor ya, doğru bilgiyi şimdi böylece öğreniyoruz: MİT hazırlıklardan yalnız haberdar olmakla kalmamış, kimlerin o girişim içerisinde yer alabileceğini, tek tek isimleriyle birlikte, devletin kurumlarına bildirmiş de…

Darbe girişiminde bulunanların o uğursuz gece birbirleriyle ‘bylock’ sistemini kullanarak iletişim kurduklarını, ilk şüphelilerin içeriye alınır alınmaz verdikleri ifadeler dışarıya yansıyınca, öğrenmiştik zaten…

Murat Yetkin’in yazısında yer alan yeni bilgiler, bayram sükûneti geçsin, herhalde daha etraflıca değerlendirilecektir.

Casusumuzu hepimiz yanımızda taşıyoruz

Paris’te ve Brüksel’de yaşanan terör saldırıları sonrasında gözlerimi ayıramadan izlediğim bir CNN-International programında, ABD’nin terörle mücadeleden sorumlu devlet yetkilisinin, “Ben zaten akıllı telefon kullanmıyorum” dediğini duyunca…

Önce kulaklarıma inanamadım. Sonra düşününce, adamın gözümüzün içine baka bakan yalan söylediğine kanaat getirdim.

Bugünün dünyasında hayatımızın en merkezi yerine kurulmuş olan akıllı telefonu kullanmadan yaşamak mümkün değildir düşüncesiyle…

Herhalde bu yazıyı okuyan hepinizin cebinizde taşıdığınız telefon ‘akıllı’ denilen cinstendir.

Geçen gün tutuklanan istihbaratçı Emniyet Müdürü Basri Aktepe’nin kendisini sorgulayanlara verdiği ifadeyi okurken de gözlerime inanamadım.

MOBESE sistemini kuran, casus böcekleri yerinde bulup yok eden teknik istihbarat konusunun ülkemizdeki en tepe uzmanı Aktepe, savcıya, aynen şunları söylemiş: “Hayatımda hiçbir zaman akıllı telefon kullanmadım. Tüm telefonlarım mekaniktir.”

Ne diyeceksiniz buna?

“İstihbaratçılar bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyor” dedim ben.

Dinliyor, izliyor ve kaydediyorlar

Bildikleri şey şu: Akıllı telefon denilen cihazlar, kullanan kişi dünyanın hangi köşesinde yaşıyor ve bulunuyor olursa olsun, dünyanın bir başka köşesinde gerekli donanıma sahip kişi/ler tarafından, sanki onunla birlikteymişcesine yakından izlenebiliyor…

Telefon konuşmalarını, SMS mesajlarını, internette girdiği siteleri, e-postalarını, yazışmalarını izleyebiliyor korsanlar…

Hem de hiç belli etmeden…

Dahası, telefonun sessiz kaldığı süre içerisinde de, korsanların casusluk faaliyetleri durmuyor; takip altına alınan kişinin bulunduğu mekân uzaktan dinleniyor, hatta o sırada yaptıkları telefonunun kamerasından alınan görüntülerle izlenebiliyor…

İzlenen, dinlenen, yazışılan her şey uzaktan kayıt da edilebiliyor.

“Hadi oradan” dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Demeyin, çünkü ABD’nin NSA adlı istihbarat kurumunun Alman Başbakanı Angela Merkel’in telefonlarını dinlediği çoktandır bilgimiz dahilinde.

Bu bilgiyi dünyayla paylaşan Alman dergisini, der Spiegel’i, “Alman istihbaratı Türk yetkilileri yıllardır dinliyor” bilgisini paylaşmasına yol açan belgelerle besledi bu defa Amerikalılar…

Sydney’den Berlin’e, oradan San Fransisco’ya yolculuk

ABD televizyonlarında yarım asırdır süren bir haber program var: ‘60 Minutes’ (‘60 Dakika’)… Önce orada yayınlandı sandığım, ama sonra tecimsel hassasiyetlerle (bunu, ‘reklâm gelirleri düşünülerek’ diye anlayınız) ABD’deki editörler çekindiği için, Avustralya’daki aynı adlı programda birkaç ay önce yayımlanmış bölümü izledim.

Programcı kendi ülkesini merkez almış, ama Berlin’e, Londra’ya, san Fransisco’ya gidip olayı bütün boyutlarıyla ortaya çıkarmış… Berlin’den Sidney’deki bir milletvekiliyle yaptığı telefon görüşmesi ile SMS yazışmasını, önceden anlaştığı korsan genç, uzaktan kayda almış…

Yeter ki elimde bir telefon numarası olsun, onu dinler ve kaydederim” dedi genç korsan…

Birkaç yüz dolara mal olan ‘SS7’ adlı elektronik bir cihaz sayesinde…

Aslında o cihaz bütün cep telefonu servis sağlayıcısı şirketlerde varmış… Dünyanın hemen bütün istihbarat örgütleri de resmen ve meşru bir biçimde o cihazı kullanarak cep telefonu dinleme ve kayıt işlemi yapıyormuş… Ancak, biraz teknolojiden anlayan gençler, piyasada zaten satılan birkaç elektronik parçayı biraraya getirerek aynı işlemi gören el-yapımı bir cihaz elde edebiliyormuş…

İstihbarat örgütlerinin bunu yaptığını geçen yılın Ekim ayında çıktığı Panorama programında İngilizlere ifşa etmişti Edward Snowden… Gizli belgeleri ifşa ettiği için ülkesi ABD’ye gidemeyen Snowden, “Akıllı telefonlarınız GCHQ istihbarat örgütü tarafından ‘tam denetim’ altında; bireysel kullanıcıların bunu engelleyebilmesi imkânsız demişti.

Gözümle gördüm, kulağımla işittim. İzlediğim ‘60 Dakika’ programını, İngilizce bilenleriniz de izleyebilsinler diye, yukarıya yerleştirdim.

Herkese açık WI-FI’ları kullanmak da akıl işi değilmiş

‘60 Minutes’ programının Avustralya’da yayını sonrasında, bir ABD TV kanalının muhabiri, “Acaba doğru mudur?” merakına kapılıp, San Fransisco’da yerleşik genç korsanları bir otelde toplamış… Gençlerden biri, muhabirin cep telefonu üzerindeki bütün hassas bilgileri, mahrem fotoları bir çırpıda kopyalayıvermiş…

“Nasıl yaptın?” sorusunun cevabı beni bile şaşırttı.

“Burası beş yıldızlı bir otel, internet bağlantısı da güvenlidir diye düşünüp otelin WI-FI sistemine bağlandınız ya, aslında benim kurduğum sahte bir hatta bağlanmış oldunuz. O hat üzerinden bilgilerinize ulaşmam ise hiç zor olmadı.

Televizyon programlarında, akıllı telefonlar üzerinden yapılan casusluğun bayağı yaygın olduğu, şirketlerin rakiplerinin hareketlerini takip için korsanların devreye sokulduğu anlatıldıktan sonra, “Özellikle organize suç örgütleri elektronik casusluğa meraklılar” denildi.

İçimden, “Bana mı anlatıyorsunuz?” hissi geçti.

Evet, telefonlarımız ‘akıllı’ da, acaba onları kullanan bizler yeterince ‘akıllı’ sayılır mıyız?

NOT: ‘Akıllı’ geçinen yazarınız da bir ‘akıllı telefon’ kullanıcısıdır…

Fehmi Koru

İlahi Komedya

Birinci kanto

Yaşam yolumuzun ortasında
karanlık bir ormanda buldum kendimi,
çünkü doğru yol yitmişti.

Ah, içimdeki korkuyu
tazeleyen, balta girmemiş o sarp, güçlü
ormanı anlatabilmek ne zor!

Öyle acı verdi ki, ölüm acısı sanki;
ama ben, orada bulduğum iyilikten söz edeceğim,
gördüğüm, başka şeyleri söyleyeceğim.

Oraya nasıl girdiğimi bilemeyeceğim,
öyle uykum gelmişti ki,
doğru yolu bırakıp gittiğimde.

Ama yüreğimin içine
korku salan vadinin bittiği
tepenin eteğine geldiğimde

yukarı çevirdim gözlerimi,
omuzlarını gördüm onun, herkese her yerde
yol gösteren gezegenin ışınları içinde.

O zaman biraz dindi,
o sıkıntılı gecede
yüreğimin gölüne çöken korku.

hâlâ kaçmakta olan ruhum
kimseyi sağ bırakmayan geçide
bakmak için döndü geriye.

Yorgun bedenimi biraz dinlendirince
ıssız kıyıda yürümeye koyuldum yine,
sağlam basan ayağım hep daha geride.

Yokuşun hemen başladığı yerde
bir pars gördüm, yerinde duramıyordu,
kıpır kıpırdı, benek benekti tüyleri;

yüzümün önünden hiç ayrılmıyordu,
öylesine kesiyordu ki yolumu,
kaç kez dönmek istedim gerisin geri.

Sabahın başladığı saatlerdi,
güneş, Tanrı’nin sevgisi bu güzel nesneleri
ilk kez kıpırdattığından beri

birlikte olduğu yıldızlarla yükselmekteydi;
öyle ki, güzel mevsim ve günün bu saati,
beni iyi şeyler beklemeye yöneltti

tüyleri benekli hayvandan;
ama korkmamı önleyemedi
karşıma çıkan bir aslandan.

Başı havada, açlıktan kudurmuş gibi
bir aslan, üstüme geliyordu sanki,
öyle ki, havaya bile korku sinmişi.

Ve cılızlığı bin bir istek dolu,
çok kişiye neler çektirdiği
besbelli bir kurt, üstelik dişi,

görünce beni, kapıldığım korku
öyle kesti ki elimi ayağımı,
kalmadı artık tepeye tırmanma umudu.

Bu yerinde duramayan hayvan,
güle oynaya kazandıklarını
gün gelip yitirince, durmadan

ağlayıp inleyenlere benzetti beni,
üstüme gelip yavaş yavaş güneşin battığı
yere doğru sürüklerken.

Aşağılara doğru inerken,
gözlerimin önünde biri belirdi,
çoktandır konuşmamıştı, kısılmıştı sesi.

Bu büyük çölde görünce onu,
“Acı bana” diye bağırdım o an,
“kim olursan ol, ister gölge, ister gerçek insan!”

Yanıt verdi: “İnsan değilim, bir zamanlar insandım,
anam babam Lombardia’lı,
ikisi de öz be öz Mantova’li.

Oldukça geç geldim dünyaya, Iulius döneminde,
Roma’da yaşadım büyük Augustus yönetiminde
sahte ve yalancı tanrılar döneminde.

Șiir yazdım o güzel İlion yandığında,
Ankhises’in doğrucu oğluna
övgüler düzdüm Troya’dan geldiğinde.

Peki sen niye sokuyorsun başını derde?
Niçin çıkmıyorsun her sevincin hem nedeni,
hem kökeni mutluluklar dağına?”

“Yoksa Vergilius musun sen, konuşunca
ağzından ırmaklar çağlayan?”
diye yanıt verdim, alnımda utancımla.

“Ey beni yazdıklarının peşinde koşturan,
emeğimi, sevgimi coşturan
bütün ozanların onuru, önderi.

Ustamsın, kalemimsin,
bana onurlar katan
o güzel biçemi veren sensin.

Yolumu kesen şu hayvan
damarlarımdaki kanı ürpertti,
yardımcı ol bana ünlü bilge.”

“Daha iyi edersin başka yoldan gidersen,
kurtulmak için bu yabanıl yöreden”
diye yanıt verdi, ağladığımı görüncü;

“çünkü seni bağırtan bu hayvan,
kimsenin geçmesine izin vermez yolundan,
karşısına dikilip, er geç parçalar onu;

öyle kötü, öyle pistir ki huyu,
doymak bilmez oburluğu,
doydukça karnı, daha da açılır iştahı.

Çoktur, çiftleştiği hayvanların sayısı,
tazı gelip de onu işkenceyle öldürünceye dek,
daha bir sürü hayvanla çiftleşecek.

Toprak, para ne demek,
tazıyı bilgelik, sevgi, erdem besleyecek,
Feltro ile Feltro arasında olacak ülkesi;

uğruna bakire Cammilla, Eurialus, Turnus ile
Nisus’un can verdikleri
bahtsız İtalya’ya esenlikler getirecek;

o dişi kurdu her kentten sürecek,
dışarıya imrenip de çıktığı
Cehennem’e tıkıncaya dek.

İyiliğin için peşimden gel, izle beni,
rehberin olacağım, buradan alıp, öncesi
sonrası olmayan bir yere götüreceğim seni,

umutsuz çığlıklar işiteceksin;
acıdan kıvranan eski ruhlar göreceksin
ikinci ölümlerine bağırırken;

kutlu ruhlara katılmayı umdukları için
günün birinde, ateşte yanarken
yakınmayanları da göreceksin.

Sonra onların katına yükselmek
istersen, daha yetkin bir ruh gelecek:
seni ona bırakıp, ayrılacağım ben;

çünkü yukarıyı yöneten,
yasasına karşı çıktığım için ben,
birlikte gitmemizi istemez ülkesine.

Her yere eğemendir o, krallığı o yerde;
ülkesi orasıdır, yüce tahtı orada:
ne mutlu yanına çağırdıklarına!”

Ve ben:”Ey ozan” dedim ona,
“tanımadığın o Tanrı adına
hem bu tehlikeyi hem daha da beterini

savmak için, dediğin yere götür beni,
ermiş Petrus’un kapısını göreyim,
bakayım acı çekiyor dediklerine.”

Bunun üzerine yola koyuldu o, peşinden gittim ben de.

İkinci kanto

Gün bitiyordu, kararan hava
yeryüzündeki canlıların yorgunluklarını
alıyordu; ben de tek başıma,

belleğimin yanılmadan aktaracağı
yolculuğu, tanık olacağım acıları
karşılamaya hazırlanıyordum.

Ey Musa’lar, ey yüce ruh yardım edin bana,
ey gördüklerini yazacak bellek,
soyluluğun şimdi kendini belli edecek.

Söze girdim: “Ey bana yol gösteren ozan,
bu çetin yolculuğa çıkartmadan önce beni,
bak bakalım erdemlerim yeterli mi.

Diyorsun ki, Silvius’un babası
ölümsüzlük ülkesine diri diri girdi,
ruhuyla bedeniyle.

Her kötülüğün düşmanı, destek verdi
bu çok değerli, çok önemli kişiye,
sağlayacağı sonuçlar nedeniyle,

şaşmamalı buna aklı başında hiç kimse;
çünkü o gökyüzünde
kutsal Roma’nın babası seçilmişti:

doğrusunu demek gerekirse
Roma da, imparatorluk da merkez yapılmıştı,
büyük Petrus’un ardılı orada oturacaktı.

Senin de övdüğün bu gezi boyunca
öğrendikleri, kaynak oldu başarısına
ve papalık iktidarına.

Daha sonra Vas d’elezione de gitti oraya,
pekiştirmek için inancını,
kurtuluşa varan yolda.

Peki kim izin veriyor bana? Niçin gidiyorum ben?
Ne Paulus’um, ne de Aineias’ım ben,
bunu hak ettiğime ne ben inanırım, ne başka kimse.

Karar verirsem eğer gitmeye,
korkarım çılgınlık olacak bu.
Bilgesin, ne demek istediğimi anlarsın sen.”

Ne istediğini bilmeyenler, yeni düşünceler
uğruna isteğinden vazgeçenler,
başladığını yarıda kesenler

gibi oldum, o karanlık yamaçta ben de,
vazgeçtim başlangıcı bunca zor işten,
yeniden düşününce.

“İyi anladımsa dediklerini”
diye yanıt verdi gönlü yüce gölge,
“korku sarmış senin içini;

korku sık sık insanın içine girer,
yapacağı onurlu işleri engeller,
ürkütür karanlıkta kalmış bir hayvan gibi.

Korkunu gidermek için, niçin geldiğimi,
senin için üzüldüğüm ilk anda
işittiklerimi söyleyeceğim sana.

Boşlukta sallananlarla birlikteydim,
öyle kutlu, öyle güzel bir kadın çağırdı ki beni,
ne isterse yerine getiririm dedim.

Yıldızlardan parlaktı gözleri,
kendi diliyle konuştu benimle,
yumuşacık, alçacık, melek gibi sesiyle:

‘Ey ünü dünyayı saran
dünya durdukça da duracak olan
Mantova’lı seçkin ruh;

kısmeti kapalı bir dostum
ıssız bir yamaçta bir engelle karşılaştı,
korkup geri dönmeye kalktı;

yolunu çoktan şaşırmıştır belki de,
çünkü çok geç koştum yardımına,
yukarıda onunla ilgili sözleri duyduktan sonra.

Haydi git, süslü sözlerinle
yardımcı ol, yardımcı ol ki ona,
içim rahat etsin benim de.

Seni gönderen ben, Beatrice’yim;
dönmeye can attığım yerden geldim;
beni getirip böyle konuşturan, sevda.

Efendimizin yanına vardığımda
senden övgüyle söz edeceğim ona.’
Sonra o sustu, ben konuştum:

‘Ey erdemli kadın, gökyüzünün en küçük yuvarına
insan türünü egemen kılan
yalnızca senin erdemlerin,

başımın üstünde yeri var isteklerinin,
ama yerine getirmek için artık çok geç:
isteğini söylemesen daha iyi edersin.

Yine de bana söyle,
dönmeye can attığın o büyük yerden
buraya korkmadan inmene yol açan ne?’

‘Madem bilmek istiyorsun bu gizi,
kısaca anlatayım buraya nasıl geldiğimi’
diye yanıt verdi.

‘İnsan yalnızca başkalarına
zarar verecek şeylerden korkmalı;
bunun dışında korkuya yer olmamalı;

Tanrı’nın bağışı öyle kıldı ki beni,
sizin çektikleriniz erişmiyor bana,
bu yangının alevleri ulaşmıyor bana.

Seni gönderdiğim engele gökyüzündeki
soylu bir kadın çok içlendi,
yukarının sert kararını değiştirdi.

Lucia’yı yanına çağırıp şunları dedi:
‘Yardımını bekliyor şimdi seni seven kişi,
isteğim göz kulak olman ona.’

Zalimlerin düşmanı Lucia
yola koyulup, yaşlı Rachele ile
otururken ben, yanıma geldi:

‘Beatrice, Tanrı’nın gerçek övüncü’ dedi,
‘niçin yardım etmiyorsun,
seni sevdiği için sürüden ayrılan insana?

Hıçkırıklarının iniltisini duymuyor musun?
denizin erişmediği ırmağın kıyısında
ölümle pençeleştiğini görmüyor musun?

Bu sözleri işitince, senin de,
seni dinleyenlerin de onuru, dürüstlüğüne
güvenip, kutlu durağımdan buraya indim acele,

yeryüzünde hiç kimse,
ne iş peşinde koşarken, ne tehlikeden kaçarken
etmemiştir bunca acele.’

Bunları dedikten sonra
ağlayarak yaşlı gözlerini çevirince bana,
daha da büyük bir hızla koyuldum yola.

Ve onun istediği gibi, geldim yanına,
o güzel tepeye kısa yoldan gitmeni engelleyen
canavarı kaldırdım önünden.

Haydi neyin var? Niçin, niçin gitmiyorsun?
Niçin yüreğinde korku besliyorsun?
Niçin cesaretten, güvenden yoksunsun,

kutsanmış üç kadın
gökyüzü sarayında seni bekler,
ben bunca güzellikler önerirken?”

Gecenin soğuğunda büzülüp kapanan,
gün ışıyınca dirilip, doğrulan
çiçekler gibi, ben de

sıyrıldım uyuşukluktan,
yüreğimi öyle bir korkusuzluk kapladı ki,
konuştum özgür bir insan gibi:

“Ey yardımıma koşan incelikli
kadın ve onun söylediği doğru sözleri
yerine getiren, sen soylu kişi!

Yeni istekler uyandırdın içimde
söylediğin sözlerle, ben de
dönüyorum ilk düşünceme.

Haydi yürü, isteği aynı ikimizin de:
rehberim, efendim, ustamsın sen.”
Bunları dedim ona; o yürüyünce,

sarp, çetin yola girdim ben de.


Üçüncü kanto

“Buradan gidilir acılar kentine,
buradan gidilir bitmek bilmeyen acıya,
buradan gidilir yitmiş insanlar arasına.

Adalet yol gösterdi ulu rabbime,
kutsal güç, yüce bilgelik, ilk sevgi
yarattı beni.

Benden önce her şey sonsuzdu;
sonsuza dek süreceğim ben de.
İçeri girenler, dışarıda bırakın her umudu.”

Bir kapının üstünde koyu renkle
yazılı bu sözleri görünce:
“Usta” dedim, “beni ürkütüyor bu sözlerin anlamı.”

O, içimden geçenleri anlamıştı:
“Burada her türlü korkuyu bırakmalı,
ödlekliğin kökünü kazımalı.

Sana söylediğim yerdeyiz şimdi,
akıl hâzinelerini yitirdikleri
için acı çekenleri göreceksin.”

Sonra eliyle tutup elimi,
gülümseyerek yüreklendirdi,
gizlerin içine soktu beni.

Burada ağlamalar, inlemeler, yakınmalar
uğulduyordu yıldızsız gökte,
gözlerimden yaşlar boşandı benim de.

Çeşitli diller, iğrenç küfürler,
acıdan yakınanlar, öfkeden bağıranlar,
yüksek sesler, boğuk sesler, çırpan eller,

sonsuza dek karanlık bu havada,
bir kasırgada savrulan kumlar gibi
kendi ekseninde dönen bir uğultu oluşturuyordu.

Korkudan başım dönüyordu.
Dedim ki: “Usta bu duyduklarım ne?
Acıya yenik düşen bu insanlar kim?”

Dedi ki: “Bu rezil durumdakiler
kötülük de, iyilik de yapmadan
yaşamış olanların ruhları.

Tanrı’ya başkaldırmayan,
ama yanında yer almayıp, yansız kalan
kötü meleklerle birlikteler.
Cennet, güzelliği gölgelenmesin diye kovdu bunları,
isyancı meleklere onur katmayacakları
için Cehennem’in dibine de almıyorlar onları.”
Dedim ki: “Usta, bunca ilenmelerine
yol açan acının kaynağı ne?”
Yanıt verdi: “Kısaca söyleyeyim dinle.
Bunların ölmek umutları kalmadı,
öyle aşağılık ki karanlık yaşamları
kıskanırlar başka her yazgıyı.
Dünyada kalmamıştır sanları,
bağışlama da, adalet de hor görür tümünü,
söz etmeye değmez, yalnızca bak ve yürü.”
Bir bayrak gördüm bakınca,
döne döne hızla yol alıyordu,
belli ki, dur durak bilmiyordu:
ardından öyle çok insan gidiyordu ki,
aklımın ucundan bile geçmezdi
ölümün bunca insanı yenik düşürmesi.

İçlerinden kimilerini tanıdım,
korkaklığı yüzünden büyük görevi
bırakıp kaçanın gölgesini de tanıdım.

Hemen anladım, inandım ki,
Tanrı’nın da, düşmanlarının da sevmedikleri
kötüler sürüsüydü bunlar.

Hiç yaşamamış olan bu zavallılar
çırılçıplaktı ve oradaki at sinekleri,
eşek arıları sokuyordu her taraflarını

iğrenç kurtçuklar emiyordu,
yüzlerinden akıp gözyaşlarıyla
ayaklarının dibine inen kanı.

Biraz daha öteye bakınca,
bir kalabalık gördüm büyük bir ırmağın kıyısında;
dedim ki: “Usta, bunların kim olduklarını

öğrenmeme izin ver, ırmaktan geçmeye
can attıkları seçiliyor bu cılız ışıkta bile,
nereden geliyor bu istekleri?”

“Her şeyi anlayacaksın” dedi
“Akheron’un hüzünlü kıyısında
adımlarımızı durdurduğumuzda.”

Utanıp yere çevirdim gözlerimi,
sözlerim canını sıkmasın diye
ırmağa dek hiçbir şey demedim.

Birden bir kayıkla bize doğru
saçı sakalı ağarmış bir ihtiyar geldi,
bağırarak: “Sonunuz kötü, kötü ruhlar!” dedi.

“Ummayın sakın gökyüzünü görmeyi,
öbür yakaya, sonsuz karanlıklar, sıcaklar,
buzlar diyarına götürmeye geliyorum sizi.

Ey orada duran canlı ruh,
git bunların yanından, ölü bunların hepsi.”
Gitmediğimi görünce dedi ki:

“Buradan değil, başka yoldan,
karşıya geçeceksin sen, başka limandan:
senin için daha hafif bir kayık gerekli.”

“Kharon öfkelenme” diye rehberim söze girdi,
“o, her isteğini yerine getirebilenin
isteğiyle burada, başka bir şey söyleme.”

Gözlerinin çevresini alev çemberleri
sarmış cehennem kayıkçısının pamuk gibi
yanakları sakinleşti bunun üzerine

Ama bu acımasız sözleri duyunca,
o yorgun, çıplak ruhların renkleri değişti
birbirine vurdu dişleri,

Tanrı’ya, ana babalarına, insanlara,
doğdukları yere, atalarına
demediklerini bırakmadılar.

Sonra bir araya toplandılar
Tanrı korkusu bilmeyen insanları bekleyen kıyıda,
başladılar hüngür hüngür ağlaşmaya.

Kor gözlü Kharon iblisi
işmar edip hepsini yan yana getirdi,
gecikenlerin sırtına küreğini indirdi.

Güz gelip de,
yapraklar peşpeşe dökülünce,
dalların yapraklarını yerde görmeleri gibi,

Adem’in kötü çocukları çağrıya uydular,
kuşlar gibi, birer birer
kayığa atladılar.

Koyu renkli suda yol almaya başladılar,
ama onlar daha varmadan karşıya,
yeni bir kuyruk oluştu bu yakada.

“Oğul” dedi sevecen usta
“Tanrı’nın öfkesini çekip de ölenler
buraya dünyanın dört bir yanından gelirler;

ırmağı geçmek için sıraya girerler.
Tanrı’nın adaleti mahmuzlayınca onları,
isteğe dönüşür korkulan.

Geçmez buradan tek iyi bir ruh bile,
Kharon’un niçin sana öfkelendiğini
anlamış olmalısın şimdi”

Sözleri bitince, kapkara çevre
öyle bir sallandı ki, vücudumu ter basar yine
o an aklıma geldikçe.

Gözyaşlı toprak bir rüzgâr estirdi,
rüzgârın içinde kırmızı bir ışık belirdi,
bütün duyularımı dize getirdi:

Uykuya dalar gibi, yerde buldum kendimi

İlahi Komedya / Cehennem
Çeviri: Rekin Teksoy
Dante Alighieri