Pembe Yalı

Kızlar vardır kıvırcık salata gibi
Ağızları burunları kıvır kıvır
Bacak bacak üstüne vapurlarda
Rüzgâr eser oraları buraları görünür
Baktıkça fık fık eder adamın içi

Vay canına tükürdüğümün İstanbul’u
Bir oynak olur Fındıklı önlerinde
Elimde yüz iğnelik çapari
Poyraz gibi dalarım palamutlara
Altımda Turgut Reis motoru

Rumelihisarı’nda Orhan’ın mezarı
Ne gittim ne gördüm gitmek de istemem
Taze ekmek bir parça beyaz peynir
Şimdi olsa şuracıkta rakı içer
Denize mi bakar kim bilir

Ben rıhtımdan suya atlarım
Altımda balıklar
Üstümde bulutlar
Ağzımın kenarında çırpıntılı Boğaz suyu
Pembe yalıya doğru yüzerim

Oktay Rifat

Filozoflardan Öğütler

Ampere            gibi, fakirliği bilgi aşkıyla mağlub et!

Aristippus        gibi, haz ahlâkının asil kurucusu ol!

Bentham          gibi, (En alçak adam, kanunları kendi menfaatine alet edendir.) de.

Bergson           gibi, (Hakikat geçmişte değil, gelecektedir.) diye söyle.

Berkeley          gibi, Tanrıdan başka varlık tanımayan ol!

Buda                gibi, (Ölümün ötesinde hiç kimse yoktur) ne demek, düşün.

Comte             gibi, (Müsbet ilim ve insanlıktan üstün bir hakikat yoktur) dan murad nedir? Onu düşün?

Croce              gibi, artist sadece duyan ye duygularını ifade eden adamdır, diye düşün.

Çiçeron           gibi, (Fazilet işlenmiş kötülükleri affetmekte saklıdır) diyenlerden ol.

Descartes        gibi, İnsan bilgisine yeni yollar açıcı ol.

Dewey            gibi, (işe yaramayan her bilginin sahibini altında ezen bir yük olduğunu) bildir.

Diyojen          gibi, (Filozofların Nasreddin Hocası ol!)

Eflatun           gibi, (Kainat mutlak ruhla hareket eden bir büyük hayvandır.) derken düşün!

Empedokles  gibi, (Fikirde bağımsızlığın en eski kurucusu) ol.

Epikür          gibi, (Faziletin örnek büyüklerinden) olmağa çalış.

Farabi           gibi, (Türk’ün ve insanlığın ölmez şerefi) ol!

Fisagor         gibi, (İnsan için sevmek şerefi) yolunda ol

Hegel           gibi, (Ruh ancak ruh olan bir şeyi hakim kılabilir.) diyenlerden görün!

Hobbes        gibi, (insan insanın kurdudur.) sözünü unutma!

İbni Sina      gibi, (Hayat sırlarını çözen büyük Türk) ol.

Kant             gibi, (O suratla hareket etmelidir ki, insan hiç bir gayenin vasıtası olmasın) diyebilmeli ve yapabilmelidir.

Konfüçyüs    gibi, (Bir insan ancak milleti, hükümeti ve ebeveyni ile  öğünebilir.
Bu öğünmeye layık olunuz) öğüdünü kendimize yapalım.

Leipniz         gibi, (Hareketlerin kanunu, iyi ile kötünün veya en iyi olanın idrakinden doğmuştur.) diye inananlardan ol.

Locke           gibi, (malik olduğunuz şeyleri mahvetmeyiniz! onda bütün milletin hakkı vardır. ) deyiniz.

Pascal           gibi, (Herkesin senin hakkında iyi söylemesini istiyorsan sen söyle) olmaz mı?

Plotinos        gibi, (Eflotin) gibi, (Mutlak güzellik gizli kalmaz ve güzellik, aşksız mevcud olamaz) ı düşünerek diyenlerden  uzaklaşma.

Schopenhauer gibi, (Hayat bir var oldum savaşından ibarettir. En doğru  neticesi de mağlub olmaktır.) sözünü anlamağa çalış.

Seneca          gibi, (Her kusurumdan bir kısmını, düzeltmek saadeti bana yetişir) diye düşün.
Mademki Sokrat, (insan tatlılıkla ölmelidir, demiş), Ağlamayınız.

Spinoza         gibi, (içinde Tanrı bulunmayan yer yoktur ve bu alemde hürriyetin asla yeri yoktur) demekte ve buna inanmakta  bir zarar yoktur.

Volter            ne demiş: (Papazların zekası, bizim budalalıklarımızın  mahsulüdür) Gel de inanma.

Zenon          diyor ki: (iki kulağımız ve bir ağzımız vardır, demek ki  konuşmaktan çok, dinlememiz lazımdır!) Buna inanalım ve öyle hareket edelim.

Süheyl Ünver / Cemil Sena

Denize Övgü

Santa Rita Pintor’a

Rıhtımda kimsesiz, yapayalnız, bu yaz sabahı
Bakıyorum kumsalın kıyısından, bakıyorum
Belirsizliğe,
Bakıyorum ve küçük, siyah parlak bir vapurun
Yaklaştığını görmekten mutluluk duyuyorum.
Uzakta, öyle açık seçik ve bildik ki kendince
Ardında kendi dumanından bir bayrak bırakıyor havaya.
Limana giriyor ve sabahı da birlikte getiriyor ve nehirde
Denizcilere özgü bir canlanma başlıyor,
Yelkenler açılıyor, çatanalar yaklaşıyor,
Rıhtıma bağlı gemilerin gerisinde motorlar gidip geliyor
Hafif bir rüzgar çıkıyor.
Ama ruhumun gördüklerimle,
Limana giren vapurla ilgisi yok.
Çünkü o uzaklıkla, sabahla,
Bu Ân’ın denizle kaynaşan özüyle,
İçimde bir bulantı gibi kabaran tatlı hüzünle,
Düşsel bir deniz tutmasının başlamasıyla birlikte.

Ruhumun olanca özgürlüğüyle bakıyorum uzaktaki o vapura
Ve yavaşça bir dümen dönmeye başlıyor içimde.
Sabahları gözümün önünde kumsala doğru
Yaklaşan gemiler varışların ve kalkışların
Acı ve tatlı gizini birlikte getiriyor lar.
Uzak rıhtımların ve başka zamanların, başka limanlardaki
Benzer insanların anılarını getiriyorlar.
Gemilerin bu gelişleri, bütün bu demir alışlar
Ve bunu kendi kanımın akışında hissediyorum
Bilinçdışı simgeler, korkunç doğaötesi imalar
Bir zamanlar ben olan o insanı diriltmeye çalışıyorlar bende…
Ah, bütün rıhtım taştan bir özlem kesiliyor
Ve gemi rıhtımdan ayrılıp
Gemiyle rıhtım arasında bir boşluk olduğu
Birden ortaya çıkınca,
Bilmem neden, yeni bir ürperti beliriyor içimde.
Doğan günün çarptığı ilk cam gibi
Kaygılarımın güneşinde ışıyan
Karanlık duygularla yoğun bir sis,
Ve bir başkasının anlaşılmaz bir biçimde
Benim olan anıları içinde buluyorum kendimi.

Ah, kim bilir, kim
Bir zamanlar, daha ben ben olmadan önce, benim de
Böyle bir limandan yola çıkıp çıkmadığımı, gün doğarken
Güneşin eğik ışınları altında bir gemiyle
Bir başka limandan ayrılıp ayrılmadığımı?
Kim bilebilir, şimdi gördüğüm gibi
Benim için vaktinden önce aydınlanmış,
Tıpkı böyle, zaman’ın ve uzam’ın ötesinde,
Yarı uyuyan koca bir kentin,
Mantar gibi büyüyen felçli bir ticaret limanının
Üç beş kişi toplanmış rıhtımını geride bırakıp bırakmadığımı?

Evet, bir rıhtım, somutlaşmış bir rıhtım
Gerçek, rıhtım gibi görünen, gerçekten bir rıhtım,
Bilmeden örnek aldığımız o saltık rıhtım,
Farkında olmadan düşleyip
Gerçek bir su kıyısında gerçek taştan yaptığımız.

Kendi rıhtımlarımız
Ve yapıldıktan sonra hemen
Gerçek Şeyler, Ruhtan Şeyler, Taştan ve Ruhtan Varlıklar
Diye anılırlar kökten duygularımızın belli anılarında,
Dış dünyada sanki bir kapı açılır da,
Hiç br şey değişmeden
Her şeyin bambaşka olduğu zaman.

Ah, Ulus-Gemilerle ayrıldığımız o Büyük Rıhtım!
O Büyük İlk Rıhtım, ölümsüz ve kutsal’
Hangi limandan? Hangi sularda? Ve neden bunları düşünüyorum ben?
Öbür rıhtımlar gibi, ama Bir ve Tek o Büyük Rıhtım.
Onlar gibi şafağın sessizliğinin sabahları,
Vinçlerin gıcırtısı, yük trenlernin
Fabrika bacalarından tüten
Ve karanlık suların üzerinden geçen bir bulut gölgesi gibi
Parlayan kömür tozlarının kararttığı tabanı gizleyen
Kara bulut altında varışlarıyla patlayan.

Ah, sessizlik ve kaygıların renklendirdiği saatlerde
Nasıl bir giz ve anlamın özü gerili durur
Kutsal açıklanışını bulan esrikliğinde
Herhangi bir rıhtımdan o rıhtıma köprü kurmayan!

Uyuyan sularda kara kara yansıyan rıhtım,
Gemilerdeki koşuşma,
Ah, gemiye binen yolcuların huzursuz ruhları,
Gelip geçen ve onlarla hiçbir şeyin sürmediği simgesel kalabalık,
Çünkü gemi limana girdiğinde,
Gemide her zaman değişen bir şey vardır.

Ey sürekli kaçışlar, ayrılışlar ve esriklği Değişikliğin!
Denizcilerin ve seferlerin ölümsüz ruhu!
Sularda yavaşça yansıyan tekneler
Gemi limandan ayrılırken!
Hayatın ruhu gibi yüzmek, ses gibi ayrılmak,
O anı titreyerek yaşamak üzerinde ölümsüz suların
Daha dolaysız günlere uyanmak Avrupa’daki günlerden,
Gizemli limanlar görmek denizlerin yalnızlığında,
Uzak burunları dönüp birden sınırsız manzaralardan
Sayısız şaşkın tepelere ulaşmak…

Ah, o uzak kıyılar, uzaktan görünen rıhtımlar,
Sonra yaklaşan kıyılar, yakından görünen rıhtımlar.
Her ayrılışın ve her varışın gizi,
Denizcinin yaşadığı her saatte biraz daha çok duyduğu
O hüzünlü kararsızlığı ve anlaşılmazlığı
Bu olanaksız evrenin!
Uzak adaların nice engin denizlerinden geçerken
Geride bıraktığımız o uzak adaların kıyılarında,
Gemi yaklaştıkça evleri ve insanları büyüyüp
Belirginleşen o limanlarda
Boğazımıza takılan o saçma hıçkırık.

Ah, o sabah serinlği limana varıldığında
Ve o sabah solgunluğu yola çıkarken
Barsaklarımızı buran
Ve korkuya benzer belirsiz bir duygu
-Uzaklaşmanın ve ayrılmanın atadan kalma korkusu,
Yeni bir şeylerle karşılaşmanın o atadan kalma anlaşılmaz korkusu-
Hani tüylerimizi ürpertir ve bize acı çektirir
Ve bütün tedirgin gövdemiz
Ruhumuzmuş gibi,
Bütün bunları, başka bir şeymiş gibi, hissetmek için anlaşılmaz bir istek duyar:
Herhangi bir şeye bir özlem –
Şaşkın bir yakınlık, kim bilr hangi belirsiz yurda?
Hangi kıyıya? Hangi gemiye? Hangi rıhtıma?
O kadar ki, bu düşünce midemizi bulandırır
Ve yalnız büyük bir boşluk bırakır içimizde,
Denizde geçen zamanın boş doygunluğu,
Bıkkınlık ya da acı gibi belirsiz bir tedirginlik –
İnsan bir bilebilse bunun ne olduğunu…

Gene de biraz serin bu yaz sabahı.
Gecenin uyuşukluğu hala sürüyor çıkan meltemde.
Yavaş yavaş hızlanıyor içimdeki volan.
Ve gemi, ben uzaktan yaklaştığını gördüğüm için değil,
Girmesi gerektiği içn giriyor limana.

İmgelemimde şimdiden yakın ve görünebiliyor
Boydan boya, lombarlarının bütün çizgileriyle.
Ve her yanım titremeye başlıyor, bütün gövdem ve derim,
Hiçbir gemiden çıkmayan ve içimdeki bir sesin
Bugün rıhtımda kendisini beklememi söylediği o yaratık yüzünden.

Kıyıya yaklaşan gemiler,
Limandan ayrılan gemiler,
Uzaktan geçen gemiler,
(Sanki kimsesiz bir kıyıdan seyrediyorum onları) –
Bütün bu nerdeyse soyut gemiler seyir halindeyken,
Gidip gelen gemiler değil de,
Başka şeylermiş gibi duygulandırıyor beni.

Ve bu gemiler, yakından baktığınızda, o yüksek demir duvarlar,
İçerden, kamaralara, salonlara, özel odalara bakarken,
Uçları göğe doğru yükselen direkleri seyredip
Halatların arasında sıçrarken, daracık merdivenlerden inerken
Denizle karışık o yağlı madeni kokuyu solumak –
Yakından baktığınızda, hem başka, hem de aynıdır gemiler,
Aynı özlemi, aynı susuzluğu duyururlar size, ama başka bir biçimde.

Bütün bu denizcilik hayatı, denizcilikle lgili her şey!
Kanıma girer denizin bütün bu ince ayartıcılığı
Ve düşünü kurarım o anlatılmaz yolculukların.
Ah o uzak kıyılar ufukta alçalan!
Ah o burunlar, adalar, o kumsal kıyılar!

Denize özgü o yalnızlıklar, hani bazen Pasifik’e nasılsa okuldan kalma bir bilgiyle
Bunun en büyük okyanus olduğu düşüncesi sinirlerimizi bozar.

Ve dünya da, her şeyin tadı da kupkuru bir çöle döner içimizde!
Atlas Okyanusu’nun daha insanca, daha yumuşak uzanışı!
Denizlerin en gizemlisi, Hint Okyanusu!
Ey tatlı Akdeniz, kıyı bahçelerindeki beyaz heykellerin
Geniş caddelerine vuran dalgaları seyrettiği gizemsiz, bildik deniz!
Bütün denizler, boğazlar, koylar, körfezler,
Bağrıma basmak isterdim hepinizi, kollarıma almak ve ölmek!

Ve siz, denizle ilgili her şey, düşlerimin eski oyuncakları!
Bir düzen verin iç hayatıma benden habersiz!

Omurgalar, serenler ve yelkenler, dümenler ve halatlar,
Bacalar, pervaneler, flamalar ve gabya yelkenleri,
Dümen yelkesi ipleri, lombar ağızları, supaplar, yağ karterleri,
Yığın yığın, dağ gibi dökülüyor içimden, kapağı açılan
Bir dolabın içindeki nasıl dağılırsa yere!
Azgın arsızlığımın yağması olun siz,
İmgelem ağacımın meyveleri olun,
Şarkılarımın konusu, aklımın damarlarının kanı.
Sizin güzelliğinizin bağlarıyla bağlanayım dışımdaki dünyaya
Metforlar, imgeler, edebiyatla donatın beni
Çünkü, gerçekte, tam anlamıyla
Omurgası rüzgarda bir gemi benim duyarlığım,
İmgelemim yarı batık bir demir,
Tedirginliğim kırık bir kürek
Ve kıyıda kuruyan bir ağ sinirlerimin dokusu!

Rastgele br siren sesi duyuluyor nehirden, tek bir siren,
Birden temelinden sarsılıyor ruhum
Ve giderek hızlanıyor içimdeki volan.

Ah, gemiler, yolculuklar bilinmeyen ülkesine,
Falanca gemicinin, o eski dostun!
Az şey mi burada bizimle dolaşmış birinin
Pasifikte bir adanın açıklarında boğularak öldüğünü bilmek!
Onunla dostluk eden bizler, haklı bir gururla
Ve belirsiz bir inançla, anlatacağız herkese
Daha derin bir anlamı olduğunu bütün bunların
Bulunduğu geminin kaybolmasından
Ve ciğerleri su aldığı için boğulmasından!

Ah vapurlar, şilepler ve yelkenli gemiler!
Yazık ki sayıları denizlerde giderek azalan yelkenliler!
Ben ki, çağdaş uygarlığa tutkunum ve bütün ruhumla bağlıyım makinalara,
Ben mühendis, ben uygar ben ki yabancı ülkelerde okudum,
Yelkenli ve ahşap gemilerden başka gemi görmek istemiyorum bir daha
Ve tanımak istemiyorum eski denzcilerin hayatından başka bir hayat!

Çünkü Salt Uzaklık’tır eski denizler
Güncelliğin yükünden kurtulmuş Salt Uzaklık!
Ve ah, nasıl o daha güzel hayatı hatırlatıyor bana burada her şey,
Daha yavaş yol alındığı için daha engin olan bu denizler.
Daha az bilgimiz olduğu için daha da gizemliler.

Uzaktaki her vapur bir yelkenlidir yakından
Şimdi uzakta görünen her gemi, yakından görünen bir gemidir geçmişte.
Ufuktaki geminin tüm görünmeyen denizcileri
Görünen denizcileridir geçmişteki yelkenlilerin
Geçmişte yavaş giden yelkenlilerin tehlikeli yolculuklarının,
Yelkenli ve ahşap gemilerin aylarca süren yolculuklarının.
Yavaş yavaş büyüsüne kapılıyorum denizle ilgili her şeyin.
Tepeden tırnağa sarıyor beni rıhtımın havası,
Yükselen sularına gömülüyorum Tagus’un
Ve düş görmeye başlıyorum, suların düşü sarıyor dört bir yanımı,
Sımsıkı kavrıyor ruhumu dişlileri döndüren kayışlar
Ve şiddetle sarsıyor beni giderek hızlanan volan.
Sular çağırıyor beni,
Denizler çağırıyor,
Beni çağırıyor ete kemiğe bürünen tüm uzaklıklar
Ve denizlerin geçmişte yaşanmış bütün çağları beni çağırıyorlar.

Sen, İngiliz denizci dostum, Jim Barns, sendin
Bana öğreten o eski İngiliz haykırışını
Benimki gibi karmaşık ruhlaraSuların şaşkın çağrısını
Zehirli bir sesle özetleyen,
Denizle ilgili her şeyin – batıkların, o uzun,
Tehlikeli yolculukların duyulmamış, giz dolu sesi,
Kanımda evrenselleşti senin o çığlığa benzemeyen
İnsanca biçimden ve sesten uzak o İngiliz çığlığın,
Sanki kubbesi gök olan bir mağarada çınlayan
Ve Uzaklarda, Denizde, Geceleri
Olabilecek bütün o korkunç şeyleri anlatan…

(Her zaman sanki bir uskunayı çağırırmış gibi,
Bağırırken kocaman esmer ellerini
Ağzının iki yanına götürüp bir megafon yapardın:
Aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yyyy…
Uskuna aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o—-yyy…)

Şimdi seni dinliyorum burada, kulağım kirişte.
Rüzgar çıkmak üzere, güneş yükseliyor, hava ısınıyor.
Yanaklarım kızarıyor.
Bilinçli gözlerim büyüyor.
İçimde büyüyen çoşku taşıp yayılıyor
Ey çınlayan çığlık
Ateşin ve öfken kızdırıp patlama noktasına getiriyor
İçimdeki bütün korkuları, dipdiri kesiliyor
Bütün bezginliğim, bütün hücrelerim!…
Kanıma çarpıyor nereden geldiğini bilmediğim
Geçmiş bir aşkın çağrısı ve dönüp
Aynı güçle çekiyor ve itiyor beni,
Aynı güçle tiksindiriyor beni fiziksel ve ruhsal
Anlaşmazlıklarıyla aralarında yaşadığım
Bu gerçek insanların hayatından!

Ah, gidebilmek, nasıl olursa, nereye olursa!
Gidebilmek o açık denizlere, dalgalar, tehlikeler içinden,
Yol almak açıklara, başka yerlere, Soyut Uzaklığa,
Belirsizlik içinde, gizemli gecelerin karanlığında,
Rüzgâra, kasırgaya kapılmış bir toz zerresi gibi sürüklenircesine!

Gitmek, gitmek, hiç durmadan gitmek!
Kanatlanmak için tutuşuyor olanca kanım!
İleri atılmak istiyor bütün bedenim!
Sellere kapılmış gibi bütün imgelemim
Çırpınıyor, kükrüyor, kabıma sığamıyorum!…
Köpük köpük oluyor kızışan isteklerim
Ve kayalarda patlayan bir dalga gibi tenim!

Bunu düşündükçe – Ey çılgınlık! Bunu düşündükçe- ey öfke!
Düşündükçe sınırlılığını isteklere esrik hayatımın,
Birden, sarsılıp yörüngesinden çıkmışcasına
İmgelemimdeki o dipdiri volanım,
Acımasız, yoğun ve şiddetli dönüşüyle
Kabarıyor içimde uğultusu, sarsıntısı baş döndürücülüğüyle
Bu karanlık ve sadist kıskançlığı denizlerdeki belalı hayatın.
Hey denizciler, miçolar! Kılavuzlar, tayfalar!
Gemiciler, çarkçılar, serüven arayanlar!
Hey gemi kaptanları, dümende nöbet tutan, direğe tırmananlar!
Kaba yataklarında mışıl mışıl uyuyan,
Tehlikeyle yatanlar, kalkıp nöbet tutanlar!
Ölüme yastık diye baş koyup uyuyanlar!
Dinelip güvertede ya da kaptan köprüsünde durup
Uçsuz bucaksız denizin sonsuzluğuna bakanlar!
Hey sizler, vinçlerin başında yükleri yükleyenler!
Yelkenleri saranlar, ateşçiler, kamarotluk edenler!
Geminin yüklerini ambara dolduranlar!
Güverteye çıkıp da halat roda edenler!
Lombar ağızlarını yıkayıp temizleyenler!
Dümen başındakiler, çarkçılar, direklerdekiler!
Hey, hey, hey!
Başları bereliler! Kaşkorse gömlekliler!
Göğüslerine çapraz çapalarla bayraklar işletenler!
Pazularında dövme, ağızlarında pipo
Onca güneşten esmerleşenler, onca yağmur yiyenler,
Önlerinde uzayıp giden boşluktan gözleri keskinleşen,
Göğüs gerdikleri bunca rüzgârdan daha da yiğitleşenler!
Hey, hey, hey!
Siz ey Patagonya’yı görenler!
Sizler, Avustralya’dan geçenler!

Hiç görmeyeceğim yerlerle gözleri ışıyanlar!
Hiç adım atmayacağım yerlere ayak basanlar!
Savanalara sokulup yerlilerden incik boncuk alanlar!
Ve bütün bunları sanki sıradan bir işmiş,
Doğal bir şeymiş,
Hayat böyleymiş gibi yapan,
Sanki bir yazgıyı yerine getiriyormuş gibi yaşayanlar
Hey, hey, hey!
Bugünkü denizlerin insanları! Eski denizlerin insanları!
Ey gemi saymanları! Kürek mahkûmları! Lepanto savaşçıları!
Roma’dan kalma korsanlar! Eski Yunan’ın denizcileri!
Fenikeliler! Kartacalılar! Saltık Deniz’de Olanaksız’ı gerçekleştirmek için
Sagres’ten sınırsız serüvenlere fırlatılan Portekizliler!
Hey, hey, hey!
Keşfettiğiniz kıyılara işaret diye taştan sütunlar diken
Ve o adsız burunlara adlarını verenler!
Zencilerle ilk kez alış veriş edenler!
Yeni kıtalardan ilk kez köle alıp satanlar!
O şaşkın zenci kadınlara ilk Avrupalı orgazmı tattıranlar!
Yeşil bitkiler fışkıran kıyılardan altın,
İncik boncuk, baharat ve oklar getirenler!
O sakin Afrika köylerini yağmalayan
Ve top gümbürtüsüyle yerlileri şaşkına çevirenler!
Siz can alan, çalıp çırpan, işkence eden, sonra da
Yeni denizlerin gizlerine koşmak için baş eğenlere
Vaad edilen Yeniliğin ödülüne el koyanlar! Hey, hey, hey!
Hepinize birden, hepiniz bir kişiymiş gibi,
Birbirinize karışmış, kenetlenmiş gibi hepiniz,

Kanlı, acımasız, nefret edilen, korkulan, sayılan hepinize!
Selam size, selam, hepinize selam!
Hey, hey, hey! Hey, hey, hey!
Merhaba! Merhaba! Merhaba!

Yola çıkmak istiyorum sizinle, sizinle yola çıkmak!
Hepinizle birlikte,
Gittiğiniz her yere!
Yüz yüze gelmek istiyorum karşılaştığınız tehlikelerle,
Yüzümde hissetmek yüzlerinizi buruşturan rüzgârı,
Dudaklarınızı öpen deniz tuzunu ufalamak,
El vermek çabanıza, fırtınalarınızı paylaşmak,
Sonunda sizin gibi o olağanüstü limanlara ulaşmak!
Sizinle birlikte uygarlıktan kaçmak!
Sizinle yitirmek her türlü ahlak kaygısını!
İnsanlığımın artık değiştiğini hissetmek!
Güney denizlerinde sizinle yeni vahşetler,
Yeni yürek sarsıntıları ve yanardağ ruhumdan
Yeni ateşler içmek! Sizinle yola çıkmak
Ve geride bırakmak – ah, haydi, düşün önüme! –
Uygar giysilerimi, kibar davranışlarımı,
Doğuştan içimde olan o zindan korkusunu,
O sakin hayatımı,
O elden günden uzak, durağan, düzenli hayatımı!

Denize, denize,
Denize, hey, rüzgâra, dalgalara
Atılmak ah hayatım!
Rüzgârda köpüklerle
Tuzunu tatmak için o büyük yolculukların,
Boşanan sağanaklara tenimi kamçılamak yepyeni serüvenlere,
Daldırmak varoluşumun kemiklerini o soğuk denizlere,
Kırbaçlamak, kesmek, buruşturmak rüzgârla, güneşle, köpüklerle
Atlantik kasırgası varlığımı,
Kefen bağları gibi serili sinirlerim
Ses veren bir lir rüzgârın ellerinde!

Evet, evet… Çarmıha gerin beni denizde yol alırken,
Omuzlarımda o haçı taşıma mutluluğu!
Bağlayıp götürün beni çıkarken her yolculuğa,
Omurgamı sızlatsın sırtımdaki o çarmıh,
Bu acıyı duyayım edilgin bir titreyişle!
Bana istediğinizi yapın, yeter ki ben denizde olayım,
Güvertede, dalgaların üstünde,
Yaralayın, öldürün, gövdemi parçalayın!
Denizin değiştirdiği bir ruh
Ölüme iletmek istediğim,
Denizle ilgili ne varsa onların sarhoş ettiği,
Derinler, burunlarla gemicilerle olduğu kadar,
Uzak yerler, limanlar, dipte yatan batıklar,
Hem her türlü ticaret,
Hem direkler, dalgalar
Başımı döndürmeli,
Acıyla ve şehvetle Ölüme götürmeli
Sülüklerin kanını emdiği bir cesedi,
O garip anlamsız yeşil deniz sülüklerinin!

Kefen sargısı yapın sinirlerimden,
Kaslarımdan palamar!
Sonra derimizi yüzüp geminin omurgasına çakın,
Duyayım acısını çakılan çivilerin ve bu acı hiç dinmesin!
Bir sancak yapın kalbimden
Eski kalyonların savaşlarındaki gibi durmadan dalgalanan!
Oyup çıkarın gözlerimi, güvertede çiğneyin
Geminin teknesine çarpıp kırın kemiklerimi!
Kırbaçlayın beni direklere bağlayıp, kırbaçlayın beni!
Enlemlerle boylamlardan esen rüzgârlar
Sürüklesin kanımı azgın fırtınalarda
Geminin bordasına çarpıp
Kaptan köprüsüne yükselen sulara!

Rüzgârın çarptığı gergin yelkenler gibi korkusuz olmak!

Uğuldayan rüzgârda gabya yelkenleri gibi!
Denizin tehlikelerini şakıyan fadoyla eski bir gitar,
Bir şarkı denizcilerin dinleyip hiç söylemedikleri!
O asi gemiciler
Kaptanlarını serenin cundasına asan,
Bir başka kaptanı da ıssız bir adaya bırakan.

Marooned!
O eski korsan ateşini yaktı tropik güneşi
Tutuşan damarlarımda.
Acıklı ve açık saçık dövmeler işledi imgelemime
Petagonya rüzgârı.
Ateş, ateş, içimdeki bu ateş!
Kan! Kan! Kan!
Beynim çatlayacak gibi!
Kıpkızıl parçalara bölünüyor dünyam!
Zincirlerin yankısıyla birbirine çarpıyor damarlarım’
Ve yırtıcı bir sesle çınlıyor içimde
Koca Korsan’ın şarkısı,
Koca Korsan’ın ölüm çanları gibi gürleyen şarkısı.
Korkuyu iliklerinde duyup ürperen adamları
Ve kıç güvertesinde ölüm çığlıkları atanlarla şarkı
Söyleyenler:

Ölünün sandukası üstünde on beş kişi
Yo-ho-ho bir de rom şişesi!

Sonra da o çığlık, havayı yırtan gerçek dışı bir ses

Darby M’Graw-aw-aw-aw-aw!
Darby M’Graw-aw-aw-aw-aw-aw-aw!
Fetch a-a-aft the ru-u-u, -u-u-u-u-u-um, Darby!

Hey anam, hey! Ne hayat bu, ne hayat!
Hey anam, hey!
He-he-hey! Hey anam, hey!
He-he-hey!

Kırılmış omurgalar, batık gemiler, kanlı denizler!
Kana bulanmış güverteler, parçalanmış cesetler!
Filika küpeştelerinde koparılmış parmaklar!
Dört bir yana saçılmış çocuk başları!
Gözleri oyulmuş haykıran, inleyen insanlar!
He-he-hey-hey-hey-he-he-hey!
He-he-hey-hey-hey-he-he-hey!
Beni soğuktan koruyan bir pelerin gibi sarınıyorum bütün bunlara!
Sıcakta duvara sürtünen bir kedi gibi sürtünüyorum
Acıkmış bir aslan gibi kükrüyorum bunların arasında!
Kızgın bir boğa gibi saldırıyorum hepsine!
Tırnaklarımı geçiriyor, pençelerimle yırtıyorum, kana buluyorum dişlerimi bütün bunlarla!
He-he-hey-hey-hey!-He-he-hey!
Birden, kulağımın dibinde
Korkunç bir borazan sesi,
O eski haykırışla, ama daha metalik ve daha öfkeli,
Çağırıyor avını kendini göstermek için,
Ele geçirmek üzere olduğu tekneyi:

Aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yyyy…
Uskuna aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yyy…

Bütün dünya siliniyor gözümde artık! Mosmor kesiliyorum!
Yanıp tutuşuyorum o tekneye sıçramak için!
Ey Korsanlar Reisi! Korsanların Kralı!
Yağmalıyor, öldürüyor, parçalıyorum her şeyi!
Yalnız denizi hissediyorum, ele geçirmek, yağmalamak!

Bütün duyduğum damarlarımın güm güm atışı,
Şakaklarımın zonklayışı!
Gözlerimi köreltiyor tutuşan kanım!
He-he-hey-hey-hey! He-he-hey!

Ey korsanlar, korsanlar!
Korsanlar, sevin beni ve benden nefret edin!
Korsanlar, eriyip karışayım sizlere!

Öfkeniz, kabalığınız nasıl da sesleniyor kanına
Bir zamanlar ben olan ve artık yalnız şehvetli kalan kadının bedenine!
Bütün davranışlarını benimseyen bir hayvan olmak isterdim,
Dişlerini küpeştelere, omurgalara geçiren,
Direkleri kemirip güvertedeki kanı ve katranı içen,
Yelkenlerle kürekleri, halatlarla vinçleri dişleyen bir hayvan,
Dişi bir deniz canavarı cinayetlerine doymayan!
Birbiriyle uyumsuz ve benzeşen bir duygular senfonisi yükseliyor,
Kanımda uğuldayan fırtınalı cinayetlerin, denizin
Kanında çınlayan o çılgın cümbüşlerin orkestrası,
Ruhumda azıp yükselen kızgın bir kasırga,
Görüşümü karartan ve bütün bunları yalnız derim
Ve damarlarımla görüp düşlememe yol açan sıcak bir toz bulutu!
Korsanlar, korsanlık, gemiler ve o saat,
Ganimetlerin yüklendiği o denizcilik anı,
Tutsakların korkudan nerdeyse çıldırdıkları
Bütün cinayetleri, ürkünçlüğü, gemileri, insanları, denizi, göğü, bulutları,
Rüzgârları, enlemleri, boylamları, çığlıklarıyla,
Nasıl isterdim bütün onlarla, onların hepsiyle bedenim acı çeksin,
Bedenim ve kanım, bütün varlığım tek kızıl bir topak olsun,
Kaşınan bir yara gibi çiçek açsın ruhumun düşsel etinde!

Ah, o suçların tümüyle özdeş olmak! Gemilerin saldırılarının,
Kan dökücülüğünün, ırza geçmelerin tüm öğeleri olmak!
Bütün o yağmaların yaşandığı yerlerde bulunmuş olmak!
Bütün o kanlı tragedyalarda yaşamış ya da yok olmuş herkes olmak!
O korsanlığın doruğundaki korsan – özeti ve etiyle kemiğiyle
Dünyanın bütün korsanlarının kurban – bireşimi olmak!
Edilgin bedenimle korsanların ırzına geçtikleri, öldürdükleri,
Yaralayıp parçaladıkları kadınlar kadını olmak!
Varsın saldırılmış bedenim onların hepsine hizmet eden
Ve bütün bunları, bunların hepsini bir anda belkemiğinde hisseden kadının bedeni olsun!

Ah, benim tüylü kaba, serüvenci, eli kanlı kahramanlarım!
Benim deniz canavarlarım, beynimin yarattığı kocalar!
Sapık duygularımın gelgeç aşıkları!
Biricik sevgiliniz olmak isterdim sizi her limanda bekleyen!
Sizler, onun düşlerinde sevilen ve nefret edilen korsanlar!
Çünkü o, yalnız ruhuyla da olsa, sizinle olacaktır, denizde
Irzına geçilen kurbanlarınızın çıplak bedenleriyle birlikte!
Çünkü o suç ortağımız olacaktır denizlerdeki azgın cümbüşlerinizde,
Büyücü ruhu görünmeden dans edecektir karışarak gövdelerinizle
Kılıç çeken, boğazlayan ellerinizin devinimlerine!
Ve karada dönüşünüzü bekleyerek, dönecek olursanız eğer,
Aşkınızdan çıldırmışcasına içecektir bütün o engin,
O sis ve karanlık kokularla dolu zaferlerinizin şerefine
Ve şehvetten ürperişleriniz boyunca kızıl sarı bir ayin havası çalacaktır ıslıkla!

Gövde parçalanmış, bağırsaklar deşilmiş, kanlar akarken,
Tam doruğundayken sizlerle ilgili düşlerimin,
Kendimi yitirmişim; artık size ait değilim, sizim ben
Ardınızdan gelen dişiliğim tümüyle sizin ruhunuz artık!
Bütün o gözü dönmüş yırtıcılığınızı yaşarken içinizde olmak,
O heyecanlarınızı içimde duymak
Siz açık denizleri kana bularken,
Arada bir daha canı çıkmamış yaralılarla
Pembe tenli bebekleri köpek balıklarına atıp
Seyretsinler diye analarını küpeştelere sürüklerken!

O kıyımlarda, yağmalarda sizinle olmak!
Kendimi talanlarınızın senfonisiyle uyum içinde bulmak!
Ah, anlatamam size ne kadar sizinle birlikte olmak istediğimi!
Orada yalnızca kadınınız, bütün kadınlarınız, bütün kurbanlarınız değil,
Bunların her biri ve hepsi olmak – erkeği, kadını, çocuğu, gemisi-
Ve yalnızca o an, gemiler ve dalgalar değil,
Yalnızca ruhlarınız, bedenleriniz, öfkeniz, ganimetleriniz değil,
Yalnızca soyut çılgınlıklarınızın somut eylemi değil,
Bunlar olmak değil istediğim, bunların hepsinden öte, Böyle olmanın Tanrısı olmak!
Bir Tanrı olmak gerek, karşıt bir inancın Tanrısı olmak!
Acımasız, şeytansı bir Tanrı, kanlı bir kamutanrıcılığının Tanrısı,
Düşsel çılgınlığımı tümüyle karşılayabilen
Ve zaferlerimizin her biri ve hepsiyle, hepsinden fazlasıyla
Özdeşleşme tutkumu hiç tüketmeyen!

Ah, iyileştirmek için işkence edin bana!
Ve tenimi – kellelere ve omuzlara savurduğunuz kılıçlarınızın
Çıkardığı hışırtıya çevirin!
Hançerlerinizin deldiği kumaşların ipliklerine döndürün damarlarımı!
İmgelemimi ırzına geçtiğiniz kadınların bedenlerine!
Aklımı, insan öldürdüğünüz kaptan köprüsüne!
Ve bütün hayatım, sinirliliği, isterisi, saçmalığıyla,
Her hücresi korsanlık eylemlerinizin her biriyle duyarlı
Bir canlı varlık olsun – ve ben durmadan döneyim
Dalgalanan koca bir mezbele gibi ve bunların hepsi olayım!
Sınır tanımaz düşlerimin ateşlenen çarkı
Öyle ölçüsüz ve ürkütücü bir hızla dönüyor ki,
Kanatlanan bilincim rüzgâra savrulmuş
Bir duman çemberinden başka bir şey değil şimdi!

Ölünün sandukası üstünde on beş kişi
Yo-ho-ho bir de rom şişesi!

He he hey, hey hey! Ho ho ho hoy, hoy!

Ah bu vahşetler vahşeti! Kahrolsun
Bunlarla ilgisi olmayan bizim hayatımız gibi bütün hayatlar!
İşte ben, mühendis, enerji uzmanı, bu işten anlayan,
Ben ki, size gelince, yürürken bile duraklayan,
Hareket ederken bile ağır, kendimi öne sürdüğümde bile etkisiz!
Başarılarınız karşısında tutuk, yıkık, ürkek,
O ateşli, kanlı, sınırsız canlılığınıza bakınca!

Yuh bana! çılgınlığımı yaşayamadığım için!
Yuh bana! ayaklarım her zaman uygarlığın eteklerine dolandığı
Ve sırtıma bir çuval dantel yüklenmiş gibi inceliklerle davrandığım için!
Biz hepimiz, çanak yalayıcıları çağdaş hayırseverliğin!
Veremliler, sinir hastaları gibi bitik, içi geçmiş,
Vurup kırmaktan, erkekçe dövüşmekten kaçan,
Ruhlarını iplikle bağlı bir tavuk ayağı gibi sürükleyenler!

Ah, korsanlar! Korsanlar!
Karanlık, acımasız bir şeyler yapma tutkusu,
Gözü dönmüşcesine tüyler ürpertici şeyler,
Nazik bedenlerimizi, kadınsı sinirlerimizi
Soyut bir şehvet gibi kemiren ve boş bakışlarımızı
Çılgın ateşlerle tutuşturan bir tutku!

Önünüzde diz çökmeye zorlayın beni!
Dövün beni, aşağılayın!
Kendinize kul köle edin!
Nefretiniz beni hiç terk etmesin!
Ey benim efendilerim, efendilerim!

Kanlı ve şehvetli çılgınlıklarınızda
Her zaman övünçle boyun eğeyim!
Kalın duvarlar gibi yıkılın üstüme
Ey barbar korsanları eski denizin!
Parçalayın, yaralayın beni!
Bedenimin doğusundan batısından
Kanlı çizikler çizin!
Kılıçla, baltayla, öfkeyle sarılın
Size ait olmamın sevinçli ürpertisine,
Acı çekmekten duyduğum zevke, kendimi size vermeme,
Doyumsuz vahşetinizin duygulu ve durağan nesnesi olmama,
Zorbalar, efendiler, imparatorlar, korsanlar!
Ah, işkence edin bana,
Parçalayın beni, karnımı deşin!
Canlı parçalarımı saçın,
Güvertelerde ters çevirin,
Denizlere fırlatın beni, adaların
Doyumsuz kumsallarına bırakın!

Sizde bulduğum gizemi benimle giderin,
Kanıma ulaşıncaya kadar deşin ruhumu,
Kesin, hırpalayın!
Ey bedensel imgelemimin dövmecileri!
Somut boyun eğişimin sevgili deri yüzücüleri!
Bir köpek tekmeler gibi bana haddimi bildirin!
Egemen nefretinizin lağımı yapın!

Bir bütün kurbanlarınıza dönüştürün beni!
İnsanlık adına acı çeken Hazreti İsa gibi
Elinize düşen her kurbanınız için acı çekeyim,
O amansız borda bordaya çarpışmalarda
Sertleşmiş, parmakları kesin kanlı ellerinize düşen.

Sürüklenen bir şey yapın beni –Ah, o ne zevk, o ne acı öpücük – sürüklenmek
Kırbaçladığınız atların kuyruğunda…
Ama bütün bunlar denizde, de-niiz-dee,
DE-NİİZ-DEE!
He-he-hey-hey-hey! He-he-hey! DE-NİİZ-DEE!
He-he-hey, hey-hey! He-he-hey! He-he-hey!
Her şey haykırıyor! Haykırıyor her şey! Rüzgârlar, dalgalar, gemiler!
Denizler, gabya yelkenleri, korsanlar, ruhum, kan, hava, ah hava!
He-he-hey, hey-hey! He-he-hey! He-he-hey!
Şarkı söylüyor, haykırıyor her şey!

ÖLÜNÜN SANDUKSI ÜSTÜNDE ON BEŞ KİŞİ
YO-HO-HO BİR DE ROM ŞİŞESİ!

He-he-hey, hey-hey! He-he-hey! He-he-hey!
Ho-ho-hoy-la-hoy-la-hoy-h-O-O-O-la-la-ha!

AHO-O-O-O-O-O-O-O-O-O-yyy!…
USKUNA AHO-O-O-O-O-O-yyy!…

Darby M’Graw-aw-aw-aw-aw-aw!
DARBY M’GRAW-AW-AW-AW-AW-AW-AW!
FETCH AFFFT THE RU-U-U-U-UM, DARBY!

Ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho!
HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO!
HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO!
HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO!
HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO!
İçimden bir şeyler parçalanıyor. Kızıllık kararıyor.
Artık hiçbir şey hissetmeyecek kadar çok şey hissettim,
Ruhum tükendi, kalan yalnızca bir yankı içimde.
Giderek azalıyor volanın hızı.
Gözlerimin üzerinden kaldırıyor ellerini düşlerim.
Yalnızca bir boşluk duyuyorum içimde, bir çöl,bir gece denizi
Ve o gece denizini duyar duymaz içimde,
O boşluğun ötesinden ve sessizliğinden
Bir kez daha, bir kez daha o uzun ve çok eski çığlık
Birden, ses değil sevecenlikle çakan bir ışık gibi çınlıyor
Ve hemen yayılıyor denizin ufkuna
O nemli, karanlık, insanca dalgalanma gecede,
Bir sirenin iniltili çağrısı duyuluyor uzaktan,
Uzaklığın derinliklerinden, Denizin dibinden,…
Uçurumun bağrından,
Suların üzerinde yosunlar gibi yüzerken parçalanmış düşlerim…

Aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yy…
Uskuna aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yy..

Ah, bu çiy tanesi nasıl da kaplıyor heyecanımı!
İçimdeki denizin esen bu gece serinliği!
İşte, birden önümde, gece dalgalarının
O engin insan gizemiyle dolu bir gece denizi.
Ay doğuyor ufukta ve bir damla gözyaşı gibi
Canlanıyor içimde mutlu çocukluğum.
Dalga dalga geri geliyor geçmişim ve o deniz çığlığı
Bir kokuya, bir sese, bir şarkının yankısına dönüşüyor
Çocukluğumu hatırlayıp
Bir daha hiç yaşayamayacağım o mutluluğu çağırırcasına.
Nehrin kıyısındaki o eski, sessiz evdeydi…
(Odamın pencereleri, yemek odasındakiler de
Alçak evlerin üzerinden yakındaki nehre bakıyordu,
Tejo’ya, bu aynı Tejo’ya, ama başka bir noktadan, daha aşağıdan…
Şimdi dönecek olsam aynı pencerelere, onları artık bulamam.
Uzak denizlerdeki bir geminin dumanı gibi uçup gitti o günler…)

Anlatılmaz bir yumuşaklık,
Neredeyse göz yaşartıcı bir pişmanlık,
Bütün o kurbanlar – özellikle de çocuklar – yüzünden,
Kendimi eski bir korsan sandığım,
Onları da kurbanlarım olarak düşlediğim için;
Sarsıcı bir duygu, onların kurbanlarım olmaları;
Sonra tatlı bir yumuşama, çünkü aslında
Kurbanlarım değildi onlar;
Karışık bir duygu, mavileşen buğulu bir pencere camı gibi,
Yaralı ruhuma eski şarkılar söyleyen.

Ah, nasıl düşünüp düşleyebilmiştim böyle şeyleri?
Ne kadar uzağım şimdi biraz önceki kendimden!
Karmaşık duygular – bazen böyle, bazen tam tersi!
Doğan günün soluk aydınlığında, bu duygularla uyumlu
Sesler geliyor kulağıma – suların şıpırtısı,
Nehrin rıhtımı yalayan dalgalarının yumuşak şıpırtısı…
Karşı kıyının önünden geçen yelkenler,
Japon mavisi uzak tepeler.
Almada’nın evleri,
Yumuşak ve çocukluktan kalma ne varsa sabahın bu erken saatlerinde…

Bir martı geçiyor
Ve artıyor içimdeki yumuşaklık.
Oysa bu süre içinde hiçbir şey çarpmadı gözüme.
Tenimde okşama gibi bir şeydi bütün duyduğum
Bütün bu süre içinde gözlerimi hiç ayırmadım uzaktaki düşümden,
Nehir kıyısındaki evim,
Nehir boyunda geçen çocukluğum,
Geceleyin odamın nehre bakan pencereleri
Ve sularda yansıyan dingin ay ışığı!…
Oğlunu yitirdiği için beni çok seven teyzem…
Beni ninnilerle uyutan o yaşlı kadın
(Ninnilik çağım çoktan geçmiş olsa da)…
Bunları hatırlıyorum da gözyaşları boşanıyor kalbime ve yıkanıyor hayatım
Ve bir deniz meltemi esmeye başlıyor içimde.
Bazen “Nau Catrineta” yı söylerdi teyzem:

İşte Catrineta gidiyor
Denizin dalgalanan üstünde…

Ya da ortaçağdan kalma özlem dolu
Bela Infanta şarkısını… Şimdi hatırlıyorum da yankılanıyor içimde zavallı kadının yaşlı sesi,
O günlerden beri onu ne kadar az düşündüğümü, onunsa beni ne kadar çok sevdiğini hatırlatarak!
Ve ona nasıl hayırsızlık ettiğimi – sonunda da hayatımı ne yaptığımı?

Bela Infanta’ydı bu… Gözlerimi kapayınca, teyzem de şarkıya başlardı:

Dünya güzeli Prenses
Oturmuş bahçesinde…

Gözlerimi aralardım, bakardım ayla aydınlanmış pencere,
Sonra gözlerimi kapar, mutlu bir düşe dalardım.

Dünya güzeli Prenses
Oturmuş bahçesinde…
Saçlarını tararken
Altın tarağı elinde

Ey benim çocukluğum, kırılmış oyuncağım!
Dönememek o geçmişe, o eve, o sevgiye,
Orada kalamamak hep çocuk, her zaman mutlu!

Oysa bütün bir geçmişti o, bir köşede kalmış o sokak feneri.
Düşündükçe içimde bir ürperti, bir açlık kavuşamayacağım bir şeye.
Anlatılmaz, saçma bir acı veriyor bana bunu düşünmek.
Ah, her yana savrulan bir duygu kasırgası!
Ruhumdaki bu ince, baş döndüren kargaşa!
Tükenmiş kızgınlıklar, çocukların oyuncak makaralarına benzer sevgiler,
Duyuların gözleri karşısında parçalanan imgelem,
Gözyaşları, boşuna gözyaşları,
Ruhu yalayıp geçen aykırı rüzgârlar…

Kurtulmak için bu duygulardan, yardıma çağırıyorum
Bile bile, umutsuz, susamış, boş bir çabayla
Can çekişen Yaşlı Korsan’ın şarkısını:

Ölünün sandukası üstünde on beş kişi
Yo-ho-ho bir de rom şişesi!

Ama silinen bir çizgi gibi yavaş yavaş kayboluyor içimdeki bu şarkı…
Kendimi zorluyorum ve gözlerini dört açmış ruhumun karşısında,
Yarı okumuş bir imgelemin yardımıyla bir kez daha canlandırmayı başarıyorum
Korsanlığın ateşini, öldürme tutkusunu, yağmacılığın o doyumsuz zevkini…
Kadınlarla çocukları pisipisine öldürmelerini,
Zavallı yolculara eğlenmek için boşuna işkence etmelerini
Ve başkalarının değer verdiği şeyleri aşağılayıp parçalama şehvetini,
Ama soğuk terler döküyorum korkudan düşlerken bütün bunları.

Ne kadar ilginç olurdu diye düşünüyorum
O çocukları asmak analarının gözleri önünde
(Oysa analarının ben olduğumu hissediyorum kendime rağmen)
Dört yaşındakileri ıssız adalara gömmek,
Babalarını kayıklarla götürüp onları göstermek
(Oysa evde mışıl mışıl uyuyan doğmamış çocuğumu düşününce tüylerim ürperiyor.)

Deniz cinayetleriyle ilgili soğuk bir istek kışkırtıyorum içimde,
İnanç özrü olmayan bir Engizisyon,
Nedeni olmayan cinayetler, kötülük ve öfke duymadan,
Soğukkanlılıkla işlenmiş, incitmeyi bile düşünmeden,
Şakadan değil, vakit öldürmek için,
Taşrada bir yemek odasında, masa örtüsünü bir köşeye itip fal açar gibi,
Sırf zevk için, hiç düşünmeden korkunç cinayetler işlemek,
Sırf birinin acı çektiği, çıldırdığını, acıdan ölecek gibi olduğunu görüp işi tam o noktaya    vardırmamak…
Ama düş gücüm reddediyor beni izlemeyi,
Ürpertiyle diken diken oluyor saçlarım
Ve birden, birdenbirelik daha önce, daha uzak, daha derinden,
Birden – Ah, o kanımı donduran korku! –
O Bilinmezlik kapısı açıldığında içimi kaplayan hava akımı, o soğuk!
Tanrıyı hatırlıyorum, hayatın o Üstün gücünü ve birden
Bir zamanlar görüştüğüm İngiliz denizci Jim Barns’ın yaşlı sesi

İçimdeki anlaşılmaz yumuşaklıkların sesine dönüşüyor
   şimdi, anamın kucağındaki o küçük ayrıntılara,
      kızkardeşimin kurdelesine,
Görünen şeylerin ötesinden gelen olağanüstü bir ses,
Kulakları sağır eden bu uzak Ses, Saltık Ses oluyor, ağızsız Ses,
Denizin üstünden ve derinliklerinden gelen geceye özgü Yalnızlığın sesi
Çağırıyor, çağırıyor, çağırıyor beni…

Boğuk, kısık, gene de duyulabilir bir ses,
Çok uzaklardan, başka bir yerden yankılanan, burada anlaşılmayan,
Bastırılmış bir çığlık, kısık bir ışık, sessiz bir soluk,
Uzayın olmayan bir köşesinden, zamanın hiçbir yerinden
Sonsuzluğa yönelen bir gece çığlığı, derin ve düzensiz bir soluk:

Aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yy…
Aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o—-yy…
Uskuna aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o—-yyy…

Ruhumun derinliklerinden gelen soğukla ürperiyor bedenim
Kapamadığım gözlerimi açıyorum birden.
Ah, ne büyük mutluluk sonunda düşlerden kurtulmak!
İşte yeniden gerçek dünya, sinirleri rahatlatan!
İşte erken saatleri sabahın ve limana ilk giren gemiler.

Hangi geminin gelmekte olduğu hiç önemli değil.
O hâlâ uzakta.
Ancak yakında olan beni heyecanlandırıyor.
Güçlü, sağlıklı, işlek düş gücüm
Çağdaş ve yararlı şeylerle ilgileniyor,
Şilepler, vapurlar, yolcularla,
Gündelik, çağdaş, ticaretle ilgili, somut şeylerle,
İçimde yavaşlıyor durmadan dönen volan.
Çağımızın olağanüstü denizcilik hayatı,
Her şey sağlıklı, temiz, makinalaşmış!
Her şey yerli yerinde, kendi düzeni içinde,
Bütün çarklar, dişliler, denizlerde gemiler
Bütün alım satımlar, ithalat ve ihracat
Tıkır tıkır işleyen,
Doğal bir yasaya uyuyor sanki her şey,
Tek ses yok uyumu bozan!

Şiirin de yitirdiği bir şey yok. Üstelik
Kendine özgü şiiri olan makinalarımız var artık
Ve yeni bir yaşama biçimimiz,  ciddi ayağı yere basan, düşünsel ve duygusal
Bu makine çağının ruhlara bağışladığı.
Yolculuklar şimdi de eskiden olduğu gibi güzel
Ve bir gemi sırf gemi olduğu için her zaman güzel olacak.
Yolculuklar hala yolculuk ve uzaklar hala oldukları yerde –
Hiçbir yerde, Tanrıya şükür!

Limanlar türlü türlü vapurlarla dopdolu!
Küçük büyük, renk renk, değişik nöbet çizelgeleriyle,
Her biri değişik bir denizcilik şirketine bağlı!
Limandaki her vapur o kadar kendisi ki palamarla bağlı olduğu yerde!
Öylesine hoşlar ki o dingin duruşlarıyla limanın telaşlı trafiğinde,
Her zaman Homeros’un o eski düzeninde, ey Ülis!
Gecede, uzaktan insan gibi bakan o deniz fenerleri
Ya da gecenin karanlığında yakından bir fenerin birden göz kamaştırması
(“Kim bilir ne kadar yaklaştık karaya!”
Ve suların şarkısı kulaklarımızda)!…
Bütün bunlar bugün de hiç değişmemiş, yalnız şimdi ticaret var fazladan
Ve bu büyük vapurların ticari yazgıları
Yaşadığım çağın bir övünç kaynağı bana!
Yolcu vapurlarındaki çeşit çeşit insanlar,
Irkların karışmasının, uzaklara gitmenin, yeni şeyler görmenin
Bunca kolaylaştığı bir çağda yaşamanın o yeni övüncünü duyuruyor bana.
Böylece yaşarken gerçekleştiğini görmek nice eski düşlerin sevindiriyor beni.
Duygularım bugün gişelerinin kafesleri sarı metalden temiz, düzenli, modern bir büro gibi,
Bir centilmen gibi ölçülü ve doğal
Şaşkınlıktan uzak ve becerikli; içlerine çekiyorlar deniz havasını,
Deniz havası solumanın ne denli sağlıklı olduğunu bilen insanlar gibi.

Günün iş saatleri başlıyor artık.
Her şey harekete geçiyor kendi düzeni içinde.
Ben de büyük bir zevkle ve doğal bir sesle ezberden saymaya başlıyorum
Malların yüklenmesi için gerekli bütün ticari işlemleri.
Benim çağım bütün faturalara vurulan damgalar çağı
Ve bütün iş yerlerinde yazılan bütün mektuplar
Doğrudan benim adıma gönderilmeli.

Deniz taşımacılığı öyle bir uzmanlık,
Bir kaptanın imzası öyle güzel ve modern ki!
İş mektuplarının o belli başlangıç ve sonları:
Dear Sirs – Messieurs – Amigos e Srs.,
Yours faithfully – nos salutations empressees…
Bütün bunlar yalnız insanca ve doğal değil aynı zamanda güzel de,
Sonra bunların hepsinin bir ilgisi var denizcilikte –
Şileplere yüklenen mallarla ilgili mektuplar ve faturalar.

Hayatın karmaşıklığını! Seven, nefret eden,
Siyasal tutkuları olan, bazen de suç işleyen insanlar hazırlıyor bu faturaları –
Ve öyle güzel yazıyorlar, öyle düzenli, öyle bağımsız ki bütün bu duygulardan!
Bir faturaya bakıp bunları hiç hissetmeyenler de vardır.
Örneğin sen, Casario Verde, hissetmişsindir bunu elbet.
Ben de öyle içten yaşamışımdır ki bunu, gözlerim yaşarmıştır.
İş hayatında ve iş yerlerinde şiir yoktur, demeyin bana!

İşte bakın, giriyor bütün gözeneklerden… içime çekiyorum onu bu deniz havasında,
Çünkü bütün bunlar gemilerle, çağdaş denizcilikle ilgili,
Çünkü tarihin başlangıcıdır faturalar ve iş mektupları,
Sonsuz denizlerde yük taşıyan şilepler de tarihin sonu.

Ve ah, o yolculuklar, o tatil gezileri ve ötekiler,
Hepimizin arkadaş olduğu o deniz yolculukları
Denize özgü bir gizemle etkileyip ruhlarımızı
Bir an için bizi belirsiz bir ülkenin uçsuz bucaksız denizlerinde
Durmadan dolaşan yurttaşlarına dönüştüren!
Sonsuzluğun Büyük Otelleri, ey benim transatlantiklerim!
Hiçbir yerde hiç durmamanın o yetkin, eksiksiz dünya yurttaşlığı
Ve her töreyi, her kılığı, her yüzü ve ırkı kucaklama tutkusu!

Yolcular, yolculuklar – bunların her türlüsü!
Nice ulusları yeryüzünün! Nice uğraşlar! Nice insanlar!
İnsanın hayatını yöneltebileceği nice değişik yönler
Ve sonunda her zaman, her zaman aynı olan hayat.
Sayısız garip yüzler! Bütün yüzler biraz gariptir çünkü
Ve hiçbir şey insanları seyretmek kadar kutsallık duygusu vermez bize.
Kardeşlik devrimci bir kavram değildir ne de olsa.
Kardeşliği yaşamak öğretir bize, her şeyi hoş görmeyi öğrettiği gibi,
Ve insan şaşar ne kadar çok şeyi hoş görmek zorunda olduğuna,
Sonunda hoş gördüğü şeylere bakıp nerdeyse sevgiyle ağlamak gelir içinden!

Ah, ne kadar güzeldir bütün bunlar, ne kadar insanca
Ve duygularımıza sıkı sıkıya bağlı, ne kadar candan ve burjuva,
Öylesine karmaşık ve yalın, öylesine soyut ve hazin!
Bir o yana bir bu yana savurarak insan olmayı öğretir bize hayat.
Zavallı insanlar! Hepimiz, her yerdeki biz zavallılar!

Şimdi veda ediyorum bu saatte yola çıkacak olan
Şu öbür geminin gövdesinde. Tarifesiz bir İngiliz yük vapuru bu,
Bir Fransız gemisi gibi çok pis,
Sevimli bir deniz emekçisi havasında,
Yola çıkacağı şüphesiz dünkü gazetenin son sayfasında ilan edilmiş.

Dokunuyor bana bu yoksul vapurun böyle doğal ve kendi halinde gidişi.
Bilmem neden, titizlenen bir havası var,
Görevini yerine getiren dürüst bir insan gibi.
İşte uzaklaşıyor bulunduğum rıhtımdan.
İşte yavaş yavaş ilerliyor eskiden, çok eskiden
Karavelaların geçtiği yerde…
Cardiff’e  mi?  Liverpool’a mı? Londra’ya mı?…
Ne önemi var?
O işini yapıyor. Bizim de yaptığımız gibi.…
Yaşamak güzel!
İyi yolculuklar! İyi yolculuklar!
Yolun açık olsun, düşlerimin heyecanını
Ve acısını benimle paylaşma cömertliğini gösteren
Ve gidişini göreyim diye beni yeniden hayata bağlayan geçici dostum.
İyi yolculuklar! İyi yolculuklar! Hayat böyle işte…

Salınışın öyle doğal, öyle sabaha özgü ki,
Lizbon limanından çıkarken bugün,
Garip, bildik bir sevgiyle dolduruyor içimi…
Niçin mi? Nerden bileyim!… Haydi… Git…
Hafif bir ürperişle
(T-t-t-t-t…)
Duruyor içimdeki volan.

Geç git, yavaş gemi, geç git, durma sakın…
Bırak beni, uzaklaş, kaybol gözden,
Git, uzaklaş kalbimden,
Uzakta kaybol, uzaklarda, Tanrının sisi,
Gözden kaybol, yazgını izle, beni bırak…
Ben kim oluyorum ağlayıp sızlayacak?
Ben kim oluyorum seninle konuşup seni sevecek?
Ben kim oluyorum sana bakıp aklı başından gidecek?
Gemi rıhtımdan ayrılıyor, güneş yükseliyor altın rengi,
Işımaya başlıyor rıhtımda damlar,
Kentin bütün bu yanı ışıl ışıl…
Git artık, bırak beni, nehrin ortasındaki
Gemi ol önce, orada açık seçik,
Sonra da sığ sulardan uzaklaşan küçük, siyah bir gemi,
Daha sonra ufukta belirsiz bir nokta (ah, çilem benim!)
Ufukta giderek belirsizleşen küçük bir nokta…
Sonra hiç, yalnız ben ve yokluğunun acısı
Ve artık güneşle ışıyan koca bir kent
Ve gemileri olmayan bir rıhtım gibi gerçek ve çıplak bu saat
Ve bir pusula gibi ağır ağır dönen vinç
Kimbilir hangi duyguyu izlercesine yarım daire çizen
Tedirgin ruhumun sessizliğinde…

Fernando Pessoa
Uzaklıklar, Eski Denizler / Can Yayınları
Çeviri: Cevat Çapan

Bir Pus Gibi İçimde

İçimde beni saran
Ve hiç olan
Bir özlem var hiçliğe
Bir istek belirsiz bir nesneye.

Sanki sis gibi
Sarıp sarmalamış beni
Ve küllükteki cıgaramın ucunda
Parıltısını görüyorum son yıldızın.

Duman duman tükettim hayatımı
Ne kadar belirsiz gördüklerim, okuduklarım.
Bilinmeyen bir dilde bana gülümseyen
Açık bir kitap dünya.

                     16 Temmuz 1934

Fernando Pessoa
Çev￱ir￱i: Cevat Çapan

Tahassür

Âh kim Pîrâye’min* işte bu yerdir meskeni!
Şu siyeh topraklar olmuştur o nûrun mahzeni.
Gelmedim on beş sene bilmem ne yanda medfeni.

Ey mezâristan bana ettirme âh ü şîveni!
Rahm edip âgâh edin ey servler, taşlar beni!
Bî-nişan terk eyledim eyvâh evlâdım seni!
Söyle yavrum eyleyim şâd-âb-ı giryem kâkini
Hangi topraktır senin örten vücûd-i pâkini?

Züldür on beş yılda bir kerre ziyâret kabrini.
Yok hicâbımdan taharriye cesâret kabrini.          
Ger zaman ettiyse pâ-mâl-i hakâret kabrini,
Bir vazifeydi bana etmek imâret kabrini.
Bir avuç hâk-i mübârekten ibâret kabrini!
Eylemez kimse banâ hayfâ işâret kabrini.
Söyle yavrum eyleyim şâd-âb-ı eşkim hâkini      
Hangi topraktır senin örten vücûd-i pâkini?

Hayf kim çok gördü sen nev-bâvemi devrân bana.
Vermedi bir gün der-âguş etmeğe meydân bana.
Olmadın yavrum niçin bir kerrecik handân bana?
Pek ağır geldi bugün bilmem neden hicrân bana?
Çâre-sâz ol bâri sen ey dîde-yi giryân bana!
Cây-gâhın söylemez mâdâm kabristân bana;
Söyle yavrum eyleyim şâd-âb-ı giryem hâkini
Hangi topraktır senin örten vücûd-i pâkini?..

Recaizade M. Ekrem

Kömür

Günlerden 2 Kasım 1976
Küçük bir salkımsöğütün altında
Karşımda deniz Sultanahmet Ayasofya
Geçmiş günlerimin en yaman olaylarını
Yokluyorum bir anda
Gerçekten
Çok verimli oluyor
El ele verince yürek kafa

Günlerden 2 Kasım
Deniz derya külrengi
Görkemli bir İstanbul lodosu
Öğle vakti
İşçiler bir şeyler yiyor
Kömür arabaları
Ve başörtülü tazeler
Ve o güzelim teyzeler
Kömür sırasını bekliyor
Külrengi bir İstanbul külrengisi
İçimize işledi işliyor

Atlar alceylan demirikır doru
Kula yağız
Başlarında yem torbaları
Kuyruklarında mavi boncuklar
En güzel kımıltılarla
Yem kestiriyor

Bu küçük salkımsöğüt
Harem kapısında limanın
Yukarıda Selimiye Kışlası
İkide bir gözüme ilişiyor
Selimiye kışlası
Sana sesleniyorum Selimiye Kışlası

Selimiye’nin arkası Karacaahmet
Az gerilesem sırtım selvilere değecek
Tüylerim diken diken
Ne var bunda ürkecek

Şimdi bir sel gibi doluşuyor
Halkımın uğultusu içerime
Böyle zamanlarda ah varmayın üzerime
Varmayın üzerime
Na şanlı görünüşü
Ne çevikliğim
Sizi yanıltmasın
Ben çürümüşüm kardeşler aslında çürümüşüm
Aşkla duruyorum ayakta

Halim Şefik Güzelson

Kiraz Dalı

Haziran’da kiraz dalı
Çocuklar uzansın diye
Yere doğru
Eğilir

Arif Damar

Şiir bana annemin çocukluğuma dair anlattığı bir anekdotu hatırlattı. 


Annem bahçede babamla beraber kiraz deriyorlarmış. Bende o sırada 2-3 yaşlarındayım ve bahçede oynuyorum. Önümde mama önlüğü varmış ve onunda ön tarafında cebi bulunuyormuş. Bir süre sonra babamın yanına gelmiş ve kiraz ağacının alt dallarından topladığım henüz olgunlaşmamış kirazları göstererek; “baba bak torbamı doldurdum” demişim. Annem, “o an sana kızıp bağıracak diye çok korktum” diye de eklemişti. Babamsa gülümsemiş aferim deyip yanaklarımı okşamış.

İstanbul’daki

İstanbul’da bir sevdiğim vardı
Keçi yavrusuna benzer,
Rüzgar eserdi hafiften gözlerinde
Halden anlardı.

Bütün Şehzadebaşı bilir hikayemizi,
Gülhane parkı bilir, gemiler bilir,
Gelip geçen bakardı.

Yanakları güz elmasına benzer
Soğuk havalarda.
Ormanlar gibi bakışları;
Çocuktu, aceleci, bir hali vardı.
Bahar günleri geldi miydi
Saçları uzardı.

Adını bile unuttum
Yüzünü de, gemileri de,
Yalnız ara sıra aklıma geliyor
Sabah akşam iş başında
Ve asfalt caddelerde.

Cahit Külebi

Babam

Babam iki tek atınca,
“Hadi seni karpuzlara götüreyim” derdi
(Karpuzlar Gebze’de oturan kızlardı)
Annem kızarır, kızar,
“Bey çocuk daha küçük” diye çıkışır
Mutfağa gider ağlardı.
Babam karpuzdan anlardı.

Cevat Çapan

Öleyim, ondan sonra yaz Ermeni olduğumu

Sadece oyuncu değil, sıra dışı bir sinema emekçisiydi. Çok sayıda filmin müziğini yaptı. Şarkılar yazdı, ona ait olduğunu bilmeden dinledik. Ömrünü Sami Hazinses olarak yaşadı. Sonra doğduğunda verilen adla Samuel Agop Uluçyan olarak ayrıldı aramızdan.


DUVAR – 1925 yılında Diyarbakır’ın eski adı Pîran olan Dicle ilçesinin, eski adı Herêdan olan Kırkpınar köyünde, dünyaya geldi. Eski adı Samuel Agop Uluçyan’dı!

1927 yılında, şimdi yerle bir olan Sur’un, eski adı Hançepek olan Hasırlı mahallesine yerleşti. Hançepek, Mıgırdiç Margosyan’ın kitabına adını veren Gavur mahallesidir.

İlkokulu bitirdikten sonra okumadı. Kentteki Ermenilerin çoğu gibi puşicilik yapmaya başladı.

Ufak tefek, ele avuca sığmaz, yanık sesli bir delikanlıydı. Müzikteki yeteneği kısa sürede dikkatleri çekti. 20’li yaşlarında Celal Güzelses’in yönettiği Diyarbakır Musiki Cemiyeti’nin bir üyesiydi.

GÜL VE VİKTORYA

Sonra Diyarbakır ona dar geldi. Buraya kadar olanları anlatan Şeyhmus Diken’in aktardığına göre imkansız aşkı Gül’e kavuşma umudu kalmadığı, başka bir rivayete göre de kız kardeşi Viktorya’nın sevdiğiyle evlenmesine izin vermeyen babasına kızdığı için İstanbul’un yolunu tuttu. Yıl 1950’ydi.

İmkansız aşkı Gül’ü hiç unutmadı. Daha sonra yazacağı bütün şarkıları Gül için olacaktı…

Diyarbakır’dan İstanbul’a gelen hemen herkes gibi hemşerilerini bulup onların kaldığı eve yerleşti. Kendisi gibi asıl adlarını kullanmayan Danyal Topatan, Vahi Öz’dü bu hemşerileri.

DOKUMA MAKİNASINDAN ZEKİ MÜREN’E BESTE

Sonra bir kumaş fabrikasında işe başladı. Dokuma makinasının gürültüsü bir metronom olup takılmıştı kulağına. O metronomu melodilere aktarıp ‘Bir Dilbere Müptelâdır Gönlüm’ şarkısını besteledi. Şarkıyı ilk seslendiren o dönem yıldızı yeni yeni parlamakta olan Zeki Müren’di.

O günlerde, hemşerisi olan film yapımcısı Mümtaz Alpaslan’ı bulunca hayatının seyri değişecekti. Alpaslan’ın filmlerinden birinin müziğini yaptı. Bu filmde canlandırdığı kısa bir rolle de oyunculuk alemine adım atmış oldu.

Bir kere girmişti Yeşilçam’ın büyüleyici, bir o kadar da çileli kapısından. Kısa süre sonra Mahir Canova’nın yönettiği Kara Davut filminde boy gösterdi. Rolü küçüktü ama filmin oyuncuları arasında dönemin starları Cüneyt Gökçer, Altan Karındaş, Atıf Kaptan ve Muhterem Nur vardı.
Yeşilçam’da hatta dünya sinemasında benzerine pek rastlanmayan bir figür olarak kalacaktı 40 yıl boyunca. Bir yandan küçük rollerle ekmeğini kazanırken bir yandan da film müzikleri yapıyor, şarkı sözleri yazıyor, besteler yapıyordu. Bestelediği eserlerin bir çoğu kısa sürede popüler oluyordu.

‘YETER AĞLATMA BENİ’

Bunlardan bugün en bilinenleri Sevim Tanürek’in seslendirdiği, ‘Derdimi Kimlere Desem’ ile Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses’in de söylediği ‘Yeter Ağlatma Beni’dir.

1960 yılında çekilen Şoför Nebahat filminde daha dişe dokunur bir rolü vardı. Filmin adını taşıyan şarkıya yaptığı beste dilden dile dolaştı o dönem. Müzisyen yanıyla kısa sürede yapımcı ve yönetmenlerin dikkatini çekti. Sonraki yıllarda 100’den fazla filme müzik yapacaktı.

40 yılı aşkın sinema yaşamında kaç filmde imzası olduğu tam olarak bilinmiyor. Bine yakın filmi olduğunu söyleyen bile var.

KUPÜRLER VE MESAM ÜYE LİSTESİ

Ancak bu 40 yıl boyunca hep yalnız yaşadı, çok az kişi çalıyordu kapısını. Gazetelerde de fazla boy gösteren biri değildi. Bu yüzden midir bilinmez, ömrünün son yıllarında ceplerinde gazetelerde çıkan kendisiyle ilgili haberlerin kupürleriyle dolaştı hep. Bir de MESAM üyelerinin listesinin olduğu bir broşürü hiç ayırmazdı yanından. Listede adının olduğu satırı kalemle işaretlemişti.
Bu kupürlerle, adının yer aldığı MESAM listesini, oyuncağını gösteren bir çocuğun heyecanlı sevinciyle gösterirdi yanındakilere.

‘ÖLDÜKTEN SONRA YAZ, ŞİMDİ BOŞ VER’

Kendisiyle yapılan ender söyleşilerden birisi 15 Aralık 1994 tarihine ait Ancak söylediklerinin öldükten sonra yazılmasını istiyor. Öyle skandal yaratacak sözler söylediği için falan değil. Sadece Ermeni olduğunun bilinmesini istemiyordu.

Ölümünden sonra 17 Haziran 2003 tarihinde internetten paylaşılan bu söyleşide gerçek kimliğinin bilinmesini neden istemediği sorulunca önce öfkeyle “Ermeni değilim ben” diye yanıt vermişti. Sonra durumu kabullenmiş, başını yana eğerek, “Eski sempati kalmıyor. Onun için istemiyorum. Yazma bunları. Öleyim, ondan sonra. Öldükten sonra yaz, şimdi boş ver” demişti.

Ama bir yandan da deli doludur. 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönettiği ‘Karacaoğlan’ın Kara Sevdasıfilminin çekimleri için gittiği Adana’da aşka tutulur. Filmi çektikleri çiftlikte karşılaştığı bu kızdan da sevgisine karşılık bulamayınca kendini kaybeder, “Ben bu kızı kaçıracağım” diye tutturur.

YOL KENARINDA HÜNGÜR HÜNGÜR

Danyal Topatan, Vahi Öz ve Kadir Savun zor tutarlar. Sonra kayıplara karışır. Çekimler bitmiş yola çıkacaklardır ama o ortalarda yoktur. Sonra yol kenarına oturmuş hüngür hüngür ağlar halde bulurlar. Zor ikna edip alırlar otobüse.

Bildiğimiz ‘son aşkı’ ise sadece karşılıksız kalmayacak, işini kaybetmesine de neden olacaktır. Setlerde gördüğü Yeşilçam’ın bir oyuncusuna aşık olmuştur bu kez.
İçli gecelerinde bir şiir yazar. Dayanamaz aşkını anlatır, bu şiiri okur arkadaşlarına. Aşık olduğu kadın ise Yeşilçam’ın o dönem en çok film üreten yapımcılarından birisinin sevgilisidir. Olayı duyan yapımcı onu kara listeye alır ve bir daha onun setlerin kapısından içeri adım atmasına izin vermez.

DAĞLARA TEPELERE GAZEL

Derdini, duygularını kimseye anlatamaz. Yalnızlığını paylaşmak için dağlara tepelere çıkıp gözü yaşlı gazeller okuduğu rivayet edilir.

O kadar derin bir yara açmıştır ki bu yalnızlık onda ömrünün son yıllarında Okmeydanı SSK Hastanesi’nde yatarken, sevenlerinin ricasıyla, daha rahat etsin diye 7 kişilik bir odadan özel odaya alınınca kıyameti koparır: “Ben eski odamda mutluydum. Ömür boyu yalnız yaşadım. Bari burada yalnız bırakmayın” diye tutturunca tekrar yerleştirirler 7 kişilik hasta odasına.

1990’lı yıllardan sonra Yeşilçam unutur onu. Ne bir rol teklif eden ne de film müziği isteyen vardır. Zor günler yaşamakta, kiralık bir evde, tek başına hayata tutunmaya çalışmaktadır.

Yaşı ilerledikçe birbiri ardına hastalıklar çalmaya başlar kapısını. Hafıza kaybı, yüksek tansiyon, prostat, şeker hastalığı…

SOKAK ORTASINDA DÜŞÜP KALINCA

Üzerinde neredeyse yerlerde sürünen siyah bir palto, ayağında eski bir ayakkabı, soğuk bir kış günü sokakta yürürken, düşüp kalça kemiğini kırar. Çevreden geçenler tarafından hastaneye kaldırılır.

Uzun süre hastanede yatar. Ameliyatla protez bir kalça kemiği takılır ancak sinir sistemi iyiden iye bozulmuştur. Hastaneden gitmek için ortalığı yıkar, serumları parçalar. Sürekli sakinleştirici verip ellerini ayaklarını yatağa bağlarlar.
Bir kaç eski dost dışında hastane günlerinde de kimse çalmaz kapısını.

Taburcu olunca Göztepe Semiha Şakir Huzurevi’ne yerleştirirler. Artık tekerlekli sandalyeyle sürdürmektedir hayatını. Güçlükle konuşabilmekte, sorulara kısa yanıtlar vermektedir.

Sami Hazinses ömrünün çoğu gibi, son yıllarını da yalnız yaşadı.

Bir süre sonra tekrar rahatsızlanır ve Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırılır. 77 yıllık hayat yolculuğunun sonuna gelmiştir. 22 Ağustos 2002’de hayata gözlerini yumar.

Kaldığı huzurevinde bir cenaze töreni yapılır önce. Cenazede sadece ölüm için sırasını bekleyen huzurevi sakinleri saf tutar.

Sonra Kadıköy Surp Takavor Kilisesi’nde yapılan törenin ardından Hasanpaşa Ermeni Mezarlığı’na defnedilir. Mezarlıktaki törende Yeşilçam’daki bir kaç dostu dışında kimseler yoktur.

DANYAL TOPATAN’IN ACISI

Yıllar önce bir gün bir arkadaşıyla konuşurken 1975’te ölen Danyal Topatan gelmişti aklına. Nebil Özgentürk’ün 5 Ekim 1995 tarihinde Sabah gazetesinde aktardığına göre şöyle hayıflanmıştı: “Yapayalnız açlık içinde öldü. Cenazesi bile bomboştu. Nasıl da üzülmüştüm. Bu vefasızlığa çok Kahroluyorum. Olur mu böyle şey, olur mu? Biz vatan haini miyiz.”

Onun son yıllarıyla cenaze töreni de eski ev arkadaşı Danyal Topatan’dan farksız olmuştu. Ve yıllar sonra aynı sözleri bir başka Yeşilçam emektarı onun için söyleyecekti belki de.

Gavur Mahllesi’nin yazarı Migirdiç Magrosyan’ın hemşerisiydi. Magrosyan, Gavur Mahallesi adlı kitabında onun ailesinden de söz eder. Bebası Tasci Zifkar, annesi Enna Uluçyan’dır. İki kardeşi daha vardır Viktorya ile Niso.

Viktorya, babasının sevdiği adamla evlenmesine izin vermediği, başkasıyla evlendirildikten bir süre sonra da hastalanıp ölen kardeşidir.

Niso ise annesi ve babasıyla Beyrut’a göçmüştür. Sami Hazinses, Diyarbakır’ı terk ettikten sonra, annesi babası ve kardeşlerini bir daha görmemiştir.

Ermeni kimliğini öldüğü güne kadar gizleyerek gülümsedi bize. Gerçek adını hiç öğrenemeden sevdik onu. Tıpkı Vahi Öz (Vahe Öz), Kenan Pars (Kirkor Cezveciyan), Danyal (Danyel) Topatan ve babası Komik-i Şehir Naşit Özcan annesi ise daha sonra Emel adını alan Amelya Hanım olan Adile Naşit gibi…

Ya da Umut Tümay Arslan’ın Mazi Kabrinin Hortlakları /Türklük, Melankoli ve Sinema kitabında söylediği gibi: “Yeşilçam’ın Türklüğünden, patriarkisinden, ahlakçılığından ve arsız gözünden, hoyratlığından ve vefasızlığından payını almış pek çok kadın ve erkek. Ama bakışımızı kayıp ve yokluğun gerçeğine çeken, Yeşilçam’ın bize dönüp baktığı bu yerde en çok Sami Hazinses’i görüyorum ben. Gerçek adıyla Samuel Agop Uluçyan.”

VİKTORYA ÖLDÜ, NİSO BEYRUT’A GİTTİ

Yıllar sonra 1995’te bir gün konu ailesinden açılınca “Viktorya öldü. Niso annesi ve babasiyla Beyrut’a gitti. Annesi babası ölmüştür artık. Niso ölmemiştir herhalde” diyecekti.

Kaç filmde oynadığını kendisi dahil kimse bilmiyor. Hiç birimiz üç filminin adını sayamayız. Peki bir küçük kardeş sevgisiyle bağlandığımız bu güzel insanın sırrı ne?

Burada sözü (belki de hepimiz gibi Samuel Agop Uluçyan olduğunu bilmeden Sami Hazinses’i çok seven) Haydar Ergülen’e bırakalım:
“Bazı sanatçılar yapıtlarının toplamından fazla bir şeyi ifade ederler… Sanki onlar her zaman hayatımızın içinde olmuşlardır… Onları hayatımızın içinde bulduğumuz anı/ zamanı hatırlamayız bile. Tıpkı hepimizin Sami Hazinses’le ilk nerede, ne zaman karşılaştığımızı ve hiç yabancılık çekmeden birbirimizi nasıl sevdiğimizi hatırlamadığımız gibi… Sami Hazinses hem gözlerinden, hem yüzünden doğru eski tanışımızdır, hiçbir filmini doğru dürüst hatırlamayız ama Hazinses hep göz ve gönül belleğimizdedir. Sami Hazinses, ne figüran ne yardımcı oyuncu olarak adlandıramayacağımız bir ‘garip star’dır: Sokakların, yalnızlıkların, yoksullukların ‘star’ yaptığı ve kendi hayatında bile başrolü kapamayan, kapsa da oynayacağı şüpheli bir ‘star’.”

Süleyman Çeliker

Sahi, Sami’nin Sesi Neden Hazin’di!

Dîyarbekirliydi, Ermeniydi ve hazin sesli biriydi, Daşçı Zıfqar ile Enna’nın oğlu Sami Baba. O mukallit ve neşeli, şişe gibi parlak ve hep kıpırdak gözlerin ardında hüzünkâr bir bakış bırakarak göçtü öte yakaya. Ölüm yıldönümünde ruhu şad olsun.

“Bir Gül gibi kıvraktır
Bülbül gibi şakraktır
Aşk bana ızdıraptır
Yeter ağlatma beni”

2002 yılında ölümünden hemen sonra yazdığım yazının son paragrafında demiştim ki; “Diyarbekirliydi, Ermeniydi, hazin sesliydi ve Samoydu. Belki de ardından söylenecek şarkısını yıllar evvel mezar taşına kendisi kazımıştı.

“Duyan ağlar, gören ağlar, böyle bahtı karalıya.”

Eski Dîyarbekir’in Pîran (Dicle) İlçesinin Herêdan (Kırkpınar) köyündendir ve Gâvur Mahallesinin yazarı Mıgırdiç Margosyan’ın da köylüsüdür, baba Mıgırdiç ve ana Enna’nın oğlu Samuel Uluçyan (Sami Hazinses – (d. 1925 – ö. 23 Ağustos 2002). 1915 Soykırımından sonra kurtulan Mıgırdiç, Dîyarbekirlilerin tabiriyle ‘Maraşal’ namı diğer ‘Daşçı Zifqar’ın oğludur Samo.

Film artisti olmadan önce de 1927 yılında Pîran’dan sökün edip Dîyarbekir’in Xançepek Mahallesine yerleştikten sonra çocukluk ve gençlik yıllarında mukallitliği, espri yeteneği, şakacılığı ile arkadaş ve mahalleli çevresinde ünlenmiş biridir.

1940’lı yılların sonuna doğru bir yandan Diyarbakır’ın musiki ekolu Celal Güzelses’in Başkanlığını yaptığı Diyarbakır Musiki Cemiyeti’nin icra heyetindedir Sami Hazinses. Diğer yandan da şehrin eski ve usta Ermeni sanatkârları gibi puşicilik sanatını sürdürmektedir.

Evleri; şehrin Ermeni tebaasının katliamdan sonra sığındığı Surp Giragos Ermeni Kilisesinin bulunduğu Hasırlı Mahallesi, namı diğer Xançepek, namı en bakî Gâvur Mahallesi’ndedir.

Akşam saatlerinde ya da günün fırsat bulduğu saatlerinde mahallenin bir sokağına birilerinden gizlenerek kaçamak yapmaktadır Sami.

İşte yine görünmüştür sokağın başında Sami! Dayamış ağzını ahşap kapının şakşakosunun altındaki Miteloğlu Anahtarı ile açılan kilidinin derin oyuğuna, kendisinin ve sevdiğinin duyacağı kısık sesle ve ismiyle çağırmaktadır sevgilisini: “Güüül, Güül, Gül…” diye.

Sese, örtülü kapının avlu yakasından yanıt gelmiştir. “Efendim”, diye.

“Nefesini, sesini, soluğunu üfle Gül. Ciğerlerim Bayram etsin. Bak ağzımı dayamışım kilidin deliğine, hadi” demektedir Sami. Sevdiğinin, Gül’ünün nefesini doyunca ciğerine çeken Sami kısa ve dingin sohbetten sonra o günkü gıdasını almış vaziyette ayrılır sevdiğinin evinin olduğu sokaktan.

Bilenler derler ki; sesinin tılsımından ve yanıklığından bir de halkının çektiği acılardan almıştır Hazinses soyadını. Ve şehrini, Dîyarbekir’i, öyle sanıldığı gibi “iş gailesi” ile değil! “Bir Sevgili Gül” için terki diyar etmiştir. Olmayacak bir aşkın duasına âmin demenin zor olacağının farkındadır Sami.

“Bir Gül için terk ettim
Ben Dîyarbekir’i
Yeter bu cilve, naz
Yeter ağlatma beni” diyerek.

Sadece bir şarkı sözüyle mi yetinmiştir Sami. Değil elbet.

Dîyarbekirliler kenti çepeçevre kuşatan şehrin binler yıllık kadim surlarına “Beden” derler.

Kutsal kitaplarda yer alan ve kutsiyetine bütün dinlerin biat ettiği nehirleri Dicle’ye de “Çay” derler.

Çayönüne gidelim, Çay Karpuzu yetiştirelim sözleri bu manadadır. Yine kendine has bir kulaç atma tekniği olan “Çay Yüzgeci” denilen bir yüzme tarzı da “çay” vurgusunun bir başka göstergesidir.

İşte bu baptan hareketle Sami’nin yine hazin ve hüzünkâr sesiyle yazıp bestelediği “Çaya İner Ağlarım” şarkısının sözleri Gül’e, Gül’üne olan sevdasının çarpıcı örneğidir.

Mesela şimdilerde adeta unutulan ve kentin sevdalı ihtiyarlarının belleğinde olan şarkının her dörtlüğünde Gül’ünün adının vurgulandığı unutulmuş dizeleri şöyledir.

“Çaya iner ağlarım
Gülü deste bağlarım
Yârimi sıtma tutmuş
Gül’üm için yanarım.

Çaya iner ağlarım
Gülü deste bağlarım
Biri öz kendim için
Biri’n Gül’e yollarım

Çaya indim susuzum
Kaç gündür uykusuzum
Gitsem Gül’ün yanına
Elim durmaz huysuzum

Çaya indim Gül için
Bilmem bu aşk ne için
Gül’ümü koparmışlar
Ağlarım Gül’üm için…”

Bu sebeple yazının girişinde bir dörtlüğünü paylaştığım ve ömrünün son demine kadar “Gül”ünün aşkıyla yazdığı şarkı sözlerinin bugüne kalanıdır belki de Sami’nin ve ona Hazinses soyadını koydurtmaya vesile olan katliamdan kurtulmuş bir Ermeni’nin mümkünatı olmayan sonuçsuz aşkının hikâyesi!

“Bir gün kalırsam sensiz
Ömrüm geçer neşesiz
Sen de yaşama bensiz
Yeter ağlatma beni”

Dîyarbekirliydi, Ermeniydi ve Hazin Sesli biriydi Daşçı Zıfqar ile Enna’nın oğlu Sami Baba. Ölünceye kadar gözlerinin feri, hep parlaklığını korudu. O mukallit ve neşeli, şişe gibi parlak ve hep kıpırdak gözlerin ardında hüzünkâr bir bakış bırakarak göçtü öte yakaya. Şarkıları, sözleri, besteleri hâla belleklerde. Ölüm yıldönümünde ruhu şad olsun…

Şeyhmus Diken, 23 Ağustos 2013 Dîyarbekir