Söze İlahi’den

Bilgeler buğday eler gibi elediler sözleri..
Dost o zaman öğrendi dostluğun ne olduğunu
Varlıklar sisteydiler,
Bilen yoktu güzelliklerini
Adları konuncaya kadar.
Herkese vermez kendini Söz,
Bir kadın gibi nazlıdır,
Şair ister, bilge ister.

Dostlar havuza benzer,
Kiminin suyu çok, kiminin az.
Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya,
Kiminde elleriniz ıslanır.
Kimi paçavra dokur kelimelerle
Kimi şal.
Kiminin dudaklarında zehirdir söz,
Kiminin dudaklarında bal.

Rig-Veda

İsmene

Uğrayın arada bir – beni sevindirirsiniz. Günler
bir türlü geçmiyor burada. Artık ne gelen  var, ne giden,
eşyanın, çatıdaki kirişlerin, döşemenin, merdivenlerin,
sıvaların, kapkacağın, perdelerin, menteşelerin
o bilinen eskimesinden başka – yavaş bir çürüme,
sessiz bir paslanma, özellikle ellerde ve yüzlerde.
Büyük duvar saatleri durmuş – kimsenin kurduğu yok
     onları,
ben de bazen önlerinde duruyorsam, saate değil,
camlarında yansıyan yüzüme bakmak için yapıyorum bunu,
yüzümün alçı gibi, cansız ve zaman dışı o garip
     beyazlığına,
görüntümün hemen gerisinde, karanlık derinliklerinde
durmuş olan akreple yelkovan artık ne bir yarayı deşmek,
ne de içimden korku ya da umut, beklenti ya da kaygı
    diye bir şeyi sökmek zorunda olmadan
hareketsiz birer neşter gibi görünürken.
Benden kendime, bir kareketten öbürüne, bir anıdan
bir başka anıya uzanan boşluğu çoğaltıyor
bu yavaşlama. Bütün bir ay gerekiyor bir odadan
öbürüne geçmek için. Belirsiz bir sis iniyor
her şeyin üzerine.

   Tek gerçeklik
bu güzel belirsizlik – uzak ve nerdeyse yara almaz
bir yabancıya dönştürüyor beni, sisteki o leke gibi.
Ve ben, ondan biraz korksam bile, seviyorum bu hafifliği.

Bir sessizlik siperi sarmış bu evin çevresini, dediğiniz
     gibi,
Saygılı ya da değil, ne önemi var! Buralarda bir yerde,
     belki de benim içimde,
     uzun, dar bir koridor uzanıyor gün ışığı almayan,

Hayır, çöküş değil belki de – bütün bunların düşecek
     bir yerleri olmadığına göre;
bir çeşit havalanma, neredeyse kanatlıymışçasına –
     kuşlar gibi örneğin,
yükselip alçalan, kanatlarının arasında kımıldamadan;
o saltık ve soylu boşlukta kımıltısız diyebileceğim
    bir uçuş,
aşırı bir denge – aşırı bir hafiflik
her türlü maddenin, bu yüzden ölümün bile ötesinde.
     Bu yüzden bu kadar mutlu görüyorsunuz beni
buna mutluluk denebilirse eğer; her türlü art düşünceden
ve hırstan arınmışlık –

     Yaşasaydı, hiç kuşkusuz,
nefret edeceklerdi ondan.Tek düşüncesi ölmekti. Artık
açıklayabilirim: ölümden kurtuluş olmadığını bildiği için,
nankör ve kısır bir yaşlılığa her gün biraz daha yaklaşarak
     onu bekleyecek yerde,
onun üstüne gitmeyi, kurnaz ve küstah bir yücelikle
onu kışkırtmayı yeğledi; böylece hayatı boyunca duyduğu
     korkuyu, kahramanlık özlemini,
kendi kaçınılmaz ölümünü aşağılık bir ölümsüzlüğe çevirdi.

Bugün bile ürperiyorum bunu düşününce.
İşte o sırada üç gün ortadan kayboldu kardeşim.
Sanırım babanızın yanına sığınmıştı. O da bir katıra
    bindirip
geri getirmişti eve. Eğere baş aşağı asılı iki beyaz
     tavuk ve çok renkli bir horozla;
o baş aşağı duruşlarındaki rahatlık çok şaşırtmıştı beni –
     belki de yorgunluktandı bu,
ya da yazgılarına boyun eğmekten? Kaçınılmazlığın dingin
     bilgeliği!
Kardeşim onları görmemişti bile.

Kardeşim sanki utanç duyuyordu kadın olmaktan. Belki de
buydu onun mutsuzluğu. Belki de bu yüzden öldü. Hepimiz
olduğumuzdan başka bir insan olmak isteriz, kuşkusuz.
Kimi az çok katlanır buna, kimi hiç katlanmaz. Alınyazısı,
    denildiği gibi,
bir kısır döngüye hapseder bizi. Biz de döner dururuz.

Kendi girişimi, kendi seçimiyle ilgisi olmayan isteklerine
     boyun eğmeyi yediremiyordu kendine.
Ancak ölümünü, hayır, ölümünün saatini ve biçimini
     seçebilirdi ancak.

Neden günah sayılıyordu insanın isteklerine uyarak
 yaşaması?
Kızkardeşim hiçbir zaman öldüğü andaki kadar güzel
     olmamıştı.

Bazan düşünüyorum da, acaba doğmamızın tek nedeni
bir gün öleceğimizi anlamak mı diye soruyorum kendime.
Gene de, bu haksız ikilem arasında sürüp gidiyor
     hayatımız.
          Haimon
     herkesten uzaklaşmıştı.
Artık ne kız kardeşime bağlıydı, ne de arkadaşlarına
Büyük bir dinginliğe, nerdeyse bir doygunluğa –
o onulmaz bedensel yitikliğe, o sessiz kesinliğe
      kavuşmuştu.
Hiç kimse alamaz bizden artık bizde olmayanı;
ancak bellek derinliklerinde saklar eksiksiz
      bir biçimde

    Bilirsiniz, ölüler,
her zaman büyük bir yer kaplarlar – ne kadar küçük
ve önemsiz de olsalar, birden büyürler ve bütün evi
    doldururlar;
ayakta duracak bir köşe bile bulamazsınız.

burası onun  yeri, onun gülümseyişi, onun duruşu,
onun düşüncelere dalışı – bütün  bunlar ölülere ait
   şimdi.

Sanırım,
o çiçekler hâlâ açıyordur üst bahçede.

Bir gün, masadan yemek artıklarını, kemikleri, ekmekleri,
    çekirdekleri kaldırılırken,
gözümün ucuyla o altın renkli, esnek ve mıknatıslı portakal
    kabuklarını gördüğümü hatırlıyorum –
sanki eski biçimlerini almak istiyorlardı.
Çok eski bir çığlık yükseldi içimde – “Hayır, hayır!” –
Hiçbir şey söylemedim. Baktım yalnızca. Avlu duvarının
    arkasına attılar kabukları.
Sizin de arada bir boğduğunuz olmaz mı içinizden yükselen
    bir çığlığı?

Herkes bir yere gitme telaşındaydı –
nereye? Ne yapmaya? Kendilerine ayıracak zamanları
    yoktu, soyunup yatacak,
kendi bedenleri içinde düş görecek, aynada kendilerine,
     ya da birbirlerine bakacak zamanları,
Yalnız başkalarının gözlerinde görüyorlardı kendilerini –
     orada ne görebilirlerdi ki?

Hizmetçiler eğilip yerdeki cam kırıklarını toplarken
     onlara baktım da,
yalnız onlardı gülümseyen. Kuşu tanıyorlardı; göz kırpıp
     ben de gülümsedim onlarla.
Hep suçsuzlardır suçluymuş gibi görünen (siz de öyle
     düşünmüyor musunuz?)
Siz de bilirsiniz bunu – eminim.

     Zavallı babamın – onu hiç unutmuyorum –
kasılmış el gibi bir yüzü vardı, siyah bir perdeyi
aşağı çekmek isteyen bir el gibi;

     Sanırım taşıyamayacak kadar
ağır bir yüktür insanları yönetmek ve komut vermek.
Sonu da da herkes yönettiği neyse onunla yönetilir –
herkese ve her şeye duyduğu o sınırsız kuşku dışında;
sessiz madenden bir hançerdir bir kuşun gölgesinin
     rastgele bir odaya girişi
bir akşam saatinde. Bu yüzden günbegün daha da
     zorbalaşır zorbalar.

ölümün bizi pusuda bekliyor olması yeter; nasılsa ölümle
     insan alışırlar birbirlerine;
ve keskinliğini yitirir ikis arasında geçenler. Beden
     gevşer,
saçların, pencerelerin, gözlerin rengi solar,
açılır içine sert kocaman altın bir sikke konulan avuç
     ve bütün hayatımız
bir kasılmaya döner bu sikkeyi tutmak için, onu düşürüp
     yitirmemek için bir korkuya döner;
ellerimizden bir işe yaramaz olmuştur artık,
hayatımızın yarısı, hayatımızın tümü işe yaramaz
     olmuştur.
Artık kendiliğinden açılmıştır avuç, direnci tükenmiştir;
sikke düşmüş, elimizden akınmıştır. Ama sonu gelmez
     çabanın
derin izleri kalmıştır avuçta. Kaslar gevşemiş,
     rahatlamıştır.
Artık serbestçe kımıldatabilirsin iki elini.
Boşalan ellerini korkusuzca sallayarak yürüyebilirsin
     boşlukta –
o eşsiz anlamsızlık içinde yavaşça gezinebilirsin,
dişlerinin arasına bir başka bakır sikke sıkıştırılıncaya
     dek.
Ama kandırmayalım kendimizi – babanızın da söylediği
     gibi – bu yumuşak bedende,
istek olduğu gibi kalır, tüm inatçılığıyla; o haklı
     görülmeyen gecikmişlik duygusu sürer.

….

Kuşkusuz, bir çeşit sığınaktır bellek. Ama o da
     tükenir,
onun da, rastgele ve yabancı bile olsa, yeni görüntülere
     gereksinimi vardır.
Ben bu pencereyi seçtim. Buradan, yarı içerde yarı
     dışarda, sarkıp bakarken,
görüyor ve hatırlıyorum. Hiçbir şey benim değil.
     Her şey sessiz.

Bazan, az önce kahraman diye alkışladıkları kimseleri de
     yakarlardı.

,,,

İnsan bir başkasının evindeki kapıyı kapıyormuş gibi
     kapar gözlerini,
görmemek, düşünmemek için.

     Ama ben gençtim o zamanlar,
bunu bilmeyecek kadar genç.

Hiç vaktimiz olmazdı sandallarımızı çıkarıp otların
     üzerinde dolaşmak,
ağaçlardan elma koparmak için.

Yannis Ritsos

Alışkanlıklar da Değişir
Cevat Çapan / de Yayınları

Güneş Yaprak

Güneş Yaprak

Kışın-tam ortasında bir bahar günü idi…
Güneş! ışıl ışıldı… Hafif rüzgâr altında çırpınan sarı, yeşil yapraklar pırıl pırıl…
Altın renginde iri bir yaprak gözlerimi öyle kamaştır­dı ki.
Kocaman bir çınarın bu tek yaprağı idi…
Bir mevsimlik hayatın son yadigârıydı bu…
Güneşin içmiş içmiş altın ışıklarını; benliğini kaybet­miş, şeffaf bir hale gelmiş… Bir avuç ışık olmuş, bir avuç güneş olmuş… Bu altın renkli yaprak!

İnsan ömrü ne olacak… O da uzun bir mevsim!…

Ne olur, ben de ölgün, böyle şeffaf ve altın, böyle serapa güneş bir yaprak olabilsem!….

***

İnanamam Arkadaş

İnanmıyorum artık, inanamıyorum ben…
Renge inanmıyorum, sese inanmıyorum, şekle inanmıyorum. Kokuya helet… Asla!
Yaprak dalın üstünde işveli bir rakkase!…
Çiçek, aşık bekleyen, ipeklere bürünmüş, bir koku sürünmüş cilveli bir fahişe!…
Hepsi de aldatıyor…
İnanmıyorum artık, inanamıyorum ben…
Bu rakkase sırtından yeşil harmanisini çıkarıp sap san bir çula bürünür, başka bir! oyunda görünür… Hazan rüzgârı eser, sevgili kollarına atılan âşık gibi toprağa nasıl düşer?… Oyun bitti mi dersin, hayır aynı dra­mın başka bir sahnesi bu!…
Bu fahişe sırtından ipek robunu atmaz… Makyajı rev­nakını biraz kaybeder fakat aslâ silinip gitmez. Hakikî çehresini görmek mukadder değil!..

***

Yazık, ne kadar gafilmişim! Ebedî bir hayat tevehhüm etmişim.
Bu bir kaç günlük fani ömre itimat etmişim
Hayata «Nesin, kimsin?» Diye sordum.
Şu cevabı verdi: «Ben bir müddet yaşamış olan ölümden başka bir şey değilim».

***

F- Ölümün lutfû sayesinde cihan belâdan kurtulur
N- Lâkin ’yarâbbi’)’ senin zatın kevn-ü- fesat işi ile daima meşgul!
F- Eğer bü cihanda senden başka bir Tanrı olsaydı
N- Derdim ki: «Yarabbi! Allah yardımcın olsun.»

***

Şarktan garba kadar dünyayı kateden güneş kavsini
İnsanlığın başında fanilik kılıcının resmin görüyorum
Bu mükvvenat âleminin hayalına baktığım zaman,
Kendim hayatta olduğum halde ayakta duran bir ölüm görüyorum.

Ali Nihad TARLAN
Güneş Yaprak / Anıl Matbaası / 1953

(başlıksız)

Dünyaya dair bir meseleye üzülüp kızacağım zaman, dün yanımızda olan işyeri komşum Ali ağabeyi hatırlarım inşallah. Bugün yok.

Ey Süleyman

Ey Süleyman…
Kurşun izlerini taşıyor şimdi, Sinagog kürsüsünde levhalar
Ölümlerin bedelidir, yakılıyor Ulu Cami minberinde ağıtlar
Mıhlanan duaların ayinine şahit, Surp Giragos’da mihraplar

Ey Süleyman…
Şeyh’in meydanında, sabilerin yün saçını savurmuyor rüzgâr
Aslanlı çeşmede şarıldayan bereket su yerine, ağzında kanlar
Hevsel gül bahçesinden, barut kokluyor elleri kınalı nişanlılar

Ey Süleyman…
Toprak kana doymamış Hüsrev’de, diri diri şühedayı ağlattılar
Üstüne yağıyor Behram’da, günahlarının karşılığı tüm belalar
Halid’in kabri yetmedi, İç Kale’de Seni de bağrından vurdular

Ey Süleyman…
İkisi ölü, iki yaralı ayakları, minareyi gövdesinden ayırdılar
Koparıp ayak parmaklarını, köprünün on gözüne savurdular
Sur dibine gömüp koca tarihi, mezar taşına fermanını kazıdılar

Ey Süleyman…
Süt beyazı tülbentleri altında, kırlaşmış gözyaşlarını akıttılar
Düşürmeden hendeğe, omuzlarına biriken kederleri taşıttılar
Nasırlı son ömründe, torunlarını güvercin yüreğinden uçurdular

Ey Süleyman…
Ölüyor artık yavaş yavaş ve küçe başlarında oturmuyor yaşlılar
Ölüyor artık yavaş yavaş ve pencerelerinde konuşmuyor kızlar
Ölüyor artık yavaş yavaş ve şehire uzaklardan okunuyor salalar

Ey Süleyman…
Ölümden bir Dicle kaçar gibi, önümden öyle akıyor o aziz insanlar

Ahmet Maruf Demir

Yalnızlıktan Sarkan İp

Her dökülen yaprakta susayan bir şey gördüm
Çeşmelerin dibinde büyümeyen ağaçlar
Yaklaştıkça ışığa çözülüyor hâleler
Saklıyorum kendimi yalnızlığın yerine

Öylesine doğmuyor güneşin yedi rengi
Uzunca bekleyişin buğusudur ısıtan
Özlüyorum elinin değdiği pınarları
Ne varsa besliyorum yalnızlığın evinde

Semiha Kavak

Emektar öğretmen Ahmet Yüzeroğlu

Ahmet Yüzeroğlu’nun Kahramanmaraş Ticaret Meslek Lisesi’nin hatıra defterine yazmış olduğu yazı:

Can sebebim, yaşam kaynağım, kara sevdam, mecnunu olduğum, mabedim, sığınağım, kırk bir yıllık öğretmenlik ömrümü tükettiğim hala kulu kölesi olmaya doyamadığım okulum.

Beni mezardan çıkartarak sana getirdiler. Çilelerim bir anda çiçeğe dönüştü. 17 Mayıs 2015 Pazar benim diriliş gönüm. Bir iki saatim bir iki asır gibi bana bitmez tükenmez bir sevinç, mutluluk verdi.

Verdiklerimi bu gün fazlasıyla, bereketiyle aldım. Her öğrencim benim bir oğlum bir kızımmış. Bu kadar çocuk, ellerime sarıldılar, dünü, bu günü ve yaşamayacağım tüm zamanların toplamından bana bir buket sundular.

Bir daha görüşemesek de bütün kalbimle yüreğimin sızısıyla seni duyumsayıp bu mezuniyet gününü doğum günü kabul edeceğim.

17 Mayıs 2015

Ahmet Yüzeroğlu

1974-2012 öğretim yıllarıma,

Emektar öğretmen”

Emekli Edebiyat öğretmeni Ahmet Yüzeroğlu Mevlana İdris’i anlatıyor

Kompozisyon dersleri çok önemliydi, neden kaldırdıklarını bir türlü anlamıyorum. Öğrencileri tanımak için bundan daha iyi bir ders bilemiyorum. Bu derste hazırlanan kompozisyonlar sayesinde ilerde kimin ne olacağını tahmin edebilirsiniz. Kompozisyon yazılılarını okumaya ruh halimin en iyi olduğu zamanlarda otururdum. Etki altında kalmamak için yazılı kağıtlarının isim bölümünü kapatır ve sıra ile okurdum. Bir gün yine kompozisyon yazılılarını okumaya başladım. Yalnız okurken altlarda renkli kalemle yazılmış bir kağıt dikkatimi çekiyor. Adaletsizlik olmasın diye sırayı bozmayıp kağıtları toparlayıp okumaya devam ettim. Sıra o kağıda geldiğinde bir baktım, inci tanesi gibi yazılmış bir kompoziyon. Okudum, okudum, bir daha okudum. Dördüncü defa kıskanarak okudum.  Not vereceğim, eksik nokta arıyorum. İmlâda, cümle düşüklüğünde, noktalamada… bulamadım. Not verdikten sonra ismi açıp baktım; o ürkek ceylan bakışlı bizim İdris’miş.

Mor Külhani

Kim ne olmak istiyorsa onu olsun mu bu şiirde

biriniz birkaç yıldız taksın gökyüzüne
biriniz çay hazırlasın
biriniz akşam olsun
içinde atların öldüğü müzik susunca
biriniz çocukluğuna sarılıp kuyuya insin
biriniz onun uzattığı şiiri okusun
ağlamak gerekiyorsa biriniz ağlasın
biriniz akşam olsun yeniden
biriniz yağmuru dansa kaldırsın.

Mevlâna İdris

Karin Karakaşlı

en zorlu coğrafya: kalp
en zalim terör örgütü: aşk
en büyük işkence: umut
en zorlu taşıma aracı: tabut

***

Saç hatırlar bir vakit
İçine gömülmüş elleri yüzleri
Saç anımsatır şimdi kendinden geçenleri

***

Taşa atfedilenleri anımsa
Yalan söylersen taş yağar başına
Taş kesersin acıdan kavrulduğunda
Ve taş basarsın yüreğine dermansızsan
O yüzden taşın altına bakacaksın
Kaçarı yok
Elini taşın altına sokacaksın…

***

Evdeki dilbilgisine
uymuyor sokaktaki hayat
Kabahati yok ki fiil çekimlerinin
Zamansız yaşanıyorsa
mükerrer acılar
Yanayım yanasın yana…

***

Çünkü şehir seni sana bırakmaz

***

Acıyı bir veren dindirir, bir de zaman.
Yoksa kim kimin uçurumuna dal olabilmiş ki?
Ama o el var ya, o el,
Yine de son çarendir, kalan sevincindir.
Tutarsın sımsıkı,
Sırtüstü çakılmayasın diye.

Karin Karakaşlı