O Büyük Fırtınadan Önce

Aklımdan hiç çıkarmıyorum seni,
Ne zaman biri adını ansa,
“1930” damgalı bütün kutular
yere düşüyor raflardan;
Dört Temmuz’daki bütün o nutukçular
yeniden bağırmaya başlıyorlar.
Okul müsameremizdeki seyirciler
dışardaki büyük fırtınaya bakıyorlar.

Birlikte oynadığımız oyundan düşünüyorum seni –
ah, nasıl da çaresiz, kimsesizdin! – ağlarken,
baban gene ölmüş.
Sarhoşmuş, düşmüş.

Ne zaman adını ansalar,
orada, rüzgârdaki evlerimiz
yeniden gıcırdıyor fırtınada;
ve nerede olursam olayım,oynadığımız oyundan
sessizce o kasabanın kıyısında duran sana doğru eğiliyorum:
“Bütün dünya uçuyor rüzgârdan.”
“Neredeyse sabah olacak.”
“Üşümüyorsun ya?”

William Stafford
Çeviri: Cevat Çapan

Maximus Kendi Kendine

1

En basit şeyleri en son öğrendim.
Birtakım güçlükler bu yüzden çıktı
Denizde bile yavaştım, kumanyamı alırken,
Islak güverteden geçerken.
Anladım benim işim değildi
denizlere açılmak. Ama işim denizlerdeyken bile,
yabancı kaldım en bildik şeylere. Geç kaldım,
ve aklım yatmadı adamın ileri sürdüğü gibi
böyle gecikmelerin
artık doğası gereği olduğuna
boyun eğmenin,

ağır akan zamanda
hepimizin geç kaldığına,
başka başka insanlara dönüştüğümüze
büyüdüğümüz zaman
ve tek olanın
kolayca tanınmadığına

2

Bozulan bir işten
söz ediyorum, bu sabah,
deniz
uzanırken açıklara
ayaklarımın altında.

Charles Olson
Çeviri: Cevat Çapan

Şarkılar

Güller, servi dalları, sırma tellerle,
Bir tabut gibi,
Süsleyerek bu kitabı sevimli, hoş,
Koysam içine şiirlerimi.

Aşkı da koyabilsem! Yeşerir
Aşkın mezarında huzur çiçeği,
Büyür, açar koparılır-
Benim için açması, ben ölünce!

İşte şiirler, Etna’nın lavları
Gibi taşkın nağrımdan
Kıvılcımlar saçarak fışkırdı
Etrafa bir zaman.

Şimdi hepsi sessiz, ölü adeta,
Donmuş, katı, buğulu,
Fakat canlanırlar eski ateşte,
Esse üstlerinden aşkın soluğu.

Dile gelir kalpteki duygular,
Aşk soluğu çiy olur üstlerinde;
Geçer birgün eline bu kitap,
Sevgilim! Uzakta bir yerde

Heinrich Heine
Çeviren: Behçet Necatigil

Mezarlığa gidin!

Mezarlığa gidin! Şaşırdığınıza eminiz ama zaman zaman tekrarlanan mezar ziyaretleri bu yılın mühim bir sağlık ayrıntısı olabilir. Nedeni şu: Geçmişi hatırlamak, sürekli geleceğe yaslanmak yerine günü yaşamak, eskilerin ve eldekileri kıymetini bilmek, şükretmek ve size bu alemi, bu güzellikleri bırakanlara teşekkür etmek için mezarlıklardan daha iyi bir yer olabilir mi? Bu dünyanın geçiciliği, takıntılarınızın lüzumsuzluğu ve daha pek çok sivrilikler, lüzumsuzluklar, fazlalıklar için mezarlık ziyaretleri en etkili törpüleyicilerdir. Deneyin!

Osman Müftüoğlu

“Ey iman edenler!”

Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur.” (Nisa, 4/136)

Saat Kaç?

Şimdi vakit çok geç olmalı.
Keder yürekte geçirdi geceyi…
Gene de huzur vermiyor acı pişmanlık-
Saat kaç, saat kaç?

Penceremde duruyorum, değişmiyor gece,
Bütün bir sonbaharı başıma yıktı.
Şimdi ancak üç olabilir, belki de-
Saat kaç, saat kaç?

Saat üç çeyrek olmalı,
Dışarı bakınca hava karanlık.
Garın gongu çalıyor onüçüncü kez-
Saat kaç, saat kaç?

Düşüncelere karışmış karanlık koridor,
Gecenin arabacısı seçemiyor yolu.
Gene acı acı çalıyor telefon-
Saat kaç, saat kaç?

Tanrım, neden böyle zifiri yağmur
Dinmeyen katran seli sanki,
Artık ağarmaz mı bu iğrenç gece!
Saat kaç, saat kaç?

Şöyle derdi Charles Baudlaire: “Acı ve değerli,
Sarhoşluğun saatidir, şarap saatidir”
Sorduklarında kendisine
Saat kaç, saat kaç?

Otar Çiladze
Çeviren: Fahrettin Çiloğlu

Yollar

Bir lâmba hüznüyle
Kısıldı altın ufuklarda akşamın güneşi;
Söndü göllerde aks-i girye-veşi
Gecenin avdet-i sökünüyle…

Yollar
Ki gider kimsesiz, tehî, ebedî,
Yollar
Hep birer hatt-ı pür-sükût oldu
Akşamın sîne-î gubârında.

Onlar
Hangi bir belde-i hayâle gider,
Böyle sessiz ve kimsesiz, şimdi?

Meftûr
Ve muhteriz yine bir nefha-yi hayâl esiyor;
Bu nefha dalları bî-tâb ü bî-mecâl uyutur.
Sonra eyler giyâhı nâlende.
Sonra âgûş-ı ufk içinde ölür…

Ey kalb
Seni öldürmesin bu sâye-i şeb.
İşte; bir dest-i sâhir ü mahfî
Sana nûr-i nücûmu indirdi.

Kuruldu işte, mesâfât içinde, lâl-i mesâ
Bütün meâbid-i hiss ü meâbid-i hülyâ.
Bütün meâbid-i mechüle-i ümîd-i beşer…

Gurûb içinde bu eşkâl-i bî-hudûd-ı zeheb,
Zücâc-ı san’at ü fikretle yükselirler hep;
Büyük denizlere benzer eteklerinde sükût,
Sükût-ı nâ-mütenâhî, sükût-ı nâ-mahdûd,
Sükût-ı afv ü emel…

Bir el
Derîçelerde bir altın ziyâ yakıp indi,
Aktı âb-i sükûta yıldızlar
Bütün sular zehebî lerzelerle işlendi.

Tâ öteden,
Şimdi zer gözleriyle tâ öteden,
Gam-ı ervâhı vecde da’vet eder
Bütün meâbid-i mechûle-i ümîd-i beşer.
Bütün meâbid-i vecdin soluk ilâheleri
Birer birer iniyor, gözlerinde ru’yâlar;
Dudaklarında ziyâ-dâr ü muhteriz titrer
Akşamın bûse-i huzû’-eseri.

Soluk ve gölgeli sîmâlarında reng-i mesâ
Nakş eder bir teheyyüc-i ru’yâ:
Biri yorgun semâ-yı lâle bakar,
Biri bir gölge meşy ü gaşyiyle
Miyâıh-ı râkideye samt ü hâb içinde akar;
Biri bir erganûn-ı eb’âdı
Dinliyor gölgelerde ser-be-zemîn,

Biri altın gözüyle, gûyâ ki,
Sana ey kalb-i mübhem ü bâkî
“Gel!” diyor.
Lâkin
İniyor
İşte leylin zalâm-ı bî-dâdı…

Yollar,
Âh ey kimsesiz giden yollar,
Yolların ey sükût-ı hüzn-eseri,
Bugünün inmeden şeb-i kederi,
Meâbid-i emel ü histe sönmeden bu ziyâ,
Ölmeden onların ilâheleri.
Âh gitmez mi, kimsesiz, sessiz
Yollar,
Âh gitmez mi hatt-ı sâkitiniz,
Şimdi zer gözleriyle, tâ öteden
Tâ öteden
Gam-ı ervâhı vecde da’vet eden
Uzak meâbid-i pür-nûr-ı vecd ü ru’yâya
Ki câ-be-câ kapıyor bâb-ı va’dini sâye.

Ahmet Hâşim / 1908, Göl Saatleri

Savaşa Karşı

Kimdi korkunç kılıcı icad eden?
Ne vahşi, ne katı yürekli adammış.
Kan dökülüyor o gün bugün sel gibi,
Savaşlarla sarsılıyor insanlık.

Artık ölümün yolu kısa ve korkunç.
Belki suç, kılıcı icad edende değil.
Vahşi hayvanları öldürelim diye
Bize armağan ettiği aracı belki
Bizler kardeş kıyımı için kullandık.
Başımıza gelenler, hep altın yüzünden;
Tahta çanaklarla çorba içtiğimizde
Savaş nedir bilmezdik. O zamanlar,
Kaleler, kuleler, surlar yapılmamıştı;
Sürüsünün yanında kaygısız uyurdu çoban.
Sessiz sedasız yaşardık. Ne boğuşma,
Ne düşman korkusuyla kıvranan yürekler,
Ne de savaş alanına çağıran borazanlar.

Ama, şimdi savaşa sürüklüyorlar beni.
Belki de bir düşman erinin elinde,
Duran silah, göğsümü deşecek.
Esirgeyin beni, atalarımın tanrıları.
Ayaklarınızın ucunda oynadığım
Çocukluk günlerimde korurdunuz ya.
Eski bir ağaçtan oyuldunuz diye çekinmeyin,
Atalarımın evinde de öyleydiniz.
O zamanlar inancı sağlamdı insanların,
Tahta tanrılar, paçavralara bürünmüş
Dururdu küçücük tapınakta – dimdik, vekarlı.
Bir salkım üzüm, bir tutam buğday bile olsa
Kabul ederdi sunulan adakları…
Dileğine kavuşanlar, kendi elleriyle
Getirip koyardı okunup üflenmiş hamuru,
Kızları da bal taşırlardı arkadan

Ne çılgınlık savaş yolundan gitmek ölüme!
O heyûla artık hep ense kökümüzde,
Sinsi adımlarla hep peşimizde dolaşıyor.
Yokluk ülkesinde bağ da yok, buğday da…
Sadece azgın köpek Serberus havlıyor orda,
Bir de cehennem ırmağının korkunç kayıkçısı.
Yüzleri soluk bir yığın insan, gözçukurları boş,
Saçları kavruk, geziniyor kara göllerin yanında.

Çoluk çocuğuyla kendi evinde rahat ve şen
Yaşayarak yaşlanan insandır asıl mutlu olan.
Kendi koyunlarının peşinden gider,
Oğlu da kuzuların arkasından koşar,
Eve yorgun döndüğünde karısı su ısıtır.

Bana da kısmet olsa öyle bir hayat!
Saçlarım bembeyaz olsa da ışıldasa.
Yaşlansam da eski günleri ansam.
Gelsin barış sürsün, eksin tarlalarımızı.
Saban çektirsin boyunduruklu öküzlere.
Asmaları beslesin, üzüm suyunu saklasın da
Babanın kırbasından şarap aksın oğlun bardağına.

Barış çağında ışıldar çapayla saban,
Karanlık bir köşede askerin
Korkunç silahları pas tutar.

Tibullus (M.Ö. 54 ? – 19)

Gölge

Geriye bakmaya zorlama beni hiçbir zaman,
Biliyorum, yol aldıkça ardımda kalıyor hayat
Ve hak ettimse gerçek tutku,
Cesedime bir ışık olarak vuracak.

Henüz toprağa gölgesi düşüyor,
Başka bir dünyaya göçen bedenin,
Kurumuş ve parçalanmış olarak,
Yüzükoyun düşüyor ve acıyla ağlıyor.

Ve benim yerime başkaları deniyor,
Dağa dönüştürmeyi gölgenin ağlamasını.
Oysa o tek başına ve bir yabani hayvan gibi
Kendi tükürüğüyle sağaltıyor yaralarını.

Benim gölgeye ayıracak zamanım yok şimdi,
Kanatlara dönüşüyor eski günahlarım.
Bu kantlarla uzaklaşıyorum yeryüzünden
Ve sonsuzluğa doğru yükseliyorum.

Ve belki gerçekten rastlarım bir yerde
Işığa dönüşmüş tutkuma…
Ne ben yeterim bu toprağa bir lokma olarak,
Ne de gözyaşım doldurur ahşap kupayı.

Otar Çiladze
Çeviri: Fahrettin Çiloğlu

Anımsama

I
Bak, anımsıyorum öğrenciliğimizi…
Merdivenlerde rastlıyorum sana, rengim atıyor,
Sen henüz farkımda değilsin ve bundan dolayı
Hazırcevap kesiliyorum tamamen.

Seni düşlüyorum…
Ne söylesem sana
Fısıltıyla söylüyorum, gülümsüyorum,
Patlamış şeftali tomurcukları sanıyorum
Giysindeki düğmeleri.
Bir bilsen, nasıl arzuluyordu yüreğim seni,
Nefesine atışlarını nasıl bağladığını…

Sen artık farkımdasın ve bundan dolayı
Daha da artıyor başkalarıyla sohbetin.

II
… Bak, el ele tutuşmuş
Dolaşıyoruz en eski semtleri.
“Uzağa gidelim, görmesinler”.
Demiyorsun artık eskisi gibi.

Fısıldıyorsun, mırıldanıyorsun,
Titreşiyor dudakların…
Titriyor parmakların…
Nedensiz küsüyorsun bazen,
Bazen nedensiz barışıyorsun.

III
Kızın bir yeri ağrısa –
Korkuya ve üzüntüye kapılıyorsun.
Bir hayalet gibi oturuyorsun yatağının yanında,
Neredeyse kederinden ölüyorsun.
Öyle – Heyecandan nefesin kesilmiş
Kucaklıyorsun ve okşuyorsun
Ve bu dünyada istemiyorum artık
Bundan başka daha büyük mutluluk.

IV
Ne zaman yalnız kalsak, kaprislisin yine,
Sevilmeye ve okşanmaya alışık,
Bazen nedensiz karşıma dikiliyorsun
Ve azarlamaya başlıyorsun yeniden.
Sanki kuşkulanıyorsun bir şeylerden
Ve bütün kırgınlıklarını toptan söylüyorsun,
Hayır, güzelim, darılma,
Ne de gücen bana hiçbir zaman,
Şikâyetlerine gülersem eğer,
Eğer gülersem beni azarlamalarına.

Bu demektir ki, seni seviyorum…

Şota Nişnianidze
Çeviri: Fahrettin Çiloğlu