Kuşlu Gazel

Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım
Sana bir sevinçlik menevişli kuş yolladım

Son kuşlarımdı bunlar, dedim telef olmasın
Geçti artık göğsümde kuş barınmaz anladım

Esti rüzgâr bozuk bozuk, örselendi yüreğim
Eksik gedik nem varsa ezberden tamamladım

Bende sönen şavkıması sürsün diye yaşamın
Bu kuşları senin için gözlerimde sakladım

Kim sürmüş Altıok Metin dünyanın sefasını
Kirletilmiş bir zamanı yürürken adım adım

Metin Altıok

Vay Kurban

Dağlarının, dağlarının ardı,
Nazlıdır.
Uçurum kıyısında incecik bir yol
Gider dolana – dolana,
Bir hastan vardır, umutsuz,
Belki Ayşe, belki Elif
Endamı kuytuda başak,
Memesinin, memesinin altında,
Bir sancı,
Bir hayın bıçak…

Ölüm bu,
Fıkara ölümü
Geldim, geliyorum demez.
Ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü,
Ya da seher, mahmurlukta,
Bakarsın, olmuş olacak.
Bir hastan vardı umutsuz,
Hasreti uykularda,
Hasreti soğuk sularda.
Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,
İki mavi, kocaman korku çiçeği,
Açar, derin kuyularda…

Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.
Hiç akıl edip de düşünen var mı?
Gün kimin hesabına tutar akşamı,
Rahmetinden kim demlenir bulutun,
Hayırlı evlat makina
Nasıl canavar kesilir.
Kurdun, karıncanın rızkını veren
Toprak nasıl ayartılır,
Yüz vermez topal öküze,
Ve almaz koynuna kara sabanı.

Sepetçioğlu’m kömür işçisidir,
Mavzer değil, kürek tutar Urfalı Nazif
Mal, haraç – mezattır,
Can, pazar – pazar.
Kırmızı, ak ve esmer,
Yumuşak ve sert buğdaları
Yaratan ellerin sahibidir bu,
Kör boğaz, nafaka uğruna,
Haldan düşmüş, tebdil gezer…

Dağlarının, dağlarının ardı
Nasıl anlatsam…
Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.
Çırılçıplak,
Vay kurban…
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”
Yiğitlik, sen cehennem olsan bile
Fedayı kabul etmektir,
Cennet yapabilmek için seni,
Yoksul ve namuslu halka.
Bu’dur ol hikayet,
Ol kara sevda.

Seni sevmek,
Felsefedir kusursuz.
İmandır, korkunç sabırlı.
İp’in, kurşun’un rağmına,
Yürür pervasız ve güzel.
Sıradağları devirir,
Akan suları çevirir,
Alır yetimin hakkını,
Buyurur, kitabınca…

Gün ola, devran döne, umut yetişe,
Dağlarının, dağlarının ardında,
Değil öyle yoksulluklar, hasretler,
Bir tek başak tanesi bile dargın kalmayacaktır,
Bir tek zeytin dalı bile yalnız…
Sıkıysa yağmasın yağmur,
Sıkıysa uyanmasın dağ.
Bu yürek, ne güne vurur…
Kaçar damarlarından karanlık,
Kaçar, bir daha dönemez,
Sunar koynunda yatandan,
Hem de mutlulukla sunar
Beynimizin ışığında yeraltı.

Her mevsim daha genç, daha verimli,
Sunar, pırıl – pırıl, sebil,
Ömrünün en güzel aşk hasadını,
Elimizin hünerinde yeryüzü.
Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar,
Bir’e on, bir’e yüz’le akşama gebe
Şafakla doğan işgücü.
Yalanım yok, sözüm erkek sözüdür,
Ol kitapta böyle yazılıdır,
Ol sevda, böyledir çünkü…

Ahmed Arif

Safir Dilek

Ey dilek koşulu aşkın; beyaz gül ve incelen oklar. Bir güz
ağacı gövdesinde kapalı gerçekleşmenin kaynağı . Güneşe
uyarlanamıyor dilek. Güz, kırmızı gülün düşmanı, el alıyor
donuk karadan kalın oklara karşı. Barışsızlık sürüyor.
Bu çılgın eğlentinin karşıtı bir yürek hangi kuşun sesinde dinlensin?
Yinelenen bırakılmalarda ararken serin tınısını el, bir sınırı hatırlıyor, sonsuz !

Ey, olmayan bir yalımı bekleyen devinim, susuyor öteye
varolurken kıydığı çığlıklarını. Durum diyor bu üstelemenin sarı uzantısı, yaratının ürkünç arılığı ve donuk izleği yaşamanın… Nasıl geceler eli açıklığında üzüm tanelerinin sesine tanıklık kaçınılmazsa, öyle yükselen servilerle göğe daha yakın olmak. Mavinin doruğunda diz çöküşü biricik varlığın, öyle süren aşk çok katlı bir çiçeğin yalnızlığı kadar, bir safir alana doğrulan çocuksu dilegelişte; karanlık dinletiden uzak şiirin açılabileceği öte uzam!

Nilgün Marmara

Bir Adın Yolculuktu

1

Kavaklık neresiydi, İthaka neresi
Belki Kırkayak bahçesinden başlamıştı yolculuğun senin
Belki Nurgana’dan
Başpınar’da konaklar mıydı Odysseus
Penelope kurar mıydı tezgâhını Kayacık’ta
Troya neresiydi
Agamemnon
Bir dağ-yüreğinin sesiydi

Meyan şerbetçileri dolduruyor sokakları
Sebil sarıp sarmalıyor ikindiyi
Alçalan güneşin altında Kyklops
Birecik yolunu gösteriyor tek gözüyle
Dağ yeli, dağın yüreği, söyle
Kimdi Odysseus
Antep’e gelenlerin delisi miydi

2

Berberlerin artık yorulma saatinde
Düşlerin bitip bitip başladığı bu saatte
Eşekleriyle yola koyuluyor pazarcılar
Bu adam Mazmahor’a yakın oturur
Bir adı İbrahim’dir, bir adı başka
Turuncu güvercinler yetiştirmeyi koymuş aklına
Güneş doğdu muydu üzülür
Olmayan kılıcını takıp beline
Hüyüklerde bir Aias aranmaya başlar hemen
O gelen kim
Sorma bana
Adını hiç söylemez
Sirenlerin diliyle konuşur sadece

Şu gelen Humanızlıdır
Güvercin değil, evler büyütür içinde
Boş vakitlerinde taş yontar
Öyle bir sur yapacak
Öyle bir kale kuracak ki günün birinde
Tahta atlar değil, uçan atlar bile giremeyecek
Gümbür gümbür yalnızlığına Hektor’un

Berideki ise leblebi satar
Akhilleus’n düşlerine mi özenir kalburu başında
Yoksa Patroklos’un ölümüne mi
Kendisi bile bilmez bunu
Kafası karıştı mıydı
Alır bir avuç leblebisinden
Alleben’de rakı içmeye gider

3

Neresiydi İthaka
Ne işi vardı burada Odysseus’un
Yılanların uykusunda ne işi vardıSığırcıkların akşamında
Kanatlı kısrakların uçuştukları gecede
Sabahın sessiz patlayışında ne işi vardı

Hep bunu soruyor, bunu konuşuyordun

4

Yolculuğun nereden başlamıştı senin Antepli
Bir yolculuğun Davut’un demirci dükkânından
Bir yolculuğun Şükrü’nün götürdüğü bayram yerinden
Bir yolculuğun Mehmet Efendi’nin Camlı Kahve’sinden
Bir yolculuğun Nakıp Ali’nin sinemasından
Bir çok yolculuğun Nakıp Ali’nin sinemasından
Bir yolculuğun Arasa’daki isimsiz kebapçıdan
Bir yolculuğun Uzunçarşı’daki buzlanmış tuluklardan
Bir yolculuğun Kalealtı’ndaki boya kokularından
Bir yolculuğun Dunlop Garajı’ndaki dokuma tezgâhlarından
Bir başka yolculuğun
Narlı’daki sivrisinek uykularından başlamıştı senin

Narlı neresiydi, İthaka neresi
İthaka neresiydi, Troya neresiydi
İstanbul neresiydi Ulukışla’dan sonra

Kayacık’ta mekik atarken Penelope
Düşünüyordu:
İstanbul
Uslu bir çocuğun sesiydi

5

Günlerden, güneşlerden, karanlıklardan geçtin

Dehlizlerden, akrep sırtlarından geçtin

Karpuzatan’dan, Dülük Baba’dan ve her gün Saburcu’ndan

Hacivat oynatanların şarkısından

Kaçakçıların saatinden, Çukurbostan’da bekçi düdüklerinden

Her gün en az bir kere geceden geçtin

Bir adın yolculuktu, bir adın başka

Şafak sökerken Zeus
Hemingway’in öykülerini bırakıyordu senin sunağına

Tarancı, Necatigil, Ziya Osman Saba
Kitapçı dükkânını taşıyordu Arif Güzel’in
Yılanın su içtiği pınar başına

Lady Macbeth’i savuruyordu düşlerine uyku

Kimbilir nereden başlatmıştın yolculuğunu
Sait Faik’den mi, O’Henry’den mi, Çehov’dan mı
Su almak için indiğin istasyon
Bozkırında mıydı Gorki’nin, Konya ovasında mı

Vagon penceresinden arılar giriyordu
Gümüş örümceklerle savaşarak

Günlerden geçiyordun, gecelerden
Troya’da arıyordun Antep’te yitirdiğin dizeleri
Eliot koşuyordu yardımına, Pound, Jacob, Frost,
Dıranas, Nâzım, Dağlarca,
Caldwell, Steinbeck, Istrati, Poe, Kafka, Silone,
Bruegel, Dufy, Picasso, Degas, Vlaminck,
Alberti,
Andrade,
Lorca.

Bu arada adını soruyordu koridordaki saraç.

Bir adın yolculuktu, bir adın sevda.

6

Çocukların artık yorulma saatinde
Güneşin batıp batıp doğdurğu bu saatte
Yola koyulan pazarcılar oldun
Tahta bir iskemleye oturup kahveleri dolaşyın
Hermes’in sandalları bile gerekmiyordu sana
Haritalarını çizmek için Olympos’un, Gâvur Dağı’nın

Surlar yaptın
Leblebi sattın kendine

Narlı, Haydarpaşa, Waterloo, Gare du Nord, Termini
Bütün istasyonlarına uğradın dünyanın
Her yere biletini her yerden aldın

7

Kavaklık neresiydi, İthaka neresi
Kimdi Odysseus
Antep’ten gidenlerin delisi miydi

Ülkü Tamer

Alaşım

Baksan
Ben geldim sanki
Yaz ustalarına kış resmi.

Duysan
Bilmediğin bir sevgiyle mi seveceklerdi seni
Sen
Taşlıklarda sızlanan yaşlık
Sonbaharla kapanan kapılarda
Unutulmuş ürpertiler gibisin
Toplarsın dalıp dalıp gitmelerini bir daha
Soğuk kış filelerinden ılık kış gazozlarına
Su geçirmez gölgeleri tepelerin.

Ben uzakları iyi bilen bir adamın yakın elleriyim
Çürük bir elmanın pembemsi gerinişinde
Hiçbir göğün gelip gelip götüremediği
Çünkü her şey beyaz bir örtüde görünürde
Bembeyaz bir örtüde birkaç çilek lekesi gibi
Dinliyor musun
Dinlemesen de
olunca birdenbire oluyor bu
Bütün yıllar bütünleşiyor içimde
Birleşip bütünleşiyorlar
Anımsayamıyorum tek tek hiçbirini
Zaten
Duymuyorum böyle bir gereksinmeyi de
Bir alaşım halinde olup bitenleri
Acılar, ölümler ve bütün sevgisizlikler
Ve ödetilmesi bütün bunların
Sana söylüyorum ey gereksiz kış vakti
Boynumsa bu benim nerdeyse nerde.

Bir yalnızlık üç diş ediyor dudaklarıma değdiği yerde
Dudaklarım ki kuru
Sakallarımsa hırçın
Portakallar soğuk, lokantalar gösterişsiz
Ve orda burda buruk buruk duran birinin
Gövdesinden
Bu kış öğlesinin ayrıntılı içeriğinde
Uzakları iyi bilen bir adamın elleriyim.

Kızgın bir sarmaşık gibi
Dolaysız ve anlaşılan
Özlemli ve sevgili
Ey toprağın güneşi, toprağın ıslak güneşi
Döndürdükçe sen başımı böyle
Takılıp kalıyor öyleyse neden
Gözlerim biliyor musun
Parıltısıyla
Bir bıçaktan hıncını alana kadar.

Yalnızsam böyle yalnızım bana çok azı kaldı
Çevirip göğsüme çoktan
Yalan mı yitirdiğim işaret parmağımı.

Edip Cansever

Sığda

Sokağı beğendim mi bir bakıp pencereden
Çıkıp gitmek olmalı özelliğim bu benim
Senin durman, küçük sevinçleri yaşadığımızın
Ey yağmur, ey sevdiğim

Durgunsa kahvelerin masalarında hava
Kuşsuz kalmışsa ağzım gözlerim gülmemekten
Dostumdan, gökyüzüne sürmeye kuş isterim

Uzaktan en uygun ballı yemişleriyle
Tutup ötmeye ceylan, barınmaya kulübe
Küçük şeyler ormanına bir güven bir güven
Böyle yanılma hiç görmedim.

Ürküt kara martılarını kıyımızın
Yankılan, mutlu kayığımı sığdan kurtar
Ey ses, ey yakın geçmişe ağzımla verdiğim.

Gülten Akın

Kitapçılar biner biner kapanıyor !

Korsan yayınlar, ekonomik kriz, okuma alışkanlığının hızla azalması ve ücretsiz ders kitabı dağıtımı gibi nedenler yüzünden binlerce kitapçı kapanmak zorunda kaldı.

Bilgi Yayınevi sahibi Ahmet Küflü Türkiye’deki kitapçı sayısının 300’e düştüğünü açıkladı. Küflü, “Eskiden nahiyelerde bile kitapçılar varken bugün sadece büyükşehirlerde kitapçı açılıyor. Korsan yayıncılık kitapçıları bitirdi” dedi. Türkiye Yayıncılar Birliği Sekreteri Metin Celal de “Sektör her sene küçülüyor, kitapçıların rekabet yapmaya gücü kalmadı. Büyük marketler bile taksitle kitap satmaya başladı” diye konuştu. Yayıncılar kitapçılarda yaşanan krizi NTVMSNBC’ye değerlendirdi.

Ahmet Küflü (Bilgi Yayınevi Sahibi) SAYILARI 300’E DÜŞTÜ Türkiye’de kitapçı sayısı 300’e kadar düştü. Kitapçılar artık sadece büyükşehirlerde varlığını sürdürüyor ama her büyükşehirde değil. Örneğin Gaziantep ekonomisi büyük bir şehirdir ama kitapçı yok! Eskiden Iğdır’da da vardı, şimdi yok. Nahiyelerde, ilçelerde vardı… Eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun memleketi olduğu için söylüyorum, Bozüyük’te vardı şimdi orada da yok.

KORSANLAR BANA TEŞEKKÜR ETTİ Korsanların artması kitapçıları bitirdi. Şöyle söyleyeyim: “Şu Çılgın Türkler” kitabından 1 milyon adet sattık, korsanı 4 milyon adet… Korsanlar bana telefon açtılar, “Ahmet ağabey çok teşekkür ederiz, 2 senedir bu kitap sayesinde geçiniyoruz” dediler!

KİTAP OKUMUYORUZ, PARA DA AYIRAMIYORUZ Şu gerçeği kabul edelim, uluslararası endekslerde kitap okuma alışkanlığında Türkiye son sıralardaki ülkelerden biri, kaç defa yayınlandı. Kitap okuma oranımız çok düşük. Kitaba para ayırmakta büyük sorun bütçeler kıt, gelirler az, milli gelir düşük. Korsan kitapların bu kadar büyümesinin bir nedeni de budur.

ALIYORLAR, BAKIYORLAR VE BIRAKIYORLAR Kitap üzerinde hassasiyetle durulması gerekiyor. İletişim organları değişti şimdi bilgisayar, internet var ama okumak başka şey. İnsanların okuduğunu da sanmıyorum. Kitap alıyorlar ama bakılıyor sadece. Son yıllarda edebiyatımız da Orhan Kemal, Kemal Tahir, Sait Faikler yetişmiyor. Şair olarak da gelmiyor…

Metin Celal (Türkiye Yayıncılar Birliği Genel Sekreteri)
ÜCRETSİZ DERS KİTABI DAĞITIMI ETKİLİ OLDU 
Son 5-6 yıldır Milli Eğitim Bakanlığı’nın ücretsiz ders kitabı dağıtmaya başlamasıyla birlikte binlerce kitapçının kapandığını biliyoruz. Bu kitapçıların hepsi roman gibi kültür kitabı satmıyor. Kültür kitabı satanların sayısı 400-500’e kadar düşmüş olabilir. Kitapçılar rekabet edemiyor. Artık büyük marketlerde bile taksitle kitap satılıyor. Ekonomik krizde etkiliyor. Sektör her sene küçülüyor. İnternetten kitap satışının çok etkili olduğunu düşünmüyorum. İnternetten daha çok kendi bölgesindeki kitapçıda aradığı kitaba ulaşamayanlar almayı tercih ediyor.

Yavuz Tekçe (Kitapçılar Derneği Başkanı)
BU MESLEK DE BİTECEK 
Bizim elimizdeki verilere göre derneğimize üye 1083 kitapçı var. Kitap sektöründe son altı senedir çok ciddi bir sıkıntı var. Kitap ve kırtasiye birbirine karıştı. Kültür kitapları satan kitapçılarımız çok azaldı. Üyelerimiz yaşıyor ama kitap ve kırtasiye karışmış yanına cd koymuş yani meslek mesleklikten çıkmış. Mesleğin yürüyebilmesi için korsan kitapla etkili bir mücadele yürütülmeli. Kitap fiyatları da pahalı. Herkes kitapçı açabiliyor ama bunun bir kriteri olması lazım. Bende bu işi götürebildiğim kadar götüreceğim ama çocuklarımı kitapçı yapmayacağım. Bu meslek de bitecek. Artık büyük yayınevleri kendi kitapevlerini kuruyor. Bizim gibi küçük kitapçılar ayakta kalamayacak. Bizde artık 1 liraya boyama kitabı satmaya çalışacağız.

GÖKSEL DURUTUNA
ntvmsnbc

Kitap hırsızlığının kısa tarihi

Bay Lee

İnsanlar, hayatın anlamını sorgularken bazı aşırı ve abuk subuk şeyler de yapıyor. Mesela tam 800 bilim, tarih ve şiir kitabı çalan Nanjingli Çinli gibi. Bay Lee adıyla tanınan hırsız “Hayatın anlamını kavramakta zorluk çekiyordum. Cevabı bu kitapları okuyarak bulacağımı umuyordum,” dedi. Kitapları toplam altı haftalık bir süre zarfında yürüten Lee, yerel kitabevinin raflarını genellikle haftada dört kez tarıyormuş. Okuduğu kitapları satarak elinden çıkaran Lee, binlerce sayfayı hatmettikten sonra kitap çalmanın hoş bir eylem olmadığını öğrenmiş olmalı.

Romm Çetesi

Scorsese filmlerindeki suç örgütlerini çağrıştıran grup 1930’larda faaliyet gösteren kitap hırsızlarından oluşuyordu. Çete üyeleri kütüphane raflarından çaldıkları koleksiyon ürünü kitapları New York’ta yüksek fiyatlara satıyordu. Saygın antika eser satıcısı Charles Romm’un bu kitapsever haydutlarla karanlık bağları vardı. Romm Çetesi’nin çaldığı en nadir kitaplardan biri, Edgar Allan Poe’nun “Al Aaraaf, Tamerlane and Minor Poems” adlı yapıtının herkesin peşinde koştuğu bir kopyasıydı. Kütüphaneler hırsızlıklara önlem olarak önemli kitapları raflarından indirdi, güvenlik önlemlerini artırdı ve kitaplara yok edilmesi zor ayırıcı işaretler koymaya başladı. En sonunda olayın sorumluluğunu devralan New York Halk Kütüphanesi’nin özel detektifi G. William Bergquist hırsızları adalet önüne çıkarmayı başardı. Romm Çetesi’yle ilgili daha geniş bilgiye ihtiyaç duyanlar Travis McDade’in “Thieves of Book Row: New York’s Most Notorious Rare Book Ring and the Man Who Stopped It” adlı kitabına başvurabilir.

Lambeth soyguncuları

1610 yılında kurulan Lambeth Sarayı Kütüphanesi, Canterbury Başpiskoposlarının tarihi kütüphanesi ve arşiv bürosu olmasının yanı sıra İngiltere Kilisesi’nin belgesel tarihinin belleği olarak da bilinir. Kütüphane ayrıca sarsıcı bir kitap hırsızlığı olayına da sahne olmuştur. Aralarında 1500’lü yıllara ait nadir bir Fransızca metnin de bulunduğu—kitabın bütün dünyada günümüze kadar ulaşan altı-yedi kopyasından biri—yaklaşık bin 400 kitap kütüphaneden çalınmıştı. 1970’lerden bu yana hırsızlıklardan haberdar olan kütüphaneciler sadece 90 kitabın çalındığını düşünüyordu, ancak 2011’de şaşırtıcı gerçeği fark ettiler. Kitaplar Londra’da bir evin tavanarasında gizleniyordu. Artık hayatta olmayan hırsız—kütüphaneyle bağlantısı olan biri—herşeyi itiraf etmişti. Lambeth halen kitapları eski hallerine döndürmekle uğraşıyor.

Stephen Blumberg

Blumberg, tarihin belki de en ünlü bibliyomanı. Dayanılmaz bir kitap çalma ve istifleme dürtüsüyle boğuşan Blumberg toplamda 5,3 milyon dolar değere sahip 23 bin 600 kitap çaldı. Akıl hastalığı sorunları bulunan hırsız kitapları yok olmaktan kurtardığını düşünüyordu ciddi ciddi. Para kazanma amacıyla sık sık antika eşyalar çalmasına karşın kitaplarını hiç satmadı. Suçları nedeniyle hapse atılmasına rağmen 1990’larda salıverildikten sonra da eski numaralarını çevirmeye devam etti. Blumberg’in hırsızlık kariyeri boyunca çaldığı en nadir parçalar arasında Harriet Beecher Stowe’un “Tom Amca’nın Kulübesi” (Uncle Tom’s Cabin) ve Zamorano Seksen listesine—California tarihiyle ilgili kitapların ilk baskılarını içeren bir liste—ait kitaplar bulunuyor.

Farhad Hakimzadeh

Kitapların sayfalarını çalmak en az kitapların kendilerini çalmak kadar kötü bir şeydir. Hakimzadeh, İngiliz Kütüphanesi’ni sayfa sayfa soyuyordu. Servet sahibi bir işadamı, akademisyen, yayımlanmış kitabı bulunan bir yazar ve nadir kitap koleksiyoncusu olarak tarif edilse de deneyim, bilgi ve statüsü onu kütüphanin en nadir metinlerine (toplamda yaklaşık 150 kitap) neşter vurmaktan alıkoymuyordu. Hakimzadeh’in evinde 45 bin dolarlık bir harita ve 16 yüzyıla tarihlenen birkaç kitap bulundu. Kitapları neden parçaladığını kimse açıklayamasa da hırsız göründüğü kadarıyla Avrupalı seyyahların Mezopotamya, İran ve Moğol İmparatorluğu boyunca yaptığı yolculukların izini sürmeye çalışıyordu.

John Charles Gilkey
Bu adam, kitapları gereğinden fazla sevmek diye bir şey olduğunun kanıtı. Gilkey çalıntı kredi kartları ve karşılıksız çekler kullanarak ele geçirdiği kitaplar ve elyazmalarından 200 bin dolar kazandı. San Francisco’da Saks Fifth Avenue’da bir işyerinde çalışan Gilkey kendisine yeni bir kimlik—zengin, kültürlü ve ince zevk sahibi—oluşturmaya çalışırken Nabokov, Mark Twain ve diğer ünlü yazarların çalıntı ilk kopyalarını bu fantazisini beslemek üzere kullanıyordu. Gazeteci Allison Hoover Bartlett, Gilkey’in hikayesini “The Man Who Loved Books Too Much: The True Story of a Thief, a Detective, and a World of Literary Obsession” adlı kitabında yazdı.

Raymond Scott

Scott, kitap hırsızlarının playboyuydu. Yakınlarda hayatını kaybeden bu antika eser satıcısı çalıntı eser bulundurması—Shakespeare’nin oyunlarının ilk toplu basımı “First Folio”nun bir kopyası—nedeniyle hapse mahkum edildi. Yazarın ölümünden birkaç yıl sonra basılan kitabın bütün dünyada sadece 250 kopyası kalmıştı. Scott, First Folio’yu Küba’da gece kulübünde dansçı olarak çalışan kız arkadaşının bir yakın arkadaşı vasıtasıyla bulduğu gibi tuhaf bir hikâye uydurdu. Sürdüğü renkli hayat da dikkatlerin Scott’un işlediği suçlardan uzaklaşmasını sağlayamadı. Tutuklandığında şunları söyledi polislere: “Bir alkoliğim ve her gün kaliteli iki şişe şampanya içmem gerekiyor, ama sadece akşam altıdan sonra. Umarım karakolda şampanyanız vardır.” Mahkemeye Che Guevara gibi giyinerek katılıyor, sarı bir Ferrari kullanıyor çevresindekilere papyon ve pasta dağıtıyordu. Scott hapse atıldıktan sonra bile “First Folio”yı çaldığını inkar etse de biyograficisiyle yaptığı söyleşi sırasında bir tür itirafta bulunmuştu:

“Kitap bir banka kasasında saklanmıyordu—bir rafta tutuluyor ve sevgiyle korunuyordu. Sonra belki malum şahıs kitaba âşık oldu ve değerlendirmenin zamanı olduğunu düşündü. Belki bu kişi günlerini kuzu gibi geçirmektense bir gün aslanlar gibi yaşamak istiyordu. Hayatı Havana, Londra ve Paris’te doyasıya yaşamak. Bunu para olmaksızın, çok miktarda para olmaksızın yaşayamazsınız. Tabii ki bir peri masalından başka bir şey değil bu.”

Scott, Mart 2012’de, sekiz yıllık hapishane cezasının ikinci yılında İngiltere’deki Northumberland hapishanesindeki hücresinde ölü olarak bulundu.

William Jacques

“Tome Raider,” (Kitap Yağmacısı) lakaplı Jacques, İngiliz kütüphanelerinden toplam değeri 150 milyon doları aşan miktarda kitap çaldı. Dünyanın en prestijli müzayedeevlerini oyuna getirerek Thomas Paine, Galileo ve Robert Boyle’un eserlerinin çalıntı kopyalarını satmayı başardı. İlk hapis cezasını çektikten sonra kılık değiştirip takma isim kullanarak Charles Darwin ve Edward Lear’ın yapıtlarını çaldı. Kitapları araştırma amaçlı olarak kullandığını iddia ediyordu. Aralarında 19’uncu yüzyılda yaşayan Belçikalı yazar Ambroise Verschaffelt’in “Nouvelle Iconographie des Camellias”ının üç cildinin de bulunduğu birkaç kitap hiçbir zaman bulunamadı.

David Slade

Antika meraklıları için en büyük ihanet içlerinden birinin bir nadir kitaplar koleksiyonunu kâr hırsı uğruna talan etmesidir. David Slade adlı bir İngiliz kitap satıcısı Sir Evelyn de Rothschild’in aile kütüphanesinden 68 kitap çaldı. Koleksiyonu kataloglamak yerine zulasına atıyor ve müzayedelerde satıyordu. Slade, hırsızlıkları için borçlarını gerekçe gösterdi. Rothschild’in raflarından yürüttüğü nadir kitaplar arasında Louis Dupré, Chaucer ve T. E. Lawrence’ın yapıtları da vardı.

Helen Schlie

Emekli kitabevi sahibi Helen Schlie, Mormon Kitabı’nın (The Book Of Mormon) ilk baskısına sahip olmaktan gurur duyuyor. Kitabın 1830’da basılan 200 kopyadan biri olduğu düşünülüyor. Mormonlar Schlie’yi ve kitabı görmek, ona dokunmak ya da birlikte fotoğraf çektirmek için kitabevini ziyaret ediyor. Tahmini değerinin 100 bin dolar olduğu düşünülen kitap Schlie’nin dükkanında kilitli olmayan bir dolaptan çalındı. Schlie kitap kaybolduğunda üzülmüş, ama tanıdığı birinin kitabın sayfalarını satmaya çalıştığını öğrenince daha da üzülmüş. İşlediği suç nedeniyle hapis cezasına mahkum edilen Jay Michael Linford, daha önce Schlie’nin şiirlerinden oluşan bir kitap yayımlamış.

Elois Pichler

İlahiyatçı ve kütüphaneci Dr. Elois Pichler, St. Petersburg’da çalıştığı Rusya İmparatorluk Halk Kütüphanesi’nden kitap çalmak için özel bir palto diktirmişti. 1871’de nihayet yakayı ele verdiğinde çoğu nadir olmak üzere 4 bin kitap çaldığı tahmin ediliyordu. Pichler, kitapları astarına özel bir kesenin dikili olduğu paltonun içine tıkıştırıyordu. Yüzkarası kütüphaneci Sibirya’da sürgüne mahkum edildi—umarız paltolu ve kitapsız olarak.

Guglielmo Libri Carucci dalla Sommaja

İtalyan kont ve matematikçi Fransa’da kütüphaneler müfettişliği görevine getirilmişti, ancak güçlü mevkiini kütüphaneleri korumak yerine onlardan kitap çalmak için kullandı. Kont, beraberinde 30 bin nadir kitap ve elyazmasının bulunduğu 18 sandıkla İngiltere’ye kaçmaya kalkıştı. Çaldığı kitaplardan bazıları hiç bulunamasa da bir belge 150 yıl sonra yeniden su yüzüne çıktı. Fransız filozof René Descartes’ın 1641 tarihli mektubu, ABD’nin Haverford Üniversitesi kütüphanesinde bulunmasının ardından 2010’da Fransa’ya iade edildi. Eski bir mezunun dul eşi tarafından okula bağışlanan belgenin ünlü Libri olayıyla bağlantısı Hollanda Utrecht Üniversitesi’nden bir felsefeci tarafından internette tesadüfen ortaya çıkartılmıştı.

Bab-ı Ali’de Yayınevleri

19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi Babıâli, aynı zamanda Türk basınının da merkezi ve kalbidir. Divanyolu üzerindeki Sultan Mahmut Türbesi’nden başlayıp Sirkeci meydanına kadar kavisli bir şekilde inen bu cadde, bir orta noktada kırılır. Bu orta nokta Babıâli denilen, yani Osmanlı sadrazamlarının konağı, yönetim yeri olan, aynı zamanda da Paşakapısı denilen, valilik binasını orta merkez olarak alır. Sultan Mahmut Türbesi’nden, yani Divanyolu’ndan, köşeden başlayıp valiliğin uç noktasına, yani köşe noktasına kadar olan kısma eskiden Mahmudiye Caddesi adı verilmekte, valilikten aşağı ve Sirkeci’ye kadar olan kısmına da Babıâli denmektedir. Fakat bu iş 1934 yılında değişir. Osman Nuri Ergin yeni sokakların isimlendirilmesi ile ilgili görevlendirildikten sonra Sirkeci’den valiliğe kadar olan bölüme Ankara Caddesi, valilikten sonra Sultan Mahmut Türbesi, yani Divanyolu’nun başlangıç kısmına kadar olan yere de Babıâli Caddesi adını verir. Bu isimlendirmeye çok sinirlenen Reşat Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisi’nin “Ankara Caddesi” maddesinde bunu sert bir dille, ağırca eleştirir.
19. yüzyılın sonundan, 1870’lerden itibaren bu caddede kitapçılar yer almaya başlar. Yüzyıl sonlarında bu kitapçılar önemlerini ve sayılarını çoğaltarak caddenin Türk basın yayın dünyasının en önemli merkezi haline gelmesini sağlarlar. 19. yüzyıl sonundan 20. yüzyılın sonuna kadar kitabevleri, matbaalar, gazete idarehaneleri, mücellitler, kırtasiyeciler, klişeciler velhasıl Babıâli Türk basınının kalbi olur. Reşet Ekrem Koçu “Büyük şehrin, dolayısıyla Türkiye’nin  fikir ve sanat merkez meşheri, İstanbul basının beşiği, bir politika kanalı, alimler, mütefekirler, müellifler, muharrirler, artisler güzergâhıdır. İstanbul’un büyük kitapçıları, en büyük kırtasiye mağazaları, mücellitleri, klişe atölyeleri, ilanat büro ve şirketleri, gazete ve mecmua bayileri, birkaç büyük matbaa, gazete ve mecmua idarehaneleri, bu caddenin iki kenarı boyunca sıralanmıştır” diye tanımlar Ankara Caddesi’ni. Gerçekten de bu bölgedeki kahvehaneler, berber dükkânları bile edebiyatla, siyasetle iç içedir. Nitekim İttihatçıların anılarından Sirkeci’deki berberde buluştukları, bazı hükümete yönelik işlerin oralarda fısıltılar halinde konuşulduğu bilinir. Yine burada ünlü Meserret Kıraathanesi’nde bir sürü insan hem Jön Türk neşriyatını el altından birbirlerine devreder, bir yandan da yine siyaset konuşurlar. Babıâli böyle hem siyasetle, hem yayın dünyası ile iç içe yaşayan bir mekândır.
Babıâli’nin ayrıntılı bir tarihi yazılamamıştır. Nitekim Türk basınının eskilerinden ve Babıâli’yi en iyi bilenlerden Münir Süleyman Çapanoğlu da “Basın tarihimiz yazılamamıştır” der ve Ahmet Rasim’in Vakit’te, Akşam’da ve bazı dergilerde, Ahmet Cevdet’in İkdam’da, Abdurrahman Adil’in İkdam ve Alemdar’da, Azim’de ve birkaç dergide yayımlanan basın tahine ait yazıları, hatıraları Arap harfleri ile çıkan gazete ve mecmuaların sütunlarında gömülü kaldığını, arada bir yeni harflerle çıkmış olan çıkan hatıralar ve notların da basın tarihini yazacaklar için kâfi olmadığını, eski Babıâli’yi bilenlere hatıraları yazdırmak, not almak, üstatların yazılarını gazetelerden dergilerden çıkarıp ayıklamak, yayımlamak gerektiğini ekler. Bu yazının yer aldığı kitabın yayımlandığı 1962 yılında hakikaten de çok sayıda yayıncı, gazeteci, eski kütüphane sahibi, eski kitabevi sahibi hayattadır.
Babıâli üzerine irili ufaklı çalışma yapanların başında Ahmet Rasim ve Ahmet Mithat Efendi gelir. Selim Nusret Gerçek, Server İskit, Münir Süleyman Çapanoğlu, Reşit Halit Gönenç, Orhan Koloğlu, Alpay Kabacalı, Ali Birinci, Nuri Akbayar, Yahya Erdem, Lütfü Seymen, Başak Ocak, Cem Atabeyoğlu, Cüneyt Okay, Naşit Baylav, Arslan Kaynardağ gibi araştırmacı ya da edebiyatçı, gazeteciler Babıâli ile ilgili çeşitli yayınlarda bulunmuşlardır. Fakat bu çalışmaların tümünü kapsayan topluca bir çalışma yoktur.
Babıâli kitapçıların yerleşmeye başladığı 1880’lerden günümüze, 1980’li yıllara kadar burada açılıp kapanmış yayınevlerinin, kitabevlerinin derli toplu tarihçelerine, kurucularının kimler olduğuna, aile bağları ve akrabalık derecelerine, ne zaman kapandıklarına, hangi zamanlarda ticari anlamda darboğazdan geçtiklerine dair hemen hemen hiçbir şey bulunmamaktadır. Bunlar sadece kıyıda köşede kalmış, notlar halinde, cımbızla toplanabilecek nitelikte belgelerde yer alır.
Babıâli Caddesi’nin 19. yüzyıldaki durumu hakkında Ahmet Rasim ve Ahmet Mithat Efendi çok güzel bilgiler sunarlar. gibi kitabı var. Kültür Bakanlığı tarafından yeni harflerle yayımlanan Muharrir, Şair ve Edip adlı kitapta çok ilginç bilgiler yer alır. Yine Ahmet Mithat Efendi’nin yazmış olduğu birkaç romanda hem Cağaloğlu’nun hem İstanbul’un diğer semtleri ile ilgili olarak çok güzel tasvirlere rastlanır. Bu kaynaklardan Babıâli Caddesi’nin açılışının 1865 yılında Hoca Paşa yangını sonrasına dayandığı anlaşılır. Islahat-ı Turuk komisyonu bazı binaları, evleri yıkarak caddeyi genişletir ve Babıâli Caddesi bu şekilde oluşur. İlk Babıâli kitapçısı hakkında Ahmet Rasim Vakit gazetesinde “Matbaa Tarihinden Bir Nokta” başlıklı bir makale yayımlar. Ahmet Rasim Efendi bir gün Babıâli’de otururken, Asır Kütüphanesi’nden Kirkor Faik Efendi’yle bir söyleşi yaparlar. Bunun üzerine Ahmet Rasim bize şu bilgileri aktarır: Babıâli’de ilk kitapçı dükkânı Toros isimli birine aittir. Dükkân, İkdam gazetesinin çıktığı İkdam Han’dadır. Ahmet İhsan Tokgöz ise Matbuat Hatıralarım adlı kitabında Mülkiye Mektebi’nde dersleri takip ederken, eski Babıâli yokuşunun matbuat hayatı ile son derece alakadar olduğunu, caddede Esat Efendi Kütüphanesi adlı tek bir Türk dükkânı bulunduğunu, sahibinin de hâkimlikte bulunmuş ulemadan olup Abdülhamid döneminde ara verdiği faaliyetine hürriyetin ilanıyla geri döndüğünü ve bu esnada Basiretçi Ali Efendi ile birleştiğini anlatır. Fakat her ikisinin de ömürleri vefa etmediğini, Esat Efendi kütüphanesi dışındaki kitapçıların da Ermeniler olduklarını ekler. Ahmet İhsan’ın bahsettiği Esat Efendi’nin bulunduğu tarihte Aleksan, Kaspar, Kirkor, Ohannes Efendiler kitapçılığa başlamış durumda gözüküyorlar. Bu bahsedilen tarih ise 1881 ile 1887 arasında bir yıl olmalıdır; çünkü Ahmet İhsan Bey Mülkiye Mektebi’nde 1881-1887 arasında okur. Dolayısıyla Babıâli’de ilk kitapçılık yapan kişi meselesi bu anılardan da pek ortaya çıkmamaktadır. Bir de bizim halen bildiğimiz saatli maarif takvimlerini yayımlamakta olan Maarif Kütüphanesi’nin sahibi Naci Kasım Bey’in babası Hacı Kasım Efendi’nin ilk Türk kitapçısı olmak gibi bir iddiası vardır. Çünkü bu bey 1862 yılında İran’ın Hoy kentinden İstanbul’a gelip hemen kitapçılığa başlar, fakat kitapçılığa başladığı mekân Babıâli’de değil, Beyazıt’ta Hakkaklar Çarşısı’ndadır. Daha sonra oğlu Naci Kasım Babıâli’de Maarif Kütüphanesi’ni kurar. Hüseyin Tutya da Yeni Şark Kütüphanesi’ni kurup 1970’li yıllara kadar Babıâli’de kitapçılık yapar. 1881 tarihli Annuaire Oriental’de İbrahim Hazım diye bir isme rastlanır. İbrahim Hazım Babıâli Caddesi 26 numarada, onun dışında Avedis Papazyan Babıâli Caddesi 18 numarada, Arekel Tozluyan Babıâli Caddesi 46 numarada görülür.
Bütün bu belgelerden ve notlardan çıkardığımız sonuca göre, Babıâli’deki ilk kitapçı bence Arakel Tozluyan Efendi’dir. Arakel Tozluyan Efendi 1875 yılında İstanbul’da Babıâli’de dükkânını açar ve çalışmalarını uzun zaman sürdürür. İşin başında daha yaptığı çok büyük bir hizmet, 1301 yılında (1884) yılında Matbaa-i Ebuziya’da Arakel Kütüphanesi kataloğunu bastırmış olmasıdır ki bu benim tespitlerime göre ilk ticari kitapçı kataloğudur. Babıâli kitapçılığının modern kitapçılık anlamında ve sahaflıktan ayrılan bütün ilk müteşebbisleri Ermenilerdir. Daha çok tömbekici, tütüncü dükkânlarında, kahvehanelerde, bir miktar Beyazıt’ta Sahaflar’daki dükkânlarda satılmakta olan matbaa baskısı kitaplar ancak bu ilk dönem Ermeni kitapçılar sayesinde modern anlamda bir ticari meta olarak karşımıza çıkar, vitrine çıkar, alınır satılır hale gelirler.
Bu Ermeni kitapçılarının çoğu gazete müvezziliğinden, gazete dağıtıcılığından gelmektedir. Eskiden çoğunlukla gazeteler sokaklarda, meydanlarda müvezziler aracılığıyla satılmakta, dağıtılmaktaydı, o yüzden bu müvezziler de çok önemliydi. Bu müvezziler aynı zamanda bu kitabevlerinde kitapçı oldukları zaman, gazetelerde abone ederek ya da posta yoluyla da bazı insanlara göndermek aracılığıyla gazeteciliğin gelişmesine hizmette bulunurlar.
İkinci bir grup olarak İran kökenli diye addettiğimiz Azeriler de Babıâli’de epey bir yer teşkil ederler. Maarif, Yeni Şark, Cemiyet gibi büyük yayınlar, büyük işler yapmış, yayın alanında isim olmuş bazı kitabevleri ve yayıncılar da Azeri kökenli, Acem denilen insanlardandır. İbrahim Hilmi Çığıraçan hakkında ciddi bir araştırma yapan Başak Ocak’ın tespitine göre Ermeni kitapçılar bilimsel ve edebi kitaplar ile okul kitapları piyasasını, İranlı kitapçılar da halk, medrese kitapları piyasasını ellerinde bulundurmaktadırlar. Bir de 1870’li yıllardan itibaren Beyazıt’ta, Hakkaklar Çarşısı’nda, Sahaflar Çarşısı’nda dükkân açan bazı kimselerin de daha sonra bu dükkânları kapatıp Babıâli’ye doğru kaydığını tespit ediyoruz ki, kitapçılık ağırlık merkezinin giderek Babıâli’ye doğru kaydığının bir göstergesidir bu.
1890’lardan başlayarak, 1900’lü yıllara doğru, yani Babıâli’de Ermeni ve İran kökenli kitapçıların ticari faaliyette bulunması sırasında birtakım Türk kitapçılar, müteşebbisler de bu faaliyetlere katılırlar. Bunların en başında yine Ahmed İhsan gelir. Servet-i Fünun mecmuasının sahibi ve yayımcısı olan Ahmed İhsan 1890 yılında bir arkadaşı ile birlikte Alem matbaasını satın alır ve yayıncılık işine başlar. Yine Hüseyin Kitapçı Babıâli’de önce İran kökenli bir kitapçı olan Şems Kütüphanesi’nde belli bir müddet çıraklık yapar, daha sonra kendisi Beyazıt’ta Zafer adıyla bir dükkân açar. Ardından o dükkânı kapatıp yeni köprünün başındaki dükkânlardan birini tutarak orayı İkbal Kütüphanesi yapar. Hatta bir ara bir İtalyan gemisi köprüdeki o dükkânların olduğu yere çarpar ve bütün kitaplar Haliç’te yüzmeye başlarlar. Bu tehlikelerden sonra Babıâli’nin üst tarafında bir dükkân kiralar ve yine 1970’li yıllara kadar kitapçılık faaliyetini sürdürür İkbal Kütüphanesi. 1896’da Tüccarzade İbrahim Hilmi Bey bir kütüphane açar. İlk ismi Kitaphane-i İslam ve Askeri olan bu dükkânda önce daha çok askerlere yönelik, İslami bazı eğitici kitaplar yayımlanır. Daha sonra adı Hilmi Kitabevi’ne çevrilir ve kitabevi, sahibinin ölüm yılı olan  1963’e kadar faaliyette Babıâli’de bulunur. Özellikle meşhur Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bütün eserlerinin tek yayıncısı konumundadır. 1962 yılında hastalıklı bir haldeyken bile bazı yazarlara, edebiyatçılara mektuplar yazarak onlarla yayın anlaşması imzalamak isteyen, bu işe gönül vermiş bir kişidir İbrahim Hilmi Çığıraçan.
İmparatorluğun sonundan Cumhuriyet’e doğru Babıâli’deki Türk kitapçıların sayısı hızla artar, bu arada Ermeni kitapçıların azaldığı görülür. Bir kısmının yokluğu hem yaşlılıktan hem de genç yaşta ölümlerden kaynaklanır, bir kısmı ise tam çözemediğimiz bir şekilde kitapçılığı bırakıp başka mesleklere döner. Bunlardan Kaspar Efendi kitapçılığı belli bir süre yaptıktan sonra, Bağlarbaşı’nda bir bakkal dükkânı açar ve burayı işletirken ölür. Bir de istisnai durum vardır: Suhulet Kütüphanesi ve Matbaası sahibinin Osmanlı’daki ismi Leon Lütfi olup daha sonra Müslüman olarak Semih Lütfi adını alır. Hanımı ve ailesi ise hayatlarına Ermeni olarak devam ederler. Semih Lütfi Kütüphanesi’nin kapanış tarihi 1980’li yıllardır, Semih Lütfi ise 1940’lı yıllarda ölür. Karısı, yani Aznif Hanım ise 1980’li yıllara kadar yayın yapmadan o kitapevini, sadece eski bastıkları kitapları satarak devam ettirir. Ben öğrenciyken Aznif Hanım Sirkeci’de kütüphanesinin içerisinde karanlık, tozlu bir kasanın başında oturur, sıradan verirdi satıştaki kitapları. Eğer bozuksa arkadaki kitaptan vermez, kovardı. Ölümünden sonra, bina çok değerli olduğu için kitaplar kimsenin gözünde değildi. Kitapları önce Kuleli’ye yolladılar, garnizonlara, çünkü depolarında dağıtılamamış, satılmamış on binlerce kitap vardı. Bunların Kuleli Askeri Lisesi vasıtasıyla bütün garnizonlara dağıtılması için bir teklifte bulunuldu. Askerler bir kısmını aldı götürdü. Daha sonra binanın bir an önce boşaltılması gerektiği için bu kez Edebiyat Fakültesi’ne haber verildi; onlar da bir müddet, bir miktar seçip götürdüler. Edebiyat Fakültesi’nde kütüphanenin 2-3 gün boyunca kapısının açılacağı ve kitapların istenildiği kadar alınabileceği şeklinde bir şaiya çıktı; gerçekten de içeri girip, istediğiniz kadar kitabı torbaya doldurup götürebiliyordunuz. Böylelikle kitaplar dağılabildiği kadar dağıldı, dağılamayanlar da maalesef kâğıtçıya, hurdacıya gitti.
Babıâli yayıncılığının en zor dönemi bana göre 1928 yılıdır, çünkü 1928 yılının sonlarında ünlü harf devrimi dolayısıyla Babıâli’de bulunan bütün yayınevlerinin sermayeleri bir anda sıfıra inmiş olur. Depolarda binlerce eski yazı kitap vardı, bunların bir kısmı mektep kitapları, bir kısmı eğitime yönelik kitaplardır. Bunlar bir anda kullanılamaz, okutulamaz ve satılamaz hale gelir. Dolayısıyla 1982’deki bu sıkıntılı dönemde pek çok kitapçı, yayınevi maalesef kendini kurtaramamıştır. Fakat 1920’li yıllarda daha henüz yayıncılığa girmiş kitapçılar zarar görmemiştir, çünkü depolarındaki kitaplar eski harfli değildir. Bu durumu devlet birtakım önlemlerle düzeltmeye çalışır. 1928’de Latin alfabesi ile öğrenim yapılacak mektep kitaplarının basılması için bazı kitapçılara haklar tanınır. Fakat bu yine de kitapçıların zararlarını maalesef karşılayamaz. Dolayısıyla 1928’den sonra uzun zaman kitapçılarla devlet arasında birebir maddi anlamda bir alışveriş olur. Hatta maddi kayıpları o kadar fazladır ki 1932 yılında Ahmet Halit Kitaphanesi, Hilmi Kitaphanesi, Kanaat Kitaphanesi, ortak bir imza ile Türk Kitapçılığının Bugünkü Vaziyeti ve İstikbali başlıklı bir ortak rapor kaleme alarak kendilerince birtakım durum değerlendirmeleri yapar ve sorunlara bazı çözümler önerirler.
1880’li yıllardan 1940’lı yıllara kadar Babıâli’de dükkân açmış kişilerin, müesseselerin isimlerini ve dükkân numaralarını tespit edebildiğimiz en büyük kaynak Annuaire Oriental dediğimiz şark ticaret yıllıklarıdır. 1881’den 85’e kadar 3 kişinin adı geçer, daha sonra 1889 yılında 10 kitapçıya çıkar Babıâli’deki kitapçılar. Hemen hemen tamamı Ermenidir. 1889’da Artin Asaduryan, Biberciyan, Ohannes Ferit, Aleksan Kocabıyıkyan, Avedis Şamgoçyan, Kaspar Kayseryan, Kirkor Kayseryan, Karabet Keşişyan, H. Michel Arekel Tozluyan olarak aynı aynı kadro hemen hemen devam eder. 1896 yılında bunlardan farklı olarak Hüseyin Efendi ve İbrahim Hilmi Tüccarzade karşımıza çıkar. 1901’de Rauf Bey diye bir isimle karşılaşırız. Onun dışında bütün kadro aynıdır. Bu arada 1901’de Tefeyyüz diye bir isme rastlarız ki bu 1896 yılında Garabet Keşişyan’ın ölümünden sonra dükkânın devralınıp isim değişikliği yaşamasına dayanır. Tefeyyüz Kitaphanesi 1970’li yıllara kadar Babıâli Caddesi’nde faaliyette bulunur. 1913 yılında yine birtakım yeni isimler bu kitapçılara eklenir.
Sözünü ettiğimiz kitabevlerinin bazılarının tarihçelerine baktığımızda, örneğin Ahmet Halit Yaşaroğlu 1918 yılında Babıâli’ye gelir ve Talebe Defteri İdarehanesi adıyla bir idarehane açar ve Halit Fahri Ozansoy, Şükûfe Nihal, Orhan Seyfi Orhon gibi edebiyatçıların ilk şiir kitaplarını basar. Bir diğer adı da Halk Kütüphanesi’dir. Ve 1920’de mütareke yıllarında kapanır. Ahmet Halit Bey 1920’den 28’e kadar bir yandan da hocalık yapar ve 1928 yılında sadece Şişli Terakki Lisesi’ndeki tarih hocalığına devam eder, onun dışında resmi vazifeden ayrılır ve vefat ettiği 1951 yılına kadar kitabevinde bizzat çalışır. Hanımı da öğretmen ve yazardır; hatta Naime Halit alfabesi diye çok özel bir alfabe yayınlarlar. Latin alfabesini öğreten bu alfabe çok tutulur. 1951’den 1973 yılına kadar da Ahmet Halit Yaşaroğlu’nun Ayhan ve Yıldız Yaşaroğlu adlarındaki iki oğlu 1973 yılına kadar kitabevini sürdürürler.
Meşhur Arakel Efendi 1876’da Babıâli 46 numarada dükkânını açar ve bilhassa Ahmet Rasim, Halit Ziya gibi Osmanlı dönemi Türk edebiyatçılarının çok önemli eserlerini yayımlar. Muallim Naci ile birlikte Talim-i Kıraat ve Mekteb-i Edep diye okul kitapları hazırlar ki bunlar çok tutulup belki 100 kadar baskı yapar. Arakel Efendi 1912 yılında ölünce oğlu Leon Efendi bir müddet işi sürdürür, ama 1914 yılında kitabevi kapanır. 
Yine Babıâli’de Cemiyet Kütüphanesi Hacı Kasım Efendi’nin oğulları tarafından kurulup daha çok popüler, folklorik, polisiye-roman, biraz müstehcen yayın, hikâyeler basar. Daha sonra her iki kardeş ayrı kitabevleri kurarak Cemiyet Kütüphanesi yayınlarına son verirler. 
Gayret Kütüphanesi Kirkor Faik’in Asır Kütüphanesi’nde tezgâhtar olduğu dönemde, yanında yetiştirdiği Garbis Balamutoğlu adında birinin kurduğu bir kitabevidir. Garbis Balamutoğlu’nun kardeşi Misak Balamutoğlu da Zaman Kitaphanesi’ni kurar ve 1970’li yıllara kadar İstanbul’da kitapçılık yapar. Zaman Kitaphanesi 1930’lu yıllarda Osmanlı kıyafetleri ile ilgili Avrupa’da basılmış kitapları burada özel klişeciler sayesinde Türkçe’ye çevirttirip basar.
Hâlâ faaliyette olan İnkılap Kitabevi’nin kurucusu Garbis Fikri Bey de Kayserili bir Ermenidir. 1907’de Kayseri’de doğar ve Kumkapı’ya yerleşir. 1930 yılında Gedik Paşa Ortaokulu’ndan mezun olur. 1930 yılında bir arkadaşı ile birlikte Cumhuriyet kütüphanesi adıyla bir kitaphane açar, fakat kütüphaneyi 1932 yılında arkadaşına bırakır ve Ankara Caddesi’nde 157 numarada İnkılap Kitabevi’ni açar, 1932-54 arasında burada faaliyette bulunur. Daha sonra 1962 yılında Aka Eren diye bir yayıncıyla birleşir, İnkılap ve Aka Kitabevleri adını alır. Ağırlıklı olarak ders kitapları yayımlarlar. 1971 yılında Garbis Fikri Bey ölür, 1984 yılında Aka Kitabevi ile ayrılırlar ve İnkılap Kitabevi hâlâ bildiğiniz gibi yayınını sürdürmektedir. Nazar Fikri Bey, Garbis Bey’in oğlu işin başındadır ve 3. kuşak Arman Fikri Bey halen bu dede müessesesini sürdürmektedir.
Yine eskilerden ve önemli kitabevlerinden Kanaat Kitabevi’nin kurucusu İlyas Bayar, bir Musevidir. 1898 yılında Babıâli’de bu dükkânı açar; oğlu Aslan Bayar’ın ölümüyle 1994 yılında Kanaat Kitabevi tasfiye edilir ve kapanır. Maarif Kütüphanesi 1895’te kurulur. İlk yeri Hakkaklar Çarşısı’dır, daha sonra Babıâli’ye geçer ve hepimizin bildiği ünlü saatli maarif takvimlerini çıkartır; şu an halen Babıâli’de faaliyette olan belki de tek kitabevidir. Remzi Kitabevi 1926 yılında Beyazıt’ta Ümit Kütüphanesi adı altında kurulur ve burada ilk defa Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler isimli kitabı ile Rudolph Valentino’nun Aşk Maceraları isimli kitapları basılır eski harflerle. Daha sonra 1930 yılında Babıâli’ye geçer, orada da Nazım Hikmet’in Sesini Kaybeden Şehir isimli eserini basar ilk kez. Bu eser çok büyük yankı uyandırır.
Babıâli’de bir yeni kitapçı 1935 yılında Zekeriya Sertel’in kardeşi Kenan Yusuf Sertel tarafından kurulur. Kenan Yusuf Sertel aslında tahmin olunacağı üzere daha çok sol yayınlar yapar, fakat çok fazla siyasi fikri olan biri değil, aslında tüccardır. Nazım Hikmet’in, Sabiha Sertel’in bazı kitaplarını bastıktan sonra, Nazım Hikmet’in tutuklanması, propaganda adına sorgulamaların başlaması üzerine 1938 yılında dükkânını Nail Çakırhan’a devreder ve İzmir’de tütün tüccarlığına başlar. Nail Çakırhan ise 1-2 sene orayı idare eder ve o da bir başka gazeteciye, Mithat Sertoğlu’na kitabevini devreder. Yeni kitapçıda çok ilginç bir şey, Babıâli’de olmayan bir sistemle okurlara emanet kitap verilmesidir. Böylelikle satın alma gücü olmayan bazı insanların belli bir depozito vererek kitapları geri getirmek şartıyla okumasını sağlamaya çalışılır.
İsmini tespit edemediğimiz ya da ismini tespit edip de hikâyelerini söyleyemeyeceğimiz meçhul bir sürü kitapçıdan örneğin biri Çiftçi Kütüphanesi’dir. Sahibi Ahmet Akif Bey’in daha milli mücadele başlangıcında Atatürk’ün resimlerini bazı kartpostallara bastığı ve bunların izinsiz ve kaçak basılmalarından dolayı işgal kuvvetlerinin pek çok kereler bu kitaphaneyi bastığı, hatta Atatürk ile ilgili bu kartpostalları müsadere edip kartpostalların yakıldığı, imha ettirildiği notlar, bilgiler mevcuttur. O yüzden de Çiftçi Kütüphanesi’ne dair basılmış Atatürk kartpostallarının hemen hemen hiç görülmediği ya da çok nadir olduğu şeklinde bilgilerimiz vardır.
1980’li yıllara gelindiğinde birtakım kitabevleri faaliyetlerini sürdürürken bilhassa gazetelerin Babıâli’den ayrılmaları, üniversitelerin daha değişik yerlerde yaygınlık kazanmış olması, sadece İstanbul Üniversitesi’nin o bölgede varlığını sürdürmesi, diğerlerinin başka üniversitelerin de genişleyip yayılması dolayısıyla, Babıâli de artık bir kitap merkezi, yayınevi merkezi olmaktan çıkar. Bu yıllardan sonra artan bir ivmeyle yayıncılar da Beyoğlu tarafına, İstiklal Caddesi’ne, Taksim’e, Şişli’ye doğru yayılırlar. Babıâli yayıncılığı ve kitapçılığı her ne kadar tamamen bitmiş olmasa da -çünkü hâlâ birtakım dağıtım evleri oradadır- eski önemini eski merakını veya okuyucusunu kaybetmiş durumdadır.
Nedret İşli

SENİ İÇİME GÖMDÜM BİR ACI ROMAN; BİR SIR, TANRIM, KURTAR BENİ BU AŞKTAN…

Sevgili Tomris Uyar’ın Adnan Semih’in düşünsel etkisinde kalarak Andrew Jolly’den çevirdiği bu biçim olarak küçük ama içerik olarak dev yapıt Kafka, Camus ve Dostoyevski karışımı bir estetik tatla kimlikleşiyor, belleklerimizde bir hüznün romanı olarak irileşiyor.

Yapıtın yazarı hakkında yeterli bilgiye ise ulaşılamamış. Ancak bu bilge başka bir roman daha yazmış bu bilgiye ben ulaşmadım çünkü araştırmadım. Araştıranlara bin selam olsun. Diğer kitabının adı; A Time of Soldiers. Başka kitapları var mı? Bilmiyorum. Bilen varsa beri gelsin, dergimizin önümüzdeki sayılarında bunu konu edinsin. Belki de konu edinen olmuştur. Onlar bağışlasın beni.

Seni İçime Gömdüm, yaşamın odağında parçalanan aşk, sevgi değil ama bunların üstünde ya da bunların da anlamlandıramadığı psikososyal bir sürece denk geliyor. Yüreğe gömülen bir sevda neye denk gelir? Bence en acı ayrılıklara... Yapıt, ötekilerin romanı. Kavminden sürülmüşlerin…

Bir çığlığın romanı: Seni İçime Gömdüm (Lie Down In Me). Yalın! Romanın erkek kahramanlarından Kabrero, kimdir ne iş yapar varlığını nasıl tanımlar ona da bakalım inceleme boyunca. Ama bir sevdanın ardı sıra sürüklenen bir insana bakar gibi.

Roman: “Tan ağarırken ölmüştü kız.” cümlesiyle başlar. Kızılderili olan bu kız, hastadır. Bakıma muhtaçtır. Yaralıdır. Hasta bir kıza tutkuyla eğilişin alanı bir evliliğe kayar. “Karı” olarak kendi topraklarının kızlarından birisini seçmez kahraman. Eski kamyonlar yağlı çadırlar misalidir hayat… O yüreğindeki yangına tutkundur.

Ağabeyine, sevdiği kızın ya da takıntılı bir şekilde içerikleştirdiği kadının hastalığından söz bile etmez:

“Ağabeyine yaradan söz açmayı düşünmedi bile. Duygularını tıpatıp açığa vuracak sözcükleri bulabilse de -diyelim ki vardı böyle sözcükler- yine bir işe yaramazdı; onun sözcükleriyle ağabeyinin aklından geçenler, birbirini tutmuyordu ki.”

Ağabeyi Kızılderili sosyal kişilik/toplum yaşantısını kendi deneyimsel ve kültürel bilgisince gördüğü için kardeşinin vazgeçmesi yönünde düşünce belirtir. Ne kötü, rahip de aynı düşüncededir. “Rahip bir konuda daha uyarmıştı: Her şeyi göze alıp kızla evlenmeye kalkışırsa, kendisi de Kilise’nin üyesi sayılamayacaktı. O zaman kasabada hiç kimse bakmazdı yüzüne. Korku ve karanlık içinde tek başına yaşardı bundan böyle.”

Sosyal dışlanma adına sosyolojik olarak kendi kavminin dışından biriyle; bir Kızılderili kızıyla olan “kendisine özgü duygudurum” içinden çevresine bakan dost adam, kızın ölümünde de o yalnızlıkta buluşur. Kendi bir yalnızdır ki yalnızlıklar ortasında.

Eşinin cenazesini dışlanarak yaşadıkları dağ kulübesinden kasabaya taşır. Geceleri hep onun yanına uzanır…

Bir sabah gümüş haydutları karısının cesedini çalarlar. Söylenmesi gereken nedir: “Kim çalmıştı onu? Bir adamın ölü karısı kimin işine yarardı ki? Kendisinden başka kimin gözünde bir değeri vardı zaten?” Gümüşçülerin…

Sanki tabutta gümüş gizlidir. Öyle de sanılmıştır. Ne ki gerçeği haydutlar öğrenirler. Çıkan hengâmede ise roman kahramanını yaralamışlardır. Olan olur, haydutlar ölü kadını geri verdikleri gibi yaralının da yarasını temizlerler. Yani Dağlı anlamında gelen Kabreros’un…

Kabreros ağbisinin yaşadığı kasabaya gelir. Zaman pek geçmez, haydutlar da arkasından. Ve haydutlardan biri: “Neye yaradı peki?” diye sordu. “Nereden bileyim?” “İyi ama bu işe girişen sensin. Bir erkeğe, bir kadının ölüsünü koskoca bir dağdan aşağı sürükleten sevgi, nasıl bir sevgidir ki?” “Bilmiyorum. Başka sevgi tatmadım ben.” Tadılmamış bir sevgi için her şey…

Öyle ki, hayduda yani yabancıya açılan roman kahramanı içsel bir sürüklenişe girer: “Ona karımı sevdiğimi söylemek zorunda değildim. Bunu karıma bile söylememiştim, birlikte yaşadığımız iki yıl boyunca bir kere sözünü etmemiştim, gereği yoktu çünkü. Bu yabancıya açılmamın nedeni, belki de inancımı yitirmeye başlamamdır…” Ve sürer gider…

Kasabada, tabuttaki cesede inanmayanlar orada avlanmış olan bir yırtıcı kedinin gizlendiği dedikodusunu bile üretirler böbürlenerek… Ağbisine karısının öldüğünü bile zor da olsa kanıksatır. Ne ki ağbisi onun dağa gömülmesinin daha uygun olacağını belirtir. Ama o kişilik olarak; pek kimsenin yapmayı düşünemediği şeyleri gerçekleştirmenin pratiğidir.

Rahibin bir inanan olarak söyledikleri ise “din” olgusunun “egemen” olanla ilişkisi açısından bir bakış açısı sergilemeye yetecek şekildedir:

“İki gündür yoldayım. Yarın üç gün oluyor.”

Rahip başını tabuttan yana çevirdi. “Üç gün ha? Onu hemen çıkarmalısın kasabadan.”

“Gömmek için getirdim.”

“Olamayacağını söyledim.” Tartışma sürer. Rahip din hizmetlerinin bir ayrıcalık olduğunu savunmanın aktörüdür artık:

Kahraman, cesedin gömülmesi için çareler üretir: “Öyleyse ben de babamın aldığı yeri, çitin dışında Amerikalıların yanıbaşındaki ufacık yerle takas ederim.”

“Amerikalılar Protestandırlar gerçi, ama vaftizliydiler.”

“Öyleyse vaftizli olmayan Kızılderililer için de özel bir yer açın.”

“Sonra ne olacak? Merkeplerle köpekler keçiler için, bütün canlılar için ayrı yerler mi açacağız?”

Görünen o ki, eşitsizlik iki kişi arasındaki bu konuşmada da en bağışlanamaz yanlarıyla sergilenmektedir.

İnanılır gibi değil.” Roman kahramanının yaşadığı süreç…

Yeni günler başlayıp bitiyor. İnsanlar korkularına yenikler. İnsanlar yenik! Korkusuna yenik insandan her şey beklenir. Korku ölümü, öldürmeyi getirir beraberinde.

Bir yandan ölen babalarının maddesel varlığını sürdüren ağabeyi onun aksine koşullarını genişletmiş refahını yükseltmiştir. Söz geçirdiği alanlar sistem içinde kardeşininkinden daha fazladır. Maddeyle gelen kimlikler, yüzyılımızı da yabancılaştıran, insanı insana kırdıran ideolojilerin teorik beslenme kaynaklarıdır.

Ceset dağlara gitmelidir. İnsanların kurduğu yasaların istediği budur.

“Karısı Kızılderili olduğuna göre kendi vahşi toprağına dönsün mü demek istiyordu? Oraların toprağı acımasızdı, çirkindi doğru. Ama onların aşkıyla ne ilgisi vardı bunun? İki yıl yeşil bir sevecenlik içinde yaşamışlardı orada? Oysa karısı ne kadar inceydi; aşkları, yumuşak, sevecen bir yaraydı. Sabahleyin güneş, eğreltiotlarını aralardı onları uyandırmak için. Vahşilik neredeydi? Az rastlandığı için mi vahşiydi bu aşk yoksa? Onu sevdim diye nelere katlanacağım Tanrım? Tanrım, kurtar beni bu aşktan! İşte budur Kabrero!

Öyle ki kahraman bir bunaltıya düştüğü an kasabanın genelevine gider; bir ilişki yaşamaz. 16 yaşındaki genç orospu “çeyizini” biriktirmek için bu işi yapmaktadır. Ama hayat kadını: “Onu
öldürdüğünü söylüyorlar.” Şeklinde bir duyumunu paylaşır. Düşünün Kabrero artık şu düzleme gelir: “Onu sevmekten korkuyorum artık.” Utanç ve pişmanlığın romanı mıdır yoksa… Haydutların arkaik
inançlarının mı?

Haydutlar kasabaya geri dönerler. “Sen ve karın olmadan bu iş yürümez!” derler. Ağbisini, cesedi ve onu da alıp dağa doğru yollanırlar. Ne demeli haydutlardan biri de yaşam tarzını meşrulaştıran dinamikten gelen bir öğretmendir. Bu kişinin eşkıya olması tanık olduğu bir olayla ilgilidir. Jandarma tarafından on yaşında tecavüz edilen bir kız çocuğunun hatırasınadır. Jandarmanın yaşadığı toplumda sergilediği zulüm belki de bu kişiyi sosyal bir eşkıya yapmıştır. Kuşkusuz haksızlığa karşı gelip sosyal haydut olmuştur. Ancak bu tanımlamanın yerine oturması için gerekli olan birtakım veriler romanda eksik verilmiştir. Sosyal eşkıyalık geçiş toplumu özelliklerine sahip olan Türkiye’de, Yaşar Kemal’in İnce Memed ve Çakırcalı Efe romanlarında işlendiği gibi Latin Amerika edebiyatında da karşımıza çıkmaktadır. Tolstoy’da Hacı Murat. Mario Puzo’nun Sicilyalısı akla gelen örnekler arasında değerlendirilebilir.

Dağlara geri dönüş başlar. Acıyla indirilen ceset gerisingeri dağlara sürüklenir. Oysa o, bir kutsal mezara gömüp aşkına da acısına da son vermeyi düşünmüştür. Umudun çaresizliğini yaşamaktadır.

Yolda köylüler ve jandarmaların saldırısına uğrayan haydutlardan birisi ölür. Uzun boyunlu öğretmen olan, Kabrero’nun ufak bir oyunuyla uzaklaşır gider; eşinin cesedine haydut süsü vererek yamaçtan
yuvarlar. Ve kendilerini pusuya düşürenler tarafından haydut öldürülmüş olacağı sanısıyla özgürlüğüne kavuşur.

Çatışma bitip ortalık durulduktan sonra uçurumun dibine iner. “Karısının parçalanmış, yağmalanmış ölüsünü kollarına aldı…” Ve dedi ki: “Yat sevgilim. Kıpırdama. Yat bir tanem. Seni içime gömdüm.”

Camus, Kafka, Dostoyevski’nin iç bunaltan roman kahramanlarından biri mi desek bu da böyle işte “yakar” ve geçer. Varoluşun kapısını, anlamını ömrünün geldiği zamana kadar, sızısını daha önce yaşamadığı bir duyguyla aralar. Sonu ölüm ve ayrılık da olsa…

Jolly, Andrew: Seni İçime Gömdüm. Çev. Tomris Uyar. Ayrıntı Yay.
İstanbul, 1998

Aziz Şeker