Muhayyer Münacat

Allahım biraz konuşabilir miyim bağışla
Konuşuyorsun sen, duymuyorum ben ah bağışla
Ben de konuştum çok, çoğu boş, boşlukları doldurdum
Yarım kalmış bir çay gibi soğuttum kendimi,
İçime şeker attın, tatlanmadım yine
Seni anlayamadım, tişört yazıları, sokak isimleri,
Plaka harfleri, medet umdum tümünden, bir tıkız idrakle tıkandım,
Yağmurları anlamadım, karlarda üşüdüm, bilirsin
Şemsiyeseverim, o uçarı, o gizemli şiirseverler aksine
Lodosta başım ağrır, malum sinüzit, alerjim de var yağmura iyi mi
Benden şair yaptın ya, bu senin kudretin, memnun musun desem
Sana seslenmeye yarıyor, memnunum bense.

Kelimeleri sevdim, yabancı kelimeleri de, düşman olanlarını bile
Bazılarında bir tarçın kokusu, bazıları hurma gibi ezildi dilimde, kimi bir kasımpatı patladı
Onları tuttum içimde, bazılarını salsam da hindiba gibi göğe

Göğe o bedevi gibi baktım, Allah gökte diyen, ümmi, müsterih
Göğü sen yazdın, okuyamadım ben, dillerimde bir reçine
Aklımda kalp fikirler, kalbimde bir yer keşke cemalinin çiçeğine

Allahım, beni biliyorsun, bir mutlu son yazdın mı bana, deyiver şu kölene
Bazı repliklerimi unuttum, bazı rolleri çaldım, sahnede uyukladım
Ama şimdi geldi de sırası bir müjdenin, bir armağanın
Kullanmadığım kelimelerim var, saklamışım andıkça kamaşmışım
Kayıp dillerin arasından çekip çıkarmışım, kör hafızların lehçelerinden,
Sabahki taarruz için biriktirilmiş sözlerden, istiklal marşlarından,
Unutulmuş dervişlerin dağarından, vasat alimlerin notlarından,
Aşka yeteneksizlerin ezberinden, okunmayan yazarların defterinden,
Bütün o sözcükleri topladım, oturdum kumar masasına
Dünyanın en tuhaf eli bende, talihim bir ucundan tutuşuyor, görüyorum
Batmak üzere geldim, imha edesin şu beni, kullanıp atasın
Irmaklar geçirmeyesin, sallardan itesin, tenha koyasın
Senden gayrısına kaymasın gözlerimin ne akı ne karası diye

Musa nebi geliyor aklıma, konuştun kırk gün onunla
Yüce sözcükler, yalçın buyruklar, tok ünlemler,
Dağın yatağında bir sıtma tam kırk gün soludu
İncirleri balladı bir balad, kekikleri tütsüledi
Senin kelam mızrağınla kıvrandı yeryüzü biteviye
Musa nebiyi dinlemek isterdim indiğinde o dağdan
İlk sözcükleri koparmak o kekeme, o göksel dilinden
O kekeme, o dili reddeden dilinden
Gözlerini görmek isterdim kırk gün şarap küründen geçmiş
Soylu dertlerle demlenmiş sesini, sevgiliden koparılmış alınmış gözlerini
Ellerinden öpmek isterdim, iki söğüt dalı gibi sarkmış sanki gökten
Konuştun sen onunla, pişirdin onu kelamın tuzuyla
Dilinden geçirdin elektrikli balıklar aktı tarih aktı
Fikrini doldurdun bütün senden kaçış olmadığıyla
Senden kaçış olmaması iyi haber, yüce haber, son haber
Uykudan sonraki uykuda gibi düşüyorum kollarına

Türlü dillerde senin isimlerin yüzüyor, bazıları aşina, görkemle çınlıyor bazıları
Harfleri yıldırımlar gibi biçiyor isimlerin
Satırlar karışıyor, ağızlar kamaşıyor, sanki gelmişsin
Türkçe Türkçe değil artık, Âramca o değil
Suhuf dillerinden kalıntılar, bazı nebi sesleri Akdeniz kıyılarından
Kalyonları dolduran rüzgârlara bakarak fısıldanmış gipgizli isimler
Yılanların uykularını bölmüş bir haşmetten tortular
Büyük orgun tuşlarına mecalsiz düşen bir keşişin son nefesi
Sararırken çıkardığı sesler üzümlerin
Hepsini derliyor göğsümde bir mağara
Bütün büyük mağaralara, bütün suskun münzevilere, bütün
Dağ başlarını tutmuş veli ruhlarına, çile çekmiş ve mutlu tümü de
Hepsinin yuvalandığı mağaralara açılıyor mağaram
Yaktıkları sandal ağaçlarının kokusu burnumda, sarındıkları geyik postunun
Yiyemedikleri ekmeğin kokusu, oruçlu ağız kokusu
Hepsini içime çekiyorum, sana dillerden dil beğenmek için
Bütün isimlerine yetsin soluğum için, için, için

Bu dizeleri gidip okuyacağım dağ kovuklarında
Bir dere kenarında, toplayacak balıkları başına
Sümbüller eğilecek duymak için senin ismini
Dere kıvranacak belki düştüğü cezbede
Şairmişim, bakacağız şair miyim
Büyük bir harman yapabilirsem kederden ve ümitten
O zaman şairimdir zannımca, akıl ve cezbe iç içe geçince
Kalbin oyuklarında kımıldayınca senin aşkının tırtılları

Şarkılarda hülya diye bir şey geçiyor, radyodan bir iki damla kan geliyor
Şarkıcı kadının sesi çubuk kraker gibi kırılıyor, duyuyorum
Hayatla aynı otobanda kapışmak istiyorum acilen
Emniyet kemerini söküp atmak, hız sınırını taşmak, kafa kıyak, yalnayak
Ama mani oluyor şarkılarda geçen hülya
Duraklatıyor, her endişeyi tıkıyor mafsallarıma
Mafsallarımda sonbaharın son günleri ağdalaşıyor birden
Sarı yapraklar acılaşmış, onu süpüren asgari ücretli daha acıymış
Bütün bu mevsimler yaşanmasın gibi bir uzay istiyorum bense
Donuk, hissiz, zamansız bir boşluk
Sade senin isminin uzak bir yıldız gibi gömüldüğü
İsminin zonkladığı bir karanlık sade şu kırklı yaşlarımda
Ya peygamberlik yaşımı latteli pastayla kutlayan öğrencilerim,
Nasılsınız?

Ayetleri duyuyordum Fez’de açık pencerelerden
Şehri her sabah yıkıp yeniden kurma ayetleri
Peygamber adları dağılıyordu sokaklara alacakaranlıkta
Melekler inmiş, firavunu boğmuşuz, elimizde kutsal tabletler kutsal patikalardayız
Zeytin yapraklarından sakızlar ağzımızda, deveye hayranlıkla doluyuz
Senin ayetlerin havai fişekler gibi yakıyordu sokakları Allahu ekber
Asli insana dönmüşüz, nefsimizle kapışmaya hazırız gibiydi her şey

Meczupları gömdük sanırım, birer bomba gibi gezerlerdi pazarları oysa
Hayatta bir sekte olup iterlerdi hayatı hayata.

Kendimi nelerle avutuyorum bir bilseniz (sen biliyorsun)
Aşıklarının öykülerini okuyorum, inanıyorum bütün o delilerine
Suskun, başı önde ve düşünceyle dolu her biri
Çalmışsın ya onları sen obalarından, çadırlarından
Dilleri kımıldayınca belli belirsiz, isminin incileri sekiyor yerlerde
Seninle anıları var gibi, ama saklıyorlar nede
Aranıza giremem zannımca, dönemem de geri

Ya ben nereye aidim, ey benlerin ey nerelerin sahibi!

Ahmet Murat

Sakıncası yoksa, şiirin bir köşesine yaslanıp dinleneceğim.

Aşk kuvvetli bir duygu ve kuvvet gerektiriyor. Aşkın elinden kurtulmayacak iş yok. Sanırım ben o ‘’aşk’’ı kaybettim. Kısa bir süreliğine içimden aşk ve iştiyakın alındığını düşünmeliyim. Kısa bir süre diyorum ki, kendimden ümidi kesmeyeyim. Allahım ne çok ihtiyacım var. İlk listem şu olsun:

1. istemeyi istemek
2. istemek
3. ümit
4. güç
5. yeni güzel bir liste
6. aşk ile yeniden…

Bu sıralama değişebilir… Kafam karıştı. Önce belki de ümit ve güç istemeliyim.

Boş mu duruyorum sanki. Bana bugün yaşamak nedir diye sorsalar, ‘’hiç durmadan koşmak’’, derim. Yetişmeye çalışmak… Yetmeye çalışmak… Durup da kendine ‘’nereye koşuyorsun’’ diye soramayacak kadar hızlı koşmak… Ben bi yazarken kendime soru sorabiliyorum. Bu yüzden o harici listede ‘’yazmak’’ hep var. ‘’Mutluluk odası’’ demiştim ya…  İşte o odanın dört duvarında da ‘’fe eyne tezhebun’’ yazıyor. O odada okuyor, o odada yazıyor, düşünüyor, düş görüyorum. O odada musıki var, kamış var, simsiyah is mürekkebi var, şiir var, masal var… O odaya girebilmek için durmak lazım. Kilidi her zaman görünür olmuyor. Anahtarının dişlerinde ‘’aşk’’ yazıyor. 

Durmazsa ‘’kendiyle söyleşemiyor’’ insan. 

***

‘’Neden’’ sorusu tek başına bir isyan cümlesidir. ‘’Bu da benim payıma düşen imtihan’’ diye cevaplamaya çalışsanız da soruları, ayıklamaya çalıştığınız taşları birer birer yutmak bazen çok zor. Yürürken koşarken Allah ile konuşmak çok zor.

‘’Neden Sana yaklaşmama izin vermiyorsun’’ diye bitiriyorum cümlelerimi.

***

Mesela çocuklar her zaman güneşli sıcak yaz günleridir, ağlamaları bile yaz yağmuru gibi sevinçle gelir ve aniden buharlaşıp gider. Bazı insanların ise yaz ve kışları yoktur. Keskin/kesin hatları, ifadeleri, bakışları olmaz. Yine de berrak ve okunaklıdırlar. Bahar da işte o insanlardan. Hüzünlü fakat asla rahatsız edici ve yorucu değil. 

***

Bir çocuğu uykuya geçerken izlemek… Göz kapaklarının yavaş yavaş kapanmasını, uyumamak için direnirken yenilmesini ve yüzündeki tüm o güzel minik kasların gevşemesini… İşte bir süredir o geçiş anını dikkatlice seyrederek kendimi tedavi ediyorum. Çocukları uyurken seyretmek, üzerlerini açtılar mı diye kontrol edip yorganlarını örtmek,  her defasında onları koklamak hep yaptığım şeyler… Fakat o anın, yani o bir anlık melek dalgınlığının iyileştirici etkisini yeni farkediyorum. Ömerin yüzünde rengarenk bir masal okuyorum, Alinin gözleri şifalı bir ninni söylüyor.

***

Yani neden bu kadar önemli ki yazmak? Yazar değilsin, yoğun yorucu bir işin var, konuşarak kendini ifade edebiliyorsun ve konuşarak kendini ifade edebileceğin insanların da var. Çoluk çocuk eş dost ahbap tanıdık tanımadık onlarca yüz… Hepsiyle de konuşuyorsun, her biriyle de farklı farklı şeyler konuşuyorsun, anlatıyorsun… O halde ‘’yazarak’’ bu anlatma çabası niye? Yazmadığın zaman neden bu kadar ‘’eksik, dolu, taşacak, patlamak üzere, rahatsız’’ hissediyorsun? İşte! Aslında şu an, her zaman yaptığım gibi, neden yazdığımı ve neden yazmadığımı sorgulayarak bir yol açmaya çalışıyorum. Kendimi o kadar iyi tanıyorum ve bu sorduğum soruların cevabını o kadar iyi biliyorum ki! Fakat her seferinde bu soruları sorarak, cerrahların cerahati akıtmak için yaraya dokunduğu neşter gibi ya da ameliyat yerindeki dren gibi ya da su kaynağının yönünü tayin eden ve yeşerecek topraklara ulaştıran bir ark gibi, yol arıyorum… Yol açmaya çalışıyorum. 

***

Hiçbir zaman dört dörtlük hayatlarımız olmadı ve olmayacak. Bunu kabul ederek başlayabilirim konuşmaya. Her insanın doğar doğmaz başlayan bir hikayesi var. Kişisel hikayelerimiz, farklı farklı… Düşünsenize, dünya üzerindeki insan sayısı kadar hikaye, milyarlarca… Başlangıcı ve sonucu başka milyarlarca hikaye… Gördüğüm tanıdığım ve izlediğim hikayeleri kısmen biliyorum, kendi hikayemi de kısmen bilebiliyorum, geri kalanını bilmem imkansız fakat net ve emin olarak şunu söyleyebilirim ki, pür mutluluk diye birşey hiçbirimizin hikayesinde yok. Olsa burası cennet olurdu ve biz şimdilik dünyada ikamet ediyoruz. Bunu da kabul ediyorum. Niyetim mutluluk ya da mutsuzluk tarifi yapmak değil. Kimseye muhteşem mutluluk formülleri de vaadedemem. Sadece, dün gece uykumu kaçıracak kadar kafamın içinde dolaşan o iki kelimelik tamlamaya nasıl ulaşırım diye uğraşıyorum şu an. Bu kadar laf kalabalığının sebebi o iki kelime. Kestirme bir yol bulmaya çalışıyorum. ‘’Mutluluk odası’’ nın ne olduğunu, önce kendime anlatabilmek niyetim.

***

Tam uçurumun ucundan sonsuz bir boşluğa bakarken ve uçabileceğime kanaat getirmişken, Ferahfeza bir nefes ensemden yakalayıp savuruyor beni. 

***

Anne olmakla ilgili söylenebilecek bütün sözler söylenmiştir. Anlatılacak tüm duygu durumları anlatılmıştır şimdiye dek .. Tüm anlatılamaz ve anlaşılamaz güzelliklerinin yanısıra, hep söylediğim ve çok yoğun yaşadığım bir şey var ‘’Anne olmak, ömrünüzün sonuna kadar endişe etmek demektir.’’ Evet endişe… Saf, filtresiz, yoğun endişe…

***

Bu gürültüde kalbimi duyamıyorum. Başımı göğsüme doğru eğemiyorum, eğersem, kaldır kafanı, bize bak, bizimle konuş diyen binlerce göz var sanki. Bu kalabalık, bu gürültü, bu şehir, bu dünya, bir kalbimiz olduğunu hatırlamamıza ancak kendi istediği zamanlarda izin veriyor. Asri zamanlar… Yetişilmesi gereken yerler, yapılması gereken işler, bizzat dişi olduğumuz ya da dişlerin arasında ezildiğimiz çarklar… Fırsat kollayıp, gizli saklı kalbinizle söyleşirseniz onu yorgun ve dertli buluyorsunuz. 

Biz hekim milletinin ‘’taşikardi’’ diye seslendiği bir kuş vardır. Çırpınıp durur göğsün orta yerinde. Sesini duyurmak için…

***

Polikliniğin camından arka bahçeye bakıyorum.Birkaç meyve ağacı ve  hatırı sayılır miktarda toprak mevcut. Ağacın ve toprağın olduğu yerde kuşlar da konaklıyor. İstanbul’un kuşları, serçeler, kargalar, kumrular… Küçük bir bahçe bile yemyeşil bir köyün hayalini kurmaya yetebilir. Bazen billur bir akarsu ekliyorum o bahçeye. Isırganotları ve kır papatyaları… Hayal kuralım…

***

Ölüm demişken…



Bu yorucu ve üzücü günlerin biteceğine dair ümidim ve inancım var. Tuhaf. İnsan herşeye rağmen ümit edebilen bir varlık.

***

Sevdiklerimi yazmak istiyorum, vazgeçiyorum. Üzüldüklerimi yazmak istiyorum, vazgeçiyorum. Bir süre daha, içimde çarpışıp dursunlar…

***

…küçük hayatlarımıza ne çok şey sığdırmaya uğraşıyoruz’dur.

***

Ferahfeza ferahlık veren demekmiş. Ferah dinlemelerin, dinlenmelerin olsun. Zira yakinen bilmekteyim ki tababet sanatı tahsili ve icrası oldukça meşakkatli bir yoldur. Zaman zaman kendine nefes alacak pencereler açman gerekir.

***

Bir zamanlar şiire meraklı bir zat var imiş. Şiir okumayı çok severmiş. Güzel şiirler okur, şairlerine imrenir, keşke ben de şair olabilsem diye iç çeker durumuş.  Yaşı ortayı geçmiş bu zat, bir gün şair olmaya karar vermiş. Şiir yazma aşkıyla yanıp tutuşur olmuş. Fakat şair olabilmek için, şair bir mürşidin rahle-i tedrisinden geçmek gerekiyormuş. Müstakbel şair, kendine bir mürşid bulmuş ve şiir meşk etmeye başlamışlar. Şair hocamız talebesinin şiirlerini okur, kırmızı mürekkepli kalemiyle düzeltmeler yaparmış. Üstü çizilen mısralar talebe tarafından tekrar yazılır, tekrar tekrar meşk edilirmiş. Fakat ne yazık ki her seferinde, üzeri çizilen mısraların sayısı artarmış. Hoca, incelikli adam tabii… Bu şiir şiir değil, sen de şair değilsin diyemiyor. Şiir talebesi ısrarla şiir yazıp getiriyor, hoca da ısrarla kırmızı mürekkeple düzeltmeler yapıyor.  Bir gün yine yazdığı şiiri hevesle hocasına götürmüş, müstakbel şair. Hoca ne yapsam ne yapsam diye düşünürken gözü kırmızı mürekkep kovasına takılmış. Kalemi elinden bırakıp, şiir yazılı kağıdı mürekkep kovasına batırıp çıkartmış ve talebesine kıpkırmızı bir kağıt vermiş. Sonrasında ne olmuş bilmiyorum. Hevesli zat-ı muhterem şiir yazmaktan vaz geçmiş mi, kıpkırmızı şiirini yeniden yazmış mı… Şiir öğrenilir mi? Şiir nedir? Şair kimdir? Şiirin şiir olduğuna kim karar verir?

Bazen kendimi o yaşını almış şiire merak salan şair gibi hissediyorum. 

***

yani, ‘’ innallâhe meas sâbirîn’’

yani, biraz beklersek geçiyor.

***

Mesai bitimine doğru, eve gitmeden bu içimdeki sıkıntıyı nasıl atabilirim diye düşünürken, yürümeliyim dedim… Yürümeliyim… Çünkü, sokağa çıkıp yürüyünce, gerçek hayata dokununca işlerin yoluna gireceğine inanmam daha kolay oluyor. 

Bahar da yetmiyor bazen iyi olmaya Allahım!

***

-B. hanım niçin gelmiyorsun? Sorun ne?

-Doktor hanım, ben her ilaç yazdırmaya geldiğimde ilaçlarla ilgili bir sürü soru soruyorsunuz. Bunu niçin kullanıyorsun? Bu ilacın raporlu mu? Sanki ben ilaç kaçakçısı mıyım? Kendimi hırsız gibi hissediyorum……..

Anlattım. Hem de uzun uzun…

Helalleştik, ilaçlarını yazdım ve çıktı.

Sonra da çok şükür, Abidin amca ve Nursel teyze geldiler. Bana çikolata getirdiler…

Çabuk yoruluyorum bu aralar… Çok çabuk…

***

Sınanıyoruz. Yüzümüzün ve kalbimizin nereye baktığıyla… 

***

Fakat çocukların zihninde sözlerin ve nasihatlerin çok kalmadığını biliyorum. Çocuklar, görmeden, dokunmadan hissetmeden ikna olmuyorlar. Onları kandırmak kolay değil. Biliyorum ki, çocuklar etraflarında iyi insanlara dokunmazlarsa, “iyi insan” olmaları çok zor. Biliyorum ki “iyi insan” olurlarsa diğer herşey çok kolay. İyi insanlar olma ve iyi insanlarla karşılaşma içerikli dualarım var. Ve önce sevmek… Sevgi hatta aşk, bütün iyiliklerin besmelesi.

***

Yağmurun, karın, rüzgarın Sahibi, Mikailin Sahibi, büyük hüzünlerle, sıkıntılarla, kederle, dertle yerini hissettiren sonra minik sebeplerle aydınlanan, ferahlayan, umutlanan kalplerin Sahibi Allah’ım! Göğü de kalplerimiz gibi evirip çeviren, karartıp aydınlatan Allah’m!  Hani kar tanelerini senin meleklerin indiriyormuş ya yeryüzüne… Ayşe, o melekleri görmek istiyormuş, onlarla konuşmak istiyormuş… Daha dün söyledi… 

***

Bugünlerde biraz böyleyim, piyano ve viyolonsele yaslanıp, eski bir ilahiyi söylemeye çalışan caz solisti gibiyim, çiçeklerini döken menekşem gibiyim…

***

Hastalarla ilgili yazdığımda tedirgin oluyorum. monoklinik notlarının benim açımdan en zorlandığım kısmı budur. Tıp etiğini filan boşverelim, hastalarla aramızdaki sırları da boşverelim. Aslında tek önemsediğim onları satırlarımda gezdirirken onları rahatsız etmemek. İsimlerini değiştirsem de bu böyle… 

“Rabbim, kolaylaştır, zorlaştırma…”

Amin!

***

Dün Hüdayi amcanın oğlu, ilaç yazdırmaya geldi. Hüdayi Amca, evine girdiğim hastalarımdan. Bana bir not göndermiş. Parkinsonlu elleriyle yazdığı nottan sonra, son bir haftadır, canımı sıkan herşey anlamını yitirdi. Şikayetlendiklerim, alındıklarım, kırıldıklarım üzerine içime yazdığım sayfa sayfa mektuplar bir anda silindi. Ellerim henüz titremiyor, hatta güzel yazı yazmak için daha çok kalem alıyorum elime, kamış kalemlerim var, mürekkebim… O ihtiyar elden çıkan ve zor okunan çarpık çurpuk yazı üzerine, saçma sapan hırslarımız ve kibirlerimizle boşalttığımız hayatlarımızı iliştirmeliyiz. Ölüm mü büyük, şımarık arızalarımız mı?

***

Şimdi mesela en sevdiğin yazar şair kitaplarını imzalayacakmış deseler, ki oluyor hala böyle şeyler değil mi, gidip kitap imzalatamam gibi geliyor. Sebebini bilmiyorum. Belki de okuduğumuz yazarların çok yakınına yaklaşabilir olduk, onları sanki daha iyi tanıyor olduk, belki hayal kırıklıklarımız oldu, ne bileyim… Şimdi hemen netleştiremedim, gerek de yok… 

***

Sakıncası yoksa, şiirin bir köşesine yaslanıp dinleneceğim.

***

İnsanların kalbini, samimiyetlerini, duyarlılıklarını ölçmek gibi bir gayretim hiç olmadı. Kalplerde olanı sadece Allah bilir. Kalpölçerim yok. Zaman zaman kendimi bile ölçemiyorum. İçimden geçenlerin samimiyetini sorgulayıp, kendimle kavga ettiğim çoktur. Yaptıklarımdan ve yapmadıklarımdan hesaba çekileceğim. Bu konuda Allah’tan hep yardım dilerim. 
Çok takipçi , çok okunmak, çok “kalp” almak gibi bir derdim yok fakat yazdıklarımı okumasını istediğim insanlar var.

Yazmak da bir çeşit hâl tebliğidir. Kötü söz söylemekten Allah’a sığınırım. Yazarken bazen içimde hain bir kibrin büyüdüğünü hissediyorum. İnsanız, arızalarımız var, beğenilmekten, güzel söz işitmekten hoşlanıyoruz. Allah Rasûlünün karşımızdakini övmekle ilgili topraklı tavsiyesini biliyorum. Ama sevdiğinizi söyleyin, dediğini de biliyorum. Allahın sevmediğine benzememek gerektiğini de… Yani böyle… Gizli ve açık kibirden de Allah’a sığınırım.

Bu kadar açıklamayı yapmayı canım istedi. Hastayım, burnumdan nefes alamıyorum, iki gündür uyuyamıyorum ve bu ağzımıza aklımıza geleni söylediğimiz yeni konforlu mekanlarımızdan çok bağımsız birebir dokunduğum kafa kırışıklıklarım ve karışıklıklarım var.

Şu an burayı kapatıp gidecek kadar bile önemsemiyorum. Siz de önemsemeyin…

Zehra Betül

Söze İlahi’den

Bilgeler buğday eler gibi elediler sözleri..
Dost o zaman öğrendi dostluğun ne olduğunu
Varlıklar sisteydiler,
Bilen yoktu güzelliklerini
Adları konuncaya kadar.
Herkese vermez kendini Söz,
Bir kadın gibi nazlıdır,
Şair ister, bilge ister.

Dostlar havuza benzer,
Kiminin suyu çok, kiminin az.
Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya,
Kiminde elleriniz ıslanır.
Kimi paçavra dokur kelimelerle
Kimi şal.
Kiminin dudaklarında zehirdir söz,
Kiminin dudaklarında bal.

Rig-Veda

İsmene

Uğrayın arada bir – beni sevindirirsiniz. Günler
bir türlü geçmiyor burada. Artık ne gelen  var, ne giden,
eşyanın, çatıdaki kirişlerin, döşemenin, merdivenlerin,
sıvaların, kapkacağın, perdelerin, menteşelerin
o bilinen eskimesinden başka – yavaş bir çürüme,
sessiz bir paslanma, özellikle ellerde ve yüzlerde.
Büyük duvar saatleri durmuş – kimsenin kurduğu yok
     onları,
ben de bazen önlerinde duruyorsam, saate değil,
camlarında yansıyan yüzüme bakmak için yapıyorum bunu,
yüzümün alçı gibi, cansız ve zaman dışı o garip
     beyazlığına,
görüntümün hemen gerisinde, karanlık derinliklerinde
durmuş olan akreple yelkovan artık ne bir yarayı deşmek,
ne de içimden korku ya da umut, beklenti ya da kaygı
    diye bir şeyi sökmek zorunda olmadan
hareketsiz birer neşter gibi görünürken.
Benden kendime, bir kareketten öbürüne, bir anıdan
bir başka anıya uzanan boşluğu çoğaltıyor
bu yavaşlama. Bütün bir ay gerekiyor bir odadan
öbürüne geçmek için. Belirsiz bir sis iniyor
her şeyin üzerine.

   Tek gerçeklik
bu güzel belirsizlik – uzak ve nerdeyse yara almaz
bir yabancıya dönştürüyor beni, sisteki o leke gibi.
Ve ben, ondan biraz korksam bile, seviyorum bu hafifliği.

Bir sessizlik siperi sarmış bu evin çevresini, dediğiniz
     gibi,
Saygılı ya da değil, ne önemi var! Buralarda bir yerde,
     belki de benim içimde,
     uzun, dar bir koridor uzanıyor gün ışığı almayan,

Hayır, çöküş değil belki de – bütün bunların düşecek
     bir yerleri olmadığına göre;
bir çeşit havalanma, neredeyse kanatlıymışçasına –
     kuşlar gibi örneğin,
yükselip alçalan, kanatlarının arasında kımıldamadan;
o saltık ve soylu boşlukta kımıltısız diyebileceğim
    bir uçuş,
aşırı bir denge – aşırı bir hafiflik
her türlü maddenin, bu yüzden ölümün bile ötesinde.
     Bu yüzden bu kadar mutlu görüyorsunuz beni
buna mutluluk denebilirse eğer; her türlü art düşünceden
ve hırstan arınmışlık –

     Yaşasaydı, hiç kuşkusuz,
nefret edeceklerdi ondan.Tek düşüncesi ölmekti. Artık
açıklayabilirim: ölümden kurtuluş olmadığını bildiği için,
nankör ve kısır bir yaşlılığa her gün biraz daha yaklaşarak
     onu bekleyecek yerde,
onun üstüne gitmeyi, kurnaz ve küstah bir yücelikle
onu kışkırtmayı yeğledi; böylece hayatı boyunca duyduğu
     korkuyu, kahramanlık özlemini,
kendi kaçınılmaz ölümünü aşağılık bir ölümsüzlüğe çevirdi.

Bugün bile ürperiyorum bunu düşününce.
İşte o sırada üç gün ortadan kayboldu kardeşim.
Sanırım babanızın yanına sığınmıştı. O da bir katıra
    bindirip
geri getirmişti eve. Eğere baş aşağı asılı iki beyaz
     tavuk ve çok renkli bir horozla;
o baş aşağı duruşlarındaki rahatlık çok şaşırtmıştı beni –
     belki de yorgunluktandı bu,
ya da yazgılarına boyun eğmekten? Kaçınılmazlığın dingin
     bilgeliği!
Kardeşim onları görmemişti bile.

Kardeşim sanki utanç duyuyordu kadın olmaktan. Belki de
buydu onun mutsuzluğu. Belki de bu yüzden öldü. Hepimiz
olduğumuzdan başka bir insan olmak isteriz, kuşkusuz.
Kimi az çok katlanır buna, kimi hiç katlanmaz. Alınyazısı,
    denildiği gibi,
bir kısır döngüye hapseder bizi. Biz de döner dururuz.

Kendi girişimi, kendi seçimiyle ilgisi olmayan isteklerine
     boyun eğmeyi yediremiyordu kendine.
Ancak ölümünü, hayır, ölümünün saatini ve biçimini
     seçebilirdi ancak.

Neden günah sayılıyordu insanın isteklerine uyarak
 yaşaması?
Kızkardeşim hiçbir zaman öldüğü andaki kadar güzel
     olmamıştı.

Bazan düşünüyorum da, acaba doğmamızın tek nedeni
bir gün öleceğimizi anlamak mı diye soruyorum kendime.
Gene de, bu haksız ikilem arasında sürüp gidiyor
     hayatımız.
          Haimon
     herkesten uzaklaşmıştı.
Artık ne kız kardeşime bağlıydı, ne de arkadaşlarına
Büyük bir dinginliğe, nerdeyse bir doygunluğa –
o onulmaz bedensel yitikliğe, o sessiz kesinliğe
      kavuşmuştu.
Hiç kimse alamaz bizden artık bizde olmayanı;
ancak bellek derinliklerinde saklar eksiksiz
      bir biçimde

    Bilirsiniz, ölüler,
her zaman büyük bir yer kaplarlar – ne kadar küçük
ve önemsiz de olsalar, birden büyürler ve bütün evi
    doldururlar;
ayakta duracak bir köşe bile bulamazsınız.

burası onun  yeri, onun gülümseyişi, onun duruşu,
onun düşüncelere dalışı – bütün  bunlar ölülere ait
   şimdi.

Sanırım,
o çiçekler hâlâ açıyordur üst bahçede.

Bir gün, masadan yemek artıklarını, kemikleri, ekmekleri,
    çekirdekleri kaldırılırken,
gözümün ucuyla o altın renkli, esnek ve mıknatıslı portakal
    kabuklarını gördüğümü hatırlıyorum –
sanki eski biçimlerini almak istiyorlardı.
Çok eski bir çığlık yükseldi içimde – “Hayır, hayır!” –
Hiçbir şey söylemedim. Baktım yalnızca. Avlu duvarının
    arkasına attılar kabukları.
Sizin de arada bir boğduğunuz olmaz mı içinizden yükselen
    bir çığlığı?

Herkes bir yere gitme telaşındaydı –
nereye? Ne yapmaya? Kendilerine ayıracak zamanları
    yoktu, soyunup yatacak,
kendi bedenleri içinde düş görecek, aynada kendilerine,
     ya da birbirlerine bakacak zamanları,
Yalnız başkalarının gözlerinde görüyorlardı kendilerini –
     orada ne görebilirlerdi ki?

Hizmetçiler eğilip yerdeki cam kırıklarını toplarken
     onlara baktım da,
yalnız onlardı gülümseyen. Kuşu tanıyorlardı; göz kırpıp
     ben de gülümsedim onlarla.
Hep suçsuzlardır suçluymuş gibi görünen (siz de öyle
     düşünmüyor musunuz?)
Siz de bilirsiniz bunu – eminim.

     Zavallı babamın – onu hiç unutmuyorum –
kasılmış el gibi bir yüzü vardı, siyah bir perdeyi
aşağı çekmek isteyen bir el gibi;

     Sanırım taşıyamayacak kadar
ağır bir yüktür insanları yönetmek ve komut vermek.
Sonu da da herkes yönettiği neyse onunla yönetilir –
herkese ve her şeye duyduğu o sınırsız kuşku dışında;
sessiz madenden bir hançerdir bir kuşun gölgesinin
     rastgele bir odaya girişi
bir akşam saatinde. Bu yüzden günbegün daha da
     zorbalaşır zorbalar.

ölümün bizi pusuda bekliyor olması yeter; nasılsa ölümle
     insan alışırlar birbirlerine;
ve keskinliğini yitirir ikis arasında geçenler. Beden
     gevşer,
saçların, pencerelerin, gözlerin rengi solar,
açılır içine sert kocaman altın bir sikke konulan avuç
     ve bütün hayatımız
bir kasılmaya döner bu sikkeyi tutmak için, onu düşürüp
     yitirmemek için bir korkuya döner;
ellerimizden bir işe yaramaz olmuştur artık,
hayatımızın yarısı, hayatımızın tümü işe yaramaz
     olmuştur.
Artık kendiliğinden açılmıştır avuç, direnci tükenmiştir;
sikke düşmüş, elimizden akınmıştır. Ama sonu gelmez
     çabanın
derin izleri kalmıştır avuçta. Kaslar gevşemiş,
     rahatlamıştır.
Artık serbestçe kımıldatabilirsin iki elini.
Boşalan ellerini korkusuzca sallayarak yürüyebilirsin
     boşlukta –
o eşsiz anlamsızlık içinde yavaşça gezinebilirsin,
dişlerinin arasına bir başka bakır sikke sıkıştırılıncaya
     dek.
Ama kandırmayalım kendimizi – babanızın da söylediği
     gibi – bu yumuşak bedende,
istek olduğu gibi kalır, tüm inatçılığıyla; o haklı
     görülmeyen gecikmişlik duygusu sürer.

….

Kuşkusuz, bir çeşit sığınaktır bellek. Ama o da
     tükenir,
onun da, rastgele ve yabancı bile olsa, yeni görüntülere
     gereksinimi vardır.
Ben bu pencereyi seçtim. Buradan, yarı içerde yarı
     dışarda, sarkıp bakarken,
görüyor ve hatırlıyorum. Hiçbir şey benim değil.
     Her şey sessiz.

Bazan, az önce kahraman diye alkışladıkları kimseleri de
     yakarlardı.

,,,

İnsan bir başkasının evindeki kapıyı kapıyormuş gibi
     kapar gözlerini,
görmemek, düşünmemek için.

     Ama ben gençtim o zamanlar,
bunu bilmeyecek kadar genç.

Hiç vaktimiz olmazdı sandallarımızı çıkarıp otların
     üzerinde dolaşmak,
ağaçlardan elma koparmak için.

Yannis Ritsos

Alışkanlıklar da Değişir
Cevat Çapan / de Yayınları

Güneş Yaprak

Güneş Yaprak

Kışın-tam ortasında bir bahar günü idi…
Güneş! ışıl ışıldı… Hafif rüzgâr altında çırpınan sarı, yeşil yapraklar pırıl pırıl…
Altın renginde iri bir yaprak gözlerimi öyle kamaştır­dı ki.
Kocaman bir çınarın bu tek yaprağı idi…
Bir mevsimlik hayatın son yadigârıydı bu…
Güneşin içmiş içmiş altın ışıklarını; benliğini kaybet­miş, şeffaf bir hale gelmiş… Bir avuç ışık olmuş, bir avuç güneş olmuş… Bu altın renkli yaprak!

İnsan ömrü ne olacak… O da uzun bir mevsim!…

Ne olur, ben de ölgün, böyle şeffaf ve altın, böyle serapa güneş bir yaprak olabilsem!….

***

İnanamam Arkadaş

İnanmıyorum artık, inanamıyorum ben…
Renge inanmıyorum, sese inanmıyorum, şekle inanmıyorum. Kokuya helet… Asla!
Yaprak dalın üstünde işveli bir rakkase!…
Çiçek, aşık bekleyen, ipeklere bürünmüş, bir koku sürünmüş cilveli bir fahişe!…
Hepsi de aldatıyor…
İnanmıyorum artık, inanamıyorum ben…
Bu rakkase sırtından yeşil harmanisini çıkarıp sap san bir çula bürünür, başka bir! oyunda görünür… Hazan rüzgârı eser, sevgili kollarına atılan âşık gibi toprağa nasıl düşer?… Oyun bitti mi dersin, hayır aynı dra­mın başka bir sahnesi bu!…
Bu fahişe sırtından ipek robunu atmaz… Makyajı rev­nakını biraz kaybeder fakat aslâ silinip gitmez. Hakikî çehresini görmek mukadder değil!..

***

Yazık, ne kadar gafilmişim! Ebedî bir hayat tevehhüm etmişim.
Bu bir kaç günlük fani ömre itimat etmişim
Hayata «Nesin, kimsin?» Diye sordum.
Şu cevabı verdi: «Ben bir müddet yaşamış olan ölümden başka bir şey değilim».

***

F- Ölümün lutfû sayesinde cihan belâdan kurtulur
N- Lâkin ’yarâbbi’)’ senin zatın kevn-ü- fesat işi ile daima meşgul!
F- Eğer bü cihanda senden başka bir Tanrı olsaydı
N- Derdim ki: «Yarabbi! Allah yardımcın olsun.»

***

Şarktan garba kadar dünyayı kateden güneş kavsini
İnsanlığın başında fanilik kılıcının resmin görüyorum
Bu mükvvenat âleminin hayalına baktığım zaman,
Kendim hayatta olduğum halde ayakta duran bir ölüm görüyorum.

Ali Nihad TARLAN
Güneş Yaprak / Anıl Matbaası / 1953

(başlıksız)

Dünyaya dair bir meseleye üzülüp kızacağım zaman, dün yanımızda olan işyeri komşum Ali ağabeyi hatırlarım inşallah. Bugün yok.

Ey Süleyman

Ey Süleyman…
Kurşun izlerini taşıyor şimdi, Sinagog kürsüsünde levhalar
Ölümlerin bedelidir, yakılıyor Ulu Cami minberinde ağıtlar
Mıhlanan duaların ayinine şahit, Surp Giragos’da mihraplar

Ey Süleyman…
Şeyh’in meydanında, sabilerin yün saçını savurmuyor rüzgâr
Aslanlı çeşmede şarıldayan bereket su yerine, ağzında kanlar
Hevsel gül bahçesinden, barut kokluyor elleri kınalı nişanlılar

Ey Süleyman…
Toprak kana doymamış Hüsrev’de, diri diri şühedayı ağlattılar
Üstüne yağıyor Behram’da, günahlarının karşılığı tüm belalar
Halid’in kabri yetmedi, İç Kale’de Seni de bağrından vurdular

Ey Süleyman…
İkisi ölü, iki yaralı ayakları, minareyi gövdesinden ayırdılar
Koparıp ayak parmaklarını, köprünün on gözüne savurdular
Sur dibine gömüp koca tarihi, mezar taşına fermanını kazıdılar

Ey Süleyman…
Süt beyazı tülbentleri altında, kırlaşmış gözyaşlarını akıttılar
Düşürmeden hendeğe, omuzlarına biriken kederleri taşıttılar
Nasırlı son ömründe, torunlarını güvercin yüreğinden uçurdular

Ey Süleyman…
Ölüyor artık yavaş yavaş ve küçe başlarında oturmuyor yaşlılar
Ölüyor artık yavaş yavaş ve pencerelerinde konuşmuyor kızlar
Ölüyor artık yavaş yavaş ve şehire uzaklardan okunuyor salalar

Ey Süleyman…
Ölümden bir Dicle kaçar gibi, önümden öyle akıyor o aziz insanlar

Ahmet Maruf Demir

Yalnızlıktan Sarkan İp

Her dökülen yaprakta susayan bir şey gördüm
Çeşmelerin dibinde büyümeyen ağaçlar
Yaklaştıkça ışığa çözülüyor hâleler
Saklıyorum kendimi yalnızlığın yerine

Öylesine doğmuyor güneşin yedi rengi
Uzunca bekleyişin buğusudur ısıtan
Özlüyorum elinin değdiği pınarları
Ne varsa besliyorum yalnızlığın evinde

Semiha Kavak

Emektar öğretmen Ahmet Yüzeroğlu

Ahmet Yüzeroğlu’nun Kahramanmaraş Ticaret Meslek Lisesi’nin hatıra defterine yazmış olduğu yazı:

Can sebebim, yaşam kaynağım, kara sevdam, mecnunu olduğum, mabedim, sığınağım, kırk bir yıllık öğretmenlik ömrümü tükettiğim hala kulu kölesi olmaya doyamadığım okulum.

Beni mezardan çıkartarak sana getirdiler. Çilelerim bir anda çiçeğe dönüştü. 17 Mayıs 2015 Pazar benim diriliş gönüm. Bir iki saatim bir iki asır gibi bana bitmez tükenmez bir sevinç, mutluluk verdi.

Verdiklerimi bu gün fazlasıyla, bereketiyle aldım. Her öğrencim benim bir oğlum bir kızımmış. Bu kadar çocuk, ellerime sarıldılar, dünü, bu günü ve yaşamayacağım tüm zamanların toplamından bana bir buket sundular.

Bir daha görüşemesek de bütün kalbimle yüreğimin sızısıyla seni duyumsayıp bu mezuniyet gününü doğum günü kabul edeceğim.

17 Mayıs 2015

Ahmet Yüzeroğlu

1974-2012 öğretim yıllarıma,

Emektar öğretmen”

Emekli Edebiyat öğretmeni Ahmet Yüzeroğlu Mevlana İdris’i anlatıyor

Kompozisyon dersleri çok önemliydi, neden kaldırdıklarını bir türlü anlamıyorum. Öğrencileri tanımak için bundan daha iyi bir ders bilemiyorum. Bu derste hazırlanan kompozisyonlar sayesinde ilerde kimin ne olacağını tahmin edebilirsiniz. Kompozisyon yazılılarını okumaya ruh halimin en iyi olduğu zamanlarda otururdum. Etki altında kalmamak için yazılı kağıtlarının isim bölümünü kapatır ve sıra ile okurdum. Bir gün yine kompozisyon yazılılarını okumaya başladım. Yalnız okurken altlarda renkli kalemle yazılmış bir kağıt dikkatimi çekiyor. Adaletsizlik olmasın diye sırayı bozmayıp kağıtları toparlayıp okumaya devam ettim. Sıra o kağıda geldiğinde bir baktım, inci tanesi gibi yazılmış bir kompoziyon. Okudum, okudum, bir daha okudum. Dördüncü defa kıskanarak okudum.  Not vereceğim, eksik nokta arıyorum. İmlâda, cümle düşüklüğünde, noktalamada… bulamadım. Not verdikten sonra ismi açıp baktım; o ürkek ceylan bakışlı bizim İdris’miş.