Neden yaşlılığımda beni çaresiz bırakıyorsun?!

Ey yüce gökleri yükselten!
Neden yaşlılığımda beni çaresiz bırakıyorsun?!
Genç iken herkesten üstün tutardın beni;
Yaşlılık çağımda neden alçalttıkça alçalttın beni?!
Arzularına erişmiş gül her geçen gün sararıp soluyor;
Sıkıntılar yüzünden ipek bana diken geliyor!
Bahçede salınan nazlı servi gibi boyum iki büklüm oldu!?
O ışıl ışıl ışıldayan değerli gözlerim görmez oldu!?
Kara zülüflerim karlı dağ başı gibi bembeyaz şimdi.
Savaşçılar bütün suçu kumandana yükler!
Şimdiye kadar bana bir anne gibi yaklaşırdın!
Şimdi senin sıkıntılardan kanlı yaşlar akıtmalıyım?!
Sende ne vefa var! Ne de akıl var!
Karanlık düşüncelerinden dünyam sıkıntılarla dolu!
Ne olurdu keşke beni asla besleyip büyütmeseydin!
Madem besleyip büyüttün, keşke incitmeseydin!

Firdevsî
Çeviren: Nimet Yıldırım
İskendername / Kabalcı

Düş

Sabahtı, günün ilk ışıkları süzülüyordu
penceremin kapalı kepenkleri arasından
karanlık odama; uykumun
gözbebeklerimi kapadığı en tatlı, en hafif anda
belirdi başucumda gölgesi o kadının;
baktı uzun uzun yüzüme; bana önceleri
aşkı öğretmişti; ne ki, sonraları bıraktı
beni gözyaşlarımla. Sanki ölmemişti;
ama hüzünlüydü, tıpkı mutsuz insanların
ifadesi vardı yüzünde; koydu sağ elini
başımın üstüne; “Yaşıyorsun sen,” dedi içini
çekerek; “kaldı mı bizden birkaç anı aklında?”
“Nereden geliyorsun?” -dedim-“Ey sevgili
kadın ve nasıl geldin buralara?” “Ne denli
acı çektim bir bilsen ve çekiyorum senden
ötürü. Nereden bilecektim acımı bildiğini;
acım katmerleniyordu bu yüzden.”
“Ne o, beni bırakacak mısın sen gene?
Çok korkuyorum; söyle lütfen, nedir seni
yiyip bitiren? Sen o kadın mısın?
İçini kemiren ne?” Ne dedi o buna
karşılık bilir misiniz? “Köreltiyor aklını
unutkanlık; uyku sarıp sarmalıyor:
Ben öldüm; çok oldu sen beni görmeyeli;
son kezden bu yana.” Yüreğim sıkıştı,
duracak gibi oldu bu sesler karşısında;
ne ki, o sürdürdü konuşmasını:
“Ömrümün baharında göçüp gittim bu
dünyadan; yaşam, tatlı günlerini sunduğu
zaman; umutların işe yaramadığını o yaşta
anlamaz insan. Gideceği yol kısadır önünde
mutsuz ölümlünün, dilemek için ölümü;
acılardan onu kurtaracak olan. Coşkusu
yoktur ölümün alırken canını genç insanın;
ne kötü bir yazgıdır yazgısı gömütte son
bulan umudun. Bilmesi boşunadır, doğanın,
kendisinden sakladığı gerçeği, yaşam
deneyimi olmayan insanın ve oturmamış
bilgileri üstüne bir ıstırap çöker kapkaranlık.”
“Sus, sus lütfen,” dedim, “benim bahtsız
sevgilim, yaktın yüreğimi bu sözlerinle.
Sen öldün; ben yaşıyorum. Buyruğudur
tanrıların: Sana ölmek, bana yaşamak
düştü. Sana o güzel, ince yapılı bedeninle
can çekişmek, bana da bu sefil gövdemle
katlanmak yaşama. Kaç kez aklıma
geldi yaşamadığın ve asla bir daha seninle
yeryüzünde karşılaşamayacağım;
inanamıyorum tüm bu olanlara. Nedir bu,
nedir, ölüm diye adlandırılan? Anlayabilsem
keşke yaşayarak ne olduğunu
ve yazgının kızgın öfkesinden kurtarabilsem
çaresiz başımı. Gencim, ne ki, eriyor
tükeniyor gençliğim, tıpkı yaşlılığım gibi.
Korkuyorum yaşlılığımdan daha uzaklarda
olmasına karşın. Yok bir farkı
ömrümün baharının ondan.”
“Ağlamak için doğduk,”-dedi-“biz ikimiz;
gülmedi yüzümüze kaderimiz; zevk aldı tanrılar
acılarımızdan.” Doğruysa kirpiklerimin ıslak
olduğu gözyaşlarımdan; yüzümün
sapsarı ölümünden duyduğum acıyla
ve kalbimin sıkıştığı sıkıntıdan,
söyle,” dedim: “Hiç yaktı mı yüreğini aşk ateşi,
sardı mı seni acıma duygusu benim için,
yaşadığın sürece?
Bense umut ve umutsuzlukla geçiriyordum
gecemi, gündüzümü; bugün artık aklım boş
kuşkular içinde yorgun.
N’olur acı çektiysen bir kerecik eğer
bu kara yaşamımdan ötürü, gizleme benden;
gizleme ki anılar avuntum olsun şimdi
gelecekten umudumu kestiğime göre.”
“Avuntun olsun, ey bahtsız insan,”
dedi bana; “esirgemedim acıma duygumu
senden yaşadığım sürece ve esirgemiyorum
şimdi de. Ben de acınacak durumdayım.
Yakınma bu mutsuz kızcağızdan.”
Haykırdım o zaman: “Acılarımız adına,
içimi kemiren aşkımız, bu güzelim
gençliğimiz, yaşam umudumuz adına,
yalvarıyorum, ey sevgili, izin ver, bir kerecik
olsun dokunayım sana.” Hüzünlü bir incelikle
uzatıyordu bana elini. Öpücüklere boğuyor
ve sıkıntılı bir tatlılıkla çarpan ihtiraslı
göğsüme bastırıyordum onu. Kan ter içinde
yüzüm; yanıyordu içim; sesim boğazıma
düğümlenmiş ve günün ışıkları bakışlarımda titriyordu.
Tam o sırada gözlerini gözlerime dikmiş
sevecenlikle “Unutmuş gibisin, ey sevgili,
soyutlandım ben güzellikten ve sen boşuna,
ey talihsiz adam, aşk için yanıp tutuşuyorsun.
Artık elveda. Ruhlarımız ve bedenlerimiz
ayrılıyorlar sonsuza dek birbirlerinden. Benim
için sen yoksun ve artık olmayacaksın;
bozdu aramızdaki bağlılık yeminini yazgı.”
Hicranla bağırmak istedim o zaman kıvranarak acıdan;
gözlerim kan çanağına dönmüştü ağlamaktan;
uyandım uykumdan. Duruyordu gözlerimin önünde;
gördüğümü sanıyordum onu kararsız gün ışığında.

Giacomo Leopardi
Çeviren : Necdet Adabağ
Şarkılar / T. İş Bankası Yayınları 2016

Puella Mea

Harun Omar and Master Hafiz
keep your dead beautiful ladies.
Mine is a little lovelier
than any of your ladies were.

In her perfectest array
my lady, moving in the day,
is a little stranger thing
than crisp Sheba with her king
in the morning wandering.
    Through the young and awkward hours
my lady perfectly moving,
through the new world scarce astir
my fragile lady wandering
in whose perishable poise
is the mystery of Spring
(with her beauty more than snow
dexterous and fugitive
my very frail lady drifting
distinctly, moving like a myth
in the uncertain morning, with
April feet like sudden flowers
and all her body filled with May)
— moving in the unskilful day
my lady utterly alive,
to me is a more curious thing
(a thing more nimble and complete)
than ever to Judea’s king
were the shapely sharp cunning
and withal delirious feet
of the Princess Salom?
carefully dancing in the noise
of Herod’s silence, long ago.

If she a little turn her head
I know that I am wholly dead:
nor ever did on such a throat
the lips of Tristram slowly dote,
La beale Isoud whose leman was.
And if my lady look at me
(with her eyes which like two elves
incredibly amuse themselves)
with a look of faerie,
perhaps a little suddenly
(as sometimes the improbable
beauty of my lady will)
— at her glance my spirit shies
rearing (as in the miracle
of a lady who had eyes
which the king’s horses might not kill.)
    But should my lady smile, it were
a flower of so pure surprise
(it were so very new a flower,
a flower so frail, a flower so glad)
as trembling used to yield with dew
when the world was young and new
(a flower such as the world had
in springtime when the world was mad
and Launcelot spoke to Guenever,
a flower which most heavy hung
with silence when the world was young
and Diarmid looked in Grania’s eyes.)
    But should my lady’s beauty play
at not speaking (sometimes as
it will) the silence of her face
doth immediately make
in my heart so great a noise,
as in the sharp and thirsty blood
of Paris would not all the Troys
of Helen’s beauty: never did
Lord Jason (in impossible things
victorious impossibly)
so wholly burn, to undertake

Medea’s rescuing eyes; nor he
when swooned the white egyptian day
who with Egypt’s body lay.

Lovely as those ladies were
mine is a little lovelier.

And if she speak in her frail way,
it is wholly to bewitch
my smallest thought with a most swift
radiance wherein slowly drift
murmurous things divinely bright;
it is foolingly to smite
my spirit with the lithe free twitch
of scintillant space, with the cool writhe
of gloom truly which syncopate
some sunbeam’s skilful fingerings;
it is utterly to lull
with foliate inscrutable
sweetness my soul obedient;
it is to stroke my being with
numbing forests, frolicsome,
fleetly mystical, aroam
with keen creatures of idiom
(beings alert and innocent
very deftly upon which
indolent miracles impinge)
— it is distinctly to confute
my reason with the deep caress
of every most shy thing and mute,
it is to quell me with the twinge
of all living intense things.
    Never my soul so fortunate
is (past the luck of all dead men
and loving) as invisibly when
upon her palpable solitude
a furtive occult fragrance steals,
a gesture of immaculate
perfume — whereby (with fear aglow)

my soul is wont wholly to know
the poignant instantaneous fern
whose scrupulous enchanted fronds
toward all things intrinsic yearn,
the immanent subliminal
fern of her delicious voice
(of her voice which always dwells
beside the vivid magical
impetuous and utter ponds
of dream; and very secret food
its leaves inimitable find
beyond the white authentic springs,
beyond the sweet instinctive wells,
which make to flourish the minute
spontaneous meadow of her mind)
— the vocal fern, alway which feels
the keen ecstatic actual tread
(and thereto perfectly responds)
of all things exquisite and dead,
all living things and beautiful.

(Caliph and king their ladies had
to love them and to make them glad,
when the world was young and mad,
in the city of Bagdad —
mine is a little lovelier
than any of their ladies were.)

Her body is most beauteous,
being for all things amorous
fashioned very curiously
of roses and of ivory.
The immaculate crisp head
is such as only certain dead
and careful painters love to use
for their youngest angels (whose
praising bodies in a row
between slow glories fleetly go.)
Upon a keen and lovely throat

the strangeness of her face doth float,
which in eyes and lips consists
— alway upon the mouth there trysts
curvingly a fragile smile
which like a flower lieth (while
within the eyes is dimly heard
a wistful and precarious bird.)
Springing from fragrant shoulders small,
ardent, and perfectly withal
smooth to stroke and sweet to see
as a supple and young tree,
her slim lascivious arms alight
in skilful wrists which hint at flight
— my lady’s very singular
and slenderest hands moreover are
(which as lilies smile and quail)
of all things perfect the most frail.

(Whoso rideth in the tale
of Chaucer knoweth many a pair
of companions blithe and fair;
who to walk with Master Gower
in Confessio doth prefer
shall not lack for beauty there,
nor he that will amaying go
with my lord Boccaccio —
whoso knocketh at the door
of Marie and of Maleore
findeth of ladies goodly store
whose beauty did in nothing err.
If to me there shall appear
than a rose more sweetly known,
more silently than a flower,
my lady naked in her hair —
I for those ladies nothing care
nor any lady dead and gone.)

When the world was like a song
heard behind a golden door,

poet and sage and caliph had
to love them and to make them glad
ladies with lithe eyes and long
(when the world was like a flower
Omar Hafiz and Harun
loved their ladies in the moon)
— fashioned very curiously
of roses and ivory
if naked she appear to me
my flesh is an enchanted tree;
with her lips’ most frail parting
my body hears the cry of Spring,
and with their frailest syllable
its leaves go crisp with miracle.

Love! — maker of my lady,
in that alway beyond this
poem or any poem she
of whose body words are afraid
perfectly beautiful is,
forgive these words which I have made.
And never boast your dead beauties,
you greatest lovers in the world!
never boast your beauties dead
who with Grania strangely fled,
who with Egypt went to bed,
whom white-thighed Semiramis
put up her mouth to wholly kiss —
never boast your dead beauties,
mine being unto me sweeter
(of whose why delicious glance
things which never more shall be,
perfect things of faerie,
are intense inhabitants;
in whose warm superlative
body do distinctly live
all sweet cities passed away —
in her flesh at break of day
are the smells of Nineveh,

in her eyes when day is gone
are the cries of Babylon.)
Diarmid Paris and Solomon,
Omar Harun and Master Hafiz,
to me your ladies are all one —
keep your dead beautiful ladies.

Eater of all things lovely — Time!
upon whose watering lips the world
poises a moment (futile, proud,
a costly morsel of sweet tears)
gesticulates, and disappears —
of all dainties which do crowd
gaily upon oblivion
sweeter than any there is one;
to touch it is the fear of rhyme —
in life’s very fragile hour
(when the world was like a tale
made of laughter and of dew,
was a flight, a flower, a flame,
was a tendril fleetly curled
upon frailness) used to stroll
(very slowly) one or two
ladies like flowers made,
softly used to wholly move
slender ladies made of dream
(in the lazy world and new
sweetly used to laugh and love
ladies with crisp eyes and frail,
in the city of Bagdad.)

Keep your dead beautiful ladies
Harun Omar and Master Hafiz.

E. E. Cummings

Ya o belsoğukluğu?

Arkamdan lâf etmişsin, sana yakıştıramadım;
Beni rezil edip, bir köşeye kodu, demişsin..
Dayını kışkırtacakmışsın da bir gece vakti;
Parayla iki serseri tutup, ibreti âlem için,
Kafamı gövdemden ayırtacakmış!
Dur hele, madem ki iş bu yola döküldü;
Hepsini dinle de gözün gönlün açılsın:

Sana söylediklerimin çoğu yalandı;
Ben kim, Fransa’ya gitmek kim..
Hele o tüccarlık masalı?
Nasıl yuttuğuna hâlâ şaşarım.
Samsun’da enişteler,
Zonguldak’ta teyzeler,
Adana ilinde bilmemne hanı;
Koca koca okullardan diplomalar;
Bizi bekliyen aydınlık günler…

Kafana denk desin artık;
Bütün bunlar kuyruklu bir yalandı.
Başka ne yapabilirdim, söylesene!
Yeşilinden tut da mavisine kadar,
Nah! yumruk gibi gözlerin vardı.
Narçiçeği dudaklar, kulağının memesi;
Saç dendi mi aklıma seninkiler geliyor;
Kalçalarının tarifini pek beceremiyorum..

Bana, kaba herifin birisin, diyorlardı;
Seni sevdikten sonra inceliverdim;
Efendim’li, estağfurullah’lı konuşmalar;
Kundura boyacısına hergün 15 kuruş;
–          Elbette, ne zannettindi –
Sakala perdah, bıyığa rastık;
Entarimsi gömlekler,
Çiklet ilen güneş gözlüğü…
İncele incele hani yok mu ya,
Höt! desen devrilecek oğlanlara benzedim.
Bir şey ikram edildi mi; mersi!
Birine tosladın mı; pardon!
Boncurlar, bonsuvarlar.
Bu arada anamın kefen parasını da yedik;
Belediye’deki sıramız güme gitti.
İş bunlarla bitse, öpüp başıma koyacağım;
Beni enayi yerine koydun, değil mi?
Senin için iki eşek yükü şiir yazdım,
Dört kamyon rakı içtim,
Gurbetlere düştüm,
Düz ovada yolumu şaştım;
Hadi bütün bunları sineye çektik diyelim;
Ya o belsoğukluğu?

Metin Eloğlu

Gül Hırsızları

Gül ağacı olur birileri
Birileri kızları rüzgarın
Birileri gül hırsızları
Tırmanırlar gül hırsızları gül ağacına
Bir gül çalar hırsızlardan biri
Saklar onu kalbine

Vasko Popa
Çeviren: Şakir Özüdoğru

Ölümfügü

Kara çalan sütünü şafağın içeriz biz akşamüstü
içeriz biz günortasında ve sabahleyin ve içeriz geceleyin
içeriz biz ve içeriz biz
kürekleriz bir mezarı havada büzülerek uzanmayacağın senin
bir adam yaşar evde oynar yılanlarıyla ve yazar
yazar karanlık çökerken Almanya’ya senin altınımsı saçlarını Margareta
yazar onu ve çıkar dışarıya kapılardan ve yıldızlar parıldar topluca ve ıslık çalar av köpeklerine
kalsınlar yakınlarda
ıslık çalar Yahudilerine saf saf küreklesinler birer mezar toprakta
emreder bize oynaşın dansetmek için

Kara çalan sütü şafağın içeriz biz seni geceleyin
içeriz biz seni sabahleyin ve günortasında ve içeriz seni akşamüstü
içeriz biz ve içeriz biz
bir adam yaşar evde oynar yılanlarıyla ve yazar
yazar karanlık çökerken Almanya’ya senin altınımsı saçlarını Margareta
Senin külrengi saçlarını Shulamith kürekleriz bir mezarı havada büzülerek uzanmayacağın senin

Haykırır adam kazın bu toprağı daha derin siz orada öbeklenenler siz diğerleri şakıyın ve oynayın
kavrar belindeki sopayı ve sallar gözleri öylesine mavi
yapışın küreklerinize daha derinden siz orada öbeklenenler siz diğerleri oynaşın dansetmek için

Kara çalan sütü şafağın içeriz biz seni geceleyin
içeriz biz seni günortasında ve sabahleyin ve içeriz seni akşamüstü
bir adam yaşar evde senin altınımsı Saçlarını Margareta senin külrengi Saçlarını Shulamith ve oynar adam yılanlarıyla

Haykırır adam oynayın ölümü tatlı tatlı bu Ölüm bir efendidir Almanya’lı
haykırır adam kazıyın tel örgülerinizi ümitsizce yükseleceksiniz duman gibi göklere
o an bir mezar edineceksin bulutlar içre büzülerek uzanmayacağın senin

Kara çalan sütü şafağın içeriz biz seni geceleyin
içeriz biz seni günortasında Ölüm bir efendidir Almanya’lı
içeriz biz seni akşamüstü ve sabahleyin içeriz biz ve içeriz biz
bu Ölüm bir Efendidir Almanya’lı gözleri masmavi
ateş açar sana kurşundan mermilerle ateş açar tam da hedefe
bir adam yaşar evde senin altınımsı Saçlarını Margareta
bırakır av köpeklerini üzerimize bir mezar bağışlar bize havada
oynar yılanlarıyla ve düş kurar bu Ölüm bir Efendidir Almanya’lı

senin altınımsı Saçlarını Margareta
senin külrengi Saçlarını Shulamith

*Ölümfügü; Nazi toplama kampı tel örgüleri arasında mezar kazma ve gömme işiyle uğraşan bir grup Yahudinin şiiridir. Şiirde geçen “havada bir mezar” deyişi toplama kampında bacalardan tüten duman olarak anlaşılabilir, yani mecaz olduğu kadar yalın bir gerçektir. Şiir savaşlarla tutsak edilmiş Avrupa’nın dansının ritim ve hızını sergiler. Celan şiirinin başlığını ilk önce “Ölüm Tangosu” olarak düşünmüştür. Şiirin başlığını “Ölümfügü”ne değiştirerek Bach’ın ilahi aydınlığını anımsatmıştır. Margarete, Goethe’nin Faust’unda işlediği herşeye karşın sonunda Tanrı tarafından affedilen trajik kadın kahramana göndermedir. Goethe’nin Weimar yakınlarındaki meşhur meşe ağacının Buchenwald toplama kampında Nazi subaylarınca kesilmeyip korunmuş olması da savaşın karanlığında son derece ilginç bir olgudur. Margarete, Süleyman’ın Şarkısı’ndaki Yahudi umudunun kadın sembolü olan ve bağışlanmayan Shulamith ile karşılaştırılmıştır. Savaş sonrası Almanya’da bu şiir okullarda bir dönem ders kitaplarının arasına girmiştir. Şiir eleştirmenleri bir şiirin aynı zamanda füg tarzında müzikal bir örüntüsü olabileceğini sergileyen bu şiire övgüler düzmüşlerdir. Celan ise “dehşet verici güzellik”in karanlık duygusallığına doğru bir eğilimi sezinleyerek, şiiri daha sonra topluluklara okumayı reddetmiştir. Nazi toplama kampında hayatta kalmayı başaran bir diğer yazar Aharon Appelfeld, der ki: “Sayılar ve gerçekler katillerin kendi kendilerini kanıtlama araçlarıydı. İnsanların birer sayıya indirgenmiş olması insanlıktan çıkmanın yarattığı dehşetlerden birisidir.” Celan “Ölümfügü” şiirinde yalnızca olgular ve gerçekler önermez. Şiirin her zaman olguların ötesinde olduğunu ileri sürer. Böylesi karanlık bir ortamda böylesi bir müzikal aydınlık sergileyerek Celan top yekün bir kültürü sorgulamıştır.

Paul Celan
Türkçesi: Samet Köse

Genizden Konuşan Prens

Tanrı senden
yazdıklarını suluboyayla
anlatmanı isteseydi
bay edward estlin cummings
muhtemelen
biraz görünür olsun diye
kanatlarının ucu
hafifçe
yeryüzünün toprağına bulanmış
uhrevi bir kelebek
resmi yapardın

bir çocuğun alt çenesine
konacağı tutmuş
şaşkın bir kelebek.

ben sende
işte o resimdeki kelebeği
ürkütmemek için
altmış dokuz yaşına kadar
çenesini kıpırdatmadan tutan
yani genizden konuşan
yahut pek pek arada ıslık çalan
şairi görüyor
ve diyorum ki
bak estlin,

ne ezra pound, ne t.s. eliot
ne de bir başkası değil hayır
biraz kekeme de olsa
ve genizden konuşsa da
ingiliz dilinin geçen yüzyıldaki
prens hamleti
kuşkusuz sensin
sevildiğini bil.

Cahit Koytak

Cennette Sessizlik

bülbülleri, sakaları bombalarla susturduktan sonra
hasbahçede hayallerin erişemeyeceği sessizlik başlar:
büyük hayaletin, ‘insanlığın’ sessizliği…
buzulların sessizliği,
buzdan ve külden meleklerin sessizliği.

tanrıyla, önce çığrışarak,
sonra onun sessiz ve kıpırtısız diliyle
konuşmayı deneyen
felluceli anaların çoğalttığı sessizlik…

gökçe kozalakları
havan mermileri halinde başımızda patlayan
kutsal bilgi ağacının;
tüveyçleri, katledilen bebeklerin beyinlerinin zarı
ve gözlerinin akı olup yüzümüze saçılan
gökçe minelerin, hatmilerin,
hüsnüyusufların sessizliği.

– akbabanın süslenip püslenip
yüreğimin başına konmasından,
orada boğuk boğuk ötmesinden
ve yüreğimin ebediyen susmak, ebediyen
yok olmak arzusundan
kuvvet bulan sessizlik

– kevser ırmağının uyurgezer sessizliği.

yamaçta, brugel üslubuyla boyanmış
toprak yoldan yukarı
ceset dolu bir römorku çekerek
göğe doğru tırmanan
ve bir resimden beklendiği gibi, doğal olarak,
sesi soluğu, homurtusu duyulmayan
‘ilahî tartı’nın ve ‘denge’in
arkasında bıraktığı sessizlik.

ruhun millerce, millerce derinlerinde
cennetin mülteci köylerinde
öğle sıcağında, ağıl kapıları önünde,
gübre yığınları üzerinde – üveyik midir, nedir ? –
çöplenen, pinekleyen ve arada
boğazını temizleyip kem küm
requiem cıvıldayan ‘vicdan’ın
çekilmez kıldığı sessizlik.

bir meleğin bir sırtlan gibi ulumasının,
bir köpeğin de
bülbül gibi şakımasının
ıssızlaştırdığı sessizlik.

ölümün sesini şehvetle titreten sessizlik.

ressamın gelinlerin, güveylerin
yanaklarını, dudaklarını, perçemlerini,
ölümün tırnağıyla
kazırkenki sessizliği.

sözcüklerin dikelen tüylerinin sessizliği,
taşların büzüşen sessizliği,
suların ürperen sessizliği,
çayırların sararan sessizliği,
göklerin sancıyan sessizliği.

‘ebediyet’in, güllelerin açtığı
çukurlarda kaynayan,
toplu mezarları dolduran,
tanrının göz pınarlarından taşan
ve yanaklarında donan
alçıdan sessizliği.

ve “sen tanrı, yalnızsın, işin zor!
senin için de
dua edelim mi?”
diye yakaran divanenin
ağlayarak kanattığı sessizlik.

Cahit Koytak / 13 Kasım 2004

İzmir’de “meçhul” mülteciler mezarlığı

Bir din insanıyla ölümden konuşmanın kolay ve de zor yanları var. Bir müddet sohbet edip, diyeceklerimi küstahlık olarak algılamayacak gönül genişliğini hissettikten sonra sordum: Bütün bunlara isyan ettiğiniz oluyor mu? 35 yıldır mezarlıklarda imamlık yapan Ahmet Altan’ın son altı aydır görev yeri İzmir Bayraklı’daki Doğançay Mezarlığı. Çevredeki bahar yeşili, katırtırnağı sarısı tepelere bakarak cenaze aracıyla yukarı kıvrılmışız. Kimsesizler mezarlığına… 412. ada mülteci mezarlarına ayrılmış. Tepelerinde siyah boyalı plakalarda beş haneli rakamlar olarak yatan, çoğunluğu Avrupa’ya hayalleriyle bindikleri botlardan sağ çıkamayan mülteciler.

Ölüm sıralı değil, biliyoruz. İnsanın ve kurduğu düzenin karanlığını da. Savaştan sağ kurtulup daha iyi bir hayat hayaliyle canını gözden çıkarıp Avrupa yollarına düşenleri, misal üç-beş yaşındaki çocukları, duasını okuyup da gömdükten sonra isyan ediyor mu Ahmet Altan? Bir an durdu, “İnsanlığımdan utanıyorum bunları gördükçe” dedi… “Sadece kendi çocuklarının geleceğini düşünenler, başka çocukların geleceğini karartıyor. Koşturup oynayacak yaştakileri mezara koyuyoruz. Bu insanlık değil”.

40 yıldır İzmir’de yaşayan Altan’ın hayali Arapça hocalığı yahut hafız yetiştirmekken kendisini imam olarak bulmuş. “Camide imamlık herkes yapar” diyerek 35 yılını mezarlıklarda vazifesini ifa ederek geçirmiş. Kulağında hoca olan amcasının “Mezarlıkta camiden gelen de göreceksin, meyhaneden gelen de. Hepsine eşit muamele edeceksin” öğüdü…

Altan’ın mültecilere ayrılan mezarlık için hem ayrı bir ihtimamı, hem de son görev yeri oturtmaya çalıştığı şahsına mahsus bir kroki sistemi var. Başka yapanı o duymamış. Mezarlıklar pafta birimiyle kaydediliyor lakin bir paftaya kimi zaman beş yüz mezarın denk gelebildiği hallerde, bilhassa da kimsesizler mezarlıklarında karışma ihtimali yüksek oluyor. Altan, bir gün her bir ölünün sevdiklerine en azından mezar başında ulaşabileceği ümidiyle kurdukları sistemi, Adli Tıp’tan gelen raporları sınıflandırdıkları kutuları, eliyle çizdiği krokileri gösteriyor. Ölü Kayıt Defteri’ni açıyoruz, “MEÇ- HUL” denen kutuları karşılaştırıyoruz. Tüm rakamlar eşleştiğinde gururla, “bak nasıl tutuyor” diyor.

İmam Ahmet Altan sonradan akrabaları gelip de kimlikleri tespit edilen, biri sekiz aylık, diğeri iki yaşında iki kardeşin mermer kaplanmış mezarını gösteriyordu. Her şeye rağmen başlarına isimlerinin yazılabilmesinden bir nebze ferahlık duymuş gibiydi, özellikle görelim istiyordu. O sırada telefonu çaldı, bir aylık Suriyeli bir kız bebeğin cenaze namazını kıldırması gerektiği haberini aldı. Aşağıda imamı bekleyen baba Şamlı Mohama 23 yaşında, bebek Lean ilk çocuğu. “Evvel veled” dediği Lean hasta doğmuş, bir ay hayatta kalabilmiş. İşsiz olan Mohama ve ailesi Eşrefpaşa’da yaşamaya çalışıyor. Mahalleden bir tanıdıkla birlikte iki kişilik cemaatle namazı kılınarak, bu gezegende canlı bir ay geçirebilmiş Lean toprağa veriliyor sonra.

Çocuklar ezilir…

Sahil Güvenlik’in savcılığa teslim ettiği cenazeler, DNA tespiti ve sair tetkikler için Adli Tıp’a götürülüyor. Burada bir ihtimal yakını çıkar denerek 15 gün bekletiliyor. Sonrası Doğançay Mezarlığı… Altan, şu an Ege Denizi’nde onların bildikleri 330 ölü olduğunu söylüyor. Kimsesizler mezarlığının mülteciler bölümünde “kimliği meçhul” olarak gömülmüş 136 cenaze var, sahipli Suriyeli mezarlarıyla rakam 400’e ulaşıyor. Kimliği meçhul olanlardan sekizinin kim olduğu, DNA kaydı sayesinde daha sonra tespit edilebilmiş. Bir aileden 17 kişi botlarla Ege’ye açılan, dört kayıp veren İsmetullah, gelip 412. adadan yakını bulmuş örneğin.

Çocuklara özel yer

Daha geçen hafta iki çocuk ve bir kadın gömülmüş. Altan, ölenlerin yüzde 60’ının kadın ve çocuk olduğunu söylüyor. Halep’te hamile kalıp Konya’da doğuran, Ege’de çocuğuyla boğulup, bu mezarlığa gömülen bir kadın mesela… Unutamamış. AB’yle anlaşma öncesi mart başında yoğunlaşan geçişlerin neticesi de ne yazık ki cenazelerde artışı olmuş. Cenazelerin çok büyük bir kısmı 2016 yılından. Altan bazı Adli Tıp raporlarını gösteriyor, cinsiyet dahi belirlenememiş. Balıklar yemiş çünkü. Altan, iki yaşından küçük çocuklar için köşede ayrı bir yer ayırmış, “Büyükler arasında ezilir yoksa çocuklar” diye bir cümle çıkıyor ağzından, üzerine laf edemiyorsunuz. 35 senedir işi, hayatı bu olabilir ama son altı ayını başka bir yere koyuyor. “Açıkçası çok etkileniyorum” diyor, “sağ olsun hanım bize psikolojik danışmanlık yapıyor”. İkisi evli, dört çocuğu var onun da.

Acı pazarlık

Türkiye’ye kadar ulaşabilmişler madem, neden bu insanlar ölmeyi göze alarak Avrupa’ya gitmek istiyor, diye soruyorum. Ona nasıl göründüğünü merak ediyorum. “Ne kadar acı değil mi?” diye başlıyor, “Müslüman, Müslümanın ülkesinden kaçmak istiyor, bunu düşünmemiz lazım. Çocuğunu kurtarmak için bir ümit diyor, her şeyi göze alıyor”. Peki, neden çocuğunu burada kurtaramıyor? “O yana girmeyeyim. İş, insanları getirmek değil, onlara iyi bakmaktır. Gerisi siyasete girer, susayım” diyor. Destek veren İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun ismini zikrediyor birkaç kez, ardından İzmir Valisi Mustafa Toprak’ı da anıyor. Konumu ve tercihleri böyle bir dengeyi getiriyor sanki. O yüzden sohbetin başka bir noktasında mülteci anlaşmasından konuşurken “İnsanların hayatları üzerinden pazarlık yapabiliyorlar” diyebildiğine göre, gerçekten acısı içine işlemiş demek.

Yine yola çıkacaklar

Özellikle cuma ve pazar günleri, mülteci mezarlarını ziyaret edenler çıktığını söylüyor. Kendi cenazesini gömüp sonra gelenler ya da. Vadinin bir ucu Ege Denizi, aramızda Dünya Barış Anıtı. “Ülkelerinde barış istediler olmadı. Huzur arayıp denizde yola çıktılar, o da olmadı. Şimdi denize, barış için yapılan bu anıta karşı yatıyorlar” diyor.

20 Mart’ta yürürlüğe giren AB’yle anlaşmaya, kötü hava koşullarıyla birleştiğinde geçen hafta Yunanistan’a deniz yoluyla kaçak geçişte azalma gözlenmişti. Artık yeni de bir dönem başlıyor. Geri Kabul Merkezleri nasıl işleyecek? Avrupa ülkeleri sınırlarına jiletli teller örerken, iade öncesi kamplarda sefalet artarken Ege Denizi’nde yeni geçiş yolları mı aranacak? Altan, ne olursa olsun Avrupa’ya geçmeye çalışanların direteceğini düşünüyor. Kaybecek bir şeyi kalmayan her şeyi yapar. Böyle düşünüyor o. Şu da var. Avrupa’dan iadeler başladığında, hep birlikte yola çıkıp Ege’nin bu kıyısında ölüsünü bırakanlar gelip belki kayıplarının mezarını bulacak. Ahmet Altan, krokisinden bakıp, şurası diyecek…

Pınar Öğünç

Çok Yorgun Bir Adamın Ölümü

Herhangi biri değildi. 13 yıldır, ölülerin bekçisiydi. Çoğu parçalanmış, yüzleri dağılmış, kolları bacakları hatta kafaları kesilmiş cesetler getiriyordu ona güvenlik güçleri, gömmesi için. Onları gömer ve sonra da hep ilgilenmeye devam ederdi. Bugün, üzerlerinde isim levhaları olmayan mezarlar orada ama onlara göz kulak olan biri yok artık.

Keşmir‘deki Baramullah bölgesi Bimbyar köylülerinden, isimsiz insanları gömmekle tanınan Raja Atta Mohammad Khan, cevaplanmamış sorulardan oluşan bir duvarın arkasında kaybolur gibi, aramızdan ayrıldı. Ölülere verdiği hizmet için kimse ona para ödemiyordu. Dini yükümlülüğü ve içten inancı bu çelimsiz, kırışık yüzlü, beyaz sakallı yaşlı adama yetiyordu.

Meçhul ölüleri gömme yolculuğu, 2003’te tarlasını sürmekle meşgulken başladı.

“Bir polis tarlaya geldi ve babamdan isimsiz bir adamı gömmesini istedi. Reddetti ama polis dinlemedi. Polisin tehdidi ve ısrarı onu bir mezar kazmak zorunda bıraktı. Bu babam için acı verici bir yolculuğun başlangıcıydı,” diyor, Khan’ın oğlu Manzoor Ahmed.

Sonraki 13 yıl, Khan, güvenlik güçlerinin getirdiği çok sayıda insanı gömdü, aralarında altı yaşında bir kız da vardı. Şurası önemli ki, ölüleri yara izleriyle ya da kurşun delikleriyle tek tek hatırlıyordu.

Sürekli ölüleri gömmek sadece bedenine yük olmadı, ruhsal sağlığını da yıprattı. Bu süre boyunca, kalp sorunları yaşadı.

“2003’ten önce herhangi fiziksel ya da ruhsal hastalıktan şikayet etmemişti. Zaman geçtikçe, ne yaşadığını anlatmak için sık sık beni çağırır oldu,” diyor Ahmed, ve ekliyor, “Sık sık rüyasında ağlardı. Kâbuslar görürdü. Yaşadıklarından dolayı şok geçirip öleceğini düşündüğümüz zamanlar oldu.”

Gömdüğü her insanın onun üzerinde bir etkisi olsa da, “tümüyle darmadağın” eden bazıları vardı.

Bir keresinde, oğlu hatırlıyor, polis ondan dokuz mezar kazmasını istedi. Bunaltıcı havayı ölümün kokusu sarmıştı. Gece kazmayı bitirdiğinde, orayı açık mezarlarla öylece bırakarak gitti. Sabah, sadece polisin bu mezarlara cesetleri çoktan gömdüğünü görmek için geri döndü. İçlerinden biri, yeğeni Salim Khan’dı…

Ahmed, sık sık ona bu işi bırakması için yalvardı. “2004’te, tam tarihi hatırlamıyorum, babama beş ceset geldi, hepsi parçalanmış ve kana bulanmıştı. İkisinin bacaklarında etlerini yarıp çıkmış kemikleri görünüyordu. Bacaklarını bezle sardı ve onları gömdü. Eve döndüğünde ağlamaya başladı. Yaşadığı ızdırabı görebiliyordum.”

“Cesedi ne durumdaydı? Kurşun yarası neresindeydi? İşkence görmüş müydü? Vücudunda hangi organı kayıptı? Bunlar, sevdikleri kişiyi aramak için buraya geldiklerinde kayıp yakınlarının babama sorduğu sorulardan birkaçıydı… Çoğu zaman uyuşmuş bir halde kalırdı çünkü cesedin durumunu tasvir edemezdi ve bunlar babamın hayatında en fazla ızdırap hissettiği anlardı.”

Mohammed Khan’ın katlanması istenen en zorlu sınavlardan biri de, mezarı kazıp ölüyü çıkarmak oluyordu. Bir keresinde, mezarları kazarken biraz ötede oturan birkaç kişiden yardım istedi ama reddettiler. “Ertesi gün, onlardan biri, Ghulam Mohi-ud-din evimize geldi ve gömülmüş kişilerden birinin kendi oğlu olduğunu söyledi. Trajikomik olan şuydu ki, Jalshiri köyünden Ghulam, birkaç metre ötede oturmuş izlerken kendi oğlunun gömüldüğünü bilmiyordu.”

Atta Mohammed Khan, iki ön raporda, Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi’nin “Gömülmüş Kanıt” başlıklı “Hindistan Yönetimindeki Keşmir Bölgesi’nde İnsan Hakları ve Adalet” hazırlık raporunda ve Kayıp Yakınları Birliği‘nin “Yeraltındaki Gerçekler” raporunda tanıklığı olan tek kişiydi.

“Muhtemelen, polisin tehditlerine rağmen isminin kamuya açıklanmasına aldırmayan tek mezar kazıcı” olarak geçiyordu, Kayıp Yakınları Birliği ve Jammu Kashmir Sivil Toplum Koalisyonu’nun ortak bildirisinde.

“Gömülmüş Kanıt”ta, acısını şöyle anlatıyordu: “Bana dayatılan bu görevin dehşetiyle yaşadım. Gecelerim işkence gibi geçiyor ve uyuyamıyorum. Rüyalarımda tekrar tekrar mezarlar ve cesetler görüyorum. Bu iş kalbimi zayıflattı. Hepsini hatırlamaya çalışıyorum… mezarları örterken toprağın sesi… kesilmiş vücutlar ve yüzler… oğullarını asla bulamayan anneler. Hafızam benim yükümlülüğüm. Hafızam benim katkım. Yoruldum, çok yoruldum..”

Zulkarnain Banday
New Delhi | 20 January, 2016

www.thestatesman.com