“Ey kardeşim! Dualarında beni de unutma!”

Ebû Kerîme Mikdâd İbni Ma’dîkerib radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebi (s.a.s.)şöyle buyurdu: “Din kardeşini seven kişi, ona sevdiğini bildirsin!”
(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 113 ; Tirmizî, “Zühd”, 53)

**
Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayın!”
(Ahmed b.Hanbel, II,478. Müslim,” Îmân”, 93-94)
**

“Sizden biriniz kendisi için sevdiğini mü’min kardeşi için sevmedikçe gerçek mü’min olamaz.”
(Buhârî, “Îmân”, 7)

**

“Müslüman müslümanın karde­şidir. Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu tahkir etmez. Üç defa kalbine işaret ederek Takva şuradadır. Müslüman kardeşini hakir görmesi kişiye kötülük olarak yeter. Her müslümanın namusu, kanı, malı ve onuru müslümana haramdır. “
(Müslim, “Birr”, 32)

**
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (zalimlere de) teslim etmez. Kim, din kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir…” 
(Buhârî, “Mezâlim”, 3; “İkrah”,7)
**
“Müslümanın, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helal değildir.” 
(Müslim, “Birr”,26)
**
“Müminler birbirini sevmede, birbirlerine karşı sevgi ve merhamet göstermede tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı acı çektiği zaman, bedenin diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateş çekerler.”
(İbn Hanbel, IV, 271)
**
“Zandan sakının. Zira zan sözün en yalan olanıdır. İnsanların özel hallerini araştırmayın, konuşmalarını dinlemeye çalışmayın, birbirinizin alışverişini kızıştırmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeşler olun.” 
(Buhârî, “Edeb”,58)
**
“Her iyilik bir sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman, kovandan ihtiyacı olan bir şeyi kardeşinin kovasına boşaltman da bu tür iyiliklerdendir.” 
(Tirmizi, “Birr”, 45)
**
“Din kardeşini güler yüzle karşılaman bile olsa hiçbir iyiliği küçük görme!” 
(Müslim, “Birr”, 144)
**
Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: «Cennetin kapıları, Pazartesi ve Perşembe günleri açılır. Din kardeşi ile arasında düşmanlık olan kimse hariç Allah’a hiç bir şeyi eş koşmayan her kul bağışlanır. “Bu iki kişiyi aralarında anlaşıncaya kadar bekletiniz, barışıncaya kadar bekletiniz! denilir.» 
(Muvatta, “Husnu’l-Hulk”,4)
**
Ebü’d-Derdâ (r.a.)Resûlullah (sav)’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
“Kim gıyabında bir din kardeşi için dua ederse, mutlaka melek ona, aynı şeyler sana da verilsin, diye dua eder.” 
(Müslim, “Zikir”, 86)
**
“Müslüman, hasta kardeşini ziyaret ettiğinde dönünceye dek cennet bahçelerinde demektir.”
(Müslim, “Birr”, 41; Tirmizî, “Cenâiz”, 2)
**
“….Kul din kardeşine yardımcı olduğu sürece, Allah da onun yardımcısı olur…” 
(Ahmed b. Hanbel, II,252)
**
“Duvarlara örtü asmayınız, kardeşinin kitabına onun izni olmadan bakan, ancak ateşe bakmış olur. Allah’tan avuçlarınızın içi ile isteyiniz, dışları ile istemeyiniz. Duayı bitirince avuçlarınızı yüzlerinize sürünüz.” (Ebu Davud, Salat, 358; İbn Mâce, dua 13)
**
– Hz. Ömer şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber’den umre yapmak için izin istedim. İstediğim izni vererek bana
“(Ya âhi) Ey kardeşim! Dualarında beni de unutma!” buyurdular. Hz. Peygamber’in bu sözleri yanımda tüm dünyanın benim olmasından daha sevindiricidir.
İbn Sa’d III/273 (Ebu Dâvud ve Tirmizi)

Güvercin Kardeşliği ve Halk Şiirinde Güvercin

Kuşların evcilleştirilmesi M.Ö. 4500’lü yıllara kadar götürülmektedir. Güvercin insanın evcilleştirdiği ilk kuşlardan biridir Evrim teorisyeni Darwin’e göre güvercinlerin atası kaya güvercini olarak bilinen Columba Livia’dır. Darwin evrim teorisi ile ilgili gözlemler yaparken kullandığı kuş çeşitleri arasında güvercinlerde bulunmaktadır. Farklı güvercin ırklarını eşleştirerek yeni güvercin ırkları elde eden Darwin, türlerin gelişim ve değişimiyle ilgili evrim teorisini bu çalışmalarıyla kanıtlamıştır. Evcil güvercinlerin nereden yayılmaya başladığı tam olarak tespit edilememesine karşın Asya’dan Mezopotamya ve Mısır’a doğru yayıldığı kanısı yaygın, ancak son zamanlarda bu yayılmanın Anadolu orijinli olduğu da tartışılmaktadır. Güvercinlerin uzun uçması ve bir yere yuva yaptıktan sonra başka bir yere alışamamaları ve aradan yıllar geçmesine karşın özgür kaldıklarında ilk yuvalarına dönme yetisine sahiptirler.

Hititlerin koruyucu Güneş Tanrıçası İki önemli ve zıt sembolle temsil edilir. Doğru yargı, otorite ve merhametin temsilcisi olan bu tanrının sembolü panter ve güvercindir. Baykuş, akbaba gibi kuş türleri Mısır ve Mezopotamya’da çeşitli sembolik değerdeyken, aynı kuşlar Anadolu’da uğursuzluğun ve kötülüğün temsilcisi olarak değerlendirilmiştir. Törenlerde kullanılan gaga ağızlı testi ve ibrikler ise insanoğlunun oluşturduğu kuş kültünün göstergesidir. Bu sembollerin varlığı ve etrafında oluşan kült kutsallık olgusunu da beraberinde taşımıştır.

Mısır, Mezopotamya ve Anadolu’yu kapsayan bölgede güvercin türlerinden haberleşmek amacıyla yararlanılmaktaydı. Ayrıca güvercin ticareti karlı bir işti ve kutsal törenlerde kullanıldığını ve ayrıca gübresinden de yararlanıldığını göstermektedir. M.Ö. Çin’de güvercinlerle haberleşme ağı kurulduğu ve savaşlar sırasında da bu ağın kullanıldığı bilinmektedir. Eski Yunan ve Roma’da da savaşlar sırasında güvercinler haberleşme amaçlı kullanılmıştır. Selçuklu ve Osmanlı’da da savaş haberleşmesinde ve posta işlerinde kullanılmak üzere güvercin yetiştirilmiş.

Kutsal Kaynaklarda Güvercin

Kuş motiflerinin kutsal kitaplarda yer almasına karşın güvercine atfedilen kutsallık farklıdır. Güvercinin kutsallığı yazılı olarak ilk Tevrat’tan başlayarak karşımıza çıkar. Nuh tufanında da yer alan güvercin, anlatımları farklı olmasına karşın genel olarak şöyle yer alır; Nuh Peygamberin tüm canlılardan birer çifti almış olduğu gemisiyle denizlerde yol alırken, tufanın bitip bitmediğini anlamak için güvercini suların çekilip çekilmediğini öğrenmesi için uçurur. Güvercinin geriye ağzında bir zeytin dalıyla dönünce suların çekildiği anlaşılır. Bu haber üzerine gemi Ararat dağına oturur. Güvercinin haber vermesiyle hayat yeniden başlar. Tevrat’a kaynaklık eden efsanelerin Sümer ve Babil kökenli olduğu düşünüldüğünde, güvercinin daha önceden evcilleştirildiği veya kutsallık kazandığını düşünebiliriz.

Likyalıların inanışına göre insan ölünce vücudu yeryüzünde kalır ve ruhu başka canlıya, özellikle insana yakınlığı ile bilinen güvercine dönüştüğüne inanılırdı.

Gaziantep çevresinde bilinen ve Güvercin Avı olarak isimlendirilen efsane ise şöyle; Avcı ağaçtaki güvercini vurmak için nişan alır ve bunu denediği her üç seferinde de ağaçta nişan sırasında güvercini insan olarak görür ve avlamaktan vazgeçer. Ancak her üç seferinde de hayal gördüğünü düşünerek bir daha nişan alır ve tetiğe basar. Ateş ettiği gibi bayılır ve avcıyı ‘nefes etmesi’ için Gazali’ye getirirler. Ayılan avcıyı gören Gazali ise göğsünü açarak, ‘bak beni ne hale koydun’ diyerek onu azarlar. Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi bu yörede, bu gibi efsaneler nedeniyle güvercinler av olarak değerlendirilmez. Kimi istediği zaman güvercin istediği zaman insan donuna girdiği düşünülür kimi insanüstü kişiliklerin aynı zamanda güvercinlerin koruyucusu olarak görülür.

Tevrat’ta Nuh Tufanı dolayısıyla yer alan güvercin, Hıristiyanlıkta ise insanlara kardeşçe ve bir arada yaşama duygusunu getiren kuştur. Barış, cennet ve sevgiye ait özellikleri üzerinde barındırır ve insana bu duyguları yaşatır. İslamiyet’e göre saflığın ve günahsızlığın timsalidir. Suçsuz insanların ruhu güvercin kılığına girerek dünyada kalır bir süre. Hz. Muhammet’in Hira Dağı’nda mağarada saklanırken, mağaranın önüne örümceklerin ördüğü ağ üzerine bir çift güvercinin yuva yaptığı ve düşmanlarını yanıltması Kısası Embia’da yer alır. Yine güvercinlerin Hz. Muhammet’e duydukları saygıdan dolayı Kabe’nin üzerine konmadığına ve üzerinden uçmadıklarına inanıldığından kutsallığı öne çıkan bir kuştur.

Dem Çeken Güvercinler

Hüseyin’in de paçalı ve ankut adı verilen güvercin türleri yetiştirdiği ve bu nedenle Evliya Çelebi’ye göre İstanbul’lu  ‘kuşu kuş ile avlayan’ kuşçuların Hüseyin’i kendilerine pir saydıklarını yazmaktadır. Yine E. Çelebi, Ali’nin de ‘kırmızı çatal ibikli, paçalı ankut güvercin’i yetiştirdiği ve bu nedenle güvercin beslemenin sünnet olduğunu belirtmektedir. Bugün özellikle Urfa çevresinde ankut türü güvercinlerin uğurlu olduğu, Eyüp’ün mağarasında bunları beslediğine ve ‘halk arasında çocuğu olmayan kadınlara uğur getirdiğine inanılmaktadır.’ Kuş sesi olarak beğenilen ankut güvercinlerinin bir başka özelliği de ötüşlerinin ‘dem çekme’ adını verdiğimiz tasavvufi müziğe benzetilmesi-dir. Ankut türü yanında demkeş adı verilen güvercinler de aynı ötüş ve güzelliği için yetiştirilir.

Yuvalarına sadık olmalarıyla ünlü olan güvercinler bu özelliklerinden dolayı nereye gitmiş veya götürülmüş olurlarsa olsunlar yuva yaptıkları yere geri dönerler. Bu özelliklerinden dolayı da insanlar tarafından haberleşme aracı olarak kullanılmıştır. Askeri haberleşmede de kullanılan güvercinler, Hasan Sabbah tarafından Alamut kalesinden müritleri ve daileri ile iletişimde kullanması efsanevi bir üne sahiptir. Hasan Sabbah’ın teşkilatının diğer bir adı da  ‘güvercin kardeşliği’dir. Öte yandan tasavvufta sır ve gönül taşıyıcısı anlamına gelir. Güvercinler, makamdan makama sır götürür, gönülden gönüle hakikat taşır. Batınilikte dervişlerin ruhlarının uyku sırasında güvercin donuna girdiğine inanılır. Dervişler bu güvercin donunda manevi makamlara yolculuk eder. Güvercinler, manevi ışık taşır, tanrının dervişlere nail ettiği kerametleri manasıyla akıtır. Bu hal dervişin ruhunun gerekli mana ışığını görmesine yarar. Mevlana’nın da özellikle güvercinlere ilgi gösterdiği ve bu nedenle ardılı Çelebiler’inde güvercin yetiştiriciliğine önem verdiği bilinmektedir. Bu yetiştiriciliğin menkıbelerde yer almasına karşın tasavvufi anlamı üzerinde durulduğu tam olarak bilinmemektedir.

Don’dan Don’a Hacı Bektaş Veli

13.yy Anadolu’da İncil’e inananlarla birlikte farklı inanç ve öğretilerin yaygın olduğunu görmekteyiz. İlk çağlardan başlayarak gelişen inançların rahatça sürdüğü bir bölgedir Anadolu. Anatanrıça Kibele isminin ve kadına verilen değerin sürdüğü, tapınak girişlerinde ‘kendini bil’ ibaresi yer alan Apollon, ‘iki kez doğan’  Dionysos, Mısırlı rahiplerle yirmi yıl yaşayan ve ‘tanrılar bizde ölür, bizde dirilir ‘diyen ve ‘kamil İnsan’ mertebesini kabul eden öğretisiyle Orfe,inisiyatik yöntemlerle üye kabul eden Hermes, ‘sayılar evrene hükmeder’ diyen ve evrenin sevgi üzerine kurulu olduğunu söyleyen, ‘hoşgörü’yü öğretisinin temeli olarak sayan ‘kendini bil, bu yolla tanrılar alemini de bilirsin’ diyen Pisagor’un yaşatıldığı Anadolu’ya Hacı Bektaş Veli ‘güvercin donunda’ Horasan’dan gelir. Bu inanç ve kültür ortamının olmasına karşın savaşın, açlığın, katliamların ve bozuk düzenin boy verdiği bir dönemdir. Çeşitli varyantları bulunmakla birlikte Hacı Bektaş Veli’nin Anadoluya’ ‘güvercin donun’da gelişi şöyle anlatılır konuya ilişkin en eski belge olan ve 15. yy’da Aşık Paşa tarafından kaleme alınmış olan Vilayetname’de; ‘Rum kadın erenlerinden (Bacıyan-ı Rum) Sivrihisarlı Seyit Nurettin’in kızı Fatma Bacı’ya Hacı Bektaş Veli’nin Horasan’dan yola çıktığı malum olur. Hünkar Hacı Bektaş Veli, Horasan’dan Rum ülkesini (Anadolu’yu) aydınlatma için gelir. Hacı Bektaş, Rum ülkesine yaklaşınca mana aleminden, Rum erenlerine selam verir. Bu sırada Rum ülkesinde, erenler sohbet meclisindedir. Rum’un gözcüsü de Karaca Ahmed’dir. Hacı Bektaş’ın verdiği selamı, Fatma Bacı, ayağa kalkıp Hünkar’ın bulunduğu tarafa döndürerek, elini göğsüne koyarak karşılık verir ve yerine oturur. Meclistekiler, bu hali görünce, ‘Kimin selamını aldın’ derler. Fatma Bacı, ‘Rum ülkesine bir er geliyor, siz erenlere selam verdi, onun selamını aldım’ diye yanıtlar. Erenler topluluğu; ‘O, buraya gelirse ülkeyi alır, halkı kendisine muhib eder, artık Rum’da bize oyun(!) kalmaz. Bir şey yapalım da Rum ülkesine giremesin.’ Bazısı, ‘Kanat kanata gerelim, arş altında Sidre’ye (gögün yedinci katı) dek yolunu keselim, Rum’a girmesin’ dedi. Hepsi bu tedbiri uygun bulur, vilayet kanatlarını birbirine çatarak yolunu keserler. Hacı Bektaş Veli, Rum sınırına gelince yolunun çevrildiğini görür, ‘Bismillah ve billah’ (!) deyip,  sıçrayarak, ulu arşın tavanına yetişir. Melekler, elifi taçla karşılarlar Hacı Bektaş’ı. Hacı Bektaş Veli bir güvercin şekline girip, uçarak Sulucakaraöyük’e inmeyi başarır ve bir taşın üstüne konar. Erenler telaşlanır ve Hacı Bektaş Veli’nin Rum ülkesine girdiğini anlarlar, Yolunu kesemediklerini düşünürler. Karar alırlar: Hacı Doğrul şahin donuna girip uçar. Sulucakarahöyük’te, bir taş üstünde güvercin donunda Hacı Bektaş Veli’yi bulur. Süzülüp üstüne inerken, Hacı Bektaş don değiştirir ve insan şekline döner, elini uzatır, şahin donundaki ereni tutup boğazını sıkar, Hacı Doğrul’un aklı başından gider. Sonra aklı başına gelince gördü ki Hacı Bektaş Veli, yanına gidip peymançeye durur ve özür diler. Hacı Bektaş Veli’ye, ‘Kem bizden, kerem sizden’ der. Hacı Bektaş Veli, ‘Ey Doğrul, er, erin üstüne böyle gelmez. Siz, bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum kılığında; eğer güvercinden daha mazlum bir yaratık bulsaydık onun donunda gelirdik’ der. Hacı Doğrul, ‘ bizden ve soyumuzdan ne kadar dişi ve erkek olursa hepsi de size ve size uyanlara nezrimiz olsun’ der. Hacı Bektaş Veli der ki: ‘Hacı Doğrul, şimdi dön, geldiğin meclise var, erenlere gördüğünü anlat, onları buraya çağır, hepsine selam söyle, sonra da onlarla beraber tekrar yanımıza gel.’ Hacı Doğrul, olanları anlatır ve davet aktarır.

Akçakoca Sultan Ve Hacı Bektaş Veli

Hacı Bektaş Veli’nin en ünlü efsanelerinden birisinin bu olmasına karşın, farklı yerel anlatımlar da vardır. Akçakoca Sultan efsanesi şöyledir; “Akçakoca Sultan, türbesi, Yıldızeli’nin Akçakoca köyündedir. Akçakoca, köyün ileri gelen insanlarından biriymiş. Herkes onun ermiş olduğunu düşünürmüş. Köyde tarım ve hayvancılıkla uğraşan Akçakoca’nın hanımı, asık suratlı, aksi, çok inatçı, misafirden hoşlanmayan  biriymiş. Akçakoca bir gün tarlaya burçak yolmaya gitmiş. O sırada Hacı Bektaş Veli müritleri ile köyün yakınlarından geçmekteymiş. Akçakoca Sultan’ı ziyaret etmek istediğini söylemiş. Müritler Akçakoca Sultan’ın evine bir kişi göndermişler. Eve giden derviş Akçakoca Sultan’ın karısına durumu anlatmış. Akçakoca Sultan’ın karısı eve misafir istemediği için, Akçakoca’nın tarlada olduğunu söylemiş. ‘Gidin orada görün’ demiş. Hacı Bektaş Veli, Akçakoca’nın çalıştığı tarlaya gitmiş. Onu burçak yolarken görmüş. Sohbete başlamışlar. Hacı Bektaş Veli: ‘Bu kadar  burçağı yolmak sana zor gelir. Ben bir dua edeyim, siz amin deyin. Burçaklar yolunur, toplanır, yığılır, demiş.’ Hacı Bektaş Veli dua etmiş, yanındakiler amin demiş. Burçaklar yolunmuş, toplanmış, yığın olmuş. Biraz daha konuşmuşlar. Akçakoca mahcup olmuş: ‘Pirim, ben alnımın teriyle çalışayım, burçakları yolayım’ demiş. Hacı Bektaş Veli tekrar dua etmiş. Yanındakiler de amin demişler, tarla eski haline gelmiş. Akçakoca misafirleri evine götürmüş. Karısı misafirlere saygısız davranmış, onları içeri almamış. Akçakoca Sultana: ‘Eğer beni sırtına alıp evi süpürttürür-sen, konukları eve alırım’ demiş. Akçakoca Sultan mecburen kabul etmiş. Kadını sırtına almış. Tam bu sırada evin penceresine bir güvercin konmuş ve aşağı inip dile gelmiş. Bu durumu sormuş. Adam, olanı biteni anlatmış. O anda güvercin kanatlarını sallamış ve Hacı Bektaş Veli’ye dönüşmüş. Hacı Bektaş Veli, kadına ‘hay taş kesilesin’ demiş. Kadın simsiyah bir taş halini almış.”

Pir Sultan Abdal’ın asılması dolayısıyla söylenen ise şöyledir; “Bir güvercin havalanır Keçibulan köyünden Hallacı Mansur’a ve Seyit Nesimi’ye çoktan kavuşmuştur” denir. Yine Hıristiyanlıkta İsa’nın suda vaftiz edilmesi şöyle aktarılır; “İsa vaftiz olur olmaz sudan çıktı. O anda gökler açıldı ve İsa, Tanrı’nın Ruhu’nun güvercin gibi inip üzerine konduğunu gördü. Göklerden gelen bir ses; Sevgili Oğlum budur, O’ndan hoşnudum.”der. Başka bir öykü ise şöyledir; “Tanrı bir gün peygam-berlerin birine bir sandık hediye eder ve der ki; Bu sandığı sana emanet ediyorum ama sakın ola ki içini açıp bakmayasın. Tamam der peygamber. Aradan zaman geçer ve peygamberi bir merak sarar. Acaba sandıkta ne var? İçi içini kemirmektedir. Sonunda dayanamaz ve sandığın kapağını azıcık aralayıp içine göz atar. Ancak kapağı aralar aralamaz içinden bir sarı güvercin ve bir de mavi güvercin uçuverir. Peygamber son hamleyle kapağı kapatır ve içinde tek bir beyaz güvercin kalır. Bir süre sonra tanrı yanına gelir. Peygamber işlediği günahın farkındadır ve mahcup olmuştur. Tanrı şöyle seslenir; Kaçırdığın o sarı güvercin insanoğlu için sonsuza dek yaşayış yani ölümsüzlüktü. Kaçırdığın o mavi güvercin ise sonsuza dek mutluluk yaşatacak barıştı. Peki der peygamber içinde kalan beyaz olanı nedir? Tanrı cevap verir. O da sonsuza dek sürecek olan umutdur.

Anadolu topraklarında yaşamın bunca karmaşası içinde güvercinin ne önemi olabilir denemeyeceği aşikardır. Yaşamımızı birbirine bağladığımız yollar üzerinde doğada yalnız yaşamadığımızı biliyoruz. Aleviliğin kendi öğretisini sırlamak için çokça kullandığı kavram, motif ve ritüellerden sadece biridir güvercin. Alevilik içindeki bu motif gibi başka inançlarda da benzer motiflerin bulunmaktadır. Tüm inançların ritüel ve motiflerin anlam ve öz açısından birbirini tamamlar biçimde sürdüğünü görmekteyiz. Bunun nedenlerini ayrıştırmak ayrı bir konudur. Ancak inançların iç içe geçmeleri yanında birbirlerini de geliştirdiklerinin göstergesi olarak sayabiliriz bu ilişkiyi.

Hacı Bektaş Veli etrafında kişiselleşen bu kadar berrak bir güvercin motifinin bin yılların birikimi olduğunu görmek gerek. Horasan’dan; ki kelime anlamıyla güneşin yeri olduğunu, yani ışığın doğduğu yer anlamını öne çıkarırsak oradan gelen bir erenin yayacağı ışığında ancak barışın aydınlığıdır. Hasan Sabbah ekolü çevresinde yetişen Hacı Bektaş Veli’nin ‘güvercin kardeşliği’ törenlerine katılmış olabileceği ve güvercin donunda Anadoluya gelişinin bu kardeşlikten kaynaklanabileceğini düşünebiliriz. Hacı Bektaş Veli etrafında oluşmuş bir çok muğlaklığa yeni bir kargaşa eklemek değildir amacımız. Daha çok tarih çarpıtmalarına ve Batıni inanışlar içinden koparılarak başka kapılara yamanmaya çalışılan Pir’in kendine has bir sır dünyası ve yaşam ilişkisi olduğunu gösterebilmektir, bir sıfatlandırma çerçevesinde. Anadolu’nun kopmaz bir parçası olduğu gibi, kendinden öncekilerden aldığı ‘sırları’ yaşadığı dönemde yaymak ve kendinden sonrasına bırakmak. Alamut Kalesi güvercin ‘hattının’ önemli bir bilgini ve yol göstericisi olan Pir’in bu zinciri Tanrıça Kibele’den belki de daha önce oluşmuş düşünceler, inançlar kandilinden alarak bu topraklara ‘ışık’ olmuştur.

Hasan Harmancı




HALK ŞİİRİMİZDE GÜVERCİN

Motif olarak kuşlar halk şiirimizde çok kullanılır. Efsanevi Hüma kuşu, Tuti ya da Dudu kuşu, Leylek, Kumru, Kırlangıç, Keklik vs. bunların başında gelir. Bülbülün ise ayrı bir yeri vardır. Bülbül, gerek yalın olarak, gerekse gül ile olan macerası ile ciltler dolduracak kadar çok işlenmiştir bu şiirlerde. Geçen bir yazımızda keklikten söz etmiştik (sayı 280). Bu kez güvercinden örnekler vermeye çalışacağız.

Kutsal bir kuş olarak bilinen güvercine din kitaplarında ilk kez Tevrat’da rastlanır. Nuh peygamber tufanın dinip dinmediğini anlamak için gemiden bir güvercin uçurur. Bir müddet sonra bu güvercin ağzında suların çekildiğini gösteren bir zeytin dalı ile gemiye döner. Bu haber üzerine gemi Ararat dağına yanaşır ve içindekiler karaya çıkarak yer yüzünde görülen her türlü canlının çoğalmasını sağlar.

Hıristiyanlıkta, insanlara kardeşçe yaşama duygusunu, barışı, gönül sevincini götüren ve cennette mutluluğu, sevgiyi taşıyan yine kutsal bir kuş olarak bilinir ve sevilir. Büyük sportif yarışmalarda havaya uçurulan güvercinler bu inanışın en güzel örneklerindendir.
İslam dinindeki inanışa göre de her türlü günahtan uzak, suçsuz bir kuştur. Ölen suçsuz insanların ruhu, güvercin kılığına girerek yer yüzünde uçar. Kısas-ı Embia’da, Hazret-i Muhammet’in İslam dinini yaymaya başladığı sıralarda saklandığı Hira dağı mağarasında örümceklerin ördüğü ağ üzerinde bir çift güvercinin yuva yaparak Peygamberi gizlediği anlatılır. Yine bir diğer inanışa göre de, güvercin, Hazret-i Muhammet’e duyduğu saygıdan dolayı Kabe’nin üzerine konmaz ve onun üzerinden uçmazmış.
Bunlara dayanılarak İslam ülkelerinde özellikle Osmanlılarda güvercinler için cami, mescit, medrese ve büyük yapı çatılarında, kalelerde, surlarda küçük hücreler yapılırdı.

Anadolu’nun çoğu yerinde olduğu gibi İstanbul’da da, örneğin Yeni cami avlusunda, Süleymaniye’de, Eyüp sultan’da ve daha bir çok tarihi yapı önünde bol bol rastlanan güvercinleri Ahmet Haşim bir yazısında ne güzel tanımlıyor ;
“… Çini gibi, Şark mimarisi tamamlayıcısı olan güvercinler, gökyüzünün her köşesinden üşüşerek kubbe ve minare olan yerlerde küme halinde toplanırlar. Sinan’ın en hakiki hayvanları, şadırvanlar etrafında fıskiye serpintileri ve su alaimsemaları içinde oynaşan bu lacivert kanatlardır….”

Yeryüzünde 80’e yakın türü vardır. Ak güvercin dışında diğerlerinin göğsü yanar döner, benekli. Siyah beyaz karışımı, gül rengi veya esmer tüylüdür. Gaga düz, zayıf, biraz yumuşak, dip kısmı etlidir. Bir özellikleri de yuvalarına sadık olmalarıdır. Ne kadar uzağa giderlerse gitsinler gene yuvalarına geri dönerler. Bu özelliklerinden yararlanarak insanlar onları askerlikte haberleşme aracı olarak kullanmışlardır. Çabuk ürerler ve kendilerine göre bir aile düzenleri vardır.

Tasavvufta ise manevi olarak gönül ve sır taşıyıcısı olarak tanınır. Makamdan makama sır, gönülden gönüle haber taşır. Hemen hemen her dervişin ruhu uyku sırasında güvercin kılığına girer. Bütün manevi makamları, gök katlarını, cennet ülkelerini dolaşır. Ruhlara gerekli mana ışığını getirir. Tanrının sevgili kullarına haber ve rısk taşır. Hızır ve derviş gibi değişik biçimlere bürünür.

13.yy’da yaşamış olan Bektaşiliğin piri Hacı Bektaş-ı Veli de bir efsaneye göre keramet göstermiş ve güvercin olup uçmuş. Kendisinden sonra yetişen hemen bütün Bektaşi şairleri pirlerinin bu mucizatına şiirlerinde, nefeslerinde yer vermişlerdir. Bu şiirlerde Hacı Bektaş’ın güvercin donuna girip yaptığı işler anlatılır ve övülür. Don kelimesi burada şekil, kıyafet, elbise anlamında kullanılmakta.

Ali geldim adım oldu bahane
Güvercin donunda kondum cihane
Abdal Musa oldum geldim zamane
Arif anlar bizi nice sırdanız
( Abdal Musa 14.yy )

Güvercin donuna girmiş oturur
Zemheride gonca güller bitirür
Güzel şahım hayırlısın getirir
Yetiş Allah, Ya Muhammet, Ya Ali

Güvercin donuna dalına konsam
Arayup eksiğim özümde bulsam
Çevrilip yolunda kurbanın olsam
Yetiş Allah, Ya Muhammet, Ya Ali
( Pir Sultan Abdal 16.yy )

Güvercin donunda çıkıp oturan
Hak der, yalvarırım Hacı Bektaşa
Zemheride dost elmasın yetüren
Hak der, yalvarırım Hacı Bektaşa
( Seyyityaroğlu 17.yy )

Güvercin donunda pervaz eyledi
Rum erleri gelip niyaz eyledi
Tevalla sırrına ağaz eyledi
Hünkar Hacı Bektaş Veli Pirimiz
( Hilmi 19.yy )

Yunus Emre’de hakiki anlamı ile güvercin sözcüğüne ancak bir yerde rastlayabildik. Yolu üzerinde rastgeldiği bir ağaç ile konuşurken diyor ki ;

Gider idim yollar sıra
Yavlak uzanmış bir ağaç
Böyle lati, böyle şirin
Gördüm aydur birkaç sır aç

Ağaç karır devran döner
Kuş budağa bir kez konar
Dahi sana kuş konmamış
Ne güvercin, ne hod duraç

Yavlak : Çok fazla, Hod: Kendi, Duraç : Turaç kuşu, kekliğe benzer bir kuş.
Kaygusuz Abdal, baharı anlatan bir şiirinde bahsediyor güvercin çiftinden.

Erişti bad-ı nevruz güls’tane
Gülistan vaktı yetti kim uyane

Temamet yeryüzücünbişe geldi
Behişte benzedi devr-i zamane

Güvercin çifti ile öte geldi
Dudak dudağa verdi canı cane

Bir kuş, doğayı en güzel yönleri ile dile getiren Karacaoğlan’ın da gözünden kaçmamış. Diğer güzel hayvanların özelliklerine benzeyen ve ayrıca güvercin gibi edalı yürüyen, onun gibi güzel duruşlu bir yar istiyor mevlasından. İşte bir koşması :

Kadir mevlam budur senden dileğim
Şöyle bir güzel ver gönlüm eyleyim
Ellere veriken benim ne suçum
Birinde bana ver gönlüm eyleyim

Güvercin topuklu hem ince belli
Gerdanı bir karış püskürme benli
Hemen Köroğlu’nun Ayvaz’ı dengi
Bana bir suna ver gönlüm eyleyim

Güvercin duruşlu keklik sekişli
Kıl ördek boyunlu ceylan bakışlı
Tavus kuşu gib göğsü nakışlı
Şöyle bir güzel ver gönlüm eyleyim

Karacaoğlan der ki yüzü bembeyaz
Durayım divana edeyim niyaz
Almadan kırmızı, elmastan beyaz
Şöyle bir güzel ver gönlüm eyleyim

19.yy’da yaşamış olan Mesleki de zevk sahibi bir adam. O da Karacaoğlan gibi aynı özellikleri olan bir sevgiliyi arzu ediyor.

Kadir mevlam senden bir dileğim var
Ver bana bir yavru gönlüm eğlensin
Ellere vermişsin nedir günahım
Ver bana bir yavru gönlüm eğlensin

Tavus kuşu gibi göğsü nakışlı
Güvercin topuklu keklik sekişli
Yavrusun aldırmış şahin bakışlı
Ver bana bir yavru gönlüm eğlensin

Güvercinler yuvalarını hafif şeylerden yaparlar. Evcil güvercin yetiştirmek ve beslemek için ise özel olarak hazırlanmış küçük evcikler yapılır. Bunlara güvercinlik denir. Bu terim askerlikte de kullanılıyor ve kalelerdeki küçük gözcü kulelerine de aynı ad veriliyor. Bundan başka eski piyade kayıklarının kıçında, öte beri koymaya mahsus küçük kamara veya ambar şeklindeki dolaba da güvercinlik denilirmiş. Yine Karacaoğlan’dan bir semai :

Bire afet sürdür atın
Geçer çağın demedim mi
Harami olmuş gözlerin
Yollar keser demedimmi

Yıkılıp bağ ile bostan
Ne umarsın bu nefisten
Hüma gibi şol kafesten
Bir gün uçar demedimmi

Yürü hey kaşları kalem
Sağ olursam seni bulam
Güvercinliktir bu alem
Konan göçer demedim mi

Eti çok lezzetlidir. Gübresi de çiçek ve sebzeler için faydalıdır. “Etimi yiyen doymasın bokuma basan onmasın” diyen güvercin için 18.yy şairlerinden Savni, İlaçlar Destanı’nda hastalara şunları öğütlüyor. Kullanmak isteyenlerin Allah yardımcısı olsun.

Sesini açmaya güvercin boku
Baş ağrısına da tokmakla oku
Mayasıl oldunsa bir bayır turbu
Yahut ki falandan filan edelim

Tüyleri kalın ve sık kanatları sivri ve geniş olduğu için saatte 100 km hızla 15 saat devamlı uçabilenleri de var. Ayrıca bu kuşlar havada uçarken takla atmaları ile de meşhurlar. Bu özellikleri Karacaoğlan’ın bir türküsünde geçiyor.

Evlerinin önü bakla
Çift güvercin atar takla
Al koynunda beni sakla
Sabahınan tana karşı

Bu sözler Adana yöresinden derlenmiş bir türküde de yer alıyor.

Evlerinin önü bakla
Güvercinler döner takla
Al beni yanına sakla
Amman Amman ( aman ) dayanamam
Seher vakti uyanamam
El kızısın güvenemem

Ve Kırım’dan derlenmiş sevilen bir türkü.

Evlerinin önü pakla
Güvercinler vurar takla
Al meni koynunda sakla
Ninne de yavrum ninne
Esmer yarim ninne
Ninne ninne

Ankara’nın tanınmış oyun havası Misket onda da var güvercin:

Güvercin uçuverdi
Kanadın açıverdi
Elin oğlu değil mi
Sevdi de kaçıverdi

A benim aslan yarim
Dağlara yaslan yarim
Dağlar cefa götürmez
Sineme yaslan yarim

Güvercinim uyur mu
Çağırsam uyanır mı
Misket orda ben burda
Buna can dayanır mı

A benim hacı yarim
Başımın tacı yarim
Eller bana acımaz
Sen bari acı yarim

Manilerimizden de örnekler vererek bu yazıya son verelim.

Güvercinim havada
Yavruları yuvada
Kızlar kahve kavurur
Çıngıraklı tavada

Ak güvercin olaydım
Cadde yola konaydım
Gidip gelen yolcudan
Ben yarimi soraydım

Güvercin milen kurban
Ağızından dilen kurban
Yardan bir mektup aldım
Okuyan dilen kurban

Güvercin havadadır
El yetmez yuvadadır
Bir elim var koynunda
Bir elim duadadır

Güvercin vurdum kalkmaz
Kanı kurumuş akmaz
Küçükten bin yar sevdim
Şimdi yüzüme bakmaz

Güvercin bıçakladım
Kanadın saçakladım
Yari koynumda sandım
Yastığı kucakladım

İndim derede durdum
Çifte güvercin vurdum
Güzellerin içinde
Bir çapkına vuruldum

Güvercini vurdular
Kanadını kırdılar
Kız beni seviyordu
Ona tuzak kurdular

Güvercin vurdum uçtu
Vardı bahçeye düştü
Küçükken sevdiğim kız
Şimdi yanımdan geçti

Güvercinim düz beyaz
Ayrı düştük biz bu yaz
Hediyeni istemem
Mektubunu sıkça yaz

Yazan : Ali Esat Bozyiğit

Derleyen: Yavuz İşçen / Ankara
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi sayı 336’da Temmuz 1977

kalbiyle söyleşen

dağ köyünde körbağırsak sancısa
konur karnın ağrıyan yanına
alev gibi tuğlalar
/ Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız.
Bir şehir kadar kalabalıktır bazıları
Bir dehliz kadar karanlıktır bazıları
Konuşurlar
İsterler
Susarlar
Dinlememişseniz nice yıl kalbinizi
Ev meslek iş para geçim diyerek
Düşünün şimdi bir de
Şehirlerde kasaba ve köylerde
Başını eğmiş kalbiyle söyleşen bir kişi olduğunuzu

Cahit Zarifoğlu

EMİNÖNÜ – KARAKÖY.

1. /
Gelirlerse evimde kitaplarım
aşkımı suluyorum arada bir.
Evcil saksılarda küpeçiçekleri
kıyıcığına güneş düşse sevinir.

Ahşap evlerin asma kilitleri
ve pazen donlar asılı balkonlara
ve demir ve bilek ve de demirli bilek
sürgünler ormanında bir budala.

Beni mi tutukladılar
neden mi tutukladılar

köprünün öte yanı güneş…

2. /
Didingen bir arıyı söylemek
övgüler düzmek peteğin düzenine
ya da durup dururken mimlenmek
engellemek güzele geçitlerde

ben seni severdim ya, gene de seviyorum
karanfile duruyorum adın geçtikçe

Ruşen Hakkı

Balkonda Akşamüstü

Bir eski kilim
yayılı elma ağacının altında
ve bir kitap…

Hızlı bir okur gibi çeviriyor
yapraklarını kitabın
ağaçtan hırsızlama inen
bir şirin rüzgâr!

Belki böyle hızlı çevirmezdi
güz vurgunu kitabı
okuyup yazması olsaydı rüzgârın,
arada bir gökyüzüne bakar
düş süzer bulutlardan
ve meyvenin âsi çocuğu
elma kurdunu severdi
belki hüzünlenip şiir de yazardı
ayrı düşmüşse sevdiğinden…

Yıllanmış bir aşkı güzelliyor
akşam serinliğinde, balkonda
sırtıma usulca bırakılan hırka!

Ruşen Hakkı

Ben yitirdim, ben ararım, yâr benimdir kime ne

Ben yitirdim, ben ararım, yâr benimdir kime ne
Gâh giderim öz bağıma gül dererim kime ne

Gâh giderim medreseye ders okurum Hak için
Gâh giderim medreseye dem çekerim kime ne

Kelb rakip haram diyormuş şarabın bir katrasın
Saki doldur, ben içerim, günâh benim kime ne

Ben melâmet hırkasını kendim giydim eğnime
Ar ü namus şişesini taşa çaldım, kime ne

Ah Yezid seccadeni al yürü mescid yoluna
Pîr eşiği benim Kâbe’m kıblegâhım kime ne

Gâh çıkarım gökyüzüne hükmeder kaftan kafa
Gâh inerim yeryüzüne yâr severim kime ne

Kelp rakip böyle diyormuş güzel sevmek pek günah
Ben severim sevdiğimi, günah benim kime ne

Nesimi’ ye sordular, yârin ile hoş musun
Hoş olayım olmayayım o yâr benim, kime ne

Kul Nesimi

Hasta Çocukların Duası

Benim gökyüzümde kuşlar
Kanat çırpmıyor artık
Lacivert gecelerim
Suya düşen kıvılcımlar gibi
Söndü yıldızlarımız
Siz, ulaşılmayan gene de benim olan
Uzak dağ başları
Pencerem sislere açılıyor hep
Nerede kaldınız

Aydınlık sabahları muştulayan ak horozlar
Dönün rüyalarıma
Geniş avlular, kuyuların çıkrık sesleri
Dağ yolları, şen çıngıraklar
Dönün rüyalarıma

Yaz geceleri
Ak çarşaflar, sabun kokulu, serin uykular
Özledi sizi yorgun bedenim
Komşumun küçük kızı
Nerde o yaz geceleri, kiraz bahçelerinden
Odama dolan türkülerin

Dağlar ardında, uzak bir köyde
Küçük bir çocuktum, kışlar uzundu
Ambarlarımız dolu, ocak başlarımız sıcak büyülü
Gece yarıları başlardı hayatı
Masalların, efsanelerin
Şeytan bilinmez, hangi kötülüğe koşardı dışarıda
Sabahları yaralı kanatlarını sarardım
Düşmüş meleklerin

Kırlangıç sesleriyle uyandığım sabahlar
Dönün rüyalarıma
Tozlu yollar, kağnı sesleri, kaval sesleri
Kırbaç şaklaması ve nal sesleri
Dönün rüyalarıma

Ben hasta bir çocuğum
Sancım büyüktür değmeyin
Yitirdiğim bir düştür, bin bir gece uykulara sığmayan
Dokunsan uyanır
Tutmak istersen, kül olur kanatları
Avuçlarında bir kelebeğin

Sancılar hep geceleri başlar
Hasta çocuklar uyumaz hiç
Yanar sabaha kadar pencereleri
Ey dünyanın her dilden ninni söyleyen anneleri
Dönün rüyalarıma

Ahmet Uluçay

Davet

beni sen çağırdın
dedin:
ben çiçekleri saksılarda okşadım hep
karlı dağları tablolarda
var olduğuna inanmak ellerimle
ellerinden tutmak isterim senin
beni sen çağırdın
dedin:
gel al, götür beni
bu istanbul’da büyük aşklar yaşanmaz
yalanın, sahteliğin şehri burası,
naylon ekmekler yenir burda
naylon tebessümler, naylon selamlar
naylon kalplerle sevilir burda
beni sen çağırdın
dedin:
ben yerimi buldum artık
kuru ekmeğine hasretmişim yıllardır
sahte güneşlerle aydınlanmıyor içim
gel, al götür beni, gel al, götür
mühr-ü süleyman’ı tanıdım ben
umrumda değil, belkıs’ın sabâ’sı
beni sen çağırdın
sen, istanbul’lu kız, padişahın kızı
ben anadolu’da bir çoban, taa uzak köylerden
ateşle su hikayesi yani
yani bizimki masal, bizimki efsane çok eski tarihlerden
uyanıverdi hülya, öpünce kirpiklerinden
beni sen çağırdın
bir kahramanı çağırır gibi tarih sayfalarından
topraklardan silkindim, mumyalardan çözüldüm
lahidleri devirip attım üstümden
çıkıp geldim elimde asa, ayağımda çarık
çıkıp geldim kenan çobanları gibi kitab-ı mukaddes’den
farzet ben musa, sen bana inanmış
ardımızda firavun’un zulmü, önümüzde deniz
yanımda sen, eteğini tutmuş doğmayan çocuklarımla ben-i israil
hani benimle gelecektiniz
gelmediniz, gelmediniz
beni sen çağırdın
öyle içtendi bu davet, öyle yürekten
ve öylesine susamış, öylesine tertemiz
sana sevgi, sana selam, sana kurtuluş getiriyordum asrı saadet’den
farzet ben ashab-ı kehf’den biri
üç yüz yıllık uykunun mağaralarından çıkıp geldim
geçmedi elimizdeki akçelerimiz

Ahmet Uluçay

Ahmet Uluçay: Yıllarca kamyonculuk yaptım, kamyon şoförlüğü. Tavukçuluk yaptım, Allah yardım etti her ikisinde de iflas ettim.

“Ben çocukluğumda takılıp kalmış bir sinemacıyım. Yaşadığımız çağı hiç sevmiyorum. Benim bütün hayatım çocukluğuma yakılmış bir ağıttır, sinemam da öyle. Her şey geçmişte kaldı. Köyümüzün bir mimari dokusu vardı. Şimdi yıkılıp yeni beton binalar yapılıyor. Bu bakımdan ben filmlerimi yaparken mekân bulmakta zorlanıyorum. Kolaj yapıyorum. Parçaları bir o köyden, diğer köyden, başka köyden.

Evimize giderken kapının önünde annem kardeşimle elimize birer çıra tutuştururdu. Biz böyle karanlığın içine ateş böcekleri gibi dalardık. Ama daha köşeye varmadan çıralarımız sönerdi yakmak için yine dönerdik, yeniden varırdık o köşeye ve yine çıralarımız sönerdi. İşte ellerimizde çıralar, gölgelerimiz duvarlarda, böyle büyür küçülürdük, insanlar geçerler yanımızdan, böyle yıldız böcekleri gibi karanlığın içinde ellerimizde gaz lambaları. Gölgeler, gölgeler, gölgeler. Köyün bütün duvarları benim için her gün devam eden böyle fantastik bir sinemaydı.

Sinema dünyayı kurtarabilir mi bilmiyorum. Ama ben niye film yapıyorum? Söyleyecek bir derdim var, söyleyecek bir sözüm var. Bunların çok önemli şeyler olduğuna inanıyorum. Zaten insanlar söyledikleri sözün önemli olmadığını düşünüyorlarsa, bundan en küçük bir kuşkuları varsa, söylemesinler o sözü. Ben önemli şeyler söyleyeceğime inanıyorum. Hangi ulustan olursa olsun, hangi dilden, hangi dinden olursa olsun, bütün insanlara söyleyebilecek bir sözü olan, çok içten, çok samimi, çocuk gözüyle yapılmış filmler sunuyorum. Çünkü çocuklar dünyaya çıkarsız bakıyorlar. Daha temiz, daha arı, daha duru bakıyorlar. Ve böyle bakılmış bir dünyada ben kan dökülmeyeceğine inanıyorum, savaşların olmayacağına inanıyorum, çevre kirliliğinin olmayacağına inanıyorum. Dünyanın bütün problemlerinin değil belki ama birçok probleminin aşılacağına inanıyorum. Onun için benim kameram bir çocuk gözüyle dünyaya bakıyor, bakmaya çalışıyor.

Eşimi sinema tutkum yüzünden yoksulluğa mahkûm ettim. Yoksulluk utanç da getirir. Hele bizim buralarda, sosyal yarışı kaybettiğin an, dışlanırsın. İnsanlar ahlaksızlığı bağışlayabiliyor ama acizliği asla. Çal, soy, yeter ki yoksul kalma. Ben Beyoğlu’nda, koltuğumun altında senaryolarla kapı kapı dolaşırken, evin faturalarını, çocuklarımın bakımını eşimin üzerine yıktım. Benim gibi bir sorumsuzu yönettiği için, o büyük yönetmendir.

Sinema karanlık ve aydınlığın el ele verip güzel bir dünya kurmasıdır. Karanlığın bir büyüsü, gizemli tarafı var. Karanlıkta korkarız, çok güzel düşüncelere dalarız, kendi iç dünyamıza bir yolculuk yaparız. Bütün görünmeyenler karanlıkta gizlidir. Görünmeyenleri daha çok görünür kılar karanlık. Sinema bu bakımdan -teknolojisi Batı’ya bağımlı olsa da, en güzel örneklerini Batı’da vermiş olsa da- doğulu bir sanattır. Sinemanın doğasında doğululuk vardır. Doğu kültürü sinemayla anlatılmaya çok daha elverişlidir. Beni çeken bu karanlığın gizemidir.

Benim kapalı bir sinema kavramım var. En güzel öyküler çocukluğumda yaşandı. Ocakbaşımız vardı. Hikâyeler anlatılırdı. Görünmeyen yaratıklardan söz edilirdi. Sokaklarda cinlerin, şeytanların güneş battıktan sonra dolaştıklarından söz edilirdi. İnsanların hayalleri çok genişti. O küçücük kandil ışığına toplanıp ne öyküler dinlerdik biz. O cinleri, şeytanları gördüm diyenler olurdu. Bir takım optik yanılsamalardı belki. Hep bu öykülerin içinde büyüdüm. Benim sinemamı da o öyküler besledi. Güneş battıktan sonra sokaktan geçilmez derlerdi. Niçin geçilmediğini bilmezdik biz. Ben görmedim bütün bunları. Ama görmüş gibi inanırdım. Ve bu beni inanılmaz etkilerdi. Yani Alman dışa vurumculuğu bizim duvarlarımızda yaşardı. Ve ben gölgelerle oynardım. Ressamın birisi diyor ki “Gölge varlığın süsüdür.”  O zamanlar varlığın kendisi gölgeydi. Sinemayı tanıdıktan sonrada artık onları hayatımdan çıkarmam mümkün olmadı.

Tüm sanatların özü şiirdir. Mimarlar şiirini taşla yazar. Ressamlar renklerle, romancılar sözcüklerle yazar. Sinemacının şiiri görüntülerdir. Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal şiir yerine sinema ile söyleme olanağı bulsalardı mutlaka bizim gibi çekerlerdi.

Ben çocukluğuna ağlayan birisiyim hâlâ. Kendimi hem zamansal hem de mekânsal gurbette hissediyorum. Çocukluğum gitti ve geriye dönmüyor. Bir şekilde onu zapt edebilir miyim? O her an için benim cebimde kalabilir mi? Ve istediğim zaman ona dönebilir miyim? Yani fânilik insan olarak kaderimiz. Fâniyiz biz, öleceğiz bir gün ve her şey yok olacak. Mutlak anlamda yok olmayacak tabii, o yok olmadan söz etmiyorum. Bunun bir daha geri dönmemesi, elimizden akıp gitmesi, oradaki aciziyetimiz. Belki beni sinema yapmaya iten temel neden bu.”

İzdiham / Güven Adıgüzel’in editörlüğünde hazırlanan; ‘’Kendi Rüyasında Uyanan Derviş; Ahmet Uluçay’’ kitabından seçilmiş pasajlardır.

**

“-Roman yerinde çok güzel. Bir de seyirci romanı önce okuduysa onun kafasındaki o güzelim dünyayı bozuyorsun. Bu yazana da bir saygısızlık. Çok satan yazarlar belki romanlarının sinemaya aktarılmasını istemişler. Bir zamanlar TRT’nin biten yabancı dizileri hemen kitaplaşır ve binlerce satardı. Hayır o güzelim dünya yerinde durmalı. Seyirci romanı önceden okuduysa o dünyayı asla bulamayacak, çünkü dil başka. Ve bence dil daha üstün. Dil ile anlatılan. E bir sinemacı bunu nasıl der? O zaman ben neden roman yazmıyorum? Hayır görüntünün gücü fazla. Ama roman okurken görüntü de sunuyor.
Roman okurken içinizdeki yönetmen mi okuyor romanı yoksa keyif almak isteyen adam mı?
Ben çay içerken bile, sigara içerken bile içimdeki yönetmen içiyor. Bundan kopamıyorum. Kopmak da istemiyorum. Bu daha güzel.”

**
““Kendimi anlatıyorum, içinizde ben de varım, benim de anlatacak bir hikayem var” diyorum. “Şimdi beni dinleyin!” gibi bir duygu, “Şimdi söz bende!”, “Şimdi ben kendimi anlatıyorum!” demek gibi, sinema.”

**

“Ben sinemaya hâlâ bir çocuk gibi bakıyorum. Hareket eden resimler beni şaşırtıyor. Daha çiğ bir gözle bakıyorum sinemaya, hep öyle bakıyorum.”

**

“Çocuk masumiyet demek. Çocukların kedilerin ve delilerin olmadığı bir film düşünemiyorum.

**

“Yıllarca kamyonculuk yaptım, kamyon şoförlüğü. Tavukçuluk yaptım, Allah yardım etti her ikisinde de iflas ettim. Ondan sonra kooperatiften yem fabrikasına işçi olarak girdim. Sekiz yıl da orada çalıştım.’
İflas etmeseydim, sinemacı olamayacaktım. Sarılacak umudum yoktu. Yapmalıydım. Bundan başka hiçbir şeye aklım ermiyordu.
“Ben her şeyi intihar eder gibi yaptım! Sinemayı ben intihar eder gibi yaptım! Bunu beceremediğim taktirde kendi içimde de saygımı yitirecektim.”

**

Mustafa Uysal anlatıyor:

Onu şiir okurken, hikâye anlatırken, senaryolarındaki karakterlerini seslendirirken dinlemek cezbediyordu beni. Babasını anlatırken gözlerini uzaklara kaçırarak susması, (Her şeye rağmen babasını çok sevdiğini nasıl da zor söylemişti.) annesinin onu elinden tutup masalla tanıştırdığı günleri anlatması, ta çocukluğunda okuduğu bir kitabı tekrar okuma heyecanını paylaşması… Beni bunlar ilgilendiriyordu. Onda kuru gerçekliğin ötesinde sahici bir insan görüyordum. Sahiden onun dostluğu ve edebiyatla sıkı bağıydı beni ilgilendiren.

Kişisel bir anlatım oldu, bazen kantarın topuzunu kaçırdım, biliyorum. Onu anlatmak beni kuru bir yaprak kadar titrek yapıyor. Hâlbuki üç-dört ay kadar önce konuşmuştuk, seni yazmak istiyorum, demiştim. Kayıt aletini koyacaktım önüne, kendini anlattıracaktım. Biyografi gibi ama kuru bir şey değil, samimi bir şey olsun, dedim. Bunun son konuşmamız olacağını bildiğim için yaptım böyle bir teklifi. Kötüye gidiyordu. Kendime itiraf etmek zor olsa da insan hissediyor. Kabul etmişti, her şeyi konuşacaktık ama sansürsüz. Pervasız biriydi, samimi söylerdi, konuşurdu da çekinmeden. Hemen hemen biliyordum ne konuşacağını neler anlatacağını. Defalarca konuştuğumuz şeylerdi. Başkaları da bilsin isterdim ama olmadı.

Bazıları mezar ziyaretinin dua ve sure okumakla ikmal edildiğini sanırlar. Hayır, oturup yine dinliyorum onu. Her gidişimde farklı bir öykü anlatıyor bana. Mekânın cennet olsun Ahmet Ağabey. İki dünyalıyız, şunun şurasında kaç günlük bu dünya? Biz de geliriz, hasbihâl ederiz

Yine inşallah.

***

Uluçay, İstanbul Film Festivali kapanış gecesinde ödülünü eşi Ayşe’ye ithaf ederken şöyle konuşmuş: “Bu salondaki kimsenin tatmadığı bir yoksulluğa katlanmak zorunda kaldığı için.” İsterseniz bu haddinden fazla çarpıcı sözleri bir kez daha okuyalım: “Bu salondaki kimsenin tatmadığı bir yoksulluğa katlanmak zorunda…”

İsterseniz bir daha: “Bu salondaki kimsenin tatmadığı bir yoksul….”

Taşçıyan soruyor: “Ailen bu büyük ödüle ne diyor?”

Uluçay: “Sevinmiyorlar, onların yoksulluğuna ilaç olacak hiçbir şey yok ortada. Onlar için değişen bir şey yok…”

Taşçıyan soruyor: “Yakın çevrenden ne tepki aldın?”

Uluçay: “Bizim buralılar pratik düşünür: kaşıkla yenir, bıçakla kesilir, kalemle yazılır. Sinemayla ne yapılır? Verecek cevabım yok. ‘Kaç para kazandın?’ diye sordular.”

***

Aydınlık sabahları muştulayan ak horozlar ötecek

Yankılanacak geniş avlularda
Kuyuların çıkrık sesleri
Leylekler sağlam ayaklar getirecekler bana

Haritada bir yolun peşine düşüp

Çekip gideceğim
Çekip gideceğim
Çekip gideceğim

Şimdilik ağrılar uyusun
Sancılar uyusun
Söğütler uyusun suda

Ahmet Uluçay
Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak’tan

Allah seni bana vermekle bana vermediklerini telafi etmiştir.

Allah seni bana vermekle bana vermediklerini telafi etmiştir.

Ali Şeriatî’den eşi Puran Şeriatî’ye