Çiçek kokan ağzı

yel ile koşuda birinci seçilmiş rüzgâr
böyle dedi deniz kıyısındaki nar ağacı
denizden konuşuyoruz gölgesinde
koya giren uykulu denizden

gül ile koşuda sonuncu olmuş sümbül
böyle dedi terastaki gecesefası
gülüyoruz, bir kuş sesi bize katılıyor
bir kırlangıç çok alçaktan uçuyor

dedim ki nar ağacına, gecesefasına
güzeldir nisan yağmuru üstümüze
başımıza yağınca, sığırcıkların
ansızın inişi gibi ovaya

güzeldir bir sevgilinin çiçek kokan ağzı
yağmurda eğilirken yalın toprağa

Ahmet Ada

Bekleme Hattı

I.

Neden gücenmiyorum beni sevmeyenlere
Benim de bazı şairleri sevmem
yıllar aldı.

biliyorum, insan bazen yıllar sonra tanır
bazı akrabalarını

biliyorum, sevmek için yitmemi bekliyor bazıları
gözlerini kaçırıyorlar şiirlerimden
uzağımda duruyor yakınlıkları
Yollarına çıkmam sanıyorlar, bir gün
Kendileriyle karşılaşmaya gittikleri bir kavşakta
bekliyor yaprağını dökmemiş kelimelerim
elinden tutmak için zamanla birbirine benzeyen yalnızlıkları

Nasıl herkes hayatında bir büyük gün beklerse,
şairler de başkalarının  gününe bağlar ömür düğümlerini
boşinan, karaumut, belki, yoksa
şairler de şiirler de ölüp giderler

II.

ne zaman konur
saklı vaatlerle içini gülümseyen
kitabın adı

kitabın adı kitabın adı kitabın
Bir ada
sebep yapılır bazı büyüler
Anlamı tenhada duran yalınlıkta gizlenirken
Kitaba adını veren şiir
Gün gelir almasını da bilir.

III.

Opak doku, kapalı çıplaklık
gözle görülmez
som sanatın yasaları
birbirine benzemeyen ketum kurallarla işler
her yaşı bir çağ gibi geçer de, ustalık
acemilik kadar tehlikelidir
yeniden kurulmamışsa gününe açı
Kimdir ölene kadar şair?
Kim bilebilir öldükten sonrasını?
İçinde yaşanılan an
Her zaman aynı değildir.
Şair bilmez, şiirin bildiğini
Adını koyduğun hayat şiire gider
Adını koyduğun hayat kitabın adı

Zaman bağışlamaz hayatıyla kitabı
birbirini tutmayanları

Bir ada
sebep büyür bazı ölüler

IV.

anlarsan korkarsın bazı şiirleri
İçini çok saklayanların içinde yaşadıkları
hayatın beni korkuttuğu gibi
anlama daha iyi

hem anlamak söz konusu olduğunda şiir ne ki?

V.

ey şiire küs evlerde oturanlar
taş kapı sırça sevinç kör anahtar
nasıl anlayacaksınız yaşadığınızı
bunca azalmışken içiniz
bir zamanlar yaşama hakkı tanımadığınız şiirler
gün gelir söyler nerede yanıldığınızı
kapınızın altından atılmış zarflar
bulamaz adres değiştirdiğiniz hayatlarınızı

Murathan Mungan

Herkes bu meydana bir zafer için gelir; ben ise sade sana yenilmek için geldim.

Koruluğun başbaşa, düşünceli ve dilsiz ağaçlan arasında her zaman bir kız dolaşır. Yeni sürmüş bir dal gibi incecik vücudunu vakit vakit buraya atan, bilinmez hangi yürek dağıdır. Rüzgârlı havalarda kendi gönlü gibi karmakarışık olan ağaçlar, durgun geceler bir meşveret fısıltısı ile, sanki onunla içten içe konuşurlar.

**

Kızcağız gene bilmez ki, bu ele avuca gelmez kuşlar gibi, kelimelerin, sözlerin zincirine bağlanmış hisler de, onları böylece tutup yakaladığımız zaman bize küser, gücenir ve bütün kudretlerini kaybederler. İşte bu yüzden o, vakit vakit yakalamak istediği kuşlar gibi, ele dile gelmeyen hislerini de tutup bir kâğıdın üstüne sıralayarak, gece penceresinin altına gelen sevgilisine uzatır. Lâkin kız, gönlü boşluğunda uçuşup öterken o kadar ateşli o kadar canlı olan duygularını bir kâğıda bağladığı zaman asla beğenmez. Onlar, içini yakan ateşin yananda buz gibi soğuk, cansız ve ifadesizdir.

Kız, yazdıklarını okuyup beğenmedikçe dertlenir, üzülür amma gene de bunları bazı geceler, penceresine uzanan ele vermekten kurtulamaz. Ancak o tek teselliyi, böyle bezgin, gözü yaşIı olduğu geceler, penceresini açarak korunun en vahşî, en mahzun ve melâlli kuşunun ötüşünü dinlemekte bulur:

— Yusufcuk, Yusufcuk!

Bu derin, bu garip ve iç ezici ses, sanki gönlünün dağa taşa çarpıp geri dönen feryadıdır. Yahut kendi gönlü bir dala sıçramış ta oradan haykırmaktadır.

Kuş, uzak, tasalı ve yorgun sesini ayını yürek ezici gariplikle tekrarlarken, artık genç kız bunun tamamen kendi gönlünün gizlice uzaklara kaçıp feryad edişi olduğuna inanır. Düşüncesinin böyle dumanlanıp bir hayal ikliminde dolaşması da boşuna değildir. O, hakikaten bu kuşun sesini, kendi yüreğinin kabına sığmayan feryadı zanneder; çünkü sevdiği delikanlının adı Yusuf’tur.

**

Yoldaşım inan bana ki sana içimi göstermek istemiyorum.

Eğer boş bulunup bazı bazı bu işi yapıyorsam, gene inan ki, tek penceresinde ışık olan bir ev gibi, esrar karanlıklarının ortasındaki bu tek ışık damlası, gönlüm çatısının ancak bir köşeciğini aydınlatır.

Eğer gene boş bulunup sana bir selâm, bir söz armağanı gönderiyorsam, bu selâmın, bu haberin, suya aksini bırakmış bir ağacın hikâyesinden hiç farkı yoktur. Nasıl o akiste ağacın her çizgisi mevcud, fakat ruhu gaibse, benim de sana gösterdiğim lafz ve haberde, içimin ancak bir gölgesinden, bir resminden başka şey yoktur. .

Ama ağacı, gölgesini suya saldığı için nasıl ayıplamıyorsan, beni de, sana ister istemez, içimden haberler verdiğim için hoş gör; kınama!

**

Herkes bu meydana bir zafer için gelir; ben ise sade sana yenilmek için geldim.

**

Evet dostlarım, ziyam yok, beni anlamayın, iftira edin, vehminiz kalıbına dökün, çekiştirin, zanlarımız teknesinde yoğurun; hepsi de helâl olsun. Hatta izin verin, bu mezat olan, yağmalanan varlığın her parçası bir elde kalırken, ona sizinle beraber ben de pey süreyim! Amma şuna inanın, şunu bilin ki, herkesin bir zafer için geldiği bu meydana, ben sade ona yenilmek için gönderildim.

**

Güneş batmadan az evvel, uyuklar gibi dallarını yapraklarını koyuvermiş ağaçların arasından bir kuş kafilesi geçti. Bu durgun ve mecalsiz dalları, onların incecik rüzgârı ürpertti. Sen de pencerende ürktün, ürperdin; besbelli dalgındın, düşünceli idin. Acaba şu tabiatın sırlı sükûnu, senin esrar dolu gönlünden koparılmış bir parça mıdır, diye düşündüm. Lâkin sormadım.

**

Akşama kadar yağmur yağdı. Ceylan gözlü taze kız da akşama kadar türkü söyledi, keyifli keyifli odasına çeki düzen verdi Beklediği vardı. Ah bu kızlar, baştan ayağa hep o bekledikleri içindirler.

Amma o akşam türkü söyleyen kızın beklediği gelmedi; küçücük yüreği ne yorgun ne çarpıntılı idi. Yağmur da artık dinmişti. Amma (cömert ve merhametli bulutlar, onu ağlar görünce yeniden gözyaşlarını boşalttılar. Böylece toprak, onun sıcak yaşlar ile bulutların serin suyunu bir zaman beraberce içti.

Sonra yeniden hava düzeldi. Gökyüzü, bir şenliğe hazırlanır gibi, daha gece basmadan bütün yıldızlarını püskürdü. Bulutlar da, bozguna uğramış ordular gibi, bilinmez nerelere kaçıp gitmişlerdi.

Bu aİnı açık parlak gece, nihayet sabahın ilk ışıklarına selâmını verirken, kız da gelmeyen sevgilisine yazdığı mektubu «senin için sabaha kadar ağladım, feryad ettim» diye bitiriyordu.

Amma kâğıdını büküp pencereden baktığı zaman, otların üstüne asılmış çiğ tanelerini görerek şaşırıp utandı ve kendi kendine : «Demek ki buradan, her yeşilliğin gerdanına bir göz yaşı takacak kadar bağrı yanık bir âşık geçmiş..» dedi ve mektubu avucunun içinde buruşturarak ıslak çimenlerin üstüne fırlattı.

**

Askere giden oğlunu köyün dışına kadar uğurlayıp ağlaya ağlaya dönen ana, izin tezkeresi koynunda sılaya dönerken sevinen oğul acaba kederi, sevinci kimden öğrenip te bu dünyaya geldiler?

Her gecenin seherinde gözlerimizden uykuyu silip bizi yeni bir günün cezr ve meddine salan da kimdir?

**

Taze çocuk, sen ızdırabı ne bilirsin?

Gerçi gözünü dünyaya açmaklığının dik işareti bir feryad oldu. Kıvranarak, bükülerek, kızarak ağladın ağladın.

Bu ilk gözyaşlarını, gide gide daha birçokları kovaladı: Düştün, ağladın; azarlandın, ağladın; istedin, ağladın; istemedin ağladın. Şimdi de sık sık gözlerinde yaş görülüyor. Komşun hasta olsa ağlıyorsun; kedin çiçeklerini kırsa ağlıyorsun. Dümdüz, el sürülmemiş yüreğin vakit vakit kabarıp, taze, lekesiz abıma buruşuklar, çizgiler gönderiyor. Ama gene de ıstırabın ne demek olduğunu bilmiyorsun.

Sana sorsalar, bildiğini iddia edeceğin muhakkak. Ama ben efe iddia ediyorum ki, sen henüz ıstırabı öğrenmedin; çünkü aşkı bilmiyorsun.

Hem beni dinlersen bilme; bilmek isteme de. Şayet karşına, onu sana öğretecek biri çıkarsa, kaç, kaçabildiğin kadar kaç!

Ama, dehşet içinde feryad feryad uzaklaşırken, o gene de seni yeninden yakandan tutmuş yakalamışsa, çırpınmak, kurtulmak hevesi boşunadır artık. O zaman Hiç olmazsa mağlûbiyetini açığa vurma. Huysuz, hoyrat, tutaraklı, inatçı ol! Bilmez misin sarhoşların çoğu, işret bütün zerrelerine sirayet etmişken, gene de (ben sarhoş değilim!) diye söylenirler.

Sen de «evet» yerine «hayır» de. Istırap, hançer gibi göğsüne dalıp çıkarken bile acım belli etme. Beni dinlersen, elinde fırsat varken düşündüklerinin aksini söylemekte alabildiğine inad et. Zira gün olur, değil serkeşliğe, hiç ama hiç bir kâra iktidarın kalmaz ve ayıklık iddiasında olan

**

Biz insanlar çok defa, koşa koşa gittiğimiz bir yolda, elimizden, kolumuzdan, boyunlunuzdan, haberimiz olmadan düşen kıymetli bir mücevheri aramak için geri dönen şaşkın yolcuya benzeriz.

Evet kaybımızı aramak endişesi, sür’at ve sarhoşlukla geçtiğimiz dünya yolunda, bazı bazı hatırımıza gelen bir düşüncedir. Hâdiselerin, vesilelerin, hayat icaplarının vakit vakit kurcaladığı bu endişe, nihayet fikir kalemizin kapısını zorlamaya başladı mı, düşünmeğe, sanki aklımız her müşkülün anahtarı imiş gibi, uzun uzun düşünmeğe dalarız. Lâkin çok defa genişliğin, hudutsuzluğun sırları içinde istediği mânayı teşhir etmeğe uğraşan bir fikir, kendisini, tesadüfen girdiği odada pencereden pencereye çarpan bir kuş gibi, boşuna oradan oraya vurup durur.

Düşünce, belki bir hadde kadar, gizli olan mânayı kendi sınırına davet edebilir. Fakat hangi akıl, düşünce, hattâ his ve idrâk kayıtlarını yıkıp deviren bir zevkin istilâsına uğramadan, kâh yanan kâh sönen bu fikir kandiliyle, şu dünya karanlığında kaybını aramış ta bulmuştur?

Ben bulamadım. Bulan varsa söylesin, gidip alnından öpeyim!

**

Eğer ıztıraba yer vermemiş bir ibareye rastlarsan, korkma : «Bunun aşk kitabında yeri yok » diye haykır.

**

Şu genç adam yazı yazarken kalemlerini çok bastırır ve çok kırar. Sıçrayıp kim bilir odanın hangi köşesine fırlayan uç, artık bir saniye evvel ona hizmet etmiş, fakat kaybolmuş eski bir dost gibi uzaktır. Onu bir daha bulamayacağını ve bulsa da kullanılamayacağını bildiği halde, boş yere gözler ile araştırır. Bir taraftan da büyükbabasının bergüzarı, abanoz saplı kalemtıraşıyla, kırılan kalemini yeniden yontmaya başlarken kendi kendine hafifçe küser ve söylenir :

— Gidenin yerine benzerini getirmek gayreti, işte insanların tesellisi, der.

**

Gün batarken, genç kadın penceresinde ona hem bakıyor “hem de ağlıyordu. Bu yaşlı ve hisli gözler güneşi mahzun etmişti. Biraz daha sarardı ve başı ufka doğru biraz daha yatarak:

— Dur güzel kadın, telâşlanma, dedi. Yalnız biraz bekle, fecir zamanı beni gene karşında bulacaksın. Yarınki gün sırf senin için geleceğim ve ilk ışıklarımla yalnız sana buseler göndereceğim. Beni burada, buracıkta bekle!

Güneş, son sözünü bitirmeden, bilinmez nerelere kayıp gitti. Fakat dünyanın öteki yüzünde seyrini yaparken, hep arkasında ağlar bıraktığı güzel kadını düşündü. O kadar mahzun ve üzgündü ki, hep bulutların arasına saklandı durdu ve kendisine bakanlara :

— Güneş bugün ne kadar soluk, hiç te feri yok! dedirtecek bir zaaf gösterdi.

Nihayet vakit gelip, mülâkat heyecanı göğsünde hızlı hızlı vurmaya başlayınca, bulutlan savdı, .canlanıp kızardı ve ufka doğru atıldı :

— Ne ateşin bir gurub, ne harikulade bir akşam!

Diye birbirlerini iterek kendisini gösterenlerin iltifatlarını dinlemeden, dünyanın öbür tarafına geçti ve dağların üstünden başını kaldırarak doğruca genç kadını aradı.

– 

Fakat kendisini gözyaşları ile uğurlayan kadın, artık penceresinin önünde değildi. Güneş, telâş ve heyecanla perdelerin arasından süzülerek odasına girince, onu yatağında, başı bir erkeğin göğsünde uyur buldu.

Zavallı güneş bilmiyordu ki, bir akşam evvel gözyaşları yanaklarından süzülen bu kadın, kendisi için değil, «gün batmadan sana geleceğim» deyip te geç kalan sevgilisi için ağlamıştı.

**

Fakat baş eğmeye değil baş eğdirmeye, dinlemeye değil dinletmeye alışmış olan şehvet çilesi, hiç tanımadığı, hiç işitmediği bir sese karşı sesini kesmeye mecbur olarak sustu:

**

Çocukluğumuzda yaşadığımız bir hatıra, çok defa senelerin zeminine ¡gömülü yattığı kadar haberimiz olmadan işlenir, gelişir ve hakiki ifadesini bulur. Biz ise onu kaybettiğimizi, unuttuğumuzu zannederiz ki bu hatıra, artık saklı olduğu yerde kalamayacak bir inkişaf gösterdiği gün, birden bire cariyelikten sultanlığa yükselip fakir baba bucağını dolaşmaya gelen bir güzel gibi, kapımızı çalar.

Çalar. Fakat artık belki de bizi eskisi kadar duyucu, çiğ çıplak bir hassasiyet halinde bulamaz. Yorulmuş, yıpranmış, aşınmış olan duygu şebekemiz, dışardan içeriye his ve şiir kabul ettirmeyen bir durgunluk kaftanına bürünmüştür. Kim bilir belki de meyus, ölgün ve yorgun oluşumuz, artık önümüzde yeni yeni hatıralar gömecek ve besleyecek senelerin kalmamasındandır.

İşte uyuklayan mazi, senelerin harareti içinde canlanıp yeniden karşımıza gelince, kendimizi hakikaten bu geçmiş demlerin içinde buluruz ve belki de onu, çocukluğumuzda duyamadığımız ergin bir hassasiyetle yeniden görür, yeniden tadar, yeniden yaşarız. Esasen hal, geçmişin düğümünü çözen nazlı bir elde başka nedir?

**

Ruhum bir kalbin esiri olmadan evvel elimi bir el tuttu ve bana güneşleri, seyyareleri, semâvatın acaibini gezdirip seyrettirdi. Nihayet bir âleme getirerek:

— İşte misafir olacağın yer, burası dünyadır dedi.

Şaşkın şaşkın etrafıma bakınırken de devam etti:

— Burada herkes kendi istidadına göre bir tohum eker ve mahsul devşirir. Para, kadın, evlâd, mevki rütbe, şan ve şeref, insanların en çok ekip biçtikleri tohumlardır. Sen de keyfine göre bu dünyaya bir çekirdek ekip mahsul topla!

**

Sarhoştum. . ,

— Ne içtin? dediler.

— Su! dedim. .

Bu cevabımı keyif halime vererek gülüştüler. Amma gene de, insanların zaif anlarından istifade etmesini bilen alaylı bir tecessüsle : ..

— Su insanı sarhoş eder mi? dediler.

— Etmez! dedim. „

Bu sefer de kendileriyle eğlendiğimi sanarak öfkelendiler.

Ben ise şaşıyordum. Nerede bir an evvelki istihzalı gülüş, nerede bu hiddet? diye.

Amma şaşmamalıydım; zira insanlar hep böyle idiler. Bir nefeste dost, bir nefeste düşman olmaları için, gururlarına küçük bir iğne değdirmek yeter de artardı bile.

**

Kız, keçisini kaybetmiş kapı kapı dolaşıp arıyordu. Bulamadıkça da bir başka kapıya gidiyor, böylece oradan oraya koşuyordu.

Keçisinin derdinde sokak sokak dolaşan kıza her kapısını açan, aksi, asık yüzle:

— Yok, burada öyle şey yok! diyordu.

Babasının korkusundan keçiyi araya araya gezen kızın yolu, nihayet bir delikanlının kulübesine düştü. Gerçi o da kıza, keçisinin kendisinde olmadığını söyledi. Amma bunu söyler söylemez de, pınarın mermer taşları kadar beyaz olan dişlerini, gülüşlerin en tatlısıyla gösterdi ve şu beşareti ilâve etti :

— Ben senin keçini bulurum! .

Ve yiğit delikanlı, doğruca köyün böceğinin evine gidip, hayvanı bu namlı hırsızın izbesinde bulup getirdi.

Kızn ağlamaktan şişen gözleri şimdi gülüyordu. Keçinin ipinden tutup götürürken, küçük yüreğine çarpan ilk sevda dalgasını da beraber götürdüğünü yarı bilir yarı bilmez bir sarhoşluk içinde idi.

**

Göl durgundu. O kadar durgun ki sahildeki armut ağacının bir eşi, sanki suların üstünde de bitmişti. Sabahtan beri kumlarla oynayan çocuk, biraz da sularla ahbaplık etmek için kıyıya indiği zaman, karşıdan imrenip imrenip te boyu yetişmediği için yemişini koparamadığı ağacı gölde görerek sevindi. Ve hemen gitti, bir dalda yan yana duran iki armuttan birini koparmak üzere elini suya batırdı.

Amma bu da neydi?

Çocuk ağlayacak kadar şaşırmıştı. Zira elini göle sokar sokmaz cilâlı sular buruşmuş, karışmış ve armut ağacı yok oluvermişti. Halbuki kıyıdaki o yetişemediği ağaç durup duruyordu.

Çocuk, yakalanması kolay gibi görünen her hayalin de, bunun gibi daha el sürülürken silinip yok olduğunu, ancak boyu armut ağacının meyvelerini toplayacak kadar uzadıktan sonra öğrenebildi.

**

Bahçemizin ağaçları arasında bir de servi vardı. Başım gökyüzüne çarpmaktan korkar gibi tepesi hafifçe eğilmiş, neş’esiz, esmer yüzlü bir ağaç.

Çocukluk hatıralarım arasında yeri olan bu servi, o zaman bana havaya kalkmış bir dev parmağı gibi tehditkâr görünürdü. Onu hem sever hem de çekinir ve korkardım.

Gün ortasının çocuklar için bir sıkıntısı vardır ki, bu öğle ve ikindi arasını onlar hiç sevmezler. O saatte ne oyunlarının tadı vardır, ne hülyalarının, ne de tatlı ve korkulu bir heyecan ve hayranlıkla, imkânsızlıkları akıl ve endişenin engellerini, hududu dışına atmış peri masallarını dinleyebilirler. Hele uzun ve sıcak yaz günleri, onları diriltip kendilerine getirecek olan serinlik, akşamın gizli kanadına binip gelmeden, bir türlü canlanamazlar.

**

Tabiat, henüz güzelliği servetinin iflâsından uzak olmadığı bir sabah, genç kadın gül kesmek için bahçeye indi ve sarılardan, kırmızılardan, pembelerden toplayıp kolunun, üstüne yatırdı. İlerde bir şarap rengi vardı ki, nasıl bir sır, nasıl bir kuvvetle bir bilinmez, kendi kendini vakitsiz açmaya zorluyor gibi yarı uyanık, fakat ateşindi.

Kadın, bu güzelliğin davetine uyarak onun da yanına gitti. Bir eliyle sapını tutup, öteki eliyle de makası incecik boynuna uzatacağı zaman, yapraklarının tâ içinde, geceden kalma bir su damlası gördü. Tıpkı çocuk yanağında parlayan gözyaşına benziyordu.

Oh ne âlâ. sevgilim bunu hepsinden fazla beğenecek çünkü gözü yaşlı! dedi ve acele edip hemen kesti. Fakat gül, gideceği yeri öğrenince zevkinden güldü, yapraklarındaki yaş yuvarlanıp düştü ve o da öteki güller gibi mes’ut, başını genç kadının koluna bıraktı.

**

Yeniden gözümü açar açmaz karşımda bir hayal belirdi. Ona sordum :

— Sen kimsin?

— Aşk! dedi ve kulağıma eğilerek:

— Bu dünyada en büyük marifet küçülmektir. Küçül! küçülmekten korkma, bil ki insanlar, küçüldükleri nisbette büyürler…

**

Sanki o bir isteyici idi de dünya değil miydi? Bu duyulmadan kayıp giden senelerden sonra, şimdi de dünya bir dilenci, hem de istediğini almadan çekilmeyen zorba, insafsız bir dilenci kesilerek karşısına dikilmiş, bir vakitler cömertlik, ikram, alâka ve muhabbet gösterdiği bu aşinasından, evvelâ gençliğini, sonra da güzelliğini alıp götürmüştü.

Belki bu bir ödeşme sayılırdı. Fakat isteyen, durmadan isteyen bu merhametsiz dilenci doymuyor, boyuna bekliyor, hiç bir sefer eli boş dönmeden hep alıyor, alıyordu.

Artık bir acûze olan ihtiyar kadın, günlerden bir gün gene, erimiş kurşun rengindeki akşam sislerini seyrediyordu. Arzularına doymamış, ihtirasının yalımı sönmemiş, dünyanın bitmez tükenmez zevklerinden yorgun düşmüş bu mağlûp baş, gene hülya göklerinin bir yıldızından ötekine atlıyordu. Fakat merhametsiz dünya, bu sefer onu tam yere vurmayı kararlamış olacaktı ki, en son isteğini almak için karşısına, bir başka âlemin davetçisini gönderdi.

Ertesi gün ihtiyar kadının odasına girenler, onu gene köşesinde buldular. Lâkin bu sefer, dünyanın delik keşkülüne canını koymuştu. Artık o yatışmaz ihtiraslarından eser kalmamış zavallı bir ölü idi.

**

Rabbim, sanırlar mı ki ben secde ederken taşa toprağa baş koyarım? Hayır. eğilen başım, o kaskatı yerde senin aşkının yumuşak dalgalarıma karışır.

Rabbim, zannederler mi ki derdim biter, yüreğim durulur ve bu viraneden feryad, el etek çeker?

Hayır, sen oraya, bir aynaya bakar gibi baktıkça, dert üstüne dert katarsın. Dert bitmez, feryat dinmez, gönül durulmaz.

Rabbim, sanırlar mı ki bir şeye dua edip bitirmek, gene dua edip yetirmek endişesindeyim ?

Hayır. Dudaklarım senin ismini andıktan beri söz söylemekten bile utanır olduğumu senden başka kime anlatabilirim?

Rabbim, zannederler mi ki günah, kapımı çalmaz, suç, elimin ayağımın yolunu bilmez. Gölge, güneşin hatası değildir. Eğer şu kesif  vücut, yere gölgesini salıyorsa, haşa bu senin değil, sade onun kabahatidir.



Rabbim, sanırlar mı ki bir aşinaya, bir dosta gülümseyen dudaklarım, bir zevkin, bir meclisin dağdağasına iştirak eden hislerim, orada bunlarla alış veriştedir?

Hayır. Alışımın verişimin kiminle olduğunu bilirsin. Senden başkasına bildiremeyeceğim için de susarım işte. Ama adımı konuşmaza çıkarmışlar mı, ne olacak?

İsteyen istediğini söylesin Zaten ismi senin isminle anılan kim vardır ki, bu dünya, onu efsane bulutlarının bilinmediklerine karıştırmış olmasın…

**

Bir kaç hafta evvel küçük birer dil gibi dalların üstünde soluyup çırpman yaprakların şimdi çoğu yerde. Üstlerinde yürürken kuru bir ses, şikâyete benzer bir hışırtı çıkarıyorlar. Sabahleyin de ne kadar koyu bir sis vardı. Sanki tabiatı boğan bu ıslak gölge, yatağını şaşırmış bir selmiş gibi, dağ eteklerine kadar bütün ovayı, kırları basmış, yalnız çok yüksek ağaçları ve dağ tepelerini meydanda bırakmıştı.

Bu, gün günden solan, taravetini, zenginliğini kaybeden tabiata, onu düşüne düşüne örseleyen elin, ölüm mevsimini sin dire sindire getirmesini bir teselli olarak kabul etmekten gayrı, çare nedir?

Nasıl ki dünya, taze başım yastığına koyarak uykuya dalmış bir genç kızı, sabah kalktığı zaman bir acûze olarak görmemişse, sıcak, muhteşem bir yaz gününü de karlı bir kış gecesinin takip ettiğine şahit olmamıştır.

Esasen kahir ve musibetlerin tahammül edilmez ağırlığını silen, biraz da alışmak tesellisi, bu şifa değil midir?

**

Bu yollardan, kimler geçmemiş?

Birbirlerini sevenler, sevdiklerini zannedenler, sevip te usananlar, dünyayı kendi aşklarından ibaret sananlar… .

Geçmişler, geçiyorlar Ve geçecekler. Zaman, zanların ve kuruntuların yalanını ortaya döktüğü halde, geçeceklere geçmişlerin kıssalarından bir agâhlık hissesi ayırtmayan sırlı, büyülü hükmünü yapmış, yapıyor ve yapacak.

İnsanoğlunun kulağını bükmek, nasihat vermek boştur; kıssadan hisse çıkarmak ta boştur. Bu cihanda nasihat, nisan yağmuru gibi bol bol yağar, sel gibi akar. Ama nerede o sadef ki ağzını açsın da yuttuğu bu damlayı inciye tebdil etsin.

Her hâdise, içinde hissesi olan bir kıssadır. Ama nerede o göz ki bu dolaşık ve sırlı yazıyı söküp heceleyebilsin.

**

Komşu kızına çiçek toplamak için bahçesinde dolaşan delikanlı, yavaştan başlayan yağmura, saygısız bir arkadaşa kızar gibi öfkelendi, söylenmeğe başladı. Düşünmüyordu ki, uzun yaz sıcaklarının elinde her gün biraz daha ezilen, kavrulan bahçe, bu iltifatı ne sabırsız ne coşkun bir özleyişle beklemekte idi.

Delikanlı, gittikçe telâşlanan sağnağın altında çiçek toplamakta sebat etti. Lâkin alçaktan esen bir rüzgâr, çiçekleri, köşe kapmaca oynayan çocuklar gibi, oradan oraya kaçırıyor, elini uzattığı bir san gülün yerine bir kırmızıyı getiriyor, tutmak istediği bir kırmızıya, beyazla yer değiştiriyordu.

Delikanlı, sarıyı beyazın, beyazı sarının yerindeymiş zannettiren bu mızıkçı çiçeklerin arasından, elinde bir demetle bahçe çitinin yanına geldiği zaman, yağmur, gökyüzünden sarkıtılan sudan urganlar halinde boşanıyor ve o da, bunlardan birine tutunacak olsa kopmayacak ve istediği kadar yükseklere tırmanabilecekmiş hissine kapılıyordu.

Delikanlı, demetini vermek için her zamanki yere geldiği vakit, kızı, kendisini bekler buldu. O da ıslanmıştı. Kim bilir ne zamandan beri, belki de yağmuru, bahçenin çiçekleri kadar hoş karşılatan bir gönül ürpertisi ile buracıkta bekliyordu.

Genç çocuk ona demeti uzatırken eli, kızın serin ve ıslak eline değmişti. Onların küçük maceralarının büyük vuslatı her zaman bu idi ve bu kaldı.



O gün akşama doğru yağmur dindi ve güneşin ateş başı, tekrar tabiatı ısıtıp kuruttu. Zaman oldu; yazlar kışa döndü, kışlar baharların koynunda ılındı, gülüp söyleyen günler, hastalıklı güzlerin pençesinde solup sarardı. Hülâsa aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Böylece de delikanlının ilk aşk tezahürleri, masum bakışmalar, feragatli sözleşmeler, çiçek ve name kapılarına paslı birer kilit takarak, onu, sayısını bilemediği maceralara itip yuvarladı. Böylece, erginlik çağı, ona taarruz ve ihtiras senelerini yaşatırken, eli, birçok sıcak, kokulu, fettan kadın elleri sıktı. Ama gene de, bir zamanlar çit arkasından değdiği serin, titrek ve masum eli unutamadı.

**

Söyleyin bana, bir fikri bilinmez hangi yollardan geçirip dilimizin ucuna getiren ve oradan söz dalgaları halinde dünyaya salan kimdir?

Söyleyin bana, göz bebeklerimizin kaptığı bir güzelliği, gene görülüp keşfedilmez yollardan geçirip hislerimize, aklımıza dağıtan, ulaştıran kimdir?

Dudaklarımıza, parmak uçlarımıza dilimize, kulağımıza birbirine benzemeyen hassasiyeti kim, nasıl taksim etti, söyleyin?

Söyleyin bana., medholunduğumuz zaman gülümsemeyi, çekiştirildiğimiz zaman acı duymayı kimden öğrendik?

Neden ruh denen tılsımlı varlığın bir maktaı yok? Niçin onu yarıp içindeki akıl almaz sırları araştıramıyor, ortaya dökemiyoruz?

İman onun neresinde gizli?

İnkâr onun hangi köşesinde yer tutmuş?

Zevk, sürür, hüzün ve gam ona kimden gelmiş, nerede saklanıyor?

Keder baş kaldırınca, ferah nerelere siniyor?

Şevk ve tebessüm uyanınca, elem hangi köşeye saklanıyor?

Söyleyin bana, acaba insanoğlu, eline bir külünk geçirdiği zaman, niçin onunla dağları yarmaya gidiyor da, kendi varlığı yolunu tıkayan meçhulü söküp atmağı hatırından bile geçirmiyor, söyleyin niçin?

**

Karlar eriyip biteli haftalar geçti. Tabiat, kararını vermek üzere olan kimselerin tutkun sükûtu içinde hayli zamandır düşünceli. Artık soğuklar eli kamçılı, sert zorba çalımını kaybetti. Yağışlı, fırtınalı, atak ve çılgın kıs, mağlûb ve üzgün, kaçmaya hazırlanıyor. Hattâ kaçmış ta denebilir. Zira baharın nazik eli. bir taraftan çatık yüzlü soğukları uzaklara iterken, bir taraftan çimenlerin çiçeklerin arasına sokulup onları bir şenliğe hazırlıyor. Giydiriyor, kokular, renklerle süslüyor.

Artık çıplak görünüşleriyle kasvetli kasvetli sallanan ağaçlar, bütün bir kış, içlerine kapanmış olmaklığın öcünü almak için, acele etmekte. Üç beş günlük güneş muhakkak ki onlara yüreklerinin bütün sırrını, taze yapraklarının, ince kokulu çiçeklerinin dili ile söyletecek.

Değil yalnız ağaçlar, toprağın baskısı altında aylardan beri uyuklayan tohumlar, çeşit çeşit otlar ve çimenler de bu şenlik davetçisinin sesini işitmiş olacak ki, gizli köşelerinden yavaş yavaş baş kaldırmaya başlamışlar bile.

Ey gözleri görünüşe takılanlar! Tabiatı, kendisine bir. gizli ferman okuyucunun emrinde kâh güler, kâh ağlar, kâh söyler, kâh susar görüp hoş tutuyorsunuz da, şu küçük âşıkı, bir buyruğun esiri görmekle neden şaşıyor kızıyor, eğlenip taşlıyorsunuz?

**

Genç kız, oturduğu yerde başını yastığa dayamış, kımıldamadan duruyordu. Gözleri de kapalı idi. Görenler uyuduğuna hükmedebilirlerdi. Amma sevgilisi, bu yorgun menekşe. gözlerin uykudan ne kadar uzak olduğunu pek âlâ biliyordu. Bildiği için de yavaşça yanına sokuldu ve yuvarlanmaktan yorulup sakinlemiş dalgalar gibi, yastığının yarısını kapatan saçlarını okşadı, sonra da, suç işler kadar tereddütlü ve korkak:

— Vakit geldi, gidiyorum ben! dedi.



O gün delikanlı evden çıkarken, sevgilisini her zamankinden daha mahzun, daha içli bıraktığının farkında idi.. Kendisi de ondan daha az üzgün değildi. Sokağa çıkıp, düşünceli ve kararsız bir kaç adımdan sonra, içine çöken dayanılmaz bir ayrılık acısı, onu geri çevirdi.

Artık neşeli idi. Çünkü geri dönüyordu. İçeri girdiği zaman kız hep bıraktığı yerde, bir gül ibrişim ağacının çiçekleri gibi tel te] parlayan saçları, hep aynı yastığın üstünde idi. Yalnız az evvel kuru olan kirpiklerinin ucunda, soluk sabah yıldızları gibi. küçük damlalar parlıyordu.

Delikanlımın neşeli patırdısı, onu şaşkın bir teheyyücle yerinden kaldırmıştı. Fakat genç adam, boynuna dolanan sıcak çemberi çözmüş, ona soruyordu:

— Kayıp kayıp neyin kayıp?

Kız hep şaşkın, hep heyecanlı, hep tereddütlü idi. Zeki ve kavrayışlı başında kısa bir düşünce üzüntüsü dolaşarak saymaya başladı:

— Yüksüğüm!

— Değil!

— Mendilim!

— Değil!

— Tarağım, iğnem!

— Değil, değil işte!

Şimdi, sorma sırası kıza gelmiş gibi, gözlerinin son nemini eliyle kurularken :

Nedir öyle ise sen söyle! dedi.

Delikanlı muzafferdi :

— Ben! diye bağırdı. Az evvel beni kaybetmemiş miydin, işte sana onu getirdim.

**

Şair, bir gecesini de bizim çatımızın altında geçirdi. Kırk kapılı peri saraylarının sırları gibi, belki onun da kırk hâzinesi olan muhteşem, saltanatlı coşkun bir his âlemi var. İşte şair mısraları buhurdanına bu kilitli kapıların içindeki sırlardan birer tutam atarak yakarken, derin derin içimize çektiğimiz büyülü tütsü, kıvrılıp bükülüşünün hayranı olduğumuz efsanevi raks, onun bize bu muhteşem saraydan uğurlanmış birer armağandır.

Şaîr, efsanevî sarayın efsanevî kapılarını sanatı eli ile bir bir ararken, tarihe, maziye, soylu hatıralara, aziz fikirlere, asîl çilelere, şefkatin, ıztırabın, hüznün, kaygı ve tasanın en gizli işlenmez köşelerine seferler yapıyor ve nal seslerinin musikisi saz şairlerine hamaset [kahramanlık ] destanları yazdıran kahramanlar gibi, zaman oluyor ki dalga dalga taşıp sanat bulutlarının erişilmezliklerine yükseliyor.

Ama gene zaman olup, sanat bulutlarının erişilmezliklerine karışan şair, bir an geliyor, bütün şiddet bütün dehşetiyle çamurlara, süfliyet ve zilletin derinliklerine iniyor. Ne yazık, ne yazık ki o da bizim gibi zaaflarının, arzularının, ihtiraslarının kulu olan bir zavallı.

Bir eli kadehini dudağına götürürken, öteki eli, dizini yumrukluyor ve bir an hislerimizi secdeye vardıran mısraların döküldüğü dudaklarından, en beklenmedik gayz fırtınaları esmeye başlıyor. Bir rakibin, bir çekemezin üstüne savrulan korkunç, amansız bir kasırga kesiliyor.

Gene mutlak tecerrüdünün safasında, her kayıttan azade ve müstağni sandığımız şair, zaman geliyor ki, bize hayranlık ve haz ürpertileri veren şiirlerine kafiye denemekten yorulan başını, fanilerin en zavallı hissi olan, alkış ve sitayiş patırtılarıyla dinlendirmekte zevk buluyor..

O, beğenilmezse küsmeyi, takdir görürse sevinmeyi de çok iyi biliyor.

Ne yapsın, ne yapsın, ömrü boyunca kırk kapılı sarayın bir kapısından ötekine geçmekle vaktini tüketmiş; amma hiç birinde. hiç bir defa, sarayın sahibine rastlamamıştır. Bazı bazı sesini duyar, adını işitir gibi olmuş, amma hiç bir gün, hiç bir defa, onunla yüz yüze, diz dize gelmemiştir.

Şair, tılsımlı sarayın kırk kapısının birinden ötekine geçerken, gönül istiyor ki ona, yüz karalarımızı yıkayacak olanın gizlendiği kırk birinci kapı da açılıversin.

Her noktasını tanıdığı bu sarayın, her tarafında gezinmesine izinli olduğu bu kâşanenin bir gizli, bir görünmez köşeciği olduğunu bir bilse, ah bir bilse…

Ona bu gizli kapıyı hem göstermek hem de göstermemek istiyorum. Bir kere görecek olsa, artık öteki kapıları açmaz olacak; ihtirasları, gılzet ve ayıpları ile beraber, belki kafiye ve vezin endişeleri de, kendi tozlarının bulutu içinde görünmez olan süvariler gibi, kaybolup gidecek ve hiç bir teşebbüs, hiç bir zor, onu bu son girdiği kapının kulu olmaktan ayıramayacaktır.

**

Bana, söyle, deme yoldaşım. Bugün: susmak istiyorum.. Sözlerimi gönlümün kınına sakladım; söyle, diye üstüme varma.. Şayet sana uyar da onları çekip çıkarırsam, el sürenin parmakları doğranır.

Bana : «Bizi mecruh etmekten çekindiğin, bu duyguları, korkmadan içine nasıl saklıyorsun,» da deme. Onlar belki bir kılıçtan daha kan dökücüdür; amma kendi kınını kesmemek: ananesine sadık kalacak, kadar da merddir.

Bana, söyle, deme yoldaşım. Sen söyle, sen haber ver ki, ben neyim?

Hangi göklerin hangi köşesinden bu dünyaya damladım?

Onun için mi şaşkın bir yolcu gibi, vatanımın yolunu: soruyor, arıyor, gözlüyorum?

İnsanları kafile kafile çağırıp, kafile kafile uğurlayan bu dünyada, çoğumuz kırdığı ceviz boş çıkan bir çocuk gibi, tad ve hoşluk yerine hayal sukutlarının, hüsran, ve azapların acılarıyla cevaplanırız. Ağaç, sararan yapraklarını kaybederken ağlar mı bilmem. Bu dünyada, kahkaha gibi, gözyaşı da o kadar bol ve nafile akar ki, sırasında biz, bir yapraktan daha değersiz kıymetler için bile elem duyar fer yad ederiz: Ama ne gariptir, öğrenemediğimiz, bilemediğimiz, öğrenmek ve bilmek içini yanıp yakılamadığımız o büyük sır, o büyük muamma için gözyaşı dökmek hatırımızdan bile geçmez?..

Bana «söyle» deme yoldaşım. Zîra bugün susmamı isteyen o sırlar âleminden gelen bir habercidir..

**

Dalını pencereme uzatmış bir erik ağacı vardır ki, beni her zaman hazımlı ve masum sükûtu ile dinler. O beni her zaman, her anında, her deminde, ıztırabları saymasını, coşkunlukların asın şivesini af etmesini bilen bir haldaşlık bir kavrayışla dinler.

Kışın çıplak, dertli ve hastadır; gene dinler.

Baharda taşkın, sevdalı, neşeli ve başı dumanlıdır gene dinler.

Yazın, meyvelerine uzanan elleri boş çevirmeyen dalları, tarlada çocuklarını doğurur doğurmaz işlerine saldıran kadınlar gibi, bir yandan mahsul verir, bir yandan da başını pencereme uzatarak gene beni dinler.

Güzde perişan, şaşkın, ordusunun yarısını kaybetmiş bir cengâver gibi harab ve mağlûbdur, gene dinlemekte kusur etmez. Pencereme dalını uzatan erik ağacı, penceresi pencereme bakan komşudan daha temiz yüreklidir. Onun gibi beni ne dedikodu taşma tutar, ne akla gelmez iftiralar savurur ne kınar ne de göz koyar.

Düşünürüm. Karşısındakine hor, yanlış, öç alıcı fikirler süngüsü ile hücum etmemek için, pencereme uzanan erik ağacı gibi nebatî bir şuura mı sahip olmalıdır?

Acaba beşer idrakini, insaf ve tarafsızlık elmastraşı ile yontmak mümkün değil midir?

Ve acaba bize, insanı bir himmetle bu heykeli bina etmek iken daha büyük bir savaş ve kazanç olabilir mi?

**

Susarız; zira çok defa düşüncemizin âfet kesilmiş dehşetine denk olan ifade, söz değil sükûttur. İşte bu içli bu şuurlu sükût hengâmesinde bir zaman gelir ki mazi, içtiği afyonlu şerbetin tesirinden kurtulan bir sarhoş gibi, yavaş yavaş uyanarak, bize sırlarını, maceralarını, yılların ardına gizlenmiş aziz hatıralarım, sükûtun dilsiz dili ile anlatmaya başlar. Hüzün sandığımız zevklerimiz, zevk namına giriştiğimiz hazin cüretlerimiz, kırılışların içimize hız veren uyandırıcı kudreti, masum yorgunluklarımız, buhranla biten teşebbüslerimiz, çile örtüsüne sarılmış hazlarımız, feragatlerin, evvelce ham bir meyve gibi kekremsi gelen, fakat senelerin şefkatinde ısınıp olgunlaşan tadları, içimize hazlarını, bölük bölük olmuş hikâyelerini nakş edip geçmiş günlerimiz, nereden sızdığı belli olmayan bir ışık, nereden gönderildiği belli olmayan bir elçinin eliyle uyandırılarak gönlümüzün mahşerinden gelip geçmeye başlar.

O zaman zan ederiz ki mazinin ihtiyar hançeresi, bize kısılmış sesinden yalnız bir ömrün ufalanmış, tozlaşmış, vüzuhunu, mahiyetini değiştirmiş sesini dinletip çekilecektir. Halbuki afyonlu şerbetinin tesirinden kurtulan o sarhoş, gün olur ki, zamanın ve mazinin ötesindeki bir zaman ve geçmişten konuşmaya başlar. Ve ne tuhaftır, ay ışığının sulara çizdiği kararsız resimler gibi, bir türlü tutup yakalayamadığımız, bir türlü teshir ve zapt edemediğimiz sırları, bilinmez geçmişleri, sürüp unuttuğumuz maceraları, nisbetle gizli, nisbetle aşikâr olan muammaları, bir çıkrığın boşalıp sağılıveren iplikleri gibi, çözüp önümüze yığmış bulunur.

Esasen bu dünyada bilen ve duyanların da yaptıkları, bir inkişaf anında önlerine yığılmış olan bu karmakarışık, çetin ve dolaşık yığma bir düzen, bir nizam vermeğe çalışmaktan başka nedir?

**

Kadın, elindeki berrak suya bakarak gülümsedi. Kendisini evvelâ çocukluğa, sonra bu avare, başı boş senelerin ardından, gençlik çağma çekip götüren yıllar içinde, kim bilir kaç kere susamış ve kaç kere de bardağını dudaklarına götürmüştü. Her çeşniden çabuk bıkan çabuk usanan bu dudaklar, acaba niçin şu renksiz, kokusuz içkiden hiç bıkmamıştı?

**

Söyle, Devletlim, söyle, istersen bir divane gibi sayıklıya bir sarhoş gibi sağa sola çarparak, bir hasta gibi inleyerek, bir âbid bir âşık gibi gözyaşı dökerek sana tapmaktan da vaz geçeyim. Öyle zamanlarım olur ki, bağa bukağıya gelmeyen, korku ve ihtiraz bilmeyen, yalnız taşan, çılgın, avare bir başı boşlukla esen bu gönül fırtınasıyla seni incittiğimi sanırım. Belki incitirim de.

Ne bileyim, yaş dökecek gözü, inleyecek dudağı, çırpınacak kolu kanadı olmayan yürek, kendi iptilâ, hasret ve yanıklığını bir dilin bir gözün gammazlamasını hoş görecek kadar hodbin.

Ama ben ondan titiz ve kıskancım Devletlim, şayet elimin, gözümün, dilimin taşkınlıkları, nümayişleri, tehevvür ve hasret evazeleri seni sıkıyorsa, söyle bunların hepsinden vaz geçeyim!

**

Dün gece, denize düşmüş bir sepet gibi, içimden geçen dalgaların kucağında çalkandım. Yetişilmez uzaklıklara, erişilmez nihayetsizliklere gittim. Bu öyle anlardandı ki gittiğimiz yerden bir daha döneceğimiz hatıra gelmez; daldığımız âlemden bir daha, baş çıkaracağımız aklımızdan geçmez..

Orada, halkın dilinde türlü ismi olan türlü eşya, aynı tesbihin taneleri gibi, aynı vird ile çekilir.

Orada, efendi kuldan, kul efendiden seçilmez. «Rabbiml» diyecek âciz bir dudak, «sevgilim!» diye haykırır da günah yazılmaz.

Ama ne hazin ne müşkül ne yaman bir çile ki, zaman denen söz dinlemez el, bizi hem her şeyden soyup bu zevk kefenine sarar, hem de onu istediği an üstümüzden çekip, tekrar kat kat ağır, ve kasvetli dünya libaslarını giydirir.

Bilmem bir yüreğe, boşalmak, her kayıttan, her bağdan azade olmak zevkini tattıran bu el, onu tekrar teşahhus âleminin tatsız şivesine iade edecek kadar nasıl insafsız olabiliyor?

** 

Ah, bugün sana söyleyeceklerim pek çok. Ama keşki hepsini unutsaydım, hepsini kaybetseydim de, bir gülün yapraklarındaki koku gibi, elin tutamayacağı gözün göremeyeceği sırları, hatırlayıp ortaya dökseydim.

**

Ben ne uykusuz geceler isterim, ne gözyaşı, ne feryad.. bunlar hep varlık hastalığının sayıklama nöbetleridir, dedin. O da çaresiz sustu. Ama unutma ki yalağın taşması, çeşmenin kabahatidir.
Sorulursa, onun ne bir iddiası, ne şikâyeti ne de anlatacak bir hikâyesi vardır. Ama gene de köpüre köpüre akıp gitmek günahım işliyorsa, hesap görmek için, beraberce suyun başına gidelim.

Bir tebessüm vardır ki sade sana gösterilir; bir ünsiyet ânı vardır ki yalnız seninle çift olunur; bir sır vardır ki sade sana söylenir. İşte o da senden başka mahremi olmayan bu gizlilikleri, gene seninle paylaşıyorsa, bu suç, hangi hâkimin yüreğini yumuşatmaz bilmem ki?

Bir çiçeğin bile açması için bünyesinde ne uzun ne hesaplı hazırlıklar ve ne içten içe kaynayan bir faaliyet devresi lâzımdır. Mademki diktiğin bir tohumun sürüp gelişmesi, çiçeklenip, kokusunu çeşnisini dökmesi hoşuna gitmeyecekti; ne demeğe, yeni sürmüş bir filizken ezip çiğnemedin?

İnan ona, inan ki artık susmak istiyor. Şimdiye kadar her ne ki söyledi, hepsi de söylenebilir sözlerdi. Vaktaki sıra söylenemeyecek olanlara geldi, ey benim Rabbim, ne diye bu zavallının içine hem o yanıp yakılmak ateşini verdin, sonra da dudağına kilid vurdun?

Kaynak: Sâmiha AYVERDİ, Yusufcuk-Nesirler, Gayret Kitabevi, 1946, İstanbul
www.ismailhakkialtuntas.com

Manzara Gülüşlü Kız

Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm!

Haydar Ergülen

Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz

Lâ-edrî

Gülüşlerimiz nasıl da söndü galadan sonra sokağa atılan çiçekler gibi

Cemal Süreya

Çocuk gülüşlü ağız! Hayattan daha fazla,
Çok defa ölüm bizi tutar ince bağlarla.

Charles Pier Baudelaire

(bu sensin
ve sesin
bu terin ve tenin ıslaklığı
kal öyle
ısıt gözlerimi gülüşlerinle…)

Yılmaz Odabaşı

Bu yüzden ayağım sürçüyor. Ve yağmur
Acıyan tatlı bir gülüşle yağıp duruyor.

Hart Crane

Seni çok özleyeceğim gülüş.

M. Çolak

Biz senin gülüşünden müsaade isteyip
Yüzünün bir köşesinden atlas gibi
Kayıp düşerken.

Nâzım Hüsnü

Manzara Gülüşlü Kız

öpüşmekte güçlük çeken bir kızdı işte

Enver Ercan

İstersen yoksun bırak beni ekmekten,
yoksun bırak beni havadan, ama
yoksun bırakma beni gülüşünden.

Pablo Neruda

Gecede gülüşün,
gündüzde, ayda,
gülüşün
adanın dolambaçlı sokaklarında,
gülüşün seni seven
bu hantal erkekte;
fakat açtığımda
ve kapattığımda gözlerimi,
uzaklara gittiğimde,siirde-
geri döndüğümde,
esirge benden ekmeği, havayı,
ışığı, ilkbaharı,
fakat gülüşünü asla,
yoksa ölürüm ben.

Pablo Neruda

sizin sesinizle şakırlar,
aynı gülüş onlarda da var,

Sait Maden

Aralar mısın hatırama öyle her akşam
Ilık gülüşlerinin gölgesiyle yüklü perdelerini.

Necati Cumalı

Ey güzel çocukluk, ey utangaç güzellik.
Ey utanışın gülüşü, gül peçeli kız oğlan kızlık…

Tevfik Fikret

Mutluluğun capcanlı anıtını gördüm geçen gün
Dimdik bir yokuştan çıkıyor
Çok yaşlı bir kadınla bir erkek
Kol kola elele
Dayanmışlar birbirine
Bakışları gülüşleri titrek titrek
Sanki yapışıp kaynaşmışlar

Aziz Nesin

Hem kim kadına, sevdaya doymuş. O sırada bana gülümsediğini fark ettim. Gülümsemek dediysem bu senin bildiklerine benzemiyor benim bildiklerime de benzemiyordu, o an karşımda soyunsa gülüşünden başka şeyine bakamazdım inan. Ayak parmağının ucundan bütün bedenine yayılırcasına gülümsedi. İnsanın neresiyle gülmesi gerekiyorsa orasıyla gülüyordu işte.

Kader Büyükbingöl

Yalnızca gülüşü kaldı gülüşümde
Bir de
Sesimde yeşillenen ses, onun.

Ali Asker Barut

oturup gülüştüğümüz yerlerden geçmemeye
ve oralara hiç gitmemeye çalışıyorum..

Rıdvan Canım

Seni güvenciyle severim çocukluğumun.
Kaybettiğimi sandığım bir aşkla severim
Yitirilmiş azizlerimle beraber—Seni ömrümün bütün
Nefesleriyle, gülüşleriyle, gözyaşlarıyla severim!—Ve, Tanrı öyle istiyorsa eğer,
Öldükten sonra seni daha da iyi seveceğim.

Elizabeth Barrett


öpüldüğü yerlerden kanar aşk
acı siyahtır oysa, kanar ve boyar gözleri
gülüşlerimi tahliye et ey Panos ..! Cezasını çekmedim mi..?

Pelin Onay

Kimselerden ögrenmediği bir gülüşle

Edip Cansever

istedim ki gülüşümle senin aşkına karşılık vermiş olayım

 Furuğ Ferruhzad

“bıyıklarımız büyüdükçe
gülüşlerimiz kısaldı be abi” diyor…

Mehmet Emin Arı


olmadı mı ellerini sevdim gülüşlerini
ateşler yaktım ısındım karanlığında
yoluma çıktıkça gözlerinin akşamı
ne ürkek ne büyük olduklarının akşamı

Kemal Özer

Güneş senin, bahar senin, bak sen de bir çiçeksin;
Gül ki, benim küskün gönlüm o gülüşe özensin,
Sessiz dağlar kahkahana cevap versin, bezensin.

Rıza Tevfik Bölükbaşı

şaşarım gülüşünün ardından güneş doğmazsa

Ahmet Erhan

bir nefeslik sigaraysa gülüşlerimiz,
içine çek, söndüğünde yakmaya geldim

Pelin Onay

Hani ya bir gülüşünle istesen,
Dünyayı gözümden azâdederdin.

Cahit Sıtkı Tarancı

Öyle güzel bir yorgun adamdı ki babam,
böyle bir gülüşüyle ve susuşuyla
emeği, ekmeği, barışı
öğretiverirdi tastamam.

Dinçer Sümer

O, kırmızı mürekkep gibi dudaklarıyla, zoruna
utanarak gülümsemeye çalışır.

bu gülüş en aldatmazıdır vaatlerin.

Turgut Uyar

Ve her şey kopar yerinden
Bir buluş bir gülüş ve unutuş ellerinden
Ellerinden beyazlıklar dökülür

Alaeddin Özdenören

Bazen, bunalıp gidesim gelir kadınım
aklıma sen gelirsin,
aklıma sevmelerin gelir.
Gülüşün takılır gözlerime
gidemem o zaman.

Gassan Satar

şte gittin
işte boşaldı odadaki yerin
işte doluştu yüreğime
birlikte geçen o kısacık zamanın tüm görüntüleri
Kırık dökük sözcükler soluk alışlar sızlanmalar gülüşler
Sıkıntılarıyla sevinçleriyle
gerilmeleri ve boşalmalarıyla
hepsi yüreğimde yol alıyor şimdi

Ersin Salman

Bu kadar mutluluk çok bana
Onu günlere
Onu aylara bölmeliyim
Ve bir tek gülüşünü senin
Kutlamalıyım yıllarca.

Ahmet Erhan

Salıver bizi, biri var ki
Bir gülüşünün verdiğini vermez sana
Yıllanmış bilgisi tüm okuduklarının
Ona bakalım ona.

Ezra Pound

sürülmüş toprak kokuyorsun
biçilmiş çayır
söğütlüğü geçince
her yer çiğdem, gelincik ellerin
baktıkça açıyor yüzün
baktıkça bulutlar ve güneş
serçeler karışıyor gülüşüne

Arif Ay

Oysa hep sulhtan bahsediyor gülüşün.

Düşsel

Kapıyı ittiğinde çalacak bir çıngırak.
-Duyuyorum o sesi şimdiden, berrak-
Geçeceğim yol, çıkacağım üç basamak,
Ellerinden sıyırıp atacağım eldiven,
Her halin, gülüşün, kokun, bütün ruhunla sen!

Ziya Osman Saba

gülüşleri bir sigara içimi zamanı kadar az
her nefeste biraz daha kısalırken
bütün beklentileri
duman duman uçuyorlardı.

Ahmet Muhip Dıranas

Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!

Tevfik Fikret

Sil yeniden yazmaya başla beni,
Yeni bir sima bahşet,
gülüşüme, bakışıma kendinden bir şeyler kat,
Kurtaramadan öl.
Malın-mülkün bana kalsın
Evlatlık al beni.

Masuma Ahadova

Bana ömrünce sürecek bir sevdayı
Mahmur bir gülüşünle vermişin.
Bileklerinden, parmak uçlarından
İnceden terli avuçlarından,
Doya doya
Öpmüşüm,
Ağlamışım…

Turgut Uyar

küçük gözleri ile bir kız bakardı takvimden
kadehimi kaldırırdım gülüşüne.
vefalıydı, iyi kalpliydi, güzeldi
sarhoş olurduk beraberce…

Turgut Uyar


Bir gülüş, bir mahzun bukle saçlarında
Bir eski çiçeği andırırsın yazdan.

Turgut Uyar

gülüşleri dolunay
öpüşleri sarmaşık

Nihat Behram

bir çocuk gülüşünde ya da eski bir türk filminde
farkında bile olmadan aklına gelebilirim..

Ali Lidar

Satmadınız mı elinizdeki şiir kitaplarını?
Ve çocukların gülüşlerini

Nizar Kabbanî

benim bir sevincim var yüzün artık akşam
bir çocuğun gülüşünü görüyorum nereye baksam

Turgut Uyar

ben sana güldüm
istedim ki gülüşümle senin aşkına karşılık vermiş olayım
ancak senin gözlerindeki hüzün
ellerimi titretti benim
Furuğ Ferruhzad
Vakit akşam.
Gün ölmek üzere.
Güneş ışıklarını topluyor eşyanın üzerinden.
Kızılca kıyameti kopuyor dünyanın.
Kara kefenini giyiniyor gün.
Gülün rengi soluyor, eşyanın cezbesi yitiveriyor.
Hatırla ki, senin de akşamın olacak bir gün.
Ömrünün ışıkları solacak.
Hayatının perdesi çekilecek.
Dudaklarında donacak gülüşün güneşi.

Mevlânâ Celâleddîn
anımsamıyor son gülüşün kırsak kahkahasını
Hüseyin Yurttaş
bir şey söyle, yorgunluğumu alsın
eski sevgiler ışıldayan bir şey
gülüştüğümüz günlerin aydınlığı vursun yine

Hüseyin Yurttaş
birden rakıya su karışır gibi
gülüşün ağaçlıklarda
ıssız göl diplerinde aşkımız
İzzet Yaşar
Yorgun gülüşünü tanımasan da
Sürgünde söylenmiş şarkılar gibi
Yüreğine sessiz bir yağmur düşürecek
Sana bu gece bir konuk gelecek

Haydar Ergülen
konuşursak akşam olur ve yine yağmur yağar
gidersek gülüşler azalır buralarda
Ahmet Telli

Nasıl unuturum ki gülüşü gül olanı 
Sevgilimdi, ya da ben öyle sanırdım 
O gitti, elimde bir çiçek dağınıklığı 
Bütün yolların ucunda kalakaldım. 

Ahmet Erhan
Salıver bizi, biri var ki
Bir gülüşünün verdiğini vermez sana
Yıllanmış bilgisi tüm okuduklarının
Ona bakalım ona.
Ezra Pound
Gülüşün takılınca aklıma,
öylece kalıyorum…
Ne bir satır, ne bir harf
Seni yazmak böyle zor işte,
Huzur nasıl anlatılır ki?

Azize
bir de
gülüşünüzle
tanımlıyorum
sizi,
artıyor yaşama sevincim
A. Altındal
ve gittikçe artıyor avucumda tuttuğum ateş
gülüşlerimi yok ederek bakıyorum dünyaya

Sıtkı Caney

Gitgide birçok şeyler öğrendi ya; önce gülmesini öğrendi. Mahzun, zarif bir gülüş buldu o ağız. Nereden, nasıl getirdiler bu gülüşü de oraya oturttular, bunu öğrenemedim. Kadınlığın, güzelliğin sırrı!

Sait Faik Abasıyanık


Gençlik, ne yazık ki, bilmiyor bugün: 
Ne gözyaşı döktürmeyen keder var, 
Ne sevinç olmadan, gülüşmek mümkün! 
Sen öldün…Zamanla dağıldı yasın. 
Üstelik de başka bir kadın buldum. 
Ne ki bende kaldı hep gözyaşların 
Gülüşünü her an içimde duydum. 

Nikolay Alekseyeviç Neksarov
Ölümsüz gülüşünle başlıyorum
Her güzelliğe her sevince
Bir yağmur ince ince
Sürerken beni başka zamanlara
Afşar Timuçin
Ben seni eskiden de severdim 
Ama bitecek bir rüya ürkütürdü beni 
Ya alışırsam sıcaklığına 
Ya alışırsam sevdana 
Ya alışırsam güzel gülüşüne 
Ya alışırsam sevişmelerine 
Saklardım usulca sorgularımı
Kendimden habersiz korkularla 
Gömerdim sevdanı yüreğimin en derinine

Gassan Satar
nefesini yüzümde tutuyorum
gülüşünü aklımda
Cahit Zarifoğlu

Bir gün baksam ki gelmişsin.. 
Gülüşünde taze serin bir rüzgar 
Ellerin yine eskisi kadar güzel 
Çiçek açmış dokunduğun bütün kapılar.

Yavuz Bülent Bakiler
gülüşün pierre lotide bir kahve molası…
Hakan Gülhan
 Gülüşün, derin bir gölün menevişlenmesiydi.

Şükrü Erbaş
Herkesin her şeyi kolayca konuştuğu
Arkasını döner dönmez unuttuğu zamanlardı.
Bütün güneşler, içinde doğup içinde batan biriydim
Kekeleyen bir yaşamın hecesinden gelmiştim sana.
Öyle iyi konuşuyordun ki, öyle bilerek, bana öyle yakın
Açık denizler gibiydi sesin hiçbir sözcüğe sığmayan
Gülüşünün engininden bir baş dönmesiydim artık.
Sonra bütün söylediklerini doğruladın gövdenle
Uçsuz bucaksız çıplaklığında yaşadım dünyanın sınırlarını.
Şükrü Erbaş
babam genç bir gülüşle süslemiş yüzünü

Aslı Durak
kardeşler ben çalayım siz görün
nasıl geçilir kiraz rengi sokaklar
soluk soluğa yeni aşklarla
yorulmaz yaşlı bir yürek bile
gülüşler ona akar da
Haydar Ergülen
Karşılaşırsak yıllar sonra
(Bilirim bu karşılaşma
umulmadık şehirde ve
zamanda olacaktır)
Tek isteğim bulabilmektir yüzünde
O yürek yeşerten gülüşünü
Unuttum sanma
Bir de gözlerini isterim
Eskisi gibi derin

Naim Kandemir
bir anlamı olmalı içimde yankısını büyüttüğüm sesin
nereye gidersen git kokun tenimde sen içimdesin
gülüşün bir şarapnel parçası çıkmaz bedenimden.
Kemal Bayrakçı
Yüzümde o eski gülüş yok artık
Yakamozların eski büyüsü yok
Sadece umut var, şimal yıldızım sanki
Sislerin ardından göz kırpar

İlker Pamukçu
Kaç çölün serabından geçti, sınamanın acıları 
Susuzluğuma bir gülüşün yeter gibi 
Sana geldim yüreğimin susuzluğunu gidermeye 
Meşakkatsiz bulmadım seni ey sevgili
Dündar Sansur

Geceleri 
Yalnız ve budala ay
Bana benziyordu
Bir tuhaflık vardı gülüşümde
Büyüyordum.
Aşkı düşünüyordum arasıra
Efendisini gövdenin.

Bejan Matur
Güldümse inanma, bil ki bu gülüş
Güldüğüm sabahın bir rüyasıdır
Dudaklarımdaki acı bükülüş
Veda akşamının sonsuz yasıdır.
Şükûfe Nihal Başar
Güzeldir karşılıklı susuşmak
Daha güzeli de gülüşmek,

Nietzsche
gücünden habersiz sakin gülüşün 
kamçılıyor içimdeki bütün köleleri 
Murathan Mungan
Bir kadının içinden ağlayışı, gülüşü,
gözlerinden ziyade bacaklarına yakın,
bir lisandır onların duruşu, bükülüşü,
kadınlar! onlar varken konuşmayınız sakın.

Necip Fazıl Kısakürek
Gülüşün cehennem ateşidir çatırdayan
Yaşamın dibini parlatıyor kıvılcımları gülüşünün
Guillaume Apollinaire
Gizemli kokular ve gülüşler
Beni bir yaza gömdülerdi bir zaman
Annem olan bir sessizlikte
Belki de onun kalbidir açan
Derin bir gülün içinde

Ataol Behramoğlu
bana gülüşü, gözyaşlarını verdin
böylece yıkıntılardan iyi şansı ayırdığım
şarkımı yapan iki maddeyi
ve benim olan hepinizin şarkısını.
teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için…
Violeta Parra

Bir gülüşüne yeryüzünü bağışlarım;
bir gülüşüne gökyüzünü;
bir öpücüğüne… bilemem,
ne bağışlamalı senin bir öpücüğüne.

Gustavo Adolfo Becquer
Sanki ilk gülüşünde
Yaşlanıp gitmiştir bir çocuk
Furuğ Ferruhzad
söyleşir
evvelce biz bu tenhalarda
ziyade gülüşürdük
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylerdi mercan köz nargileler
zamanlar değişti
ayrılık girdi araya
hicrana düştük bugün
ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün

Attila İlhan
Ey Aşkım!
Güldün mü gülüşünde
Yaşama pınarının
Türküsü çağlar
Rabindranath Tagore 
Bir tatlı bakışla bir gülüşle
Eyyamı hayatımı temam et

Abdülhak Hamit Tarhan
O dediğim deniz kenarımda
Yavaş sesle konuşan
Kadınlar otururdu.
Kahkahayla gülüşen
Genç kızlar bulunurdu.

Behçet Necatigil

Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye….

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?

Tenin tenime bu kadar sinmişken,
ömrüm azala azala önümden akarken,
gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken..
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.

Şükrü Erbaş

Kendine gülüyorsun sonra da Cehennem ateşi gibi
Gülüşün etrafa saçılıyor
Gülüşünün parıltıları yaldızlıyor dibini yaşamının

Guillaume Apollinaire

Ellerinden bu yana ne sevinç gördü ellerim,
Ne de “elveda”dan bu yana bir
gülüş salıverdi dudaklarım.

Hart Crane

Ne halt edersen et en çok sedef bakışını arıyorum senden ayrıyken
En çokdan çok da dünyaya meydan okuyan gülüşünü

Akgün Akova

Senin yanında yeniden buluyorum adımı
Uzaklıkların tuzu altında gizlenmiş adımı
Yeniden buluyorum öfkenin ateşini saklamayan gözlerini
Bir de karanlığı bir alev gibi delen gülüşünü

David Diop

teşekkürler güzelim
seni tanıdığım için teşekkürler
bedenin iniltin gülüşün hayatın
sesin olan sessizliğini senin
aşkın
teşekkürler kötü talihim benim
teşekkürler göklerimin yıldızı..

Mehmed Uzun

ah… ben hasrete tutsağım
hasretler tutsak bana.
bıyığımdan gülüş sarkmaz

Ersin Ergün

Kimdir bana gülümseyen yeşillik balkonundan
Demek gecelerden sonra nihayet gün doğuyor.
Bir gülüşündü gençliği döndürdü yolundan;
Yanan şu alnım elinin gölgesiyle soğuyor.

Cahit Sıtkı Tarancı

Benim zavallı gülüşüm, seni isteyen,
Hıçkırık dolu şarkım karanlıkta yitip giden.
Artık varmak istiyorum ben yolumun sonuna.

Georg Trakl

ve sonra çek çıkar bir gülüşünle
bütün mutsuzluk resimlerinin dışına
bir yerim olsun benim de bir dalım
sevginin insanı güzelleştiren
o incelikli güven ülkesinde…

Şükrü Erbaş

gülüşünün aylasıyla büyülü
o derin göllerini gamzelerinin
içinde ömrümün yudum yudum yunduğu
o en temiz yerlerini öperim.

Şükrü Erbaş

beni böyle anımsa
küçük bir gülüş
sıyırıp geçerken dudaklarımı
boynumda sessiz öfkemin damarlanışıyla
yanağında ürkek soluğumun buğusu
karşıdan karşıya taşkın
bir şarkıyı yinelerken içimde

Tuğrul Asi Balkar

o duru çocuksu alnın ölüme yüz sürmez
sır vermez bir gülüşle kıvrılır dudağın

Tuğrul Asi Balkar

bizim olmayan insanların arasında
yaşamak,
bizim olmayan
şarkıları mırıldanmak,
bizim olmayan bir
gülüşle
gülmek,

Miguel Angel Asturias

Tenhaydık, tarumardık hayat valsinde
Çocuk gülüşlerine ilikli iki haylazdık

Serkan Engin

Ben senin en çok gülüşünü sevdim
Sevindiren, içimde umut çiçekleri açtıran
Unutturur bana birden acıları, güçlükleri
Dünyam aydınlanır sen güldüğün zaman

Ümit Yaşar Oğuzcan

hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan
koşar gibi yürüyüşün
karanlıkta bir ışık gibi aydınlık gülüşün

Attila İlhan

Tüm cümleler var olma savaşı veriyor onun güzelliğini anlatabilmek için,
sözlerin gizli bahçelerinde.
Kelimeler insicamsız sarsıntılarla deprem yalnızlığı yaşıyor,
görüyor musun fecr-i sadığa göz kırpan efsane güzelliğin ölümsüz gülüşlerini?

Nail Varal

kırmızı bir yunusun
havada sıçraması olurdu senin
gülüşün ama gülmüyorsun.
beni boğmak mı istiyorsun?
benim zaten boğulduğumu
fark etmiyor musun?

Lale Müldür

Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.

La Edri

Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar
Bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar

Erdem Bayazıt

Sen benim çok gülüşlü kalbi güzel
Düş çocuğu arkadaşım değil misin
Bitsin artık şu güz sıkıntısı
Bak bahar geliyor…

Engin Turgut

Bir akarsuydu yüzün, gülüşün çırılçıplak
duyguların insan yorgunu. Orada birikip durdun
bir karanfil usulca çizdi bugünün şafağını
şimdi bir kez daha sensizlik
boynumda yeni bir yara.

Veysel Çolak

Daha demin titrek dokuyordu aşkı
Konuşan bakışlar, ince gülüşler
Daha demin vardı

Behçet Necatigil

efendim muttasıl gülüşmüştük sizinle oralarda; gemilerin yorgun durduğu gecede

Cafer Turaç

Hayatta ve ölümde ayrıldık
Ayrıldı iki beden
Gönüllerimiz ayrıldı
Seslerimiz ayrıldı birbirinden
Ellerimiz ayrıldı
Kokularımız
Aynı yatakta uyanmalarımız
Gülüşlerimiz
Gözyaşlarımız
Düşlerimiz ayrıldı birbirinden
Ruhun içindeki gece
Kapladı her şeyi birden

Ataol Behramoğlu


Bir o gülüşü kaldı
Şimdi duvarlarımda
Görmeye ömrümü adak sunduğum
Bir o gülüşü…çın çın
Sesi yüreğimin kıyılarını döven
Üşüdükçe anısıyla ısındığım.

Şükrü Erbaş

Usul gülüşlerimizde hüzün lekeleri
Küçük ayrıntılara yöneldik nicedir.
(İçedönük duygulu karamsar)

Şükrü Erbaş


Bin fersahtan duyarım kimle gülüştüğünü,
Alnından öz kardeşim öpse ben irkilirim.
Değil yalnız ardına kimlerin düştüğünü,
Kimlerin rüyasına girdiğini bilirim.

Faruk Nafiz Çamlıbel

Dalıveriyoruz arada bir
İkimizde aynı şeyi düşünüyoruz belki
Gülüşerek başlıyoruz söze

Nahit Ulvi Akgün

Başka şeyler de vardı, ekmek gibi, su gibi
Gülüşler öpüşler ne bileyim hepsi

Behçet Necatigil

Kısacası:
yoncalara oyalanmış gözlerinde
usul usul uçuşan kelebeksi o gülüş

Nihat Behram

Gülüşü gülüşüme denk, andıkça parıldayan
Andıkça parıldadığım,
Kanmayan, kandırmayan;
Öfkesi kirlenmemiş,

Nihat Behram

Bana bakan bir genç kız;
Kim bilir hangi çılgın ihtirası saklıyor gülüşünde?

Mustafa Burak Sezer

beni güzel hatırla 
sana unutulmaz geceler bıraktım 
sana en yorgun sabahlar… 
gülüşümü…. 
gözlerimi… 
sonra sesimi bıraktım 
en güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka…. 

Okan Savcı
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu yanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından
Ahmet Muhip Dıranas
bu zemheriler ortasında güzelim
afrika sıcağında mı getirdin gülüşünü

Devrim Murat Dirlikyapan
bir sen varsın hep saçların ağzın 
bir merdiven hücresinde 
uzak çağrışımlarla koşardın ya bensem 
seni sonsuz gelişinle 
saçından tanıyor gülüşünden kaçıyor 
Cahit Zarifoğlu
üç harfli bir sözcük gibiydi yüzü
gülüşü manzara

Enver Ercan
Hayatta ben en çok kendimi sevdim:
Mutsuzluğa eklenen bir gülüş gibi
Baki Ayhan T.
yüzün de olmasaydı
dünyayı yumuşatan o yaz bulutu gülüşün
günlerim neye benzerdi, ya ömrüm?

Şükrü Erbaş
burada bitiyor bir sevda, ele avuca
sığmayan kederle, kimi gülüşler ve bir
o kadar da unutulmaya yatkın anılar
bırakarak geride; belki de birkaç şiir..
Ahmet Erhan
bir gülüşün kalmış bir düş olmuşsun
herşey çığlık çığlık herşey yalnayak

Sıtkı Caney
güldün o zaman, beni uyandırdı gülüşün,
aklım başıma geldi bir anda.
benden ne istiyorsun şimdi söyle.
cennetimin kapısını sımsıkı örttüğün bir sırada?
Sun Yu-T’ang
bu gülüş en aldatmazıdır vaatlerin.
yıllarca sonra bir uzak gurbette bile;
zulmüne dayanılmazken yalnız saatlerin,
bir yeşil yaprak üstünde gözlere,
görünür, uzaklaşır…

Turgut Uyar
Hatmettim bakışının içinde yatan çocuk gülüşlerinin tüm surelerini. 
Sayfa sayfa belleğime kazıdım kadife ellerinin süt kokan yanlarını. 
Her santimetre kareni tertip ve kıraate uygun okudum. 
Nereden okumaya başlamamı istersen iste, 
okurum şimdi seni ben. 
Bende, hangi sayfayı çevirirsen çevir sen çıkarsın karşına. 
Hangi noktayı kaldırsan kaldır gülüşünü görürsün ardında.
Nail Varal
Yani ben seni sevdiğim zaman
Ayrılık kurşun kadar ağır
Gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın

Ahmet Hamdi Tanpınar
Tanrı gülüşünle öfkeni almış senin,
Birinden cennet yapmış, birinden cehennem.
Sen cennetimsin benim, ben senin uslu kulun:
Açılsın kapıları bana cennetimin!
Ömer Hayyam
bir kadının gülüşü
kıpkırmızı bir karanfil
şiir olur şairin gözlerinde
ama şairin gözleri
şiir değil

Hüseyin Avni Dede
Bir çocuğun gülüşüne gömün beni öldügüm zaman
uçsun, uçurtmasında kanadı kırık gülüşlerim
bir genç kızın düşüne
bir martının süzülüşüne
sevginin kundağına sarın gözlerimi yumunca
üşümesin yüreğimdeki incinmişlikler
Nuri Can
dayanmak çok zor anne
dindirmez artık en serin gülüşler bile
içim yanıyor anne
çözülmez bir düğüm bu bağlandım bile bile

Sıtkı Caney
Meyvelerini taşıyamayan
Ağaçlar gibiyim
Sularını taşıran ırmaklar gibi
Bu kadar mutluluk çok bana
Onu günlere
Onu aylara bölmeliyim
Ve bir tek gülüşünü senin
Kutlamalıyım yıllarca.
Ahmet Erhan

her aşktan böyle bir şiir kaldı bende
yaşamımın bir dilimini özetleyen
unutuşun çiçekleri bunun için hiç açmıyor
donuyor bir gülüş tek bir dizede
yaşanmış yüzlerce anı, buruk bir özlem
çivileniyor beynimin bir yerlerine
geride -hayır- acılar filan da kalmıyor
bir boşluk yalnızca, uçurumlara özenen

Ahmet Erhan
Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini
bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki
onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan
kadınları güzelleştiren herhalde onlardı
“Tükürsem cinayet sayılır” diyordu birisi
tükürsek cinayet sayılıyor artık
ama nerde kaldılar, özledim gülüşlerini onların
Ahmet Telli
Şehirlere uğramış ki yanımdan geçti,
Haşhaş çiçeğine benzer kızlar görmüştür,
Bir gülüş, bir tel saç, allık pudra
Alıp gitmiştir.

Cahit Külebi
İşte ben hep böyle bildiğin gibi:
Kaderi öpüp başıma komuşum,
Gülüşüm, oturuşum, konuşuşum,
Belli efendim, besbelli
Yaşamaktan soğumuşum.
Turgut Uyar
Gerçi düşündüm de senin şu başyapıt gülüşünü
Bir şair daha anlatmıştı.

Ozan Can Türkmen
Ve hazırım yeniden 
En uzak yollara gitmeye; 
İçimde bir sevinç 
Dudaklarımda bir gülüşle; 
Jose Marti

Ve ne gizlediyse kıvrımına gülüşünün. 
Gördüm ben.

Bejan Matur
Sen başka gönüllere yelken açmanın telaşında
Yeşertirken düşlerini
Ben, silik bir fotoğraftan çaldım gülüşlerini.
Yadigar Ünver
ah çocuk ah kadın ah sevgili
sözlerin aşkı anımsatsa da
gülüşünde onmaz acılar gizli.

Haydar Ergülen
Bir an iki yabancı olduğumuzu düşündüm. Sen bir anda kalkıp yerini başkasına verince, bütün konuştuklarımız, gülüştüklerimiz hayal gibi geldi…. Zamanı geldi sen gittin, ben bu hayalden uyandım irkilerek…

Güneş Bor

Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,ben geçtim…Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile… Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.

Şükrü Erbaş

bu sigarayı seninle içiyorum
masada senin gülümsemen

Mahmut Avcı


Bir zeytin ağacının gölgesinde,
Ağustosböceğinin sesinde,
nasıl canlanıyor şimdi
zamanın göz kırpan ışıltısında
o deniz feneri gülümseyişin.

Çevat Çapan

çok eski bir resmine bakar gibi baktı bana
dudağında ağlamayı andıran bir gülümseme

Nuri Demirci

Bir sona geldiğin için ağlama,
onu yaşadığın için gülümse

G.Garcia Marquez

Geçip giden evsiz bir sokak durup baktı da pencereme
yüzünde donmuş bir gülümseme
nasıl da içli, sessiz,
nasıl da ince, ürkek,
dokunsam parçalara ayrılacak.

Oya Uysal

sarılayım diye sana geldim
oysa gördüm yapraksız bir dalsın
umudumun gözünde sen
ölümün gülümsemesisin

Furuğ Ferruhzad

gülümsedik gelincik
karanfil nakışlarda

gülümsedik birlikte
yürüyüp sobaya doğru

Behçet Aysan

akşam ıssız bir ağaç biçiminde
sırrı dökülmüş aynalarda görünür
(bakmak, uzaklara dokunmaktır
sen benim en alımlı gözlerimsin)
bakışını duyar gibi güllerden
tıpkı enli ve kalın hüzünlerden
bana bir gülümseme biçer gibisin

Hilmi Yavuz

“Böylesi şeyleri yüzüne bakarak söyleyemem. Ama yüzünü dönmemelisin, ne olursa olsun. Hadi, şimdi git artık.”

Bir an omuzlarımı sıktığını hissettim. Ve başımın arkasını öptü. Beni gitmem için itti. Durup geri bakmadan önce iki üç basamak indim. Gülümsüyordu, ama hüzünlü bir gülümsemeydi.

“Lütfen uzun sürmesin,” dedim.

Yalnızca başını salladı. “Hayır, çok uzun değil” mi, yoksa “Umutlanma, uzun sürmemesi olanaksız” mı demek anlamına geldiğini bilmiyorum. Belki kendi de bilmiyordu. Ama üzgün bakıyordu. Umutsuzca üzgündü.

John Fowles

bir damla güneş görünce
sana da gülümseyeceğim yarın

Arkadaş Zekai Özger

Dedim, deniz de bendim, düşleyen de denizi
Ve sabah olur olmaz üstünde derinliğimin
Bir gülümseme gibi bulacağım kendimi.

Edip Cansever


Kıyıdan el salladık beyaz bir gemiye
gemi gülümsedi. Ne top atışı, ne bir bayrak, ne isim
anladık bir dosta veda ettiğimizi…

Zerrin Taşpınar

fotoğraflarda kalacak kadar yabancı değildik o zaman
her şeyden önce dostumdun,
ıslak hüznümü bile varlığınla gülümsetebildiğim
şimdi gözlerinde yeniden kulaç atmak istiyorum desem,
mavilerinde yüzemeyecek kadar bitkinim artık

Pelin Onay

anlamazdık, bu dünyaya alıştık, şimdi zor geliyor
dünyadan gitmek, bazen rüyama geliyor, kısacık
kalıyor, bir gülümseme kadar. çok uzatma diyor
şiiri kimse anlamaz ve ömrün de uzamaz bundan,
insan yanlışlarıyla büyür, aşkı uzun boylu sanırdım
anladım ama ne zaman, harflerinden de kısaymış aşk,
bazen yazıncaya kadar geçiyor, bazen zaman alıyor
aşkı içimizdeki ormandan kurtarmak aşk kısa, şiir uzun,
sözgelimi bir ağaç kaybolsa da orman yine orman,
ya bir harfi kaybolsa, zaten kaç harf ki insan.

Haydar Ergülen

Uykusunda üzerine kirazlar dökülen
kristal bir bahçenin gülümsemesi olmalı bakışlarındaki…

Engin Turgut

karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık
o insan kalabalığındaki
son gülümsemesiydi annemizin

Zafer Ekin Karabay

Dokunmaya kıyamıyorum sana çimen sana gelincik sana mine çiçekleri sana sümbül
Öyle masumsun ki kırlangıç sana getirsin diye gülümsememi bu sevdalı rüzgara veriyorum

Haşim Hüsrevşahi

son nefesi şairin
hazin bir veda ediş
sonsuza gülümseyiş bir musalla taşında….

Naime Erlaçin

Sonra vakt erişir, toprak gülümser sana;
upuzun bir ömrün ortasında
ne hayata ne ölüme
yakışamazsın…

Yılmaz Odabaşı


Gülümsemelerle dudaklarımızda
Yaşamın tam ortasında sanırken kendimizi
Ölüm hıçkırır birden içimizde
Ta içimizde

R. M. Rilke

uysal bir gülümseme tek sızlanışları
idam mahkumlarıdır aslında ihtiyarlar
ölüme koşullanmış bütün davranışları

Attila İlhan

Tam ‘unuttum’ dersin geri gelir, gülümser ve inandırır seni aşkına. Hiç kopmayacakmış gibi bağlanırsın; O çekip gider bu defa”.

B.Vian

“Bir kere gülümsedi, gerisini hatırlamıyorum..”

La Edri
Önünden bulut geçen
yeşil dağ gibi
gülümseyip durma.
Aşkımızı ele vereceksin.

Otomo Sakanoe Hanım
Birşeyin öldüğünü ve özgür olduğunu düşünürsün, sonra onu içine çöreklenmiş sana gülümserken bulursun. 

S. Plath

Onu bir kez daha böylesine tasasız,böylesine içten gülümserken ancak yirmi altı yıl sonra,solmuş bir polaraid fotorağrafta gördüm. 

Uçurtma Avcısı
Gelecektim. Ama daha bir kötü hatıram olsun istemedim. Ona böyle yazdım. Merhametle bakarak gülümsedim. Görünüşü acımayı da zorlaştırıyor insana…

Cahit Zarifoğlu
sevgilim beni geçmiş yazlara sal
ılık yaz akşamlarına
denizin ve göğün ritmine sal
dalganın ve günün beyazına.
sen de kıyısında kal dalgaların
gülümse.

Birhan Keskin
Bir an gülümseyen talih, değişen kader
Ömrümde bir tek o sonbahar.
Ömrüm oldukça anacağım,
Bir rüya görür gibi geçtiğimiz sokaklar.
Ziya Osman Saba
Nereden bilecektim 
Öğrendiğimde hayata dair herşeyi 
Ölümün gülümsemesi 
Yansıyıverecekti penceremden 

İlhami Atmaca
Kocam ve çocuğum gülümser aile fotoğrafından;
Saplanır derime gülüşleri, gülümseyen küçük çengeller.
Sylvia Plath

Eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin!…

Tayfun Talipoğlu
“Yalnızlık nedir?” diye sordu çocuk
Gülümsedi kadın
“Memeden kestiğimde seni
İçimde doğan boşluk gibidir” dedi.
Gassan Satar


Bir gülümseme geçecek hızla, yüzlerinde,
Hem sakin hem cömert bir gülümseme –
Birazcık da yüz veren –
Ah, ne çok istek duyuyorum,
Vermek için ömrümü, böyle bir gülümsemeye!

Ai Çing
Gözyaşları bir sırdır
gülümseme bir sır
ve bir sırdır aşk.
Aşkımın gülümsemesiydi
gözyaşları, o gecenin.
Ahmed Şamlu
Ben henüz ögrenmemiştim
Hasta babayı üzmemek icin
Gülümser görünmeyi..

Ahmet Erhan
Gülümsedim o sıra,
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah… dedim sonra,
Ah!
Didem Madak
Beni hatırladıkça
Arasıra gönlümü al
Sokakta görünce, gülümse
Yanıma yaklaş
Az elin elimde kal

Ziya Osman Saba
Bekler mi beni
Her yanı, ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
Bir sürü yaz gününün içinde
Edip Cansever

beni böyle anımsa, böyle düşün istiyorum
gülümseyen bir adam, ağlar gibi, sarsak
anla ki, yitik bir ülkeyi korumaya benzer
bir şairin sevgilisi olmak…

Ahmet Erhan

saçların uzundu omuzlarına akardı
gönlümüz şenlenirdi sarışınlığından
onlar mı kestiler sen mi kısalttın
gülerdin içimize aylar doğardı
görünmez dağların arkasından
eski gülümsemeni beyhude aradım
o sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi
çok değimisin birden tanıyamadım

Attila İlhan

Gözyaşları bir sırdır
gülümseme bir sır
ve bir sırdır aşk

Ahmed Samlu

İyi geceler, ey kader!
Bir kez daha gülümse

W Shakespeare

Dedim ki: Ben senden bir şey istemiyorum, gülümsemeni eksik etme yeter.
Senin sesin, benim en sevdiğim şarkıydı.”

Ahmet Ümit

Aradığım nedir o kentten bu kente?
Adressiz yaşamak da sıkar insanı gün gelir
Gider heyecanlar istekler gülümseyişler
Yüreğimdeki denizin suları birden çekilir.

Ahmet Erhan

Tıkanarak, “şakaydı
Bu olanlar! Diye bağırdım.
“Gidersen ölürüm ben!”
Ürkütülen bir ilgisizlikle gülümsedi ve:
“Rüzgârda durma…” dedi bana.

Anna Ahmatova

Sokakta giderken, kendi kendime
Gülümsediğimin farkına vardığım zaman
Beni deli zannedeceklerini düşünüp
Gülümsüyorum.

Orhan Veli

Tanıyorum seni
Gülümsememden öpmüştün beni

Zeynep Güngör Kaya

Otake-san hafifçe gülümsedi. «Sonra yaşlıların tecrübelerinden mutlaka yararlanmak isteyeceklerini de hatırından çıkarma. Ne de olsa ellerinde ondan başka bir şey kalmamıştır artık.»

Travenian

Eskiden her konuda konuşurdum istekle
Bir geniş gülümsemeyle dinliyorum şimdi

Şükrü Erbaş

ne bu şiir ne de bu şehir önemsiyor
yüreğimdeki sevdanın ağır devinimini
bir sen farkındasın be rengin
kürtçe gülümsediğimin

Hasan Tan

Hande-rûluk eser-i rahmetdir
Türş-rûluk sebeb-i nefretdir
Nâbî
(Güler yüzlülük Allahın bir hediyesiyken ekşi suratlılık herkese nefret verir.)
Gonçenin gitti başı araya bir hande ile
Var kıyâs eyle bu gülşende dem-â-dem güleni… 

Nevres-i Kadîm
(Goncanın başı bir gülüşüyle boşa gitti- kesildi- var sen düşün gül bahçesinde her zaman gülenlerin halini.)
Hande-i zlri gibi şa’şa’a-ı subh-ı ümid 
Çeşm-i habldesi şfır-etgen-i hab geldi bafia
Esrar Dede
(Alttan alta gülüşlerini, umut sabahının ışığı; uykulu gözlerini, karmaşa çıkarmaya hazır fitne gibi algıladım.)
Nedür bu handeler bu işveler bu nâz u istiğnâ
Nedür bu cilveler bu şîveler bu kâmet-i bâlâ
 
Nedür bu pîç pîç ü çîn çîn ü hâm-be-hâm kâkül
Nedür bu turralar bu halka halka zülf-i müşg-âsâ
 
Nedür bu ârız u hadd ü nedür bu çeşm ü ebrûlar
Nedür bu hâl-i Hindûlar nedür bu habbetü’s-sevdâ
 
Miyânun rişte-i cân mı gümiş âyine mi sînen
Binâgûşunla mengûşun gül ile jâledür gûyâ
 
Vefâ ummaz cefâdan yüz çevürmez Bâki âşıkdur
Niyâz itmek ana cânâ yaraşur sana istiğnâ

Bâkî
Cûş-ı mey şeydâsıdır keyfiyyet-i güftârımın
Hande-i gül mestidir peymâne-i ser-şârımın
Neşve-i mey dâmen-i destimde bir ser-çeşmedir
Câm-ı Cem bir lâle-i hod-rûsudur kûhsârımın
Vasf-ı kaddinle kıyâmetler kopardım şöyle kim
Mihr-i mahşer şemse-i dîvânıdır eş‘ârımın
Bü’l-aceb kâşâne-i nûrum ki tâb-ı âftâb
Mevce-i deryâ-fürûğ-ı tâbıdır dîvârımın
Vasf eden subh-ı bahârın safvet-i tab‘ın Nedîm
Görmemişdir cûşiş-i feyzin dil-i bîdârımın
 
Nedîm
Bezmimiz rûyun ile reşk-i gülistân olsun
Handelerle leb-i la’lin şeker-feşân olsun
İ’tizâr etme Nedîmâ sana kurbân olsun
Gel benim kaşı hilâlim bize bir ıyd edelim

Nedîm
Bir pür nemek kirişmesi bir tatlı handesi
Bir şekkerin tekellümü bir hoş edâsı var
Nedîm
Gülü iltifâtı edüp hande-rûy
Bahârâna ahlâkı bahş etdi bûy

Nedîm
Düşme cânâ dillere sırr-ı dehânın fâş edüp
Gonca-yı la‘lin açılmasın gül-handeye
(Gülleri memduhun iltifatı açtırırken, ahlakı da baharlara koku verir.)
Lebin ki nâz ile bir hande eylemişdi henüz
Onun çemende girîbân-ı gül derîdesidir
Rindden râh-ı mahabbetde girân-bârcadur
‘Âşıkda kor mı tâkat ol hande-rûlıcuklar
Nevbahâr-ı gamına bülbülüz ol gonce-femün
Ararız hande-i dîrineyi giryân olarak

(O gonca ağızlının gam bahârına bülbülüz; eski gülüşü ağlayarak ararız.)
Sabr ü tâkatsiz çıkup bir gül dahi peydâ eder
Hande sığmaz goncenin zirâ leb-i handanına
Nedîm
Oldı sermâye-i hayret bana bîm-i ümmîd 
Bilmem eyleyecek girye midür hande midür

(Ümit korkusu bana hayret sermayesi oldu. Gülmek mi, ağlamak mı gerek bilmem.)

Nâbi
Hande-i gonca temâşâ-yı nihâlindendir
Tâbiş-i şu‘le gül-i berk-i cemâlindendir
Nedîm
Ol hande-i şîrîn leb-i handâna virilmiş
 Bu girye vü zârî dil-i nâlâna virilmiş

Enderunlu Hasan Yâver
Handeye ol dehen-i tengde çün yok imkân
Bir tebessüm de mi mümkin degül ey gonce-dehân
Şeyhülislam Yahyâ
Her ne denlü olsa güllerle gülistân hande-rû
Eylemez ârif gül-i sûrî safâsın ârzû
Ehl-i dil olmaz na’îm-i reng ü bûdan hisse-cû
Gâhi ammâ lutf-ı cüz’îden olunsa güft ü gû
Ârife bir gül yeter dirler meseldür gerçi bû
Bulmadum ben o güli gezdüm bu bâgı sû-be-sû

Cevrî
Söz deminde òande-i laèlüñ ki bir gül-destedür
Gûyiyâ bir âl nâzük rişte ile bestedür
(Sevgilinin gülüşü âşık için gül bahçesidir. Âşık la’l cevherinden meydana gelen gülüşe
hasrettir.)
Üsküplü İshak Çelebi
Mecnūn gibi Rāif’i śaĥrāya düşür de
Eyle yüzüne ħande ne derlerse desinler

Raif Bey
Âşık-ı şûrîdesin gah öldürüp geh dirgüren
Gamze-i düzdîdesiyle hande-i pinhanıdır
Ahmed Paşa
(Aklı başından gitmiş âşığını kah öldürüp kah dirilten sevgilinin hırsız gamzesi ile gizli gülüşleridir.)
Oldu ser-mâye-i hayret bana bîm ü ümmîd 
Bilemem eyleyecek girye midir hande midir

Nâbi
Yadında mı doğduğun zamanlar?
Sen ağlar idin gülerdi âlem;
Bir öyle ömür geçir ki olsun
Mevtin sana hande halka matem.
Sa’dî-i Şîrâzî

21 Ağustos 2020 
(Üç günlük olduğuna bakmadan babasından gülüşünü esirgemeyen Hande kızım, hoşgeldin. 
Gülüşün daim olsun Handem)

“Yanımda yürüyordun, bir düşünsene yanımdaydın.”

 “Yanımda yürüyordun, bir düşünsene yanımdaydın.”

“Dünyanın herhangi bir yerinde benim ihtiyacımı karşılayabilecek kadar çok sabır var mıdır Milena?”
“Milena, Milena, Milena bugün başka bir şey yazamıyorum. Ama yazacağım. Bugün Milena, endişe, bitkinlik ve sensizlik var (sonuncusu yarın da olacak).”
“Bu mektup alışverişi artık sona ermeli Milena, insanı deliye döndürüyor, birbirimize ne yazdığımızı, ne cevap verdiğimizi bilmiyoruz ve sürekli bir tedirginlik içindeyiz. Seni çok iyi anlıyorum, gülümsemeni de görüyorum, gülümsemen ve kelimelerin arasında mektuplarını didik didik ediyorum ama sonuçta tek bir kelime, benim temel özelliğim olan tek bir kelimeyi duyuyorum: Korku…” 
“Bu mektupların önünde sonsuz bir mutlulukla oturabilirim, o mektuplar yanan başım için yağmur taneleri gibidir. Ama ne zaman diğerlerinden daha fazla mutluluk vermesi gereken mektuplar gelse Milena, hani şu ünlemlerle başlayan, bilmediğim korkunç şeylerle biten, o zaman alarm zillerinin titrediği gibi titriyorum, okuyamıyorum bu mektupları, doğal olarak daha sonra her halükarda okuyorum, su için kavrulan bir hayvanın su içmesi gibi okuyorum, sonra korku geliyor, hem de ne korku. Dünyadan tümüyle uzaklaşmak için titreyerek, altına girebileceğim bir mobilya arıyorum, mektubunda yarattığın fırtınanın pencereden uçup çıkması için dua ediyorum…”
 “Derslerini nerede verdiğini bilmemem ne kötü, seni saat beşte orada bekleyebilirdim (bunu her halde daha önce şu cümleye yakın bir yerde bir masalda okumuş olmalıyım: Ve bundan sonra sonsuza dek mutlu yaşadılar…)”
“Sayfa Sonu Notu: Her şeye rağmen, mutluluktan ölünebiliyorsa, o zaman kesinlikle bu şekilde öleceğim. Ayrıca, ölüm döşeğindeki birisi, mutluluk sayesinde hayata tutunabiliyorsa o zaman ben de hayatta kalacağım.”
“Prag’da hava biraz kasvetli, henüz bir mektup da almadım, içim biraz daraldı. Elbette hemen bu mektubun cevabının gelmesi zaten imkansız ama gel bunu kalbime anlat.”
“Milena, lütfen beni yanlış anlama, seninle ilgili asla bir endişem yok –bu sadece bir tür zayıflık, kalbin keyifsizliği ama her halükarda o kalp ne için attığının farkında… Gözlerini gözlerimde görerek her şeye katlanabilirim: Uzaklık, korku, üzüntü, mektupsuzluk.”
“Dün her gün bana yazmamanı telkin etmiştim, bugün hala aynı fikirdeyim, bu ikimiz için de daha iyi olacak ve bu nedenle bir kez daha ve bu sefer daha ısrarlı bir şekilde aynı telkinde bulunuyorum –ama lütfen beni dinleme ve bana her gün yaz Milena, çok kısa olabilir, bugünkü mektuptan da kısa olabilir, iki satır da, bir satır da hatta tek kelime bile olabilir ama onlarsız kalırsam çok acı çekerim.”
“Mektupların böyle gözlerimi görmez hale getirmesi çok ilginç Milena…”
“Hayatın güzel, sakin, tedirginliğin tek nedeninin umut olduğu(bundan iyi tedirginlik olabilir mi?) zamanlar oldu. Böyle zamanlarda olabildiğince hep yalnız kaldım. Bu kez hayatımda ilk defa böyle bir zamanı yaşadığım anda yalnız değilim. Bunun nedeni fiziksel yakınlığının yanı sıra senin huzur verici özelliğin.”
“Korkumu makul bulduğun ve hemen neden korkmamam gerektiğini açıklamaya çalıştığın mektupların. Bazen rüşvet alan bir savunma avukatı gibi korkumu savunsam da, özünde ben de korkumun makul olduğunu düşünüyorum: O benim ayrılmaz bir parçam, belki de en iyi parçam…”
“Ve bana bu korku dolu yüreğimle cumartesi gününü nasıl olup da “iyi” diye nitelendirdiğimi sorarsan açıklaması hiç de zor değil. Çünkü seni seviyorum (seni seviyorum işte budala, deniz dibindeki çakıl taşı nasıl sevilip, sarmalanır, ona bağlanılırsa ben de sana öyle bağlıyım, umarım ben de seninle denizle çakıl taşı gibi birlikte olurum) tüm dünyayı seviyorum.”
“Öksürmeksizin herhangi bir türde doğum günü tebriğinde bulunabileceğimi zannetmiyorum. Neyse ki tebrik gerekmiyor, senin gibi birinin mevcut olduğunu hiç düşünmediğim bu dünyada olduğun için teşekkür ederim…”
“Beni bazen denemek istediğini yazmışsın, bu sadece şaka değil mi? Lütfen yapma bunu. Birini tanımak için çok çaba sarf etmek gerek, ama tanımamışsan hiç çaba sarf etmemişsin demektir.”
“Aksi taktirde bu yazışmalarımız daha önce tekrar tekrar olduğu gibi yine aynı şeyi, senin kocana kutsal, vazgeçilmez bir evlilik bağı ile bağlı olduğun sonucunu ortaya çıkaracak (o kadar öfkeliyim ki gemim son birkaç gündür rotasını kaybetmiş halde)…”
“Bu mektuba cevap almam yine on-on dört gün daha beklemem gerekecek, geçirdiğimiz onca zamanla karşılaştırılınca adeta terk edilmek gibi, değil mi?”
“-Haklısın, onu seviyorum. Ama F. Seni de seviyorum.- diye yazmışsın. Bu cümleyi dikkatle okuyor, özellikle “de” üzerinde duruyorum. Tümü doğru. Eğer doğru olmasaydı sen olmazdın ve sen olmasaydın ben nasıl olurdum.”
“Görevli mektubunu getirdi ve hemen merdivenlerde açtım –aman Tanrım içinde bir resim, asla yok olmayacak, bu mektubu yılın, tüm zamanların en iyi mektubu yapacak, harikulade, tamamıyla olağanüstü hissettiren bir şey.”
“Kalbimde içerisinde sen varken her şeye katlanabilirim, mektupsuz geçen günlerin korkunç olduğunu yazdıysam bile bu gerçek değil, sadece çok zordu.”
“Bugün gelen iki mektup gibi kısa, neşeli ve hazırlıksız, aniden yazılan mektuplar sanki (sanki, sanki, sanki) bir orman, yakalarının ucunda rüzgar, Viyana’dan bir manzara gibi. Seninle olmak ne güzel Milena…”
“Dünya tarihi boyunca benden daha iyi durumda olan bir imparator var mı? Odama giriyorum ve beni bekleyen üç tane mektupla karşılaşıyorum ve onları açmak, arkama yaslanmak ve böylesine şanslı, mutlu olduğuma inanmak dışında hiçbir şey yapmam gerekmiyor.”
“Benim mektuplarımın seni üzdüğünü söylemekte haksız mıyım? Ama haklı olmak neye yarar? Eğer senden mektup alırsam haklıyım ve her şeyim var, eğer almıyorsam ne hakkım ne hiçbir şeyim, hayatım bile yok demektir.”
“Bu şekilde saçmalıyorum, çünkü seninleyken her şeye rağmen çok iyi hissediyorum.”
“Bugün gelen sevgi dolu, neşeli, uğurlu mektup, nasıl olursa olsun tam bir kurtarıcı. Milena kurtarıcılar arasında.”
“Son iki-üç mektuplar buluşmayla ilgili bu telaş nedir? Aslında mutlu olmalıyım ama olamıyorum çünkü mektuplarında gizli bir korku var, benim lehime veya bana karşı bir korku mu bilemiyorum ama buluşmak istemenle ilgili telaş ve acelede bir korku var. Ama ne olursa olsun ben böylesine bir fırsat doğduğu için mutluyum.”
“Ne zaman birbirimizi görebileceğiz artık? Neden adını bir buçuk saat içerisinde üçten daha fazla duyamıyorum?”

“Bu yüz yüze görüşmemizden önce alacağın son mektup olacak. Ve son bir aydır hiçbir şey görmeyen bu gözler, seni görecek…”
“Sadece karanlıktan senin evine çıkan dar bir tünel bulduğum için çok mutluydum. Beni sana getirecek bu tünele tüm benliğimle attım kendimi ama karşıma aşılması imkansız lütfen –gelme kaya-sı çıktı, hızla kazdığım bu tünelden şimdi yine tüm benliğimle, bezgin bir şekilde geri dönmeli ve tüneli kapatmalıyım. Gördüğün gibi bu biraz üzüyor ama bu konudan bu kadar ayrıntılı olarak bahsedebiliyorsam çok da kötü değilim demektir. Sonuçta insan yeni tüneller kazabilir, ne de olsa eski bir köstebeğim…”

“Bu beyaz kağıtlar insanın gözünü yakıyor ve yaktıkça da daha fazla yazmaya neden oluyor…”
“Kalbimin bir köşesinde sizin için küçük bir kırgınlığın bulunması dengeyi sağlayacağı için neyse ki bu kızgınlık olumsuz bir durum değil…”

“Sevgili Bayan Milena, günler o kadar kısa ki, sizinle ve önemsiz birkaç ufak işle hemen bitiveriyor. Gerçek Milena’ya yazmak için neredeyse hiç zaman kalmıyor ama daha gerçek olanı bütün gün buradaydı; odamda, balkonda, bulutların arasında…”
“Bir mektup, bir tek haber yetmiyor mu? Tabii ki yeter, ama başımı arkaya yaslayıp mektupları yudumlamak, durmadan içmek istiyorum. Bunu bana açıklayın öğretmen Milena…”

“Birazcık yönümü kaybettim ama bana eşlik ediyorsanız önemli değil, o zaman ikimiz de kaybolmuş oluruz…”
“İnsanlar birazcık mutlu oldukları anlarda boş konuşabilirler…”

“Bu kadar yeter, bitmek bilmeyen bu beyaz kağıtlar insanın gözünü yakıyor ve yaktıkça da daha fazla yazmaya neden oluyor…”
“Mektubunuzu almak ve uykusuz bir kafayla cevap vermek zorunda olmak ne güzel. Ne yazacağımı bilmiyorum, yalnızca satırların arasında dolaşıyorum, gözlerinizin ışığı altında, güzel bir gün gibi hissettiren…”
“Size nasıl geldiğimi dikkate alın Milena, otuz sekiz yıllık bir hayattan sonra, hiç beklemediğim anda, özellikle şimdi, böyle geç bir zamanda, umulmadık bir yol kavşağında sizi görüyorum Milena…”
“Ne güzel yermiş burası. Aman Tanrım, Milena, keşke siz de burada olsaydınız, ah benim zavallı, akılsız kafam. Ama sizi özlediğimi söylesem yalan söylemiş olurum: Bu en kusursuz, en acı verici büyü, buradasınız, en az benim olduğum kadar buradasınız; ben neredeysem benim varlığımdan daha fazlasıyla siz de oradasınız…”

“Yeraltında mışıl mışıl uyurken bunları ortaya çıkarmaya ne gerek var ki? Bunlar sıkıntı ve üzüntü verici şeyler, insanı da aynı yönde etkiliyorlar. İki saatlik yaşam iki sayfalık yazıdan daha iyidir diye “Kasvetli bir sessizlikti ama söz konusu siz olduğunuz için çok üzücü değildi…”
Kafka ve Milena’nın imkansız denecek uzaklıktaki aşkı bu satırlar. Aşk denebilir mi tartışmaya açık ama bir sevginin eseri bu mektuplar. Görmeden, kilometrelerce uzağa duyulan, engel tanımayan bir sevgi örneği. Ve eski zamanların en güzel, en özlenesi hatırası olan mektuplaşmalar.
Bu kitap bir vasiyetin reddedilişi, Kafka’nın yakılmasını istediği ama arkadaşının bu satırları yok etmeye kıyamadığı, bir yolunu bulup günümüze kadar gelen mektuplar bunlar. Milena’nın vasiyeti yerine getirilmiş bir bakıma, kitap yalnızca Kafka’nın mektuplarından oluşmakta fakat bu aralarındaki sevgiyi anlamamıza yetiyor. Peki kim bu Kafka? Kim bu sevgili bayan Milena? Nerede kesişmiş yolları?
Franz Kafka; 1883 yılında Prag’da doğdu. Tüm iş yoğunluğuna rağmen edebiyatı öyle sevdi ki buna ayırdı işten kalan vakitlerini, en çok da onu uykusuzluğa iten gecelerini. Yaşadığı uykusuzluk ve yorgunluk bir takım sağlık problemlerine neden oldu. Bu sağlık problemleri arttıkça yerini şiddetli baş ağrılarına ve sinir bozukluklarına bıraktı. Depresyon teşhisinden sonra konuldu verem teşhisi. Kafka bunu hiç kabul etmedi ama bu hastalık gün geçtikçe onun erimesine neden oldu. İşte tam böyle bir anda geldi Milena’nın mektubu, ilaç gibi.
Milena Jesenska, 1896 yılında Prag’da doğdu. Kendisi on üç yaşındayken kaybettiği annesinin eksikliği, babasının ilgisizliği derken kısa süreli bunalımlara neden oldu Milena’da. Edebiyata olan ilgisi o dönemin yazarlarından oluşan çevreye yöneltti ve orada tanıştı eşiyle. Ernst Pollak ile evlenmesi babasıyla arasındaki bağları tamamen kopartmış olsa da Milena bu evlilikte mutlu olacağına inandı. Fakat eşiyle de yaşadığı sıkıntılar onu yeniden bunalıma itti. Bu süreçte makaleler yazarak ve meşhur yazarların eserlerini çevirerek sürdürdü geçimini. Bu noktada başladı Kafka ile mektupları.
Kaynak: http://zeynepcandir.blogspot.com.tr/
Milena’ya Mektuplar / Panama Yayın / Çeviri: Murat İbrahim Çelebi

Örümcek Ağı

Duvara, bir titiz örümcek gibi,
İnce dertlerimle işledim bir ağ.
Ruhum gün boyunca sönecek gibi,
Şimdiden ediyor hayata veda.

Kalbim, yırtılıyor her nefesinde,
Kulağım, ruhumun kanat sesinde;
Eserim duvarın bir köşesinde;
Çıkamaz göğsümden başka bir seda…

Necip Fazıl Kısakürek

Sessizlik

Sessizlik yorgunluktur; yorgunluk değilse kederdir; keder değilse hasrettir; hasret değilse sızıdır; sızı değilse derin bir düşünce, bir anıdır veya bütün bunlardır veya bunlardan bazıları.

Mehmed Uzun
Dicle’nin Yakarışı-Dicle’nin Sesi 1

Tabut

Tahtadan yapılmış bir uzun kutu;
Baş tarafı geniş, ayak ucu dar.
Çakanlar bilir ki, bu boş tabutu,
Yarın kendileri dolduracaklar.

Her yandan küçülen bir oda gibi,
Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış.
Sanki bir taş bebek kutuda gibi,
Hayalim, içinde uzanmış kalmış.

Cılız vücuduma tam görünse de,
İçim, bu dar yere sığılmaz diyor.
Geride kalanlar hep dövünse de,
İnsan birer birer yine giriyor.

Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!
Tabut değildir bu, bir tahta kundak.
Bu ağır hediye kime gidecek,
Çakılır çakılmaz üstüne kapak?

Necip Fazıl Kısakürek

Düşünmüştüm ki, oruç tutarım, çok çalışırım, küçülür gidersin anılarımda.

IV. Mektup

Abelard’dan Heloise’e

Pek az insana nasip olmuştur,
sevdiğimiz gibi sevmek. Pek azına nasip olmuştur…
Istırap içindeysem de müteşekkirim.
Acı içinde olmasam da şükran duyacaktım,
acımın sebebine sarılacaktım.

“Ayrılık, sevdanın türbesidir” derler.
Derler ki, “Uzun ayrılıklarda ölür gidermiş sevdanın sıcaklığı”.
Madem öyle, neden azalmadı aşkımız, bir nebze bile?
Yokluğun durup dinlenmeden sevdamı hatırlatıyor sadece.
Düşünmüştüm ki, seni görmezsem eğer, bir anı olursun, canım istedikçe belleğimde canlanan.
O da canım isterse…
Ama ne oldu?
Anılarıma gömdüm kendimi, teslim aldın benliğimi.
Düşünmüştüm ki, oruç tutarım, çok çalışırım, küçülür gidersin anılarımda.
Oruçlar tuttum, gece gündüz çalıştım, durdum.
Ne fayda! Yalnızca senin gözlerini okuyorum kitaplarımda.

Bu saplantı canımı sıkıyor, itiraf ediyorum.
Sana rastlamadan önce yaptıklarıma döneyim diyorum.
Aristo’yla kavgaya tutuşuyorum.
Öğrencilerle noktanın virgülün tartışmasını yapıyorum.
Şimdi de oturmuş güya St. Paul hakkında yazıyorum.
Hepsi beyhude… Hiçbir yararı yok!
Ne dualar, ne ağıtlar yardım edebilir,
erkeğin kaybettiği erkekliğini geri getirmeye.
Ah ruhumun kırılgan kâsesi, zavallı bedenim…
Neden ‘İlk Günah’ denen o bağnazlıkla sakatlandı gitti?
Böylesine sadık olup hüznümü artırma.
Gövden yapamaz belki ama, bari düşüncelerinde ihanet et bana.
Ben artık Abélard değilim ki…
Sen de Héloise olma.
Gücendir beni, bırak yabancılaşayım.
Tanrım nasıl da gıpta ediyorum,
sevgisi bizim gibi olmayanların mutluluğuna.

Nedir şu tutkulu halim benim?
Delikanlı heyecanıyla oturmuş yazıyorum.
İnsanın insana aşkı doruğuna vardığında,
kıskanç, yırtıcı, kibirli, gaddar olmaz mı aslında?
Yanılmıyorum, eminim böyle olduğuna.
Kim yaşamışsa bu yoğun çılgınlık dakikalarını,
kim bu hain girdaba girip çıkmışsa,
önüp durmuşsa kendi etrafında,
kim kimdir, ne nedir, unutuncaya kadar…
O aşağılık duygu kaplamışsa her yanını,
etleri kasılmışsa ölecek gibi,
gözleri yaşarmışsa heyecandan,
bilsin ki, aşkın hazzıyla kıvranmaktadır.

Yine de tiksiniyorum bedensel aşktan.
Tedavi olmuş değilim henüz.
Aklım reddediyor onu,
yüreğimse bağışlıyor.

Nasıl da uğraştım kendimce sana kara çalmaya…
Aklımdan tüm kusurlarını tekrarladım, durdum.
Yalan söylemiştin, hatırladım.
Bir keresinde epeyce kabaydı davranışın…
Bu da işe yaramadı.
Hatalarında da sen vardın.
Onları hatırlarken erdemlerin geliyordu aklıma,
güzelliğin canlanıyordu gözlerimde.
Daha acısı, boynundaki o minicik beni hatırlıyordum…

Adım filozofa çıkmıştır benim.
Kendi tutkularını dizginleyemeyen şu koca filozofa da bakın!
Sen de çevrenin en akıllı, en iyi yetişmiş kızlarından birisin, değil mi?
Kilisenin demiyorum, dikkat et.
İkimiz de duygularımızın merhametine sığındık işte.
Kafamızı çalıştıramıyoruz,
paçavraya dönen ruhlarımıza sahip çıkamıyoruz.
Kalan azıcık aklımızı da kullanamıyoruz.

Durup bir soluk almalı mıydık,
o girdaplara dalıp apaçık felakete sürüklenmeden önce?

Bir erkek gibi konuşacağım şimdi; anlamaya çalış beni:
Gözyaşlarını bir yana koy, üstüne benimkileri de ekle.
Bütün endişelerimizi, üpertilerimizi kat hepsine.
Kıskançlığı, üzüntüyü hesaplamayı unutma.
Güvensizliği, korkuyu da kat o hesaba.
Şimdi topla bakalım hepsini, ne ediyor?
Aşkın kısacık hazzıyla karşılaştır. Değiyor mu?
Aptallar iflasını isterdi bu hesapla.
Peki biz ne demeye direndik,
elimize asla geçmeyecek bir şeyin hastalıklı bedelini ödemekle?
Sıkıldın, değil mi? Bakkal gibi yaptım hesabı.
Ama gördüğün gibi, öğrenmeye çalışıyorum ben de, bir zamanlar sana öğrettiklerimi.
Geleceğim eserlerimde yatıyor, sen ise geçmişimsin.
Benim için durum apaçık böyle.
Seni de özgürleştiriyor bu durum, acı veriyor, değil mi?
Doğum da acı verir.
Yine de… Neden rahat edemiyorum ben?
Yeni hayat yok: Hiçlik, ölüm bu!
Bakımsız bir mezarın üstündeki taşlar gibi.
Benim geleceğim yok mu yani?
Yani, ben yazdığım bütün şiirleri, yazdığım her şeyi,
senin tırnağın kadar değersiz mi görüyorum?
Hem şairim, hem filozofum ben; mesele burada.
Filozof dediğin, lafın tek gerçeğinin yine laf olduğunu iyi bilir.
Edebiyatın en iyisi bile küçücük bir yaprak kadar hayat dolu değildir.

O zaman soruyorum kendime:
Bizimki gibi bir aşkın amacı ne?
İnandığımız gibi, Tanrı’nın bir hikmeti varsa işin içinde,
her şeyi tüketen aşkımızdan öte,
O’na bağlılığımızın sapması da mı bu hesabın içinde?

Nedir bu aşkın amacı?
Seni kendi ruhumun yansıması gibi mi seviyorum?
Seni severek, kendi ruhuma, sonra Tanrı’ya mı ulaşacağım?
Tanrı’nın habercileri miyiz birbirimize?

Dizlerimin üstünde yakarıyorum Tanrı’ya da, sana da.
Utanmadan, lanetlemeden, dua ediyorum:
Seni bana versin, tut elimden, sen götür beni O’na.
İhtiyacım sonsuz sana.
Senden mahrum kalırsam, ruhum da Tanrısız kalacak.
İşte bir elimle özgür bıraksam seni, ötekiyle bağlıyorum.
İyi de, nedir ki özgürlük?
Sevdanın zulmü!
Yazmayacağım artık…
Artık hiçbir şey bilmiyorum,
ihtiyacımın bu sonsuzluğundan başka…

Pierre Abeilard

Ne zalimdir şu erkekler! Bize aşkı öğretirler, sonra çeker giderler. Biz ise hâlâ…

VIII. MEKTUP


Heloise’den Abelard’a

Ne zalimdir şu erkekler!
Bize aşkı öğretirler, sonra çeker giderler. Biz ise hâlâ…
Zalimsin sen de!
Yazmıyorsun bana.

Üç haftadır bekliyorum.
İlk hafta her gün yeni bir umut yarattım,
ertesi gün mektup gelecek diye.
Her bugünün yarını vardı,
yarın mektubun gelmesi kesindi.
Düş kırıklığım bu kesinliğe yenildi.
İkinci hafta ise yaraladı beni.
İyi olduğun haberini almıştım ve anladım ki,
suskunluğun bilerek, isteyerek sürmekteydi.
Önce gücünü denediğini sanarak avundum.
Aldanıyordum: Güç gösterisi değildi bu, kayıtsızlıktı!
Nasıl beklediğimi biliyor olmalıydın…
Şu son hafta hayaller içinde geçti.
Çünkü gerçek dayanılacak gibi değildi.

Yanımda olduğunu hayal ediyordum.
Seninle konuşuyordum.
Karşımdaymış gibi sesleniyordum sana.
Hücremde tatlı tatlı konuştuk.
Bahçede tartıştık, kavga ettik, gülüştük.
Kilisede fısıldaştık.

Seninle rahatça söyleşince,
düşüncelerimi kağıda dökmek gülünç geliyor bana.
Sen bana yazmazsan, ben sana yazarım.
Suskunluk boğucu! Soluk alacağım biraz, elimdeki şu kalemle.

Çok gücendim sana.
Neden mi? Dinle!
Bütün erkekler kulak versin söyleyeceklerime.
Aşkı öğretir, sonra sırtlarını çevirirler bize.
Kendine aşık etmek için nasıl da yalvarmıştın bana…
Hemen teslim oldum sana.
Hiç zorlanmadan kazandın kalbimi.
Aynı kolaylıkla terk ediyorsun beni.
Şimdi de vazgeçmemi istiyorsun.
Tıpkı aşkımı istediğin gibi, ısrarla ikna etmeye uğraşıyorsun.
Bir zamanlar kollarına atılmam için yalvardın,
şimdi çekip gitmemi emrediyorsun,
Ama gitmeyeceğim. Gidemem.
Tutkuma katlanmak zorundasın.
Sen yarattın onu, o senin eserin.
Seni kalbimden söküp atmamı isteyemezsin,
seninkinden de beni atamayacağın gibi.
Biz birbirimize ait değil miyiz?

Pierre Abeilard