Kekeme

Bir kekeme bilirim; dolaşır garip garip
Bu şehrin daracık sokaklarında
Kelimeler zincire vurulmuş gibidir
Dudaklarında

Ne ismini söyliyebilir doğru dürüst
Ne sevdiğine ilanı-aşk edebilir.
Sormayın neden yalnız yaşadığını
Kusurunu bilir

O güzelim şiirleri hep içinden okur
Bu dert de çekilmez doğrusu
Güzel söylenilmiş cümlelerle doludur
Bütün uykusu

Günahsız harfler onun nazarında
Birer siyah heyula gibidir
Ay ışığında sevgiliye söylenen sözler
Rüya gibidir

“İçince az kekelermiş” diyorlar
Sarhoş gezdiği de hep bu yüzdenmiş
Ama neye yarar? İsmine bir kerre
Kekeme denmiş

Ümit Yaşar Oğuzcan

Yalnızız Cemal Abi

Bu rakıyı diyorum Cemal abi
bu rakıyı içmek seninle
Kars’a gitmek gibiydi

Senin şiirinde diyorum Cemal abi
rakı uzun içilirdi
Kars’a uzun gidilirdi

Senden sonra diyorum Cemal abi
Kars’a şiir gitmiyor
Kars kısa, rakı tatsız
senden sonra şiirde
her şey dibe çöküyor
anla, öyle yalnızız

Haydar Ergülen

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat

Gece, sanırım saat on birdi, açık pencereden bahçedeki huzursuz çığlık ve bağrışmaları duyduğumda, bir kitabı bitirmek için odamda oturuyordum, bitişikteki otelde gözle görülür bir hareketlilik vardı. Merak ettiğim için değil de, daha çok rahatsız olduğumdan, çarçabuk elli basamağı indiğimde, otelin konuklarıyla çalışanlarını telaşlı bir koşuşturma içinde buldum. Kocası her zamanki dakikliğiyle Namuslu arkadaşıyla domino oynarken, Madame Henriette her akşam kıyı boyu yaptığı gezintiden
hâlâ dönmemişti ve başına bir şey gelmiş olmasından endişe duyuluyordu. Başka zaman ağırkanlı ve keyfine düşkün biri olan fabrikatör bir boğa gibi kıyıda koşuşturuyor ve heyecandan kısılmış sesiyle, “Henriette! Henriette!” diye gecenin karanlığında bağırıyor, sesi ölümcül bir yara almış büyük ilkel hayvanların haykırışını andırıyordu. Garsonlar ve uşaklar telaş içinde merdivenlerden inip çıkıyordu, bütün konuklar uyandırıldı ve jandarmaya telefon edildi. Bütün bu kargaşanın ortasında bu şişman adam, düğmeleri açık yeleğiyle kâh sendeleyerek kâh sert adımlarla gecenin karanlığında deli gibi
hıçkırarak, “Henriette! Henriette!” diye haykırıyordu. Bu arada yukarıda uyuyan çocuklar uyanmış, üzerlerinde gecelikleri, pencereden dışarıya doğru seslenerek annelerini çağırıyorlardı, babaları onları yatıştırmak için hemen yukarıya yanlarına çıktı.

İşte bundan sonra sözcüklerle anlatılması imkânsız korkunç bir şey oldu; çünkü fevkalade gergin ve olağanüstü durumlar insan davranışları üzerinde öyle bir etki yapar ki, ne bir resim ne de bir söz onu aynı şimşek hızıyla tasvir edebilir. Şişman ve iriyarı adam birdenbire bitkin ve öfkeli bir yüzle gıcırdayan basamaklardan indi. Elinde bir mektup vardı. Zar zor anlaşılır sesiyle personel şefine, “Herkesi geri çağırın!” dedi. “Herkesi geri çağırın, aramaya gerek yok. Karım beni terk etmiş.”

Öldürücü bir yara almış adamın gerginlikten kaynaklanan tavrında öyle olağanüstü bir hal vardı ki, meraktan etrafını saran insanlar birdenbire korku, utanç ve şaşkınlık içinde geri çekildi. Son gücüyle, hiçbirimizi fark etmeden yanımızdan geçip okuma salonuna girdi, ışığı kapattı; derken ağır, devasa bedeninin bir koltuğa yığıldığı duyuldu. Ve bu korkunç acı, hepimizin, hatta en duyarsız olanımızın üzerinde bile yıkıcı bir etki yarattı. Garsonların hiçbiri, konuklardan hiç kimse gülümsemeye ya da üzüldüğüne dair bir kelime söylemeye cesaret edemiyordu. Tek bir kelime etmeden, bu duygu patlamasından utanmış bir şekilde hepimiz yavaş yavaş odalarımıza çekildiğimizde, paramparça olmuş, tükenmiş bu adam, ışıkların birbiri ardına söndürüldüğü, insanların fısıldaştığı, alçak sesle konuştuğu, mırıldandığı binadaki karanlık odada yapayalnız hıçkırıyor ve inliyordu.

Gözlerimizin ve duyularımızın önünde şimşek hızıyla gelişen bu olayın genelde can sıkıntısına ve kaygısızca zaman öldürmeye alışkın bizleri çok sarstığını söylemeye gerek yok. Sonrasında yemek masamızda patlak veren ve şiddetli bir kavgaya dönüşmesine ramak kalan o tartışmanın çıkış noktası bu şaşırtıcı olay olmakla birlikte asıl neden, birbirinden tamamen farklı düşünen insanların öfkeli karşılaşması, ilkelerini tartışmasıydı. Yıkılmış adamın öfke krizi içinde buruşturup yere attığı mektubu okuyan bir oda hizmetçisinin gevezeliği nedeniyle Madame Henriette’in yalnız değil, büyük olasılıkla genç Fransız’la gittiği kısa süre içinde anlaşılmıştı. İnsanların ona duyduğu sempati çarçabuk kaybolmuştu. İlk bakışta bu küçük Madame Bovary’nin daha şık, genç bir delikanlıyı keyfine düşkün, taşralı eşine yeğlemesi çok doğal ve anlaşılır gelebilir. Ancak bütün otel halkını bu denli hayrete düşüren şey fabrikatörün, kızlarının, hatta Madam Henriette’in daha önce bu Lovelace’ı iç görmemiş olmasıydı, başka bir deyişle akşam vakti terasta yapılan iki saatlik sohbetin, bahçede kahve içilirken ki bir saatlik konuşmanın, yaklaşık otuz üç yaşında namuslu bir kadının kocasını çocuklarını gecenin bir yarısında terk etmesi, hiç tanımadığı şık bir delikanlının peşine takılıp gitmesi için yeterli olmasıydı. Masadakiler ne olduğu açık seçik belli olan bu olayı, birbirine âşık çiftin ikiyüzlülüğü, bir aldatmacası ve haince bir manevrası olarak nitelendiriyordu: Madame Henriette’in bu genç adamla uzun zamandır gizli bir ilişkisi olduğundan ve bu kadın avcısının sadece kaçışın ayrıntılarını belirlemek için geldiğinden hiç kuşku duymuyorlardı, çünkü –böyle mantık yürütüyorlardı– namuslu bir kadının iki saatlik bir dostluktan hemen sonra ilk işaretle kaçıp gitmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorlardı. Ben ise farklı düşünmekten keyif alıyordum. Uzun yıllar hayal kırıklığı yaşamış, sıkıcı bir evlilik sürdürmüş bir kadının, hayat dolu ve enerjik birinin çağrısına kapılacağı ihtimalini tüm gücümle savundum, hatta bunun mümkün olduğunu söyledim. Benim bu beklenmedik muhalefetim karşısında tartışma hemen genelleştirildi ve hem Alman hem de İtalyan evli çiftin, cup de foudre’ın bir delilik, hatta tatsız bir roman fantezisinden başka bir şey olmadığını aşağılarcasına söylemeleriyle ateşli bir hal aldı.

Ancak bu kavganın fırtınalı gidişatını baştan sona burada anlatmanın gereği yok: Sadece Professionals der Table d’hôte zengin fikirlidir, bir masada oturanların arasında çıkan tartışmadaki argümanlar ise öylesine bulunduğu için sıradan ve basittir. Tartışmamızın neden hızla kırıcı bir biçim aldığını açıklamak da zor; sanırım bu öfke şöyle başladı: Her iki koca da ister istemez eşlerinin böylesi bir çukura ve tehlikeye düşmeyeceklerini iddia ettiler. Benim sözlerim üzerine ise, böyle bir şeyi, kadın ruhunun tesadüfi ve çok ucuz yöntemlerle fethedilebileceği gibi yanlış yargısı olan bir bekâr söyleyebilir ancak, diyerek karşı çıktılar: Bu bile beni biraz kızdırmaya başlamıştı ki, Alman bayan bu dersi öğretici bir şekilde kapatmak isteyip de, bir yanda gerçek kadınların, öte yanda Madame Henriette gibi “doğasında orospuluk yatan” kadınların olduğunu söylediğinde, sabrım taştı ve ben de saldırmaya başladım. Bir kadının, hayatının bazı anlarında istemeden ve farkında olmadan bazı gizli güçlerin esiri olabileceği gerçeğini reddetmenin altında, insanın kendi içgüdülerinden, doğasındaki şeytanlıklardan korkmasının yattığını, bazı insanların kendilerini “kolay baştan çıkarılanlar”dan daha güçlü, daha namuslu, daha temiz hissetmekten zevk aldıklarını söyledim. Bir kadının kendisini içgüdülerine özgürce bırakmasını, tutkularının peşinden gitmesini, genelde olduğu üzere kocasının kollarında, gözleri kapalı onu aldatmasından daha dürüstçe bulduğumu belirttim. Söylediklerim aşağı yukarı bundan ibaretti, diğerleri Madame Henriette’e saldırdıkça ben (gerçekte kendi duygularımı da aşmıştım) onu daha da ateşli savunur hale geldim. Benim bu heyecanım –üniversitelilerin deyimiyle– her iki evli çifti matetmişti, öyle ki dördü birden birbiriyle pek uyumlu olmasalar da, birbirlerinden güç alarak üzerime geldi; yaşlı Danimarkalı bey neşeli bir yüzle elinde saati, bir futbol maçını yöneten hakem gibi oturmuş, arada bir kemikli parmaklarıyla masaya vurup “Gentlemen, please,” diyordu. akat bu sadece bir dakika etki ediyordu. Beylerden iri öfkeden kıpkırmızı kesilerek üç kez masadan kalkmış e karısı tarafından güçlükle yatıştırılmıştı – kısacası, bir n on beş dakika daha geçseydi, tartışmamız bir kavga övüşle son bulacaktı, neyse ki Mrs. C. yatıştırıcı bir merhem gibi konuşmamızın köpüren dalgalarını düzeltti. Mrs. C., beyaz saçlı, kibar, yaşlı İngiliz bayan masamızın fahri başkanıydı. Yerinde dimdik oturur, herkese aynı samimiyeti gösterir, pek konuşmaz, ancak büyük bir ilgiyle dinler ve bakışlarıyla insanı rahatlatırdı. Aristokrat doğasından fevkalade oturaklılık ve huzur saçardı. er birimize ayrı ayrı ince bir nezaket göstermesine rağmen, herkese karşı belli bir mesafede dururdu: Çoğu zaman itaplarıyla bahçede otururdu, bazen piyano çalar, nadiren insanların arasına ya da yoğun bir tartışmaya katılırdı. Buna rağmen, hepimizin üzerinde olağanüstü bir güce sahipti. Çünkü daha ilk seferinde konuşmamıza müdahale eder etmez, hepimiz çok gürültü çıkardığımız ve kendimize hâkim olamadığımız duygusuna kapılıp utandık.

Mrs. C., Alman beyin öfkeyle yerinden fırlayıp tekrar masaya oturduğu sert aradan yararlanmıştı. Beklenmedik bir şekilde açık ve gri renkli gözlerini kaldırdı, bir an için kararsızlıkla bana baktı ve sonrasında neredeyse nesnel bir açıklıkla konuyu kafasında değerlendirdi.

“Söylediklerinizi yanlış anlamadıysam, Madame Henriette’in, bir kadının elinde olmadan birdenbire bir maceraya sürüklenebileceğini, böyle bir kadının bir saat önce yapmayı kesinlikle aklından bile geçirmeyeceği davranışlarda bulunabileceğini ve bu nedenle suçlanmaması gerektiğini söylüyorsunuz, öyle mi?”

“Kesinlikle buna inanıyorum, saygıdeğer bayan.”

“Ancak bu durumda her türlü ahlaki hüküm tamamen anlamsız olur ve her türlü ahlak kuralının çiğnenişi haklı bir nedene dayandırılır. Eğer siz gerçekten Fransızların dediği gibi, crime passionnel’in cinayet olmadığını düşünüyorsanız, o zaman devlet mahkemelerine ne gerek var? Her suçta bir tutku aramak ve bu tutku nedeniyle özür bulmak için çok iyi niyet gerekmez ve siz inanılmaz derecede iyi niyetlisiniz,” dedi gülümseyerek.

Sözlerinin netliği ve neredeyse neşeli tonu beni çok rahatlattı ve elimde olmadan onun o açık tavrını taklit edip yarı şaka yarı ciddi şöyle yanıt verdim: “Kuşkusuz devletin mahkemesi bu tip olayları benden daha sert değerlendiriyor; onun görevi genel ahlak kurallarını ve gelenekleri acımasızca korumaktır; bu da onun insanları affetmesini değil, yargılamasını gerektiriyor. Kaldı ki resmî kimliği olmayan ben, neden bir savcının rolünü üstleneyim ki: Ben savunmayı tercih ediyorum. İnsanları yargılamaktan değil, anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum.”

Mrs. C. bir süre açık, gri gözleriyle bana baktı ve bir an tereddüt etti. Beni doğru anlamadığından korkup sözlerimi İngilizce tekrarlamaya hazırlanıyordum ki, tuhaf bir ciddiyetle, sanki bir sınavdaymışız gibi sorular sormaya devam etti:

“Bir kadının, kocasını ve iki çocuğunu gerçek aşkı olup olmadığını bilmediği bir adam uğruna bırakmasını çirkin ve aşağılayıcı bulmuyor musunuz? Pek genç de sayılmayan ve hiç değilse çocukları adına özsaygısı olması gereken bir kadının, böylesi hafif davranışını gerçekten affeder misiniz?”

“Tekrar ediyorum saygıdeğer bayan,” diye ısrar ettim, “bu konuda karar vermek ya da yargılamak benim işim değil. Biraz önce abarttığımı size itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum – o zavallı Madame Henriette kuşkusuz bir kahraman değil, maceracı bir ruh da değil, bir amoureuse hiç değil. Onu tanıdığım kadarıyla sıradan bir insan, zayıf bir kadın, cesurca isteğinin peşinden gittiği için biraz saygı, daha çok da merhamet duyuyorum, çünkü bugün değilse bile, kuşkusuz yarın son derece
mutsuz hissedecek kendisini. Belki aptalca, hatta aceleci davranmış olabilir, fakat kesinlikle basit ve adice değil, bu nedenle daha önce olduğu gibi, her kim olursa olsun bu zavallı, mutsuz kadını küçümsemesine karşı çıkarım.”

“Ve siz ona karşı aynı saygıyı duyuyor musunuz? Önceki gün bir arada oturduğunuz namuslu kadınla,
dün yabancı bir adamla kaçıp giden kadın arasında bir fark görmüyor musunuz?”

“Kesinlikle. En ufak, en küçük bir fark görmüyorum.”

Stefan Zweig
Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat
Can Yayınları
Çeviren: Gülperi Sert

Mare Seranitatis

Etinde ağır metal taşıyan kör balık
gibi geçiyorum sessizce sularınızdan. Kamaşıyor,
dünyanın kadim yaralarındaki yırtık. Som
zaman akıntıları… Fosilleşen
arzular…

Ah bütün kalplerin atışındaki o dağınıklık

Kuyu, geceyi kustu. İri yapraklar
altından, sabaha kadar bahçede yıldız
topladık. Ellerimiz kanadı. Ve koptu, ruhu
hatıraya bağlayan aşinâlık. Ay… buruştu
saflığımızdan.

Rüzgârın iyi huylu arkadaşlığı. Ödünç
tüyler bulduk ormanda. Kör balık bir imâ,
gibi geçerken aramızdan, hepimiz birbirimizi
bağışladık.

Hem ne olabilirdi ki Öteki’nin tenhasında?
sürerken her dilde aynı kıstırılmışlık.

Ah bütün kalplerin atışındaki o dağınıklık! … Ah
bütün kalplerin atışındaki o dağınıklık!

Vural Bahadır Bayrıl

Son Şiirim Olabilir

Elim eline değsin…
Isıtayım üşüdüyse,
Boşa gitmesin son sıcaklığım!

19 – X1- 1991
Rıfat Ilgaz

Garip Hal

Geçici değil mi dostum,
şu gördüğün bütün güzellikler?
Bütün güzellikler gibi
güzel günler de çabuk geçer.
Çabuk geçer yaz günleri,
bayram günleri,
düğün günleri…

Zamanla bu güzel günler
birer anı olur.
Ve onları hatırladıkça
yürekler burkulur…

Recep Küpçü

Çiçekler

Nakışlandı bin elvana çiçekler
Kalbim irşad oldu gönül sevindi
Bir can bağışladı cane çiçekler

Yeşillenir budaklanır allanır
Yüzbin renkte noktalanır hallanır
Kimi yeşillenir kimi allanır
Kimi batmış kızıl kane çiçekler

Seher ağladı rahmet elendi
Güzel gözlerinde yaş danelendi
Öğle güneşinde fervahelelendi
Az kaldı eşkimden yane çiçekler

Bağrımdaki hançer midir ok mudur?
Benim derdim çiçeklerden çok mudur?
İlahi bunların derdi yok mudur?
Bilmem neden güler bu divane çiçekler?

Saf tutmuş namaza kıyam ediyor
Yel estikçe secdesine gidiyor
Susandıkça ab-ı rahmet yuduyor
Gözün dikmiş ol asmane çiçekler

Ruhum kızıl günden kokusun alsa
Gam değil tikeni sinemi delse
Ne zaman sevdiğim seyrana gelse
Selam söylem o canane çiçekler

Misafirem gölgenizde kalayım
Bir tek yaprağına kurban olayım
Kızmasan koparıp satın alayım
Ne veriyim bu gülşene çiçekler

Şeyda bülbül gül yolunda terliyor
Naşı nadan goncasını harlıyor
Karşımızda yıldız gibi parlıyor
Beni kırdı bir pervane çiçerkler

Kibreden kafirin imanı iter
Bu alçak toprakta gör neler biter
Bulur kerameti irşade yeter
Agah olsa bir lisane çiçekler

Akan derelerin duru suları
O da deli olmuş çeker huları
Yel ile geliyor hoş kokuları
Cennetten bir nişane çiçekler

Seherde açmağa evdi tezlendi
Gezindi güller otlar izlendi
Hava bulutlandı güneş gizlendi
Yakışır mı bu dumane çiçekler

Kimi açmış kimi tomurcuk olmuş
Kiminin derdi var sararmış solmuş
Kimi sergerdan boynu burulmuş
Kimi dönmüş yay kemane çiçekler

Kimiler sıcaktan bezmiş soyunmuş
Kimiler gölgede saralmış sinmiş
Kimiler eynine elvan giyinmiş
Hoş geldiniz bu seyrane çiçekler

Hayretten sarhoş olmuş bayılmış
Yanağına çise düşmüş ayılmış
Gökteki yıldızlar yere yayılmış
Ziynet vermiş bu cihane çiçekler

Kimiler piyale billoru fül fül
Ne güzel yakışır susane sümbül
Kimisi ağarmış kimi kızıl gül
Kimi benzer mor reyhane çiçekler

Aşık maşuk misli dolaşır
Kimler pehlivan olmuş güleşir
Akar sudan her birisi paylaşır
Minnet eyler bağbane çiçekler

Bu da yaza çıkmış nasıl kıyayım
Ruhum koymaz döşüreyim dereyim
Götürüp desteden yare vereyim
Hangisi ki nazikane çiçekler

Aşk nedir bilmeyen çiçeye ne der
Çiçeyin kokusu canane gider
Durmaz gece gündüz ağlar zikreder
İnanmıştır ol Rahmane çiçekler

Çiçek ağlar naşilerin destinde
Ölüm haktır civan canın kasdinde
Dostum gelsin mezarımın üstünde
Yaran yoldaş beni sana çiçekler

Ben HIFZI’yım sular gibi çağlarım
Aşk oduna yüreğimi dağlarım
Dahi bundan böyle durmaz ağlarım
Taki göz yaşımdan kane çiçekler

Kağızmanlı Hıfzî

Beni menekşe zannetmiş
Boynumu büktüğüm yerler.

Dört Şiir

1.Dieppe
işte yine son cezir
ölü çakıl
sonra yönelir adımlar
ışıkları yanan kente doğru.

2.
kumdadır benim yolum
akışında çakılın ve kumun
yaz yağmuru yağar üzerime, hayatıma
hayatım ise kaçmakta
yağmadan kaçmakta baştan sona.
huzurum orada dağılan sisin içinde
bu uzun kıvrımlı eşikleri aşındırmayı bıraktığım zaman
ve yaşadığımda açılıp kapanan
bir kapının boşluğunu.

3.
ne yapardım bu dünya olmadan yüzsüz, ilgisiz
ve sonlanacak her anın, dökülecek boşluğuna cehaletin
olmaksızın bu dalga,
ki, yutar gövdeyi ve gölgeyi en sonunda.
ne yapardım içinde mırıltıların öldüğü bu sessizlik olmadan
resimler, imdada doğru, aşka doğru
olmadan bu gökyüzü
safralı tozların üzerinde tırmanan.
ne yapardım ne yaptıysam onu dün ve daha önceki gün
ölümışığımdan bakışlarla arıyorum
kendiminkine benzer bir ayaklığı, uzakta
tüm yaşayanların girdabında
sarsan bir boşlukta
sesler arasında sessiz
gizlenmişliğimi saklayanda.

4.
aşkım ölsün isterdim
ve yağsın yağmurlar mezarına,
üzerime, ilk ve son kez beni sevenin yasını tutup
yürürken ben sokaklarda

Samuel Beckett
Çeviren: Behlül Dündar

Hepsi parayı alıyor, gerisine karışmıyor.

Kadıköy’ün hali, memleketin hali

Kadıköylü olup da Kadıköy’ün içinde bulunduğu halden şikâyetçi olmayan kimseyi bulamazsınız son zamanlarda.

Kentsel dönüşüm adının muazzam bir rantın bahanesi olduğuna şüphe duyan kalmadı.

Hafriyat kamyonları, beton mikserleri yolları tıkıyor, trafik duruyor.

Yine kamyonların, mikserlerin, vinçlerin yol açtığı gerek mala gerek cana zarar veren kazalar oluyor.

Gürültüden evlerde oturulmuyor, tozdan dumandan sokaklarda yürünmüyor.

Çoğunluğu nevzuhur, müteahhitlerin mağdur ettiği mülk sahipleri bir yanda, yıkım kararı alınan binalarda oturan kiracıların karşılaştığı sorunlar öte yanda.

Artan kiralar sebebiyle yıllarca yaşadıkları muhitten ayrılmak zorunda kalan kiracılar…  Arsa paylarının kuşa dönmesi bir tarafa, eski daireleri yerine teslim aldıkları daracık konutlara sığışmaya çalışan, kara kara zamlı aidatları, vergileri nasıl ödeyeceklerini düşünen mal sahipleri.

Fırlayan kiralar, azalan müşteri sayısı dolayısıyla birbiri ardına boşalan dükkanlar.

Uzmanlar, yıkım esnasında ortaya çıkan, etrafa yayılan asbeste bağlı olarak kanser dahil ciddi akciğer hastalıklarının patlama yapacağını öngörüyor.

Astımı ve alerjisi olanlar halihazırda büyük sıkıntı çekiyor zaten, bir kısmı taşınmak, evini barkını bu yüzden terk etmek zorunda kalıyor.

Ne zaman iki Kadıköylü biraraya gelse bunları konuşuyor işte; kentsel dönüşümün esas ve gizli amacının Kadıköy’de yerleşik nüfus profilini değiştirmek olduğunu…

Peki Kadıköylü olarak yakınmaktan başka ne yapıyoruz derseniz…

Söyleyeyim:

Kat maliki olduğumuz binaların yıkılıp yeniden yapılması için müteahhitlerin peşinde koşuyoruz.

Kiralarına fahiş zamlar yaparak, dükkanlarımızdaki kiracılarımızı kaçırıyoruz.

Sesimizi çıkarmayıp; benim konutum da yeniden yapılıp değerlensin, satıp “güneyde” bir yerine iki daire yahut müstakil ev veya arsa alıp, yatırım yapıp rahatıma bakarım bekleyişine giriyoruz.

Kimimiz kurtuluşu Ege’deki sahil kentlerine ve kasabalarına göç etmekte buluyoruz. Sanki gün gelip oralarda da aynı akıbete uğramayacağımız kesinmiş gibi.

En kabadayımız,” bu yüksek binalar beklenen depremde yıkılsın, görün gününüzü” diye kimseye faydası olmayacak beddualar ediyor ancak.

AKP’ye bu kadar karşı olup, onun politikasına, üstelik hangi gayeye hizmet ettiğini bilerek, bunca gönüllü destek vermek nasıl açıklanabilir peki…

Yıkım kararı için depreme dayanıklı ve sağlam binalara da istenirse mutlaka çürük raporu alındığını çocuklar bile biliyor örneğin.

Bu hal bana fena halde Türkiye’nin halini hatırlatıyor.

Büyük çoğunluk şikâyetçi fakat işte o kadar, hepsi sözde kalıyor.

Menfaat söz konusu oldu mu ne hak tanıyan var ne hukuk.

Hemen göz ardı ediliyor tehlikenin aslı.

Kazandık zannettiklerimizin bize ne büyük kayıplara mal olduğunu göreceğiz kuşkusuz.

İşte Kadıköy,  işte Türkiye.

Ne yazık ki budur hal-i pür melalimiz.


Rengin Soysal

”Kendi anadilinizi bile yazmayı okumayı bilmeden gittiğiniz Almanya’da 80 yıldır topluma entegre olmakla uğraşıp, ‘helga’lı’ masallar yazdınız, hala kaldırımlarında oturuyorsunuz kafelerine para vermemek için.. Ülkenize gelenlere ucuz evleri pahalı fiyatlarından kakalayıp, kendinizden 50 yaş büyük kadınları sadece o topraklara yamanmak için eş yaptınız kendinize. Bütün Rusları ‘nataşa’ yaptınız, üzerlerine binlerce muhabbet çevirip, tümü erkeklerden oluşan uçaklar kaldırıyorsunuz bu ülkeye. Laleliye ticaret için gelenlerin valizlerine kumaş diye kağıt parçaları doldurup kaktırdınız. Üçotuzluk odaları milyon liralara satıp kaçak içki içirdiniz insanlara. Afrikalıyı zenci, uyuşturucu satıcısı torbacı yaptınız sokaklarınızda. Para bulanınız safarilerinde fotolar yayınladı gazetelerinde. Romanyalıyı çingene, Çeçeni kiralık katil ettiniz. Arabı pis İranlıyı yobaz tuttunuz..Kimsenin ama kimsenini insan değeri yok nazarınızda. Kendi Kürdünüzün, Alevinizin, Ermenizin, Rumunuzun katili, çoçuklarınızın tecavüzcüsüsünüz. Şimdi de aynı mide bulandırıcı tavrınızla, ucuz can yeleklerinizle denizlerinizde boğup kepçe ile ölüsünü topladığınız insanların sağ kalabilenlerine ‘ülkemizi terket Suriyeli’ diye bağırıyor, sağdan soldan aşağılık suratınızı utanmadan buralarda aynaya çeviriyorsunuz... Halep pazarından getirdiğiniz, komşularınıza hava attığınız o kumaşlar vardı ya, bu insanlar o kumaşların, o ipeklerin imalatçısıydı, siz Rumlardan yağmaladığınız ipek kozalarını gavur işi diye tahrip ederken onlar bu işi yapıyorlardı.. Kimsiniz siz, nesiniz? Bu dünyaya zulüm diye mi geldiniz.. Her melanet ananızın ak sütü gibi helaldir size, afiyet olsun, bal olsun.. Gerçi siz o bala bile şekeri çoktan kattınız ya neyse..”

Sennur Baybuga

***

Atatürk Havalimanı’nda saldırı gerçekleştiren 3 canlı bombanın İstanbul Fatih’te kiraladığı evin bulunduğu İskenderpaşa Mahallesi’nin muhtarı Fikret Saral, mahallesinde 2 bin 500 kayıtsız ev bulunduğunu söyledi. Muhtar Saral, “Emlakçının kiraya verirken bunları düşünmesi lazım. ‘Bu adam bombacı mı, terörist mi? Burayı hücre evi olarak mı kullanacaklar?’ Hepsi parayı alıyor, gerisine karışmıyor. Böyle bir şey yok. Bu kişilerin nüfus kâğıtlarını aldın mı, bunlara kira kontratı yapıldı mı?” dedi.

Basından

İnsan (1916)

O bütün günahları bağışlayan, o dünyayı kutsallaştıran güneş
avucunu başıma koydu.

Bütün rahibelerin en dindarı gece de örtüsünü omuzlarıma koydu.
Öpüyorum sevdamın bin sayfalı İncilini.

Acı ve çın çın öten dualar ettim aşka,
ruhum bir başka
gelişi beklerken,
duyuyorum yeryüzü
senin
«Esenlikle git şimdi!»*ni ben.

Gemisinde gecenin
ben yeni Nuh
bekliyorum
aba dalgalan arasmda
gelsinler,
gelsinler de beni götürsünler diye,
bölsünler diye tan kılıçlarıyla
yeryüzü düğümünü ikiye.
Geliyor tan.
İşte!
Büsbütün açıla yayıla.
Her yere ışıkları girmiş de
tırmalıyorlar her yeri.

* ihtiyar Yahudi Simeon’un tapmakta çocuk İsa’yı gördükten sonra
sevinerek söylediği sözler. (Luka İncili, n , 25).

Ötüyor büklümleri
ve günler yavaşça kayıyor içlerine
çalkanıp duran bağa kabuklarıyla.

Güneş çağırıyor yine
ateşten voyvodalarını.
Trampet çalıyor tan
ileri,
yeryüzü çamurunun üzerine!
Güneş
unutma sakın
hiç yoktan
çığırtkanın
olduğumu.

MAYAKOVSKİ’NÎN DOĞUŞU

Çağdaşlarından yüz bulmuş budala tarihçiler şunu yazsınlar
varsın: «Bu ilginç ozanın hiç de ilginç olmayan, sıkıcı bir yaşam
öyküsü var.»

Bilirim
günahkârlar
inlerken cehennemde
adımı anarak yalvarmaz,
inmez
 Golgota*nın üstüne perdem de
papaz alkışlarıyla.
Ben efendi efendi yine
giderim içmeye kahvemi
Yaz bahçesi*ne.

Beytüllahm*ımın göğünde
parlamazdı hiç bir işaret,
bozmazdı hiç kimse
uykusunu
mezarlarında
saçları lüle lüle çoban kıralların* elbet.
Size doğru indiğim gün ise
bir umutsuz,
bir kesin,
bir ötekilere benzeyen gündü
ve hiç kimsenin
aklına gelmemişti kınamak komşu yıldızı
savgısız eksik diye :
«Yıldız.
nedir bu üşenme parıldamaktan?
Kutlamayacaksan eğer
doğuşunu bir insanın
yalnız
şeytan
olmaz mı yıldız
övüp ululadığın?»

Düşünün :
alsak ağların içinden

* Golgota, İsa’nın çarmıha gerildiği tepe.
* Yaz bahçesi, Sen Petersburg’un büyük parklarından biri.
* Beytüllahm, Filistin’de İsa’nın doğduğu yer.
* Çoban kırallar, çocuk İsa’nın önünde bağlılıklarını bildiren çoban krallar.

konuşan, ufak bir balığı* dipdiri,
övgüler düzer,
türküler yakarız bütün
bu altından mucizeye.
Ya ben nasıl göklere çıkarmam
kendimi,
inanılmaz bir harikaysam
baştan aşağı,
anlaşılmaz
koskoca bir mucizeyse
davranışlarımın her biri.

Bakın ne güzel,
bakın da hayran olun her yandan
bu beş kat ışıltıya.
Bunlara «el> derler işte.
Harika bir çift el!
Bakın görün :
oynatabiliyorum sağdan sola,
soldan sağa.
Bakın görün :
seçebiliyorum
en güzel boynu
sarılıp dolanmağa.

Açan
çekmecesini kafatasımın
göriir kıvılcımlar saçan
eşsiz bir aklı.
Var mı dersiniz
elimden gelmeyen şey?
İsterseniz
yaratabilirim de
yeni bir hayvan.

* Slav mitolojisindeki altın balık. Puşkln’in «Balıkçı ile küçük
balığm masallarında geçer.

Hem de iki kuyruklu,
üç bacaklı.
Beni öpen
söylemez mi ki
var mı, yok mu
tükrüğümden daha tatlı bir içki?

Ayrıca
eşsiz bir dil var bende
kıpkırmızı.
Bir bağırsam «ha-ha-ha» diye
yankılanır sesim yükseklerde, çok yükseklerde.
Bir bağırsam «HA-HA-HA»
iner usul usul süzülüp
ava çıkmış ozanın şahini gibi
alçaklara perde perde.

Ne söyleyeyim daha!
En sonra da
dönüştürebileyim
diye kışları
yaza
ve şaraba suyu,
yeleğimin yünü altında
duyulur çarpışları
ufacık, eşsiz bir yumrunun.
Sağa vurması — bir evlenme.
sola vurması — titreyen seraplar bunun.
Gene kimi örtmem gerek
aşk uğruna benim?
Kim tekmelemeye gelecek
sarhoş,
geceyle maskeli, kim?

Bir çamaşırhane.
Çamaşır yıkayan kadınlar.
Çok insan, çok ıslaklık.
Sabun köpüklerinden de ne zevk alırlar?
Bakın bakın,
yağlı kırkayaklar kayboldu artık!
Peki bunlar da ne?
Gök ve şafak kızları mı?

Bir ekmekçi fırını.
Bir ekmekçi.
Ekmek pişirmeye çalışır.
Nedir bir ekmekçi?
Una bulanmış bir sıfır.
Tam o an
örülen ekmekler
oluyor mu sana bir keman!
Keman çalıyor ekmekçi.
Her şey ekmekçiye sevdalı.
Bir kunduracı dükkânı.

Bir kunduracı.
Bir sefil birikinti.
Üç beş çivi daha
çakması gerek
bir çizmeye şimdi.
İşe bakın siz :
harp gibi açılıyor çizmenin konçları giderek,
başında da bir taç kunduracının.
Usta ve şen
bir prenstir şimdi o.

Görün beni işte
bir bayrak gibi yükselmiş yüreğimle.
Akıl almaz mucizesi yirminci yüzyılın!

Ve uzaktan, efendimizin mezarından hacılar gelmekte.
Müminler ayrıldı da boşaldı eski Mekke.

MAYAKOVSKİ’NİN YAŞAMI

Böğürmelerimle telaşa düştü büyükler, bankacdar, nazırlar.

Ortaya çıkıyor
yaldızlı
zırhlar.

«Yürekse her şeyin başı
ne demeye,
ne haltetmeye topladım
paracıklarını, sizi ben?
Nerden geliyor bu çalım,
kim bu hakkı veren?
Kim temmuz havasına çeviren her günü?
Kapatın gökyüzünü telgraf telleriyle!
Sokaklarla kıvırın yeryüzünü!
Kim ki övünmüştür
elleriyle,
tüfek verin!
Okşadığı mı var onu sıcak günlerin?
Hepsi olsun
kirpi gibi
dikenli.
Kirletin dilini ağız dalaşlarıyla onun!»

Yeryüzü ağılına kapatılmışım nasılsa,
boyunduruğunu sürüklüyorum günlerin.
Beynimin içinde
dörtnala at sürüyor
«yasa».

Yüreğimi bir zincir sıkıştırıyor :
«din».
Yan ömür geçti bile, elden ne gelir.
Fenerler gözetliyor beni her yerde, fenerler bir bir.

Tutsağım çoktan beri.
Kurtaramaz beni hiçbir şey;
yok olası yeryüzü tutuyor beni prangasında.
Yetse de yıkayıp arıtmağa sevgim sizleri
gönlümün okyanusu çepçevre evler arasında.

Bağırıyorum…
Duyduğum da
hep anahtar gürültüsü!
Zindancının sırtarması.
Fırlatıyor önüme
bir ışının ucunda
çürümüş bir et parçası.

Sırıtıyorlar :
«oh. oh!»
bense başıboş dolaşıyorum işte
ateşler içinde, sayıklayarak.
Gümbürdüyor yeryüzü güllesi
ayağıma zincirlenmiş de.

Gözlerimi anahtarla kapattı
altın
Bir körü kim tutar elinden?
Sonsuzluğa dek
ben
kapatılmışım demek
saçmasapan bir serüvene!

İşte başkaldırıyor
bağımlı suçlunun esin perileri.
Yere batsın yüce varsayımların yükü!

Sîzler, Brem’in uydurduğu
tavuslara inananlar,
sizler, bitki uzmanı kuşkafalılarm zırvaladığı
güllere inananlar
iletin, e mi,
kuşaktan kuşağa
benim bu eşsiz yeryüzü betimlememi.

Meridyenlerden
ve atlas kemerlerden fışkırıp
köpük köpük
çınlamada altın kasırga :
franklar,
dolarlar,
rubleler,
kuronlar,
yenler,
marklar.

Boğuluyor içinde her şey, kemanlar, tavuklar, atlar, cinler
ve filler
ve yaşamın ıvır zıvırı.
Burun deliklerini
ve boğazı tıkıyor
bu yapışkan gürültü.
«İmdat!»
Bu inilti bile çıkamıyor dışarı.

Ve ortada
kımıltısız, büyük bir ada,
çiçekli halılardan yapılmış.
İşte orada
yaşıyor o benim
her şeyin efendisi
hasmım,
yenilmez düşmanımın ta kendisi.

• Alfred Edmond Brem (1829-84) Alman hayvanbilimclsi ve gezgini.

Zar yok çoraplarından daha ince.
Şık pantolonları en göz alıcısından yollu kumaşın.
Alaca bulaca renkli
kıravatına gelince,
kalın mı kalın boynundan sarkıp
kümbetine sürünüyor işkembesinin.

Ölüyor insanoğlu çevrede.
Ama yükseliyor göğe bir orman gibi
kutlamaya
ululuğunu :
Yaşa!
Bravo!
Aferin!
Hurra!
Viva!
Hoh!
Hosanna!
Maşallah!

Peygamberlerin gücüne verirler yıldırımı.
Aptallığa bak!
Ama o
okumuş Lokke*yi
hem de pek hoşlanarak!
Üzerinde işkembesinin
gülüşü
ışıldatıyor,
çınlatıyor kösteğinin zincirlerini.

* William John Lokke (1863-1930), romanları mutlu sonlarla biten İngiliz romancısı.

Tutulur
dilimiz
şu Yunanlının eserine bakınca.
Düşünürüz :
«Kim
nerede,
ne zaman
yaptı bunları?»
Ama
kendisidir ısmarlayan merhum Fidyas’a :
«Kadınlar istiyorum
etli butlu,
mermerden.»

İyi bir bahane
dört s a a t:
«Canım bir şeyler yemek istiyor
köleler, yine!»
Onun acar ahçısı
tanrı da
sülün eti pişirir efendisine
kille.

Gerinir
bir dişiyi okşadıktan sonra da.
«İster misin
stoklarımdaki en umulmaz yıldızı bile?
Bu arada
onun için
bir sürü Galile
teleskop gözleriyle araştırırlar göğü.

İmparatorlukların altın danasını sarsıyor devrimler,
çoban değiştiriyor insan sürüleri,
ama
gönüllerin taç giymemiş sultanı
senin kılını bile kıpırdatmıyor hiç bir ayaklanma.

Mayakovski, F: 7

MAYAKOVSKİ’NİN TUTKUSU

Duyuyor musunuz?
Duyuyor musunuz bu at kişnemelerini?
Duyuyor musunuz?
Duyuyor musunuz otomobillerin ulumasını?
Bunlar
yıkanmaya giden kentlilerdir Onun bereketinde.

Bir insan bataklığı tüm.
Sürüklüyor beni kalabalık
rasgele bir yere
şaşkın, süklüm püklüm.
Dizginlere asılıyorum bense,
eteklere,
etekliklere.

Bu gördüğüm de ne?
Sen misin?
Oraya mı götürüyorlar?
Yalan, zındıkça bir küfür!
Gözümün bebeğini kan bürümüştür
kızıl feneri gibi
kerhanelerin.

Niçin sen ama?
Dur!
bildiğim daha tatlı zevkler var!
Ulu ormanında kirpiklerin yok bir kırmldama.
Dur!
Geçti gitti bile…
İşte oralarda, başı başlar üstünde.

Işıldıyor kafatası,
bir kundura dense yeri,
dazlak,
pırıl pırıl cilalı deri.
Ancak
son boğumu üstünde
yüzük parmağının
üç pırlanta yanında
bir iki tüy var
dikilmiş.

Yaklaşıyor yosma, görüyorum.
Eğiliyor öpmek için elini.
Dudakları fısıldıyor
küçük tüyler arasında
birine «küçük flütüm» deyip,
birine «küçük bulutum*»,
üçüncüsüne de
işitilmemiş, ünlü bir ad vererek
yaratmakta olduğum.

MAYAKOVSKİ’NİN GÖĞE ÇIKIŞI

Ozanım ben. Hani çocuklara belletirsiniz ya: «Güneş pelinler
üstünden doğar stepte» . Sevilen kadının başıdır aşk yatağında,
bu küçük tüyler arasında beliren.

Ok fırlatıyor o gözler.
Sil gözlerinden bu gülümsemeyi.
Yüreğin isteği tabanca,
gırtlak usturayı özler.»
Büyüyor gönülsemem tutarsız ve şeytanca
bir sayıklamaya gömülüp.

* Küçük flüt ve Küçük bulut, Mayakovski’nin Omnrga’nın flütü
ve Pantolonlu bulut adlı uzun şiirlerini simgeliyor.

Geliyor ardımdan kadın,
suya doğru çekiyor beni,
ya da eğimine doğru damın.
Ortalıkta kar.
Kar veriyor baskın.
Kıvrılıp donarak,
aynanın üzerine
yeniden

düşüp konarak,
kımıltısız bir zümrüt gibi.
Ruh ürperiyor
aynaların eline düşüp,
kaçmasına yok bir olanak.
Ve büyülenmiş
bir adam gibi zor
arşınlıyorum Neva rıhtımlarını.
Yürüyorum,
bir de bakıyorum hep aynı yerdeyim,
kaçmak istesem de
boşuna.
Burnumun dibinde bir ev beliriyor,
donmuş pencereler ardından
çekiliyor şiş karınlı bir şafak.

Orası!

Bir kedi miyavlıyor acı acı,
tütüyor yanarak
bir idare lambası.
Bir zili çalıyorum.
Eczacı!
Eczacı!
Asılıyorum bacaklarımın direklerine.

Büyüyor düşüncelerim,
birbirine dolanarak
geyik
boynuzları.
Gözyaşlanm ıslatıyor
yerde buzlan.
Anıyorum o yitik
cennetimi, yere yatıp boylu boyunca.

Eczacı!
Eczacı!
Nerde diner,
neyle diner
yürekteki
bu onmaz acı?
Gökyüzünün sınırsız ovalarında,
çılgınlığında Büyük Sahra’nın,
çölün o kupkuru deliğinde
kıskançlara yer var mı peki?
Kavanozların ne sırlar saklar?
Bilirsin yüce tüzeyi.
İzin ver şuna
eczacı:
fırlatayım ruhumu
hiç üzülmeden
gök boşluğuna.

Uzatıyor bana gereken!
Bir kafatası.
«Zehir».
İki de çapraz kemik.

Benim için mi bu?
ölümsüzüm ben ama,
benzemem başka müşterilere!
Gözlerim kör,
konuşmam yok,
aklım örtmüş kapısını bir kere.
Ne bulur
içimde
parçalamaya
benim bu zehir?

Azbuçuk anlıyor zavallı.
Meraklılar doluşuyor pencerelere,
dimdik oluyor saclar.

Birdenbire
Dükkânın ortasında yüzmeye başlıyorum.
Tavan açılıyor kendi kendine.
Çığlıklar.
Gürültü.
«Evin üstüne vardı bile!»
Süzülüyorum yukarda enikonu.

Batan günde
kor kesilmiş bir odun gibi kilisenin haçı.
Aşıyorum onu!
Ormanın üstünde
çığlık çığlığa kargalar.
Onları da aşıyorum.

Sözde çırağım daha!

Bütün bildiklerimiz, bütün öğrendiklerimiz
hiçlik kırıntısı,
fiziği, kimyası, gökbilimi hep saçma!
Bir istemek yetiyor ama,
ben de süzülüyorum
arasında bulutların.

Dilediğim yere gidebilirim şimdi!
Her yere.
Baladların şiirsel çamurunu çalkalayın da
türküsünü yakın şimdi, türküsünü yakın
Amerikan ceketli,
cilalı sarı papuçlu
yeni şeytanın.

MAYAKOVSKİ GÖKTE

Geldik bile!

Konuyorum bir bulutun üstüne,
yükümlüyorum
işlerimle
ve yorgun bedenimle bulutu.

Gönülaçıcı bir ver, ilk kez geldiğim.

Bakıyorum sağına soluna.
İşte
iyice yalanmış bir yüzey,
öve öve bitiremediğimiz gök.

Görürüz enine boyuna!

Bir kıvılcım,
bir parıltı,
bir ışıldama
ve
bir gürültü —
ya da
ruh gibi bir şeyler midir
ki usul usul kaymada.

«Kadın oynaktır, değişir…**

* Verdi’nin Rigoletto operasından bir arya: La donna t mobile.

Burada,
g ö k k u b b ed e
müziğini dinlemek Verdi’nin!
Yarığından bir bulutun
bakıyorum gizli gizli
şarkı söyleyen meleklere,
öyle sevimli, dingin,
öyle yollu yordamlı yaşayan meleklere.

İçlerinden biri çıkıp
tatlı tatlı bozuyor
uykulu dilsizliğini:
«Hoşunuza gitti mi
Vladimir Vladimiroviç
bu sonsuzluk, uzayıp giden?»
Aynı tatlılıkla karşılık veriyorum :
«Sevmez olur muyum hiç
bu hoş sonrasızlığı ben!»

Önce sinirleniyor adam :
ne bir köşe var
kendine,
ne çay,
ne içerken okunacak gazete.
Yavaş yavaş alışıyorum gök törelerine.
Yeni gelenler oldu mu
bakmaya gidiyorum ötekilerle birlikte.

«Ne! siz misiniz!»
Sevinçle kucaklaşıyoruz ikimiz.
«Merhaba, Vladimir Vladimiroviç!
«Abraham Vasiliyeviç, merhaba!
Şanına yaraşır
bir ölümle geldi mi
bu ölü buraya acaba?»

Ne ince şakalar, değil mi?

Çok hoşuma gidiyor bu iş,

iyice tadını çıkarıyorum
hep kapının dibinde kalıp.
Bir bakıyorum eşikte
ölü tanıdıklar belirmiş,
yanıma alıp
gösteriyorum burçlara varan yokuşu,
o gözalıcı süsünü dünyaların.

Bütün olayların merkez istasyonu,
bir düğmeler, manivelalar, levyeler kumkuması.
Burası
—dünyalar eriyip gidiyor tembel tembel—
burası
—daha güçlü, daha hızlı çeviriyor bir sürü el.
«Böyle dönmeli hep —budur istedikleri—
dünya batıp gidinceye dek.
Nedir anlamı bunun?
Kanla sulamak mı yeryüzünü?»
Canı cehenneme topunun.
«Gülüyorum telaşlarına, öfkelerine.
Sularlarsa sulasınlar,
bana ne?»

Olabilecek bütün ışınların baş ambarı.
Sönmüş yıldızların atıldığı yer.
Eski bir taslak,
—kimbilir kimden kalmış—
balinalarla ilgili, yarım kalmış bir tasan.

Burada herkes ciddi.
Herkesin işi başından aşkın.
Kimisi bulutları ütülüyor,
güneşin fırınını besliyor kimisi.
Her şeyde korkunç bir uyum
yatkın,
rütbe sırasına göre.
İlişip kakışan yok.
Daha ötesini de gerektirmiyor bu durum.

Önce homurdandılar bana karşı.
«Aylak, boşgezenin biri!» dediler.
Ama yürektir bence her şeyin başı.
Yürek ne gezer gövdesi olmayanlarda?
Ben de şunu ileri sürdüm :
«İstemiyorsanız siz burda beni,
bir kenarda
güzelce uzanıp
üzerinde bir bulutun
oradan seyredeyim olan biteni.»

«Ama pek yakışık almaz bu dedikleriniz.»
«Ya, öyleyse bana siz bir şeyler öneriniz.»

Körükler iç çekiyor zaman, fırınında,
bitmiştir hazırlığı
bir
yeni yılın.
Yılların öd patlatan çığı
geçmektedir
gümbürtülerle.

Sayıya vurmuyorum haftaları.
Bizler ki
zaman kadranına kapatılmışız,
aşkı neden bölmüyoruz günlere peki,
değiştirmiyoruz sevilen adları?

Büyük bir durgunluk.
Serilmişim
ay ışınlarının dibine,
içim yatışsın diye düşlere eğilmişim.
Bir güney plajında vatmışım desem yeri.
Ama daha bir uyuşuk, daha bir sersem.
Aşıp gidiyor her dem
beni okşayışlara gömerek
başımın üstünden sonsuzluk denizleri.


MAYAKOVSKİ’NİN DÖNÜŞÜ

1, 2, 3, 4, 8, 16 yıl, binlercesi, yüzbinlercesi.

Ayağa kalk!
Yeter!
Güneşe bak!
Böyle dilsiz, böyle miskin yatmak da neyin nesi?

Mırıldanıyorum uykulu uykulu :
«Bu böyle ne kükremesi?
Yüreğimi yerinden oynatmağa yeltenen de kim?»

Sabah mı,
akşam mı?
Göklerin solgun aydınlığı hep o bildiğim.

Nice,
nice
nice yüzyıl geçti gitti
günlerin uzaklığında parçalanıp toz olmaya.
Saman yoluna göz gezdirince
belki diyorum
kırçıl sakalım yayılmıştır uzaya.

Düşüyor bir sürü yıldız.
Gözlerimle izliyorum.
Yeryüzüne doğru
gitmede
bu hız!

Unutulmuş istekleri canlanıyor gönlümün
ve hasta
beynim
düş yapıları kurmakta.
—Şimdi
yenidir elbet dedim
ne varsa yeryüzünde.
Ağırlıklar takınır köyler mis kokulu baharla bütün.
Kentler pırıl pırıldır elbet.
Al yanaklı bir ailenin türküsü duyulur bu mutlu günde.

Büyüyor özlemim.

Özlemim gitgide daha sert, daha yaman.

Gözalıcı bir sis yükseliyor görmeyim,
bir bulut geçmesin öteden,
beliriyor sanıyorum
zaman zaman
bir yerlerden yeryüzü.

İyice kendimi verip
arıyorum
dünyayı
öteki noktalar arasında,

işte, işte!

Diktim oraya gözümü.
Seziyorum denizleri,
kartal sesi içindeki dağlan.

işte orada babam.
Hep bildiğim gibi, hiç değişmemiş adam.
Daha ağır işitiyor kulakları yalnız,
biraz da aşınmış
kolcubaşı ceketinin
dirsek bükümü.

O da sinirli.
O da gözlerini dikmiş
toprağa.
Neler gcçiyordur kafasından kimbi
Mırıldanır kendi kendine :
«Belli geldi Kafkasya’ya
bahaı dönemi.»

Ruh sürüleri de
duyuyor
sıla özlemi.

Kentli haydutun öfkesi çınlıyor kaba kaba.

Baba,
canım sıkılıyor!
Canım sıkılıyor, baba!
Ozanların aptalını çekermiş gök
yıldız nişanlarının
iğneleriyle!
Ne yayarsın kendini papaz cüppeleri gibi,
tutarsın kendini bir kardinale eş?
Yaladığın yeter uykulu ışınlarını.
Düş arkama!
Ayaksız mı böyle yalnız?
— Demek kirletecek şeyin yok senin?!
Yeryüzü çamurunda gereği yok demek çizmenin?

Bırakın örmeyi
yıldızlar
çevresinde
yeryüzünün
işkence tacını!
Onlarsa yıkanıyor kan renginde batan günün.

Kanadını parıldatan
kim ötede bilmiyorum
yakınında yeryüzünün.
Olmasın ağaran tan?
Dur!
Bu yol benim de yolum.

Kimi uzanıyorum kuyrukluyıldız gibi,
kimi ebemkuşağmca büzülüyorum.
Yay biçimleriyle bu oyun da ne?
Nedir kıvrılışlarındaki iç daralması? j

Kuleler,
kuleler gösteriyorum
dünyaya, kuleler ki
inanılmaz bir hızla geçer.
Çoktan beri
başıboş ruh düşünüyor
eski
günleri.
Görüyorum avuçlarım
kentlerle dopdolu /
yarımkürelerin.

Kulak ayırt ediyor bazı sesleri şimdi.

Tam yolla!

«Günaydın nine!»
Kaydım asfalt üzerine.
Dikildim.

Alışılmamış gücünden şaşırıyor herkes
bu gök yolcusunun.

Bir sürü ses :
«Bakın bakın,
dam aktaran bir adam
çatıdan düştü.
Herifin şansı varmış!
Ekmek parasını çıkarmak çok zor».

Kalabalık
itiş kakış
uğultulu gününe dalıyor
işlerinin tasmasıyla artık.

Ah! öyle bir gırdak
olmalı,
olmalı da daha beter,
daha korkunç bir kükreme salmalı
kentin gürültüsünü bastırmak için.

Sokakların çılgınca koşusunu kim durduracak?
Trenlerin yeraltı çilesini kim çözebiür?
Kim durduracak
havaya kapkara is salanları,
ki delip geçer her uçak
o dumanları!

Ekvator boyunca
Şikago’lardan
Tombov’lara değin
yuvarlanıyor rubleler.
Herkes kovalıyor onları
boyunları gergin,
çiğneyerek uçtan uca
dağları,
denizleri,
yollan.

Yönetense hep aym dazlak,
hep aynı görünmez varlık onları,
yeryüzünde kankan dansı oynayan büyük efendi,

Kimi bir düşünce kılığına bürünüp,
kimi şeytan,
kimi de bulutlar arkasından parlayan tanrı.

Susun artık filozoflar!
Bilirim niçin
—bırakın tartışmayı—
niçin verilmiştir onlara yaşam.
Koparmak
ve yok etmek için
takvim yapraklarım.

Acımak mı onlara?
Onlar bana acır mı?
Bulvarlar, bahçeler,
dış mahalleler
yedi yuttu beni.
Burda antikacı var mı?
Gösterin bana!
Almak istiyorum bir hançer.

Ne güzel
duymak yaklaştığını
öç saatinin.


MAYAKOVSKİ YÜZYILLARDA

Nereye gidiyorum,
niçin hem?
Koşuyorum her yöne
insan kalabalığının
uğultusu arasında
döne döne.

Petek pencereleri dolaşıyor gözlerim.
güçtür onlara
temmuz,
yabancı, tiksinç.

Söndürdü kent
camlarını, camekânlarım bu ara.

Yorgun ve başı düşük.

Yalnız işte
batan güneş, o kanlı kasap
bulut cesetlerinin karnım deşmekte.

Sürüklenip gidiyorum.

Masalsı bir köprü.
Çıkıyorum üstüne
ve garip bir coşkunlukla bakıyorum yukardaıi.
Oradaydım, iyi anımsıyorum yeri,
Tam bu parıltıydı gördüğüm.
Buydu
öyleyse
Neva dedikleri.

Bir kent vardı burada,
fabrika bacalarının tüten ormanına batmış

çılgın bir kent.
Ve bu kentte
nerdeyse başlayacak
elbette
soluk
ve camsı geceler.

Temmuzun ölümü.

Mayakovski, F: 8

Kor kesilmiş bembeyaz, yok artık gecesi.
Kaçıyor ağzından sayıklamaları fısıltılarla.
Kimi bir hasta arabasının haçı geçmede,
kimi duyulmadan bir el ateş sesi.
Ve yeniden
sessizlik.

Bir evin üstünde
ha düştü ha düşecek saçaktan
ışınlar arasında yürüyorsun, görüyorum,
bunları bir güzel demetliyorsun.
Ben eKmi uzattığım an
kaçıverdin burnumun dibinden sis gibi.

Oradayım yine
taş kesilmişcesine.

Dağıldı geceleyin aylak gezenler,
teninin dokusunu duyuyorum sanki,
soluğunu sanki,
sesini sanki,
ansızın yeniden
hortladın sanki.

Kaçıp gidiverdi büsbütün,
kurtuldu havanın incecik bağlarından.
Gitgide
—yapayalnız—

eridi bir topluluğun içinde.
Dirilen yüreğim titredi ağırdan ağırdan.
Tanıdı beni yeryüzü işkenceleri.
Çok yaşa
deliliğim
çok yaşa!

Ne iyiydi lambalar böyle
sokak ortalarına dikilmiş.
Evler de öyle.
Bir de
bu kabartma at kafası*,
üzerinde
girişin.

«Jukovski sokağı mı bu sokak
yolcu?»

Yüzüme bakıyor
nasıl bakarsa bir çocuk bir iskelete,
kocaman açılmış da gözleri;
savuşmak istiyor elbette.

«Mayakovski sokağı derler bu sokağa bin yıldan beri.
Canına kıydığı yer burası işte sevgilisinin kapısında.»
Kim?
Ben mi? Canıma mı kıydım ben?
Lafa bak!
İnce ince oy sevincini, işle yüreğim!
Uçuyorum
pencereye doğru.
Gök alışkanlığı, ne olacak.

Pencere yukarda.
Yükseliyorum kattan kata.
Pencere perdeyle örtülü.
İpeğin ardından seçtim,
oda
bildiğim oda benim.

* Lili Brik’in Leningrad’da, Jukovski sokağındaki 7 no. lu evinin
cümle kapısı üstünde kabartma bir at kafası varmış.

Bin yıl geçmiş aradan, kalmışsın yine gencecik.
Uzanmışsın
ışıldayan aydan mavileşmiş saçlarınla.
Bir an…
Ne var ki
ay
saçsız bir pembelik.

Sonunda geldim.

Uyuyorlar daha.
Elim
sıkıyor hançeri.
Kayarak
bir göz atıyorum içeri
ve başlıyor bende aşk
yeniden,
aşk
ve acıma.

Merhaba!

Elektrik yanıyor.
Yuvalarından uğramış iki çift göz.
«Kimsiniz siz?»
«Kim olacak, Nikolayev’im,
mühendis.
Bu ev de kendi evim.
Peki ama siz kimsiniz?
Ne diye karımı tedirgin ettiniz?»

Başka bir oda bu
titreştiği sabahın.
Çırpıntılı dudak uçlan
ve çırçıplak gövdesiyle
yabancı bir kadm.

Dar attım kendimi dışarı.

Tüylü,
kocaman,
cam yanmış bir gölge gibi
iniyorum ay ışığı örtülü
duvardan aşağı.
Kiracılar koşuyor savurarak geceliklerini.
Taşlara çarpıyorum küt diye.
Kapıcı bir köşede sıkıştırıyor beni.
«Nereye gitti yoldaş
kırk iki numaradaki kadın?»
«Bakarsan söylentiye
fırlatmış pencereden kendini
erkeğe doğru.
Yatarlarmış
sarmaş dolaş.»

Nereye gitmeli şimdi?
Ne çıkarsa bahtımıza,
ha kır, ha deniz.
Nasıl isterseniz!
Tralya-ya, dzin-dza,
tralya-ya, dzin-dza,
tralya-ya-ya.

Boynumda ışıkların akan düğümü sımsıkı,
sürükleneceğim kavrulan yazda!
Şakırdayacak ellerimde
kelepçeler gibi tıpkı
aşk yüzyılları.

Yok olacak her şey.
Hiçliğe dönüşecek.
Ve devindiren varlık
yaşamı
son ışığını kullanacak
son güneşin artık
karanlığına karşı gezegenlerin.

Daha sert,
daha keskin
acım sürecek yine,
beııse kalakalacağım
gömülüp alevlerin içine
sönmeyen odun yığınında
yasak aşkın.


SON

Yeniden toplanıyor
sonsuzluk
cezaevine
serseri!
Hangi göğe doğru gitmeli,
hangi yıldıza doğru gitmeli yine?

Altımda
yeryüzü,
o binlerce kiliseli
yeryüzü başladı
ölüm duasına.

Vladimir Mayakovski
Çeviri: Sait Maden