Maddenin Haritalarında İşleyen Şehvet

I

Böyle oldu –
    Bıçaklar yağıyor gökten
    Beden öne doğru koşuyor, ruh sürükleniyor ardından.

Böyle oldu –
    Kafatasının içinde işleyen demircilerin çekiçleri /
         Bir dilsizlik ve türlerin yok oluşu, –
         Yazmak ideolojik bir asit
         Kitaplar ise ıhlamurgiller.

II

Nerede saklayacağım henüz
ölmemiş bayramlarımı?
Nasıl özgürleştireyim dilin kafeslerinde
    feryat eden kanatlarımı? Nasıl mesken
    edineyim belleğimi? İşte belleğim, su üzerinde
    yüzen enkazdan bir körfez.

Hayır, yurdum yok benim
    Şiirin gölünde buharlaşan şu bulutlardan başka
Barınağım ol, korunağım ol ey Dâd, hey Dâd – dilim, evim
    Nazarlık olarak asıyorum seni bu zamanın boynuna ve
           patlatıyorum arzularımı senin adına
    Altar olduğun için değil, anne veya baba olduğun için değil
    Sende gülmeyi, sende ağlamayı düşlediğimden
    İçimdekileri dökmenin
    Sana yapışıp titremenin ve kanat çırpmanın hayali
    Allah’ın parmaklarından henüz çıkmış bir rüzgârın dövdüğü
           pencereler gibi, –

İşte böyle düşünüyorum senin içinde göğün ağzından inip
     yerin kadınlık organına üfürülen bir nefese,
Böyle sarıyorum seni ve diyorum ki – yeniden
     Yarın denen bedensin sen
      Tarihin zarı atılıyor bu bedenin üstünde.

Adonis
Türkçesi: Mehmet Hakkı Suçin

Aklın serin gözlemleri. Kalbin acı deyişleri.

Erkeklerimiz, genel olarak, öyle kaba saba ki, onlarla oynaşmak akıllı bir kadın için katlanılmaz bir şey olsa gerek.

*

-Kadınlar ancak tanımadıklarına âşık olurlar

*

Ne garip şey şu insan kalbi, özellikle kadın kalbi!

*

Hoşça vakit! Evet, doğrusunu isterseniz, insan ruhunun yalnızca mutluluk istediği, yüreğin birini büyük bir güçle, bir tutkuyla sevmeye ihtiyaç duyduğu dönemi atlatmışım ben. Şimdilik, bütün isteğim sevilmek, hem de az kimse tarafından: Arasıra, bir tek sürekli bağlılığın yeteceğini bile düşünmüşümdür kalbin acınacak bir alışkanlığı!

Bir nokta hep acayip görünmüştür bana: Şimdiye kadar sevdiğim hiçbir kadının esiri olmadım; tersine, onların iradeleri ve kalpleri üstünde tartışılmaz bir egemenlik kazandım, hem de hiç kendimi zorlamadan. Neden? Hiçbir zaman hiçbir şeye yeterince değer vermediğimden mi, onların beni elden kaçırmamak için durmadan korkmalarından mı? Yoksa güçlü bir organizmanın etkisi mi bu? Yoksa, kendi başına buyruk bir kadına rastlamamamdan ötürü mü?

Doğrusunu isterseniz, kendi başına buyruk kadınlardan oldum bittim hoşlanmamışımdır, alt edemem
onları; hem zaten onların alanı değil ki bu.

Evet, bir zamanlar iradesi çetin bir kadın sevmiş, asla altedememiştim onu. Düşman olarak ayrılmıştık; ona beş yıl sonra rastlamış olsaydım, başka türlü ayrılırdık belki.

*

Kadınlar! Kadınlar! Kim anlar onları ki? Gülüşleri bakışlarıyla çelişir, sözleri umut verir, kandırır, öte yandan sesleri uzaklaştırır bizi. Bir an bakarsın, en gizli sırrımızı sezmişlerdir, bir an geçmez en belirgin ipuçlarından bir şey çıkaramazlar. Şu prensesi ele alalım, mesela. Daha dün gözleri bana değdiğinde ateş gibi yanıyordu, bugünse bakışları tatsız, soğuk…

*

Vera kızararak sözünü tamamladı:
-Senin kölen olduğumu bilirsin; hiçbir zaman isteklerine karşı duramadım… Bu yüzden de cezamı
çekeceğim. Benden nasılsa bıkacaksın. Ben de onurumu koruyayım… Kendi adıma istemiyorum bunu, biliyorsun! Yalvarırım, eskisi gibi boş kuşkularla, yapmacık soğuk tavırlarla işkence etme bana. Belki de yakında öleceğim. Her geçen gün biraz daha güçsüz kaldığımı hissediyorum… Buna rağmen öbür dünyayı değil, seni düşünüyorum… Siz erkekler bir bakışın, bir el sıkışın ne tatlar verdiğini bilmezsiniz… Bense, yemin ederim, senin sesini dinlerken, öyle derin, öyle garip bir mutluluk duyuyorum ki en ateşli öpüşler bu mutluluğun yerini tutamaz.

*

Çoğu zaman kendi kendime sorarım, neden baştan çıkarmayı aklımdan bile geçirmediğim, evlenmeyi düşünmediğim bir genç kızın aşkını kazanmak için böylesine üsteliyorum? Neden bu kadınca cilveler? Vera, beni Prenses Meri’nin en çok sevebileceği erkekten fazla seviyor: Onu ele geçirilmez bir güzel olrak görseydim, belki de herhangi bir ilişki kurmanın güçlüğü bana çekici gelirdi. Gelgelelim, ortada öyle bir durum yok! Anlaşılan, benimki, gençliğimizin ilk yıllarında acıdan acıya sürükleyen, kadından kadına koşturan duraksız sevilme ihtiyacı değil. Ta ki bize katlanamayan bir kadına rastlayıncaya kadar koşarız, o zaman gerÇek bağlılık başlar; o gerçek ve sonsuz tutku; matematik deyimleriyle, bunu belli bir noktadan boşluğa indirilen bir çizgi diye adlandırabiliriz: Bu sonsuzluğun sırrı yalnız amaca ulaşmanın imkânsızlığında yatar, yani sona vardırmanın imkânsızlığında.

*

Geri dönerken, üzücü konuşmayı yenilemek istemedim, ama sorduğum sudan sorulara, yaptığım
gelişgüzel şakalara kısa karşılıklar verdi, dalgındı. Sonunda,
-Hiç sevdiniz mi? diye sordum.
Dikkatle gözlerimin içine baktı, başını iki yana salladı ve yine düşünceye daldı: Besbelli bir şey söylemek istiyor, yalnız söze nereden gireceğini kestiremiyordu. Göğsü inip inip kalkıyordu… O anda ne olsun istersiniz… Muslin elbise kolları pek korumaz insanı; bu yüzden bileğimden çıkan bir kıvılcım onun bileğini de sardı. Hemen hemen bütün tutkular böyle başlar; çoğu kere, bir kadının bizi fiziksel ya da moral özelliklerimiz yüzünden sevdiğini sanarak kendimizi büyük ölçüde aldatırız. Tabii ki onlar kutsal ateşi karşılamak için hazırlarlar yüreklerini, yumuşatırlar: Yine de, meseleyi çözümleyen ilk dokunuştur.
Gezintiden döndüğümüzde genç prenses, zoraki bir gülümsemeyle,
-Bugün çok iyiydim, değil mi? diye sordu.
Ayrıldık.
Kendinden hoşnut değil; bana soğuk davrandığından ötürü kızıyor kendine… ilk zafer, asıl zafer bu işte!
Yarın gönlümü almak isteyecek. Bunları ezbere biliyorum işin can sıkıcı yanı da bu ya.

*

Sonunda geldiler. Arabalarının sesini işittiğimde pencere kenarında oturuyordum: Yüreğim titredi… Bu da nesi? Aşık mı oldum acaba?.. Öyle budala bir yapım var ki, benden beklenir.
Öğle yemeğini onlarda yedim. Yaşlı prenses, beni tatlı tatlı süzüyor, kızının yanından da hiç ayrılmıyor.. Kötü! Öte yandan, Vera, genç prensesi kıskanıyor; işleri amma da karıştırdım! Erkeğini paylaştığı sandığı kadını çileden çıkarmak için nelere başvurmaz kadınlar? Hiç unutmam, bir keresinde, sırf başka bir kadına aşığım diye bir kadın âşık olmuştu bana. Kadın kafasından daha çelişkili bir şey yoktur; kadınları herhangi bir şeye inandırmak güçtür: Onları öyle bir noktaya getirmelisiniz ki kendi kendilerini inandırsınlar. Onların önyargılarını çürütme usulleri de çok ilginçtir: Diyalektiklerini çözebilmek için bütün mantık kurallarını altüst etmeniz gerektir. Sözgelimi, sıradan bir örnek:
Bu adam beni seviyor, ama ben evliyim: demek ki onu sevmemeliyim.
Şimdi de kadınların yöntemi:
Evli olduğum için onu sevmemeliyinı; ama o beni seviyor, demek ki…
Burada bir sürü nokta sıralanabilir, çünkü mantık durur, artık sözü geçen dildir, gözlerdir ve sonra da, eğer varsa, yürek konuşur.
Bu yazdıklarımı bir kadın görse ne olurdu? “iftira!” diye haykırırdı öfkeyle.
Şairler şiir yazalı, kadınlar da onları okuyalı beri (bunun için de kadınlara içten bir teşekkür borçluyuz) melek olarak nitelendirilmeye öylesine alıştılar ki, aynı şairlerin Neron’u bile para uğruna yarı tanrı katına çıkardıklarını unutarak büyük bir safiyetle kendileri de inandılar melekliklerine.
Kadınlardan böylesine kinle bahsetmek, benim gibi gözü dünyada onlardan başka hiçbir şey görmeyen birine düşmezdi; ben onların uğruna iç rahatlığımı, amaçlarımı, hayatımı feda etmeye hep hazırdım. Belki de bir öfke anında, gururum kırıldığı için, ancak tecrübeli gözlerin değerlendirebileceği o büyülü örtüyü çekip atmak istiyorum üstlerinden. Hayır, hayır, onlar için bütün söylediklerim şunun sonucu:
Aklın serin gözlemleri. Kalbin acı deyişleri.
Kadınlar, bütün erkeklerin kendilerini benim tanıdığım kadar iyi tanımalarını istemeliler, çünkü onlardan duyduğum korkuyu yeneli beri, onların küçük zaaflarını anlayalı beri yüz kat daha çok seviyorum onları.

*

Bazan kendimi çok küçük görüyorum… Belki de başkalarını küçümsemem bu yüzdendir. Soylu
davranışlarda bulunamıyorum. Kendi gözümde gülünç olmaktan korkuyorum. Benim yerimde başka birisi olsa genç prensese yüreğini ve servetini hemen sunuverirdi, ama “evlenme” kelimesinin benim üstümde gizemli bir etkisi var. Bir kadını ne kadar seversem seveyim, kendisiyle evlenmek zorunda olduğumu bana hissettirirse… Ne aşk kalır, ne bir şey! Yüreğim taş kesilir ve hiçbir şey onu eski sıcaklığına getiremez. Bu fedakarlığın dışında her fedakarlık istenebilir benden. Yirmi kere hayatımı ya da namusumu ortaya koyabilirim, ama özgürlüğümü asla! Neden bunca değer veriyorum ona? Bana ne iyiliği dokunuyor? Kendimi neye hazırlıyorum? Gelecekten ne bekliyorum?.. Aslında hiç. Bu benimki, içten gelen bir korku, silinmez bir önsezi.

*

Ben daha çocukken, ihtiyar bir kadın annemin falına bakmış. Benim “kötü bir evlenme sonucunda öleceğimi” söylemiş. Beni çok etkilemişti bu: Ruhumda evlenmeye karşı sonsuz bir isteksizlik  uyandı. Yine de, bir şey, falın doğru çıkacağını gösteriyor, ama ben bunun mümkün olduğu kadar gecikmesi için elimden geleni yapacağım.
*

-Vasiyetnamenizi hazırlamış mıydınız? diye sordu Werner ansızın.
-Hayır.
-Ya ölürseniz?
-Mirasçılarım kendiliklerinden ortaya çıkarlar.
-Yani, son bir veda yazısı yollamak istediğiniz bir dostunuz yok mu?
Başımı salladım.
-Yani, kendisine hatıra olarak bir şey bırakmak isteyeceğiniz tek kadın da mı yok bu dünyada?
-Size açılmamı mı isterdiniz doktor? diye sordum, insanın sevgilisinin adını anarak öldüğü ya da sevgili bir dostuna pomatlı yahut pomatsız bir tutam saç bıraktığı yılları çoktan geride bıraktım ben. Yakın bir ölüm aklıma gelince yalnız kendimi düşünüyorum: Bazıları bunu bile yapmazlar. Yarın beni unutacak, daha kötüsü, hakkımda yalanlar uyduracak dostlardan, başkalarını kucaklarken bir ölüye karşı kıskançlık uyandırmamak için arkamdan gülecek kadınlardan bana ne? Hayatın kasırgası içinden birkaç fikirle çıktım ben, duygu aramayın. Uzun süredir kalbimle değil kafamla yaşıyorum zaten. Kendi tutkularımı ve davranışlarımı dikkatle inceliyorum, ilgiyle, ama hep dışarda kalarak. Benliğimde iki kişi barınıyor: Bunlardan biri, kelimenin tam anlamıyla yaşıyor, öbürü ise
onu yargılıyor. Birinci, belki de bir saate kadar sizden ve dünyadan ayrılacak, ötekiyse… Öteki ne
olacak?…

*

Uşağım, Werner’in geldiğini söyledi, iki tane not uzattı bana: Biri Werner’den, öteki… Vera’dan.
Birinciyi açtım; şöyle diyordu:
“Her şey mümkün olduğu kadar iyi halledildi: Parçalanmış ceset getirildi; kurşun, göğüsten çıkarıldı. Herkes bu ölümün bir kaza sonucu olduğuna inanıyor; yalnız bölge kumandanı kavganızı duymuş olacak ki başını salladı, ama bir şey demedi. Aleyhinize hiçbir delil yok; rahat uyuyabilirsiniz… Becerebilirsiniz… Hoşça kalın.”
Uzun bir süre ikinci notu okuyamadım… Vera ne söyleyebilirdi bana?… içimde kötü bir önsezi vardı. îşte, her kelimesi aklıma bir bir kazılan mektubu:
“Birbirimizi bir daha hiç görmeyeceğimize kesinlikle inanarak yazıyorum sana. Yıllarca önce senden ayrılırken yine aynı şeyi düşünmüştüm; ama kader beni ikinci bir kere denemek istedi. Bu sınavı başarıyla atlatamadım: Zayıf yüreğim alıştığı sese boyun eğdi yine. Beni bu yüzden küçümsemezsin, değil mi? Bu mektup hem bir ayrılış mektubu olacak hem bir açıklama: Seni seveliberi içimde biriken şeyleri açıklamak zorundayım gibi geliyor. Seni suçlayacak değilim hangi erkek olsa böyle davranırdı; sen, beni kendi malın olarak, sevinçlerinin, tedirginliğinin, üzüntülerinin, durmadan değişen bu duyguların kaynağı olarak gördün; bunlarsız hayat sıkıcı ve tekdüze olurdu. Bunu ta baştan beri biliyordum; ama mutsuzdum, ben de bir gün davranışımı değerlendirirsin umuduyla, şartlara göre değişmeyen sevecenliğimi anlarsın umuduyla kendimi feda ettim. O zamandan bu yana çok vakit geçti. Senin ruhunun bütün gizli kapaklı yanlarını kavradım… ve anladım ki umudum boşunaymış. Çok buruldum tabii! Ama aşkım, yüreğimle öylesine birleşmişti ki, o da karardı, ama sönmedi.
Bir daha karşılaşmamacasına ayrılıyoruz; senden başka kimseyi sevmeyeceğimi bilmelisin: Ruhun olanca hazinesini, gözyaşlarını ve umutlarını senin uğrunda tüketti. Seni bir kere sevmiş olan kadın, başka erkekleri küçümsemeden.edemez, onlardan daha iyisin diye değil, yok canım! Ama senin yaradılışında kendine özgü bir şey var, gururlu, esrarlı bir şey. Ne söylersen söyle, altedilmez bir güç var sesinde. Hiç kimse senin gibi durmamacasına sevilmek isteyemez: Kimsede kötülük bunca çekici değildir; kimsenin bakışı böylesi bir mutluluk vaat edemez, kimse üstünlüğünden bu derece ustalıkla yararlanamaz, üstelik kimse gerçekten senin kadar mutsuz olamaz, çünkü kendini aksine inandırmaya bu kadar çaba göstermemiştir.
Şimdi, buradan alelacele gidişimin nedenlerini anlatacağım: Senin için önemsiz şeyler, çünkü yalnız beni ilgilendiriyor.
Bu sabah, kocam odama geldi ve Gruşnitski’yle tartışmanızı anlattı. Herhalde yüzüm çok bozulmuş olacak; çünkü uzun uzun beni inceledi. Bugün dövüşeceğini ve buna benim sebep olduğumu düşündükçe az kalsın bayılacaktım; delireceğimi bile sandım… Ama şimdi mantığım çalıştığı için sağ kalacağından eminim: Bensiz ölmen imkânsız bir şey, imkânsız! Kocam, uzun süre odada dolaştı durdu. Bana ne söylediğini bilmiyorum, ne karşılık verdiğimi hatırlamıyorum şimdi… Yalnız seni sevdiğimi söyledim. Bir de şunu hatırlıyorum: Konuşmamızın sonuna doğru bana feci bir hakaret ederek odadan çıktı. Arabanın hazırlanması için emir verdiğini duydum… Uç saattir pencerenin başında senin dönmeni bekliyorum…
Biliyorum hayattasın, ölemezsin sen!… Araba neredeyse hazır… Allahaısmarladık… Bittim ben, ama ne zararı var? Beni hep hatırlayacağını, seveceğini demiyorum, yalnız hatırlayacağını bir bilsem…
Allahaısmarladık… Biri geliyor… Bu mektubu saklamam gerek…
Meri’yi sevmiyorsun, değil mi? Onunla evlenmeyeceksin? Bak, benim için bu fedakârlığı göze almalısın: Senin uğrunda her şeyimi kaybettim…”

Zamanımızın Bir Kahramanı
Lermontov

Han-ı Yağma

Bu sofracık, efendiler – ki iltikama muntazır
Huzurunuzda titriyor – şu milletin hayâtıdır;
Şu milletin ki mustarip, şu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır…

Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştiha sizin.
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler!  Pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
Yiyin, yemezseniz bugün; yarın kalır mı kim bilir?
Şu nâdi-i niâm, bakın kudûmunuzla müftehir!
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir…

Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı zi-safa sizin.
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!

Bütün bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta; say:
Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray.
Bütün sizin, efendiler; konak, saray, gelin, alay
Bütün sizin, bütün sizin; hazır hazır, kolay kolay…

Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştiha sizin.
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar.
Gurur-ı ihtişâmı var, sürûr-ı intikamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte âb u tab umar.
Sizin şu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar…

Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı can-feza sizin.
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayâlini,
Bütün ferağ-ı hâlini, olanca şevk-i bâlini.
Hemen yutun düşünmeyin; haramını, helâlini…

Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı iştiha sizin.
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mi’deler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın; kapış kapış, çanak çanak…

Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı pür-neva sizin.
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!

Tevfik Fikret

Mut

– Bir ikindi vakti, başımı omzuna dayayıp uyumak isterdim, dedi kadın.
– Ya bir daha uyanmazsan, dedi adam.
– İşte mutluluk bu olsa gerek, dedi kadın.

Ferit Edgü

Yanlış Parantez

suyu çekilmiş bir ırmağın
içli bir türküsüdür bizimki
bir ırmak ki
yediyi yetmişi savuran
bir ırmak ki
ürkek tayları yağız atları şahlandıran
bütün sapaklarından
kösnül kokular gelen
garip bir devrandır dönüyor işte
dönüyor değirmenler dönüyor eflâk
çocuklar ki
anlaşılmaz bir şaşkınlık içinde
uzanıyorlar evrene
hep korku hep endişe
soruyorlar nerde harita ve pusula
çocuklar zamansız açılmış parantez içinde

ne desem
toprağın katmanlarından büngüldüyor kirli ark
ne desem
çatlamış bir kere kâdim fanus

Mehmet Gemci

Arcadia

Bana yaşatma tekrar
mahşer günü utancını Allah’ım
kendimle yüzleştirerek.

Artık aya bakmayacağım
yıldıza yakarmayacağım.

Aşkın ne olduğunu biliyorum artık
diri diri gömülmek istemiyorum.

Şurada yalnızca şiirimi yazayım
ölüm çobanların mutlu ülkesi
Arcadia’da bile egemen.

Aynaya bakınca hapsolduğum
mutluluğu görüyorum.
Bana mutluluğun aranacağını
hep aranacağını söylüyor gözlerim.

Acılar dolu kalbimden korkmuyorum
kendimden öğreneceklerimden.
Acı artık varlığıyla güzel
söyleyecek sözlerim gizli artık.

Beni yaratan sensen sevgili yokedecek misin yeniden?
Acı üstün geldi de yaşadım varlığımı.

Sami Baydar

Göl

Yeşil köşelerim olacak benim de
Çılgınca sevişmelerim

Güzel ayakların sessizliğin derinliğinde
Ve ben bir gölüm hatırladın mı?

Bu avucumdaki iz silinecek
Çünkü geri getirmedi
Loş uçurumlar
Sulara birdenbire bire saplanan kayalıklar
Simsiyah çamlar
İster uzak ister yakın olsun
Bir kalbin dostça açılmalarından

Ey güzel yürek
Batan günün sararttığı manzaralar
Fosforlu bir maviydi rüyalarım
Yeşil yapraklar ve dallar
Yalnız senin için çarpışıyorlar artık.

Sami Baydar

Yangın Yeri

   “-Mutluyuz di mi Sadık?”
“-Mutluyuz abi.”
“Kirazın kilosu yedi lira olmuş; niye âşık olayım abi!”

Sana koynumun bir yangın yeri olduğunu
Kollarımla bu harı durmadan soluduğumu
Sana hep o haberi bekleyip durduğumu
Söylemeseler de sen bu yağmurdan anlarsın

Sana eskiden güzel akşamlar çizerdim
Topukların soğuk taşları güldürür derdim
Sana uzaktan da olsa bakmaları severdim
Bilmesen de sen bu rüzgârdan kanarsın

Sana şimdilerde kırka bölündüm desem
Her köşede bir uzvumla seni beklesem
Sana tehirden yorulmuş saçlarımla gelsem
Görmesen de sen bu kalbi duyarsın

Sana herhangi bir durmak fiilinden
Sonsuz titremelerin doğup büyüdüğünden
Sana gövdemin şu çürüyen demirinden
Pas döksem de sen bu ateşi tutarsın

Sana yangın yerlerinden bir tütün
Sarıp sarmalayıp da avuttuğum gün
Sana her defasında çarpıp döndüğün
Bent olsam da sen bu duvarı yıkarsın

İdris Ekinci

Aşkının şehidi ve müptelası olan Mela’ya bir an olsun görün

Tatlı dilli sultanım hayırlı sabahlar sana
Ruhum ve canımsın, feda olsun bu can sana
Hayret içreyim güzelliğinin ve tatlı sıfatlarının karşısında
Ruhum ve canımsın, en tatlı şeker ve nebat tatsız kalır yanında

Hayatım ve rahatım olan sultanım hayırlı sabahlar sana
Gel ey gözümün aydınlığı seyredeyim selvi boyunu senin

Hayırlı sabahlar sana ey kadehi elinde sekranım benim
Mey düşkünü, mahmurum, son ereğim, maksudum benim
Dokuzuncu semaya çıkarsalar da beni, maksum sensin benim
İstemem gayrını, siyah yay kaşlarınla sen yetersin bana

Ey zülfünün tutsağı olduğum sultanım hayırlı sabahlar sana
Gel ey gözümün aydınlığı seyredeyim selvi boyunu senin
Özgür olmak isterim zülüflerle kaküllerinin tuzağından
Siyah gözlerinle beyaz kolların eritti beni bir mumu gibi
Dilim aşkından tutuktur şimdi eriyen bir mumum sanki
İçince hilale döndüm öten tuti kuşundan ne farkım var ki

Ey bülbülle hem feryat olduğum sultanım hayırlı sabahlar sana
Gel ey gözümün aydınlığı seyredeyim selvi boyunu senin

Gece gündüz bülbülleyim açmamış gül dalında
Yaktın beni cehennem ateşinde ay yüzlüm güneşim benim
Uzağım şimdi sevgiliden son kez görmüştüm onu surlar üstünde
Yarı nur şeklinde parlamıştı Sina dağının Eymen vadisinde

Aşkının şehidi ve müptelası olan Mela’ya bir an olsun görün
Ölmesini istemiyorsan bir kez olsun acı da yüzünü göster ona
Kılıç ve hançer darbelerine hedef seçtiğin hayranlarının
Siyah yılanların soktuğu aşk hastalarının mesihisin sen

Seyrine hayran olduğum sultanım hayırlı sabahlar sana
Gel ey gözümün aydınlığı seyredeyim selvi boyunu senin

Melayê Cizîrî

Sözleri Bastıran Yağmurun Söylediğidir

1.
Geceler geçti yalnız geçitlerden
Yalnız köprülerden bir titreme ve
Çiğ bırakarak kasımpatılar
Zambaklar üstüne

Nice çitlerden sıçrayıp ve nice
Gök ağlaması dağ yamaçlarından
Körpe sineleri oraya sığdırmayan
Hayın güllerden geçtim ve
Taşı çatlatan zehrini içtim yüzlerin

Nice kusurlar biledim ve heybemde
Şunca günah sırtımla uslanmadı
Düş kırıkları avuçlarımda ve insana
Bir şeyim kalmadı
Çok düştü yüzüstü bu çocuk, bu çocuk
Üveyiklerle kurşuni, çitlembikle
Nasıl küçük yemişlerde saklanmasını bildi

Sonra sana geldim bir kasabada
Kadim bir mabet bahçesinde beliren yüzün
Karda, ulu kabirler çevresinde
Gülü temizleyen ellere vurulmam böyle başladı
Yanağa bir ırmak gibi uzanan dudaklarda
Bir dua gibi duran seni seviyorum hali
Nasıl bir yağmurdu ki o Galata’da
Her hatırlayışta yeniden ıslatıyor ellerimi

Yalnız koridorlarında yürürken ben
Acı kıvrımlarında atın lirik bir baş çevirişi
Elimde bir elin uyuştuğu çizgilerden
Kelebek desenleri ararken bulduğum
O yakılmış ahşap ev figürü
Ve sen mutena bir bahçe bulmuştun
Bir köşen bütün bir bulantıdayken
Cinnette nice bir yarılma sesi buldun sadrında
Ben türküye bir dudak eksiği ve sen
İnşirah ezberi yapan bir kızsın karda!

Ara nağme:

Emel çiçeği var idi deyip anlatır sûfî
Tanırmış keşfiyle sinedekini
Ve belli edermiş yanan bir kırmızıyla iyiyi
Mat bir renkle kötüyü
Neçe zaman geçmiş böyle / günah sevap arasında
Bir bahar- gecikmiş bir bahar sonu- az önce
Erguvan görmüş bir bülbül
Bir vecd gibi yaklaşmış çiçeğin yanına
Sözü sükuta sarmış sükutu sözle peyleyerek söylemiş
Bir suzidil miymiş bu ses yoksa ateş mi
Neden sonra çiçekte bir gök gürlemesi, öksürük
Yedi rengi bir nefes gibi alıp vermiş
Karar kılamamış hiçbirinde mor ve mavi ve sonunda
Açtığı çiçeği bir avuç gibi kapatmış aşk ile
Bülbül sözlerini de saklamış oraya / aşk ile kesilmiş sonra
Sır gibi bir siyaha!

Mevlevinin kapanması bundan ve bundan açılması
İnse bir hata payı bu yüzden
Onca saat beklemeleri sızlanmadan bir erkeğin
Ve kızın boynuna istediği gerdanlığı
İştiyaklı kollara değişmesi bundan
Uzaklık ölçüsü birimi diye niteliyor randevuyu adam
Bu yüzden sözlerini değil sadece dudaklarını hatırlıyor

Ve sen bütün bunlardan ötürü
Gülü aşk ile açtın ki yeniden
Kanadını ve sözünü bülbül
Aşk ile kapattı.

2.

Telaşlı bir yağmur yağacak az sonra
Telaşlı birkaç adım saçak altlarına
Bir göğüs tükenmemek kaygısıyla
Öbür göğsün soluğunu kollayacak
Hep telaşla olacak bunlar,
Titrek dudaklardan fısıldanan bir isim
Okunmaz bir anlam bırakacak kızın yüzüne

Teslim olanın terk edene kıyası nedir
Diye bir soru çengeli asıldı bugün
Üst geçitte telaşla karşıya geçerken
Çığlıkla kanıma saplanan kornayı
Cildimden sıyırmaya azmettiğim sırada
Hangisi bileği dağ ile oranlar
Gidenin hatırası kalanın kollaması
Hatıra mı atın sırtına yakışır çarpıntılı anları mı insanların
İnlemeler kalplerin sağır odacıklarında…
Eyvah tasını nasıl da parçalar
İştahlı dudaklardan yayılan
Bin fersah koşacaksın fısıldaması

Nişan yüzüğü sağ elimin orda
Bir metafizik iması yapar gibi duruyor
İşte ne vakit Edebali’ye uğrayıp kız evine niyazlarla girdim
Nazlarla direnci kırdım
Gökyüzü, yağmura her hazırlandığında
Zarif bir tekne gibi suya itilen ruhumla
Cinlerin ipini dolaştırdım kendi başlarına
O vakit, yazmaya cüret etti Cahit bey
Hrant Dink’in cesedini örten gazetenin üstüne
Kırgın bir kasideyi
Ve dahi ilahi söyleyen kızlar, elif cüzleriyle
Generallerin göz zevkini bozdular
Çitlembik yerken söylediğimiz ezgiler
Çocuklukta çünkü sahihliğin darası
Bu yüzden zor gelir her müezzin oğluna
Nişan takınca ilahiye nişan alınması

Yükseltin tavan kirişini ustalar
Böyle derdi gökten sakınır gibi yürüdüğü zamanlar
Darlanan gönlüme teyelli imiş de
Meğer geldiğim yerde imiş aradığım hazine

Yıldızlı şapkalar çiçeklerin sayısını geçtiğinde
Fabrika bacaları ve gökdelenler köknar boylarından yukarı
Rüzgâr sesi ve ‘seni seviyorum’u bastıran
Araba kornaları arasında
Pimlerin sayıları çekilen evrattan fazlaydı
Kullanma kılavuzu okumaya alışmış bir yüz
Okumak istiyordu denize nasıl bakılacağını da
Parmağıma takılan yüzük narin tenime uyuştuğunda
Şehit cenazelerinde artan alkış sesleri
Güvercin parlamalarını bastırınca
Gözlerindeki yalan görünmesin diye siyah gözlüklerle
Cenazelere katılanlar
Ben göçmen kıza talip olduğumda nasıl da artmıştı

Bütün bunlardan ve şarkıları ürküten huylardan
Nasıl korurum kendimi diye sordum kendime
Aşktı çıkış yolu, yapraktı, yağmura yakalanmaktı
Ve kor, şemsiye yakan ellerle taşınacaktı
İki parmağı buluşturan kurdele öylece durdu bir süre
Yatsı ezanı başlayınca göçmen evinde
Makas hürmetle durdu ve o duruş
Bir vakar olarak alnıma yazıldı
O duruşla seni sevdim,
Üzerine kar yağan o meşhur fotoğrafı var ya Aliya’nın
Elleri duada, şehit Boşnaklar mezarlığında
Onurlu bir yüzü vardı, ağlamasını bastıran
Aramızda sevinen melekleri gördün mü
Benim parmağımdan senin parmağına
Bir yağmur damlası gibi akan
Nergis kokusu taşıyan melekleri onlardı
Belki acım biraz diner, türkümü başlatırım
Türküm bütün hokkabazların bozar ellerindeki sihri
Bir gül gibi açar içime baktığında sen
Senin örtünle saklanırım başkalarının örtülerinden

Said Yavuz