Kapat Kapıları Gece Girmesin

Kapat kapıları gece girmesin
Seninle kimsesizliğimin arasına
Bir demiryolunun uzadığı kadar,
Uza içime.
Kıvrıl.
Trensiz bir demiryolu kadar
İşlevsiz şimdi ellerim
Ellerim soğuk
En az raylar kadar.

Kapat kapıları gece girmesin,
Korkuluklar dışarıda
Yalnız kalmasın.
Bir yerlerde birleşeceğimiz yalan
Vazgeç, sessizce git
Kimse bilmesin.
Kimse bilmesin beni sevmediğini
Bekçi uyuyor
Bir yolcu arada yakıyor sigarasını
Ensesi üşüyor
Bunun bize faydası yok
Tren gelmiyor bizim şehrimize
Gelmesin.

Kapat kapıları gece girmesin
Işığa tutsak kelebekler
Ne kadar özgür
Sessiz ve davetsiz gelen ölüm
Uzak olsun senden
Ölüm gelmesin
Saçlarının yüzüne davetsiz düşüşü
Uza içime, alnına perçem
İstasyon büfecileri
İşsiz kalmasın
bizim şehrimize tren gelmesin
sen git, ellerim soğuk
raylar bilmesin.

Ellerim demiryolu
Sensizliğim tren
Kalbime doğru
Uza içime
Giderken ardından bıraktığın yolcu
Korkuluk artık bu şehre
Kuşlar gelmesin.

Özgür Ballı

Çok Güzel İlerliyor

Çok güzel ilerliyordu kızın kitabı
Okur oturur oturduğu yerde, kitap ilerler çünkü
Bir fincanın altında, tercihen fincanın renginde
Görünmek için bekliyor, keyif verici maddeler listesinde yeri olmalı,
-yüzyılın şifresini kırıyor haz denen bu kelime-

Yazarın raflardaki son kitabı ve kızın kucağında
Birine ellerini uzatmak kadar bile
Yorulmuyor kız, çünkü çok güzel bir ilerleme var
Hızlı ve heyecanlı; kızın sevdiği ne varsa
Başparmağıyla mesajlar yazmak istedi yazara
“İlerleme konusunda kitabınız çok güzel,
Kitabınızı çok beğendim çünkü ilerliyor”

Dizlerine kadar kışa batmalar çok güzel
Kız otobüste bunu hissediyor, pencerenin buharı
Yan koltuktan gelen sigaraya banmış palto kokusu
Yüzünü cama döndürse de güzel ilerliyor kitabı
Camdan bakınca iki Suriyeli kadın, beş çocuk
Otobüse doğru ilerliyor içi sıkıldı
Her akşamüstü savaşın tanıkları sokağı dolduruyor
Eve kaçmanın daha hızlı bir yolu olmalı.

Eve varınca kahve için su ısıtacak
Çünkü kitap çok güzel ilerliyor
Yeni alınmış kırmızı çorapları yatağa bırakacak
Yatağın kütüphaneye en yakın köşesinden objektife bakacak
Camdaki orkideyi kadraja sığdırmalı
Kitabın ilerlemesini hiç kimse durduramaz
Çünkü aşk ve ihtiras beklediğinden çok fazla
Kitap ağlatıyor bir yandan, ama az
Kendine ait bir kahraman yaşıyor bu kitapta
Paralı ve yakışıklı, kızı da çok seviyor
Kıza mücevher alıyor, aşk hızla ilerliyor
Çılgın bir âşık, kitabı kapatınca buna inanıyor
Kızın acısız yüzünde kan kırmızısı bir heyecan
Erkek kızı öpecek, kitap çok güzel ilerliyor.

Kahvenin suyu kaynadı, fotoğraf için her şey hazır
Dünya, düşünmemek üzerine çok güzel ilerliyor.

Zeynep Arkan

Gönüllere gönülçelen bir sevgili yeter

Dil yek e işq-i yek bit aşiqan yek yar-i bes
Qible dê yek bit qulûban dilberek dildar-i bes

Min di benda zulfekê dil da bi destê pîrê işq
Lew di işqê da ko best ihram û yek zunnar-i bes

Gönül birdir aşk da bir olmalı, aşıklara bir sevgili yeter
Kıble de bir olmalı, gönüllere gönülçelen bir sevgili yeter

Bir zülfüne esir olup pir-i aşka verdim gönlümü
onun için aşk ihramını giyip zünnar bağlamak yeter

Melayê Cizîrî

Geceye Şiir

Uzun süredir öyle yaşıyorum ki,
Duyuyorum zaman zaman,
Üzerimden nasıl akıp gittiğini
Soğuk ve berrak suyun.
Ve ben yatarken nehrin dibinde,
Ve söylüyoruz bir şarkı
Çimle başlıyor, üstü yağmurla kaplanıyor,
Açamıyoruz artık ağzımızı.

Uzun süredir öyle yaşıyorum ki,
Konuşamıyorum artık,
Düşümde bir kent gördüm
Sahili betondan.
Ve ben yatarken nehrin dibinde,
Ve bakıyorum sudan uzaklara
Işığa, yükselen evlere ve
Yeşil yeşil parıldayan yıldızlara.

Uzun süredir öyle yaşıyorum ki,
Ve sen gelsen bir gün
Ve kapasan gözlerimi,
Bu bir yalan olurdu,
Eğer sen beni yalnız bırakıp gidersen,
Ben seni alıkoyamam.
Ve peşinden gelmezsem bir kör gibi,
Bu bir yalan olurdu.

Arseni Tarkovski

Mektup

Yazsaydın. bugün, mektubun gelirdi
Ben böyle içten çağırırken onu, kendiliğinden gelirdi,
Pulsuz ve damgasız ve paraya başkaldıran,
Kaydedilmiş ve gül tarlası kokmadan,
Adressiz, kredisiz konardı konacağına,
Tüm askeri postalardan ve postacılardan uzak,
Hatırım için, uçardı gömütüme dek de olsa,
Toprağın arasından bana, nasıl olursa olsun, yalnızca buraya!
Bir satır yaz bana, tek bir tane uçur
Sesli harfler üstünden kuş kanadında buraya savaşa.
Bir mektup nedir ki!
Peki, hatırım için sözcüksüz olsun,
Deli divaneyim sana mektupsuz da.
Bak batıya, bak dağlara, gör,
Bak denizin maviliğine ioa aoi.
Bir an birlikte mekân ve zaman
Yalnızca kanatlardır şaşkın düşü tutuşturan,
Ve şimdi tut soluğunu öyle taşısınlar seni

Dünyada sevmedim hiçbir şeyi
Çocukluğumda uçuşan
Hayaller hummasını
Sevdiğim kadar.
Yeniden kulaklarda uğuldar,
Dünya gürültüye boğulur, yalnızca ben
Yavaşça hızlanırım, hafif adımlarla
Sessizliğimin sesini dinlerim.
Girdim sırça fanusa,
Elimde kelebek,
Yabancı dillerde konuştum
Anlaşılmaz tınılarla.
Kelebek yatar beyaz karda,
Anılar onu geri getiremez
Sözlerim uçucu,
Yalnızca yankısı kalır kulakta.

Arseni A. Tarkovski

Yıkanan Bir Kadın

Yıkanan bir kadın ıslak, ağır saçlarıyla
Orada sudan çıkarsa, öğle yangınında yapayalnız
Ve gizlenirse gölgede, o zaman değişir ormanda
Şarkısı ırmağın ve yeşile keser sureti.

Yüz kollu ırmak tanrısı boynuzu
Soğuk suyun pul pul ışığı üstünde,
Ve eskilerden bir uçak gibi ürker
Yeni zamanlardan yusufçuk.

Arseni A. Tarkovski

Zeynep ve Uzaktan Fırat Üzerine İkili Anlatım

İşte size söylüyorum
Toprağın yorulacağını
Fıratın ordusuyla kah cenge vardığını (kâh uykuya
                                                                       varmıştır)
Zeynebin fakir göğsü cılız bacağı
Fırat cenge vardıkca kabarmış
Uykuya vardıkça kırılmıştır

– Zeynep çık kuyudan
– Ben çıkmam kuyudan

1

Kent kurmaya bir seher vakti
Dualar ederek seyirtiyor
Siyah yanaklı etleri barbar kabartılılar

Geliyorlar bulmaya insanları
Kan damarlarını bağlamaya kırnaplarla

Çün içlerini basıyor halklar
Yağma var içlerini basıyor halklar

Öykü böyle başlasın işte söylüyorum
Önce yeryüzünde yoktunuz – bir kadın ki
Rahminde boğmadı size annenizdir
Buluşunuz değildir anne – doğuranınızdır
( Anne boğmaz doğurur )
Nasıl ki doğdunuz ve buldunuz annenizdir..
… Ve nasıl geçti çocuğan süreleri
Erkeklik ve kadınlık gürlemeleri
Bir av gibi
Göğü mutlu bir nefes yapıp söyleyip
Muhabbetle ölürken
Yepyeni bir anne gerekli

En çalkantılı yönleriyle dünüm
Mağara hummasına tutulmuş
Gerçek mavi ırmağını
Durmayın düşünün

– Düşünün
  Dağların sivri döşlü bir ceylan
  Ormanın ve kara bahtlardan korkan
  (Vuruken korkulsun vurulanın bahtından)
  Bağırana öfkeli yürekler
  Şehre yürüme devleri toplayan
  (Dağlara gitmeli ağaçlara mağaralara ne zaman)
  Düşünün yaylaları ağız’ları dürüst çiçekleri
  Kırları hünerli hayvanları
  insanı hür yatırıp hür kaldıran buğday hakikatını
– Düşünün zekanın doluluğunu – bir emanet olduğunu
– Kullanın çocukluğunuzu
  Bombalığını
  Cepane damlarını
  Diri bedenlerdeki kadınlığı
  Erkekliğin altın çağını
  Ki ölüm bir doku konuğu
  Gibi durmadan geldikce ve göründükce

2

Dağda genç kadın
Güneşe gömleğini açtı
İncecik tüylü kabarcıklı tenini
Kalın bir dudak gezindi ve güneş

Kentte genç erkek
Geceye gömleğini açtı
İnce zehirli morarmış etini
Kalın bir akrep gezindi ve loşluk

Dağda Zeynep kadın
Kuluncunda çıkan kızıl çıban gibi benzeri
Doğurdu bir çocuk

Köylüler ırmağı sıvazlar
Dururlar ay – buğday korosunda
– Ay karınca ad konmaz oğlana
  Mehmet kente çağrılıp
  Afsunlanıp burgaçla kurcalandıkca
  Yüreğinde morarmış kan vurdukca
  Köy kararı ad konmaz oğlana
  Heyda heyda heheyda
Yaşamaklı başın nar gibi
Koy belini toprağa belin çatlasın
Sok gövdeni toprağa toprak çatlasın

Zeynep kadın genç kadın

Başı bir başka yönde
Durur kendi dilinde
– Mehmedim kekliğim
  Katbekat giysilerimdir üstümde
  Bir gün yağ kokarım bir gün bal
  Daya Mehmedim daya dertbükülen bileğini dizime
                                                    ev çeviren dizime
                                                  yıldız güden dizime
Değildir hecin yüzüne yüzüme
Anla yüreğim bir çarpıntı bellemiş
Anla ne demeye bellemiş
Yorgun sığırlar
Geceyi oldurup
Çekip getiren koyunlar
Evi çevirsin korkuları çoğaltsın
Sofraya karşı bir beygir sureti vursun da
Çocuklar sofrada bir çıra gibi yansın da
Anla şu dağla bu dağın yanında
Anla hayatta
Bir gelip gelmemene yaslanmış
Karnım bir dik bayırın
Bir dibinde bir doruğunda
– Bu oğlan senden olan oğlan
  Öteki oğlan senden olan oğlan
  Şu kız kendi kendine doğdu babasız
  Bir kez gel çocuk gözle sen
  Bu gece çocuk düzenleme gecesi
  Çocuklarla sofrada yanıp tutuşma gecesi
  Yemeği dökeni somunu hırsla kapanı
  Kardeşinin gözüne parmak atanı bağışlama gecesi

Susunca Zeynep
Dağdan kentten köyden kasabadan
Bir ışık bir sıcak bir karanlık
Bir çocuk yalvarışı bel burkulması
Bir erkek çaprazı adele kıvranışı
Bir zehir düşünce içine çabalasın
Cesur cesur eşyaya dökülürken kadınlık

Köpek evin damına süründükçe
İçeriye bir tüy ısısı uyku kaçıran sıcaklığı
Saldıkça ve Zeynep karnını avuçladıkça
Ve karnı değişip değişip
Bazen bir azık çıkını
Bir tiken çukuru
Bir bal kutusu titreşimleri saldıkça
Çocuk delirmiş gibi fırlar ananın sıcağından
Deşe deşe koşmak için dağdan kentin yollarına

Çocuk Kısık kaya dibinde çarpılır
Köpek çocukla haber salar köpek ırkına
– Durdurun gece hücumlarını
Artık aşk insan kalbine sığmıyor

Kentliler akrebi savuşturdular
Bağırıyorlar güneş – ışık korosunda
– Çocuk Mehmedin dinine bağlansın
Ay gördükçe öfkesi ağalansın
Aşka değdikçe gövdesi
Nar çiçeği gibi patlasın
Şerha şerha yarılsın
Kurtlarla ağız ağıza verip ağlasın
Sabahın çiğini tandır ateşinde dağlasın
Köye gelin geldikçe toprak duvarları baltalasın
Heheyda
Cazgır ve enli bedenler
Harman yerinde kütürdiye dursun
Kıvrılmış ürkek ve atılgan
Dağ gibi güneşe dursun
Terleyen ve soluyan bedenler arasında
( Damlarda seyre durmuş birbirine sokulan
Birbirine dirsek vuran köy kızlarına ait )
salkım salkım memeler

Dügündür sanıyorsun ey güvey
Bir gelin bulundu sana işaret edilenlerden oldun
Bugün bir cennet hüneri kazandın
Anan bacın kurban sana
Toprak damlardan bir kız aldın
Ona selalarla git
Onu besmeleyle değiştir

Düğün
ve işaret
Bir baş çemberiyle atılınca
kovalar birbirini genç kızlar
Her gece karınlarına bir düğüm çalan
ihtiyar kızlar kocamış oğlanlar
Ay koşar mızrak koşar
Söyleşir devrilir birbiri ardına
Er – kız korosu
– Er meydanından damdaki giysilerin içine
  Er kazanlarından hız kazanlarına
  İtişen bir şey oluyor
  Künde ve dönüyor toprak evler
  Durmadan çevriliyor damlar
  Birbiri üstünden ve içinden geçiyor
  Kız kadın ve çocuk yüzleri
  İkinci üçüncü ve beşinci künde
  Yani aynı anda sanki
  Beş künde birden
Ki Zeynep
– Kız çocuk Zeynebin kaderinde kaynasın
Ve kentten köye yalvarış
– Biz bir insan yaylımı
  Bir beşik hatası ekmek pazarlığı
  Bir tarih kurbanı bir bilim yanılması
  Köye inen aç kurtların
  Tenekelerle ürkütülen çakalların akranı
  Çöplerle delinen
  Ceninlirinden bizler onarıldık

– Kentte kaykılan köy bebeleri
  Büyüyüp de kenti bıçkın
  Bir yürek ve lapa beyinlerle
  Tüneklerde gece diplerinde
  El yüz yıkanan park çeşmelerinde
  Sabunsuz kör bıçakla sakal kazırlar
  Bütün bir ekmekle koca bir gün savarlar
  Köyden çıkınca kentte anlamsızdırlar
– Konuşup türkü söyleyip
  Pilli radyo peyda etmeleri
  Uzayıp rursun apartman kapılarına
  Gazete tokmaklarına
  Geceyi nakışlı yorganlarıyla
  Sabaha aktaran köy bebeleri
  Ey kalın ve kocamış bebeler
  Başlarında boncuklu takkeler
  Pazularında topraktan bekçilerle:
– Kız çocuk
  Durmasın ağlasın
  Bırak ağlasında durulsun
  Zeynep kadın ey kadın
  Yolun ayrı yolun ırak
  Bir memendez bir yılan başı
  Birinde bir güvercin yavrusu
– Nasıl ki duyulur yamacı
  Suyun şırıltısı
  Kız çocuk kapanır bakraçlarla toprağa

( Birin ikincisi
sal merhamet bulutlarını- kurut içimizdeki
öfke mayalanmalarını )

Görenler durdular kadınlık korosunda
– Zeynebin başı su çiçeği gibi döner
  Ay çiçeği gibi döner

3

Zeynep kadın dereden yükselen
Haber dolu bir söğüt ağacını
Dallı güllü basmalarıyla karşıladı
yol başında. Tarlaların ve otların
arasında. Yel vurdukca söğüdün
dalına ve yaprağına
Ve Zeynebin karnında bir tabak açılıp kapandıkca
Ve köy isli bebeleriyle tepelerin
ardından koptukça
ve çeşmelerden derelerden su yerine
bebeler ve köpekler aktıkca
Zeynep iki elini bastırır kalçalarına

– Ruhumzun kirlenmesi dolmadı mı
Gövdemizin kıvranması doymadı mı
Bir hınzır uyku bir şeklaban uyanıklık
Bir batında gecenin gündüzün kavranması
Bu nedir böyle gün mü günsüzlük mü
Hangisine kapıldık nerelere atıldık

-İşleyen demiri ve el tırpanlarını
Onlar ne etti nasıl hamle etti
Ruhum Kollarım Günahım sevabım
Ölçülerek tartılacağım

– Gecelerimi ağırlıyamaz oldum
  Yürüyorum
  Benimle adım atan bir şey var
  Ben fakir gövdeli yumuşak etli bir Zeynebim
  Bir köpeğin kanı yürüyor
  Benim kanım yürüyor
  Dişi köpeğin karnı bir anbar
  Benim karnım bir anbar
  Belim bedenimi besliyor arkadan destekliyor
  İşte iz bıraka bıraka yürüyorum toprağı
  Dağları bayırları
  Bir köpek miyim ki benimle
  Soluk alan bir şey var
  Hep köpeğimiz var yanımda
  Çocuklarla oynaşır durur
  Ey Mehmet nerdesin
  Bu köpek senin yerinde

– Yoksa bu köpek ben miyim
  Bu köpek mi benim yerimde

– Ruhum kirlenmeden soluyun beni
  Dinleyin içimle bir soluk verdiğimi
  Duyarsanız ben olurum
  Köpek kendi olur
  Bana göre değil köpeğin aşkı

– Bizi ışığıyla vuracak şimşek nerede
  Beni ben olarak ve köpeği kendi olarak
  Uyuyan ama dik duran heykele ne olacak kim sarsacak
  (- Uyuyan heykele ne oldu kim sarstı)
  / yer oynamış gibi kim sarstı /
  Kılıç çekiyorsunuz ve uzuyor
  Büyüyor ruhun görgüleri

– Sırtınızı köleniz sıvazladı
  Siyah v ebeyaz bilgileri sonsuz olan
  Bir dağı bir dağdan ayıran
  Yani bilen granit yataklarını
  Ruhun içinden dünyaya doğru keşfe yönelen
  Namaz vakitlerini aya ve boşluklara göre derleyen
  Kölenize buyurdunuz bizi
  Eğildik eteğini öptük
  tırnağını ve avuç içlerini öptük
  Efendim büyük efendim
Yüzünüzden var olan hurma dallarının önündeyiz
Yüzünüzden var olan hurma dallarının önündeyiz
Ayın bir muhabbet armağanı olduğu vaktin önündeyiz

4

– Toprağı hazırlayınız çocuklarınıza
  Ve çocuklarınızı ayar ediniz toprağa
  Evi dik
  Karnı tok
  Kanı sağlam tutup
  Göze savrulan toprağa

– Kadını hazırlayınız çocuklarınıza
  Erkeği hazır ediniz onlara
  Öyleki kadın
  Günü saati dolunca doğurunca
  Bin yılı birden doğursun

Sancısı bel ağrısı teri ve kanı
Zorlanan alnı şişen şakağı kadının
– Çocuğun yüceliğiyle avunsun

Gün gelecek
Mızrağın ucunda yeşil renk bir tülbent
Çemberli mermerin dibinde
Balık yiyen balık üreten iki tülbent eri
Balıklar ki harflerdirler
Ağrıyan başları sürtünüp kızışan derileriyle
Kızgın ve diklenen
Ürperen ve aklım geçiren güçleriyle
Yollara devlet resmi çiziliyor

Hayret ve varolma tıkandı
Hayret ve haya tıkandı
Hayret ve hayret ve hayret
İlk kez geriye dönmek gerekiyor

Dağları yokladınız mı dilsiz duranları
Bir de kulak kesilince
Dağ konuşur – Hayır konuşmaz mı

Sonsuza dek kalmaz Fırat bu mağarada
Tanrı elbet kanatlı halketmiştir toprağı da

Taşın kendisine mahsus bir sesi vardır
Nasıl ki kardeşim
Yelelerinden zor çekilen bir at gibi
Gözü en ilerde
Onurlu burnu kaya ve kılıcın çıkardığı kıvılcımlarla çevrili
Gövdesinde en ince sanat gelinleri
                      meseleli
                     endişeli
Koştukça hızlanan hızlandıkça hızlanan
En eski uygarlıklarda hak arayan
Gövdenin labirentlerinde
Cam gibi birden donan
Bütün bir gövde bir hayret
Bir şaşkınlık bir taaccüp gibi donan
Gelinleri ışığa uzayan bir at gibi
Aşk bir at gibi
Fetih bir at gibi
Minyatür bir taç gibi
Çağın ve içimizde balyoz gürültüleri

Cahit Zarifoğlu

Küçükken babam bana masallar anlatırdı. Birgün bana masalın sonunun nasıl olmasını istediğimi sordu

Neslihan Özer: Cahit Zarifoğlu ile geçen zaman?

Berat Zarifoğlu: Cahit Bey ile on bir yıl evli kaldık. Zorluklarla geçen yıllardı bunlar. On bir yıla dört çocuk ve daha birçok şey sığdırdık.

Özer: Bu zorluklardan biraz bahseder misiniz?

Berat Zarifoğlu: Evlendiğimizde ben on dokuz yaşındaydım. Cahit Bey ise otuz altı yaşındaydı. Herhalde ilk sebebi bu olacak ben bildiğim her şeyi ondan öğrendim, onun yanında olmak bile bana çok şey kazandırdı. Ben Van’da doğdum, muhafazakâr yaşantıya sahip bir ailede büyüdüm. Ailem ve benim için dinî hassasiyetler önemlidir. Şimdiki gençler belki şaşıracak ama biz Cahit Bey ile birbirimizi evleneceğimiz gün gördük. İlk onu gördüm ve onu sevdim. İlk gördüğüm zaman bile gözlerinin içine bakakaldım.

Özer: Yani görücü usulü bir evlilik sizinkisi.

Berat Zarifoğlu: Öyle diyelim. Rasim (Özdenören) Abi’nin hanımı bizim aile dostumuzdu, onunla sıkça görüşürdük; ama asıl evlenmemize vesile olan Necip Fazıl’dır (Kısakürek). Necip Fazıl babama “hocam” diye hitap ederdi. Necip Fazıl da Cahit Bey de ona saygı duyarlardı.

Özer: Muhafazakâr bir ailede büyüdüğünüzden bahsettiniz. Cahit Bey ise özgürlüğüne düşkün, otostopla Avrupa’yı gezdiğini biliyoruz. Bu açıdan birtakım farklılıklar tereddüte sebep oldu mu?

Berat Zarifoğlu: Evet (gülüyor). Bunları evlendikten sonra öğrendim. O zaman bilseydim belki de evlenmezdim. Şaka bir yana Cahit Bey benim temiz kalbimi, niyetimi sevmiş söylediği hep buydu.

Ben uzun yıllar bile ona bakarken başımı öne eğerdim. Onun da güvenebileceği sakin bir hayat arkadaşına ihtiyacı vardı. Ailesindeki çalkantılı durum onu epeyce yormuştu.

Özer: Bu çalkantılı durumlardan biraz bahseder misiniz?

Berat Zarifoğlu: Cahit Bey’in annesi çok yumuşak huylu olgun bir kadındı. Allah herkese öyle bir anne nasip etsin. Sıkıntılar babasından geliyordu. Niyazi Bey, Cahit Bey’in annesi ile evliyken başka bir hanımla evlenmiş. Dolayısıyla onun çocukluğu babasına hasretle geçmiş. Zaman zaman görüşseler de Cahit Bey’in içindeki bu baba boşluğu hiç dolmamış.

Özer: Cahit Bey’in yazıları ve şiirlerindeki derin yalnızlık duygusunu baba boşluğuna bağlayabilir miyiz?

Berat Zarifoğlu: Cahit Bey kalabalığı severdi, evinde hep misafiri olsun isterdi. Etrafında genelde gençler olurdu, onlarla konuşurdu, tartışırdı. Öyle diyebiliriz, çok yıllar sonra anlamlandırdım bunu ben de. O, kalabalıklar içinde de hep yalnızdı, belli etmezdi bunu.

Özer: Hayatına baktığımızda mutlu bir evlilik, dört çocuk, vefalı dostlar… Bildiğimiz şair yalnızlıklarının hayatlarına sirayet etmiş yalnız bir yaşantıya ters bir hayat sürmüş diyebilir miyiz?

Berat Zarifoğlu: Kendisinin yalnızlık duygusunu yazılarını okuyunca daha iyi anlıyordum. Hâlâ da yazılarını okuduğumda yeteri kadar yanında olamadığımı düşünürüm. Cahit Bey fiziksel anlamda yalnız değildi; ama içinde hep bir yalnızlık duygusu hâkimdi, bunun baba özleminden kaynaklandığını düşünüyorum, yaradılışının da payı vardır elbette.

Özer: Babası yerine abisi Sait Zarifoğlu sıkça Cahit Bey’in yanında olurmuş. İki kardeşin ilişkisinden biraz bahseder misiniz?

Berat Zarifoğlu: Sait Abi, Allah Rahmet eylesin, çok iyi bir insandı. Aralarında sadece bir buçuk yaş farkı olmasına rağmen Cahit Bey’e babalık yaptı diyebilirim. Cahit Bey kendisini en çok onun yanında rahat hissederdi, nazı ona geçerdi. Çocukken her ikisi de güreş yapmaya başlamışlar. Sait Abi, Cahit Bey ile güreşip onu incitmesin diye güreşi bırakmış. O derece düşkündü kendisine, zaten vefatına da çok dayanamadı aynı şekilde annesi de öyle. Seksen yaşında acıların en büyüğünü, evlat acısını, gördü ve dört yıl sonra da vefat etti.

Özer: O zaman “Baba Sait” lakabı çok yerinde bir kavram olmuş?

Berat Zarifoğlu: Evet tabi, yaptığı tam bir babalık.

Özer: Cahit Zarifoğlu için” içine kapanık” ifadesi sıkça kullanılır oldu, anlaşılmaz denilen şiirine anlaşılır bir eleştiri getirme çabası gibi geliyor bunlar bana. Siz ne söylemek istersiniz?

Berat Zarifoğlu: Bu tip ifadeler kullanılıyor ama ben buna inanmıyorum. Sadece kendini yansıtma yolu farklı gibi geliyor bana. Kimi insanlar çok konuşur. Cahit Bey de çok yazardı ama bu hiç konuşmadığı, içine kapanık olduğu anlamına gelmiyor. Ailesiyle ve sevdiği insanlarla sohbet etmeyi çok severdi.

Özer: Sizin için yazdığı şiir duygulu bir beyanname gibi okuduğunuzda neler hissediyorsunuz?

Berat Zarifoğlu: Bir gün Cahit Bey’e bana hiç şiir yazmadığını söyledim. O da kâğıdı kalemi eline alıp yazmaya başladı. Söyledikten sonra bir anlamı yok dedim, bana baktı oturdu ve o şiiri yazdı. Onu her okuduğumda farklı duygulara kapılırım, zaman geçtikçe ona olan özlemim artıyor. Öyle mükemmel adı gibi öyle “zarif” bir insandı ki ondan sonra insan algım değişti. Yerini de kimse alamadı zaten.

Özer: Dönem olarak da oldukça çalkantılı zamanlardan geçtiniz. Şair duyarlılığına sahip bir insan nasıl geçti bu dönemden?

Berat Zarifoğlu: Evet zor bir dönemdi. Dönemin siyasî çalkantıları bir yana ekonomik olarak da sıkıntılı dönemler yaşadık. On bir yıl boyunca sekiz ev taşıdık, çok iyi evlerde de kötü evlerde de oturduk. Hiçbir zaman Cahit Bey’e bu zorlukların sebebini sormadım, yanında olmaya çalıştım. Tek göz odada bir yandan çocuklar bir yandan Cahit Bey daktilosu ile çalışırdı. Ayrı bir odası olsun çok isterdim. O her yerde ve her şartta yazma yeteneğine sahipti, ona göre şair böyle olmalıydı.

Özer: Sanırım sizin de şiirle bir yakınlığınız var?

Betül Zarifoğlu (Cahit Bey’in en büyük kızı): Aslında ben şiirle pek de barışamadım. Önceleri ilk gençlik yıllarımda şiir yazardım; fakat sonraları bana fazla acı gelmeye başladı.

Özer: Aslında çok açık olacak ama Cahit Zarifoğlu’nun kızı olmak nasıl bir duygu?

Betül Zarifoğlu: Babamı çok erken yaşta kaybettik, ona hasret büyüdük diyebilirim. Onun kızı olmak gurur verici ama her geçen gün biraz daha büyüyor özlemimiz. Küçükken babam bana masallar anlatırdı. Birgün bana masalın sonunun nasıl olmasını istediğimi sordu o gün anladım bu masalları babamın uydurduğunu. Ben herkesin babası masal yazar, şiir yazar sanıyordum çocukken. “Yaşamak” (şairin günlük tarzındaki kitabı) kitabını uzun yıllar okuyamadım mesela hep yarım kaldı. Kendim de bir evlat sahibi olduktan sonra babamı daha iyi anladım, her babanın benim babam gibi olmadığın da. Bir aile defterimiz var. Bu defterde bize ait anılar, fotoğraflar mevcut. Ben küçükken her ailede böyle bir defter bulunduğunu sanıyordum, böyle olmadığını fark etmek zaman aldı. İçimizde en çok Ahmet (Zarifoğlu) babama benzer, hem fiziken hem de ruhen.

Özer: Cahit Zarifoğlu şiirinin anlaşılmaz, kapalı olduğu eleştirilerini hayattayken almıştı. Kendisi bu eleştirilere nasıl bakardı?

Berat Zarifoğlu: Cahit Bey sanatı konusunda çok hassastı. Onun şiiri sadece kelime uyumuna değil zengin bir içeriğe, çağrışıma sahipti. Onun şiirini anlamak için çok okumak lazım. Kendisi her ne kadar şiir okumadığını söylese de bu mütevaziliğindendir. Oldukça okurdu hatta çoğu zaman başkalarının şiirlerini ezberlerdi; ama kendi şiirini ezber yapmadığı doğrudur.

Özer: Çokça vardır; fakat belleğinizde yer eden bir anı desem aklınıza ilk hangisi gelir?

Berat Zarifoğlu: Epey zor bir soru oldu (gülüyor). Cahit Bey ile aramızda on beş yaş farkı vardı. Cahit Bey bana ben yaşlanacağım sen hep genç kalacaksın derdi. Ama öyle bir yaşta gitti ki o hep genç, Cahit Abi, olarak kaldı. Ben ise yaşlandım Berat Teyze oldum, anneanne oldum.

Özer: Edebiyata dair, Cahit Zarifoğlu’nun güzel sanatına, iç dünyasına ve nadir şahsiyetine dair kıymetli bilgileriniz, güzel anılarınız, hoş sohbetiniz, samimi misafirperverliğiniz ve de lezzetli börekleriniz için çok teşekkür ederiz, bizim için zevkti.

Berat Zarifoğlu: Merakınız, ilgi ve alakânız için ben teşekkür ederim, en kısa zamanda tekrar görüşmek üzere.

28.10.2014
Söyleşi: Neslihan Özer

Zarif Bir Yaşam.. Bir Haykırış.. Bir Duruş ..

Hala yeri doldurulamayan şairlerimizden Zarif bir haykırış ; Abdurrahman Cahit Zarifoğlu kirada yaşadığı evlerde, kendisine ait bir odası olmadan, çocuklarının yanında yazdı şiirlerini. Şikayetçi değildi ama bir odası olsun istiyordu. Sevenleri ardından hayıflandı; Bir odası olsaydı, bilgisayarlar o vefat etmeden yaygınlaşıp daktilo yerine klavyeyle yazabilseydi?

Zarif bir şair Abdurrahman Cahit Zarifoğlu hayatlarımızda zarif bir iz bırakıp gitti. Şiirinin anlaşılamadığı yönündeki sitemlere karşın herkes iyi şair olduğunda birleşti.‘Ne çok acı var ‘ dizesi hala her kesimden insanın dilinde dolaşan şair , geride yetim bir edebiyat camiası bıraktı.

  ‘Eşimi kaybedince 2 kere üzüldüm diyor , hem eşimi kaybettiğim için, hem de böyle değerli bir insan vefat ettiği için.’ Berât Zarifoğlu
‘Yakışıklıydı, sesi çok güzeldi. Sessiz ama çok bilgili çok akıllı biriydi. Her şeyi iyi bilirdi. Daha çok yazılarıyla onun ne düşüncede olduğunu anlardım. Üzüntüsünü sevincini yazılarından takip ederdim. Benimle de paylaşırdı ama kağıttan daha iyi tanıdım onu ben. Hem eşi hem hayranıydım’ diyor. Eşiyle ilgili tek sitemi çok çalışması. Hep çok çalıştığını anlatıyor Berat Hanım; ‘Çok kiralarda oturduk. Çok iyi evlerde de kötü evlerde de. Bir odası olmadı. Çocukların hepsi küçüktü. O vefat ettiğinde en büyüğü 10 en küçüğü 5 yaşındaydı. Dağıtıyorlardı, yırtıyorlardı. Yine de rahat çalışıyordu ama derdi ki ‘Bir odam olsa bıraksam, geldiğimde otursam yine yazıya devam etsem’. Bir odasının olmasını isterdi. Bir daktilosu vardı. Onda çalışırdı. Bilgisayar klavyeleri çıkınca Ali Haydar Haksal çok üzülmüş. ‘Daktilo tuşları daha sert ve zordur, klavyede geri silmek ve yazmak çok kolay. Hep aklıma Cahit Abi gelir. Klavye onun zamanında olsa ne kadar güzel, ne kadar kolay yazı yazabilecekti derim’ demişti bana’

Berât Zarifoğlu ; ‘klavyesi olmasa da çok rahat yazdığını anlatıyor Cahit Zarifoğlu’nun.‘Erdem Beyazıt bir yazarmış bir silermiş. Yazıya başlarken zorluk çekermiş, başladıktan sonra kolay yazarmış. Ama Cahit başladığı zaman takır takır yazardı’ diyor. Hatta bir keresinde kendisi sitem etmiş, benim için hiç şiir yazmadın diye. Cahit Bey hemen kalem kağıt istemiş. Berat Hanım, ‘Ay dedim hemen olmaz. Başka zaman yazarsın, öyle hemen olur mu. Yok dedi ben şair adamım. Kalem kağıdı aldı yazdı. Baktım güzel olmuştu ama ben deyince yazınca kıymeti yok. Şiirden saymıyorum bunu’ diyor.

  Ankara’da Rasim Özdenören’lerle görüştüklerini de anlatıyor Berât Hanım; ‘Hep Rasim Abilere gider gelirdik. Onlar iş konuşurdu, yemek yerdik, çay içerdik, meyve faslı derken onların konuşması bitmezdi. Ayşe Özdenören’le ben karşılıklı koltuklarda otururuz bir bakardık uyumuşuz. Sonra Cahit Bey öksürür gidiyoruz diye. Saat gece yarısı. Ertesi gün yine işe giderdi. Çok çalışkandı. Mektuplarla gençlere çok yol gösterirdi’ Zarifoğlu aile defterini ise çocuklar doğduktan sonra tutmaya başlamışlar. Berât Hanım gösteriyor ve anlatıyor; ‘Belki defterdekiler sizin için bir şey ifade etmez ama bizim için anlamlı. O gün olan en küçük bir şeyi bile yazardık. Bu günün tarihi ve Ahmet elini çizmiş. Burada Betül’ün karnesi var. Türkçe dersinden zayıf almıştı. ‘Kızım bir şairin kızı Türkçe’den nasıl zayıf alır?’ demişti. Çocuklar da yazmıştır. Defterdeki bazı fotoğrafları sergi ve haberler için verdik’ diyor.

 Vefat dönemini anlatmak Berât Hanım için hala zor. ‘2 aylık bir hastalıkla vefat etti. Bir karın ağrısı. Doktora gittik. Doktorlar kanser olduğunu anlamışlar 6 ay ömür biçmişler. Ben bilmiyordum. Ağrıları çoktu. Hüsrev Hatemi’ye gittik. ‘Seni onkolojiye yatırıyorum’ dedi. Biz onkolojinin kanser bölümü olduğunu bilmiyorduk. Bize ‘Onkolojiye yatırıyorum ki seni sık sık görebileyim diye’ dedi. 2 ayda vefat etti. Mustafa Nuri Şirin yurt dışına götürelim demiş ama vakti geçmiş demişler. Cenazesine çok değişik cemaatlerden geldiler. Babam ‘Keşke benim cenazem böyle olsaydı’ demişti. Recep Tayyip Erdoğan, Zahid Akman da vardı cenazede. Recep Tayyip Erdoğan iki defa gelip ziyaret etmişti.’

  Abdurrahman Cahit Zarifoğlu’nun bildiğimiz bir özelliği de çocukları çok sevmesi. Berât Hanım, Erdem Beyazıt’ın onun için ‘bir annenin çocuğunu seveceği kadar severdi’ dediğini anlatıyor. ‘Yazılarıyla yaptı etti. Çok hoş bir insandı, canım benim’ diyor ve gözleri doluyor elinde olmayarak. Çocuklarıyla ilgilenebiliyor muydu yoğunlukta diye soruyorum. Anlatıyor: ‘Akşam hemen işten sonra eve gelir çocuklarıyla ilgilenirdi. Onlara masallar yazardı. Bir gün, ‘Bu masalın sonu nasıl bitsin sence Betül’ diye sordu. ‘Ben iyi bitsin dersem iyi mi bitecek’ diye sordu Betül. Cahit Bey Evet deyince ‘ama baba sen uydurma bir şey mi yazıyorsun’ diye şaşırdı. Cahit Bey, ‘Evet ben uydurarak yazıyorum’ deyince ‘Ay baba aşk olsun ben sahici bir şey zannediyordum’ dedi. Böyle masallar anlatırdı. Gece üstlerini örterdi. Muhakkak bütün babalar çocuklarını sever ama onun ilgisi çok farklıydı. O yüzden çocuklar için çok zor oldu. Benim zaten her şeyim gitti. Çok zor bir hayattı. Değişik bir sayfa açılıyor ve siz ona uymak zorundasınız. Ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Bir de böyle kaliteli bir insan, anlayışlı bir eş… Mustafa Ruhi Şirin’i hiç unutmam, her karne gecesi arardı. Çocuklar nasıl? Geçtiler mi? Notları nasıl? Özellikle o gece notları nasıl diye arardı. Hiçbir zaman unutamam. Bazıları için Cahit Bey gitti biz de gittik. Ama bir çoğu da destek oldu.’

 “ Nikah resmimiz. Necip Fazıl nikah şahidimdi. Fotoğraftakiler babam, Cahit Bey’in babası , Ali ihsan Amcam ve Necip Fazıl. Necip Fazıl’a babam çok gider gelirdi.Abdülhakim Arvasi hazretleriyle görüşmek için geldiğinde hep bizde kalırdı. Ankara’da Rasim Abilere geldiği için tanıyormuş babam Cahit Bey’i. Cahit Bey son senelerde sohbetlerde çok bulunuyormuş.Cahit Bey 35 yaşındaydı ben 18 yaşındaydım. Bir sene sonra evlendik. Cahit Bey’e birkaç kişiyi göstermişler ya ‘boyu kısa’ demiş ya beğenmemiş. Ama beni görmeden de ‘Çok istekli geldim, yeter ki bu aileden olsun diye’ dedi. Ben onu bir kere geçerken gördüm. Görüşmeden evlendik. Bir kere telefonla konuştuk. O zamanlar telefonlar böyle değildi. Ankara’dan istiyordun, bağlatıyordun. Sonra geldiğinde nikah için gelmiş oldu. Kına gecesinde görüştük sonra da nikahta.”

Ahmet Zarifoğlu hastanede tedavi gören babasına yazdığı mektupta ‘Sana çok dua ediyorum. İnşallah iyileşirsin, eve gelirsin. Evde karnın ağrımaz. Eve gelince mevlüt ederiz, oyun oynarız. Biz iyiyiz hiç merak etme’ diyor.

Aile Defterinden ;

Kasım 1982

İlk şarkımız:

Güneş doğdu

Herkes sabah keyfiye

Betül , Ayşe , Ahmet , Arife

Ne gerek arife bir tarife

Arife tarif gerekmez arife tarif gerekmez

27 Kasım 1984

Arife bugünlerde hepimize kızınca ‘manyak’ diyor. Bugün kömür aldık. Kömürü taşıyan adam parasını aldı. Kömür bitti dedi. Gidip süpürecektik baktık ki yarım ton kadar kömürü bırakıp gitmiş. Çok maceralı oldu. Hayırlısı

Kasım 1985’de Afganistan Hizbi İslami lideri muhterem Gülbeddin Hikmetyar Türkiye’yi ziyaret etti. Bu meyanda bir televizyon mülakatı için Radyoevine geldi. Bu mülakat ne yazık ki televizyondan verilmedi. Hikmetyar’ın radyoya gelişinde tanıştık, ayaküstü birkaç dakika konuştuk. Ona ‘biz yazı yazmaktan başka bir şey yapmıyoruz’ dedim. Bana ‘Biz de böyle başlamıştık’ diye karşılık verdi. Arkadaşım Natık’ın çektiği resimler hayatımın en güzel anlarını yansıtıyor. Resimler ancak bugün (13.08.1986) elime geçtiği için bu kadar geç deftere giriyorlar. (Arka sayfada Gülbeddin Hikmetyar’ın cephede çekilmiş bir fotoğrafı yer alıyor)

” En büyük emelim ”

26.09.1986 Betül’le 34 gün önce Kur’an-ı Kerim’den her gün bir sayfa okumaya başladık. Betül, verdiğim bir sayfa dersi, ertesi gün bir iki kere okuyup hazırlanıyor. Sonra ben dinliyorum. Hatalarını düzeltiyorum. Bugün yarın için Bakara Suresi’nin 34. sayfasını ders verdim. Rahmetli babam (Niyazi Zarifoğlu) aynı metodla bizi, ağabeyimi (Sait Zarifoğlu) ve beni okutmuştu. Betül’le inşallah hiç aksatmadan hatim edinceye kadar okuyacağız. Ve inşallah Allah aynı şeyi Ayşe’ye, Ahmet’e ve Arife’ye de nasip etsin. Onlara da aynı şekilde okutmak en büyük emelimdir.

Erdem Beyazıt Anlatıyor ;
– Cahit Zarifoğlu son görüşmelerimizden birinde, yalnız kaldığımız bir anda elimi tuttu sıktı  ve dedi:
“Erdem, kırlarda çiçekler bensiz açacak artık.”
Ne demek istediğini anlamadım.. Ertesi gün ölüm haberini aldık ..

Hüvel Bâki
Abdurrahman Cahit Zarifoğlu
1940 – 1987
Ruhuna Fatiha

Biz aşkı çok sevmiştik

Özellikle aradıkları bir fırsat değildi, ama gene de bir fırsattı: Barın, sokağa bakan, küçük ve yalıtılmış bölmesindeki tek masa boştu. Üstelik cumartesi, sinema saati olmasına rağmen.
Beyaz şarap ısmarlayan iki adam, az önce izledikleri filmin çabuk fakat son derece yetkin bir değerlendirmesine girişmişlerdi. Çözümlemeleri derin, zekice, profesyonelceydi, görüşleri tıpatıp birbirine uyuyordu. İkisi de ciddi, kendinden emin insanlardı, özgüvenlerinin bedelini ödediklerine inanırlardı. Sürüden yalıtılmışlığın verdiği ince gurur, farkında olmasalar da, tüm davranışlarına sinmişti.

Uzun boylu, bereli kadın masaya yaklaşırken, kulağına bir cümle çalındı: ”Aşk, sahip olmadığın bir şeyi, var olmayan birine vermektir.” Boş masa kalmamıştı, iki adam, gereken inceliği esirgemeseler de, hoşnutsuzlukla sağa sola bakındılar.
Sert tavırlı, sivri dilli, pek dostu olmayan bir kadındı. (Üçü de yalnız insanlardı, ama erkeklerin yalnızlığı kendi seçimleriymiş gibi dururken, kadınınki ona dayatılmıştı sanki.) Masanın kenarına ilişmiş, ironiyle, göndermelerle sunulan, ezbere bildiği düşünceleri dinliyordu. İkisi de aşk gereksiniminden yıllar önce kurtulmuştu. Artık yalnızca bir temaydı, içi boşaltıldığı için taze formüllerle sunulması gereken, yaratıcılıklarını sınava çeken bir tema.
Canı iyice sıkkındı kadının. Sanki söz birliği etmişçesine, bu gece bardaki bütün kadınlar göz alıcıydılar. Her masa apayrı umutlar, planlar, korkusuz ve ayrıcalıklı insanlarla doluydu. Ve insan sayısı kadar dikkat çekme yöntemi… Buluşacağı kişi gelmemişti. Eski sevgilileriyle oturmak, kendisini baştan çıkarmak için harcadıkları çabanın binde birini bile onu anlamaya ayırmayan parlak zekâlı iki erkeği dinlemek zorundaydı.
”Bence size çılgınlar gibi tutkun sevgilileriniz, ya da istediğiniz an böylelerini bulma garantiniz olmasaydı, aşk üzerine bu kadar atıp tutamazdınız.”

Güç beğenir tavrıyla, önündeki yemeği sanki farkında değilmişçesine yiyen adamın sevgilisi yarı yaşındaydı, ama daha şimdiden onun tam yetkinleşmemiş bir modeliydi. Şişkoluğa, hoppalığa, dar ve kalın kafalılığa hiç gelemezdi adam. Uzun boylu, oldukça yakışıklı olan diğeri flört sanatında bir strateji uzmanıydı. İçini dökebileceği ama görüşlerini kulak ardı edebileceği, uysal kadınları severdi. Havayı değiştiren ne kadının kışkırtıcı cümlesiydi, ne de onu izleyen ’aşk kim, sen kim!’ atışmaları. Belki şarap, belki de altmışlı yılların şarkılarıydı. Uzun boylu adam ansızın ilk gençlik yıllarına dönüvermişti.
Hayatının en eski, en güçlü, en dokunaklı aşkına…
”Sınıfa girdiği günü unutamam. Okullar açıldıktan iki hafta sonra bizim liseye transfer olmuştu. Ailesi Selanikliydi.
O yüz ancak Boticelli’nin elinden çıkabilirdi. Masum, kırılgan, yaralı…
Adamın sesine hiçbirinin önceden görmediği bir sevecenlik, gelmişti. Yüzü ya çocuklara özgü saf mutlulukla parlıyor, ya da derin bir acı dalgasıyla kaplanıyordu. Belleğin kat kat tülleri aralandıkça, iki yıla yayılmış bir aşk öyküsü, olanca görkemiyle bir yelpaze gibi açılıyordu. Tek bir karşılaşma, mektup, dokunuş atlanmadan…
”Yıllarca, o evlendikten sonra bile, sabahları gözümü açtığımda yüzünü tavanda görürdüm. Ve inanır mısınız, bir kez bile öpüşmemiştik.”
Masaya derin bir sessizlik çöktü. Öteki adam, yeterince uzun, saygılı bir bekleyişten sonra, sabırsızlıkla kendi öyküsüne koyuldu.
”On yedi yaşımdaydım. Kimsenin gözünün yaşına bakmayan bu kentte ilk yılımdı. Kız Lisesi’nin önünde dev bir çınar ağacı vardı……. Yıllar sonra, bir mektup yazdım ona. Yazıp yazabileceğim en içten, en şiddetli metindi. Geri yollamış. Açmadan…”
Masaya yeniden çöken derin, acılı sessizlikten sonra sıra kadındaydı.
”Ne yazık ki hiç platonik aşkım olmadı benim. Gerçekten var olan erkeklere tutuldum ben. Hem de her seferinde daha derinlemesine severek, daha kusursuzca var ederek… Senin nasıl her filmin —uzun boyluya dönerek— ve senin de her romanın —ötekine— bir öncekinden yetkinse, benimde her aşkım bir öncekinden kusursuzdu.

”İzninizle, telefon etmeliyim.”
”Neden bu gece anlattıklarını yazmıyorsun? Bence çok sıkı bir öykü.” dedi sinemacı, baş başa kaldıklarında. ”Ben de çoktandır aşk filmi çekmedim.”
İkisi de uzunca bir süre suskunluk içinde şaraplarını yudumladılar. Yeni projelerin heyecanıyla dopdolu, kendi kabuklarına çekilmiş, dış dünyaya perdelerini kapamış…

26.01.1999
Aslı Erdoğan

Taş bina

10 küsur yıl önce, aynı bu akşamki ruh halimle eve döndüm. Yazı gecemdi, yorgundum, yüreğim kıyım kıyım, sanki kendi katilini arıyordu. İvedilikle ele alınması gereken pek çok konu, olay, mesele karşısında bütünüyle güçten kesilmiş, suçluluk, yetersizlik duygularıyla, bomboş kâğıtlara bakıyordum.
Birdenbire bir ses, bana ait olmayan ve sanki bir insandan gelmeyen bir ses, beni sözcüklere, imgelere, uzaklardaki taş binaya doğru taşıdı. A.’ya doğru.
10 küsur yılda taş bina bir kat daha yükseldi (şimdi 5 katlı) ve derinleşti, kalabalıklaştıkça ıssızlaştı. Başka başka seslerle, ölümlerle, ezgilerle dolu bir kitaba dönüştü. Bir çığlıkla ve kahkahayla, vedalarla, rüzgârla doldu. A.’ya gelince… Ona bazen Taksim İlkyardım’ın önünde rastlıyorum, yoğun bakım odalarında, metruk binalarda, cezaevinden gelen mektuplarda… Bende yaşayan, bende ölen, hâlâ katilini arayan A.’lar adına, bir kez daha ‘Taş Bina’ya girmek istedim.
***
Olgular açık, uyumsuz, kaba… Yüksek sesle konuşmaya hevesli. Dev taşlar gibi yığılmış olguları, önemli şeylerle lgilenenlere bırakıyorum. Beni çeken yalnızca aralarındaki mırıldanma. Belli belirsiz, saplantılı… Kayalar dolusu olguyu eşeleyerek elde edebileceğim bir avuç hakikatin —ya da eskiden öyle denirdi, şimdiyse bir adı yok— peşindeyim. Bir ışıltının ardından derinlere, en derinlere dalıp diplere ulaşır da geriye dönmeyi başarırsam, parmaklarımın arasından kayıp gidecek bir avuç kumun, kumların ezgisinin peşindeyim. ‘Gerçeği söylemiş olur gölgeden söz eden.’ Hakikat, gölgelerle konuşur. Bugün taş binadan, yazının köşe bucak kaçtığı ya da güvenli bir mesafede durup sözcüklerin arkasından baktığı taş binadan söz edeceğim. Benim doğumumdan çok önce inşa edilmiş, bodrumu saymazsak beş katlı, girişinde basamaklar var.
İnsan bedeniyle yazmalı, tenin altındaki çıplak, savunmasız bedenle… Oysa sözcükler yalnızca başka sözcüklere seslenir. Bir ‘H’ harfi alırsın, iki tane ‘A’, ‘Y’ ve ‘T’: HAYAT diye yazarsın. Tek sır, harflerin yerini şaşırmamak. Efsanedeki gibi, bir harfi düşürüp canlanan çamuru saf ölüme çevirmemek… Hayat, diye yazıyorum, bir soluktan çok derin bir iç çekmeyle, onu koparıp alabilenlerin. Dalından bir meyveyi, topraktan bir kökü koparırcasına… Sana kalansa, boş bir kabuğa kulağını dayadığında duyduğun uğultu. Hayat: İliğine kemiğine dek emilmiş bir sözcük, iç sızısını andıran bir uğultu, okyanuslar dolusu uğultu.
Bir zamanlar gencecik bir çocuk şöyle demiş: Sen hayata rest çekmezsen, o sana çeker. Gözü kara bir çocuktu, bir karanlıkla ötekinin meleziydi, taş binayla çok erken tanışmıştı. Bir daha hiç korkmadı, ya o ilk korkusunu hep hatırladığından ya da unuttuğundan…
O gün bugündür yerli yersiz güldüğü söylenir.
Farz edin ki, taş binaya giden sokakta bir kahve, kahvenin önünde de yaz kış bir adam var. (Binanın içinde dev bir avlu, avluyu çevreleyen merdivenlerde insan boyunu aşan tel örgüler… Kimse kendini aşağı atamasın diye. Çünkü, insan hayatı, taşlarda parçalanmayacak kadar değerli son bir—iki yüzyıldır. Dışındaysa döne döne beşinci kata dek yükselen bir yangın merdiveni. Geceleri, soluk ay ışığının altında basamakları tırmanan gölgeler belirir, ama kimsenin indiği görülmemiştir bugüne değin.) Hangi çağdan kaldığını kestiremediğiniz bir kalıntı gibi hep oradadır, kaldırımlarda… Bulabildiğinde gazetelerin, kartonların, mukavvaların üzerine oturur. Yanıbaşında boş şişeler, yemek artıkları, kusmuk, idrar birikintileri görmek mümkündür. Ay yüzeyi gibi pürtüklü, derin bir yara iziyle eşit olmayan iki parçaya ayrılmış yüzü, hiçbir sırrını, yaşını dahi ele vermez. Ama bu yara izini, yer yer içeri göçmüş kafatası boyunca izlerseniz, bir dağ yolunu izlercesine, ıssız, hüzünlü göz çukurlarının çevresinden dolanıp bir uçurumun kıyısında bulursunuz kendinizi. İnsanların değil, rüzgârın ve ayışığının, taşların diliyle konuşan bir uçurum. Adını sormaya cesaret edemeyeceğinizden, ona alfabenin ilk harfini verebilirsiniz: A.
Bu kahvenin müşterilerinin hayatı öylesine yalın, öylesine sıradandır ki, onu anlatmaya yeltenen sözcükleri yapay, zorlama, cilalı bırakır. Zaten kimse uzun uzun kendini anlatmaz burada, anlatsa da dinleyen birini bulamaz. Bu kahvenin müşterileri, tıka basa dolu da olsalar, yıkımla, yenilgiyle, aşağılanmayla, insanların özünde iyi olduğuna inanırlar, fakat yeryüzünde neden bu denli kötülük olduğunu bir türlü açıklayamazlar. Her biri kendince dünyayla, ‘dünya’ dediği yoksullukla, yoksunlukla, hayal kırıklığıyla kapışmıştır, olabildiğince, kendi bildiğince… Çok da fazla seçenek yoktur aslında. Ama cehennem bile o kadar kötü değildir.

Farz edin ki, tabelasız kahvenin karşısında, müdavimlerinin dışında pek az kişinin kabul edildiği, işbilir görevlilerin sabaha dek kapıda durup sarhoşları, olay çıkaranları taksiye bindirdiği bir bar var. Bu barın gediklileri içinse, karşıdaki hayatlar, günün birinde anlatmak istedikleri birer öyküdür. İnsan üzerine bir öykü kurgulamaya giriştiklerinde… (Öykü anlatma sanatı, korları eşeleme sanatı değil midir bir yanıyla, parmaklarını yakmadan?) Kekremsi bir ölüm tadı bırakır damaklarında. Bu kokuşmuş düzenden, sistem denilen bunca pislikten, ruhlarının saat gibi kurulu labirentlerinden usandıklarında, son bir umutla gözlerini sokağa çevirirler. Parlak camda yansıyan imgelerinin ardında beliren, yarı—karanlık, suskun, kestirilemez arka sokaklara… Avlulara, bodrumlara, tünellere, özgürlük hayaletinin zincirlerini şakırdata şakırdata dolaştığı gizli dehlizlere… Kendilerininmiş gibi hissettikleri o sokaklardan fazlaca gürültülü adımlarla, derin izler bırakarak geçerler, başkalarının süpürdüğü merdivenlerden aşağılara iner ve çıkarlar. Düşkünlük, kendilerine zaman zaman tanıdıkları bir hak, alçaklık, tadında bırakılınca keyfini çıkardıkları bir ayrıcalıktır. Hem kim istemez ki serüven ve mücadele dolu bir hayatı? Üstelik onlar, Titanlar kadar ağır bedeller ödemiş, yeterince kayıp vermişlerdir. Herhangi bir karşılık beklemeden sözcüklerini sunmuşlardır bu aldırışsız dünyaya, içlerinde kendi yansımalarını görebildikleri koca koca, büyük harfli sözcüklerini… Arka sokaklardan yeterince umutsuzluk devşirdiklerinde, birbirine benzeyen yeterince öykü, suç, günah, itiraf, kendi yazgılarına bıraktıkları yerden geri dönerler. İyinin ve kötünün ötesine geçip insan özgürlüğünün cehennemini kurgulamak için. Sonuçta her insan hayatı bir yenilgidir, ama bazılarınki daha görkemli bir yenilgi.
Kahvedekilerse cehennemi bilirler, adını koymasalar da… ‘Özgürlük’ onlara tellerle çevrili avluyu hatırlatır. ‘İnsan’ denince… İnsan daha ilk çığlığından ‘insan’ olarak doğmaz mı zaten? Ama bunu taşıması güçtür, yalnızca bununla yetinmesi daha da güçtür.
A.’ya gelince… Kimsenin dikkatini çekmez.
Boş bir çuval gibi pencerenin önüne serilmiştir, dünyanın suratına çarptığı bütün kapıların önüne serildiği gibi. Bütün sokaklar onundur, ama o hiçbir yere gitmez. İçerideki bir şeye —belki sobaya, belki televizyona— sevdalanmışçasına… Baka baka eskittiği bir şeye… Kirli cam, varlığının görüntüsünü yansıtır. Lekeli, çok lekeli… Onun varlığı, insan üzerine uzun bir şiirdir.
Bazen, durup dururken, içinde kıymık kadar kalmış yaşam kabarır, gecemsi bir kahkahaya dönüşür. Katıla katıla güler, gülmekten yere devrilir, tekrar kalkar, bir türlü kendini tutamaz, gülmeye devam eder. Deliliğin sisli halesi, onu soğuktan, acıdan, tokatlardan korumasa da taş binanın ilk anılarından korur. Dayak yerken bile, güldüğü söylenir, sanki doğduğundan beri hiç ağlamamıştır. (Ne de olsa, hüzün herkesin sahip olamadığı bir lüks.) Dünyayı anlamaya çalışmaz —sanırım onun adına ben yelteniyorum buna. Öfkelenmez de… Pis suya atılmış bir sünger kadar içindedir dünyanın. Dünya da onun… Bakışlarının altında eskir, yıpranır, içi oyulur, saf çamura dönüşür. Hem ‘dünya’ dediğin nedir ki, camda beliren bulanık bir imgeden öte! Lekeli, çok lekeli, hiçlik üzerine uzun bir şiir. Biraz sen konuş A., gölgeni esirgeme sözden. Yeterince gölge ver ona, gölgelerin ağırlığıyla bütün gerçeği söylet.
Şimdi gülmemi erteleyip sizi taş binaya götüreceğim. Köşeyi dönünce kendinizi bir çıkmazda sanacaksınız ama yol tam merdivenlerin önünden sola kıvrılır. Bu noktada durup insanların dünyasıyla vedalaşacaksınız. Sizi buraya getiren yol, bir daha geri götürmeyecektir. İçeride gece gündüz ışık yanar, çiğ, insafsız ışığın altında her şey, herkes kendi gölgesine eşitlenir. Kısacık bir yanıt olup çıkar sorulacak bütün sorulara, birkaç cümleyle özetlenen bir yazgı. Bir itiraf. Saat başı koparılıp alınan bir itirafa dönüşür. İnsan: en eski bilmece, konuşan madde.
Bir zamanlar birini sevmiştim. Gözlerini bende bırakıp gitti. Bırakacak başka kimsesi olmadığı için. Sevmek… Yüreğin döküp saçtıklarını, bunca karanlığı eşeleye eşeleye bulduğum bir sözcük. Kimse bana ‘Herkes sevdiğini öldürür’ dememişti ki! Taş binada birlikteydik. Sesleri dinledim, dinledim, bekledim. Sıra bana geldiğinde, henüz gün doğmamıştı.
Bana inanmıyor, taş binayı benim bir düşüm sanıyorsunuz, değil mi? Ama zaten bizler, düşlerin mayasından yaratılmadık mı?

17.05.2010
Aslı Erdoğan