Eğer elimi denize vursam, her defasında İnci ve cevher yerine çerçöp geliyor.

Bazen bana bir tebessüm geliyor,
Bazen de menzilden bir zil sesi geliyor.
Kâr ve zarar meşgalesinden uzak olmak gerek;
Bilmiyorum ben, bu heves nereden geliyor.
Eğer elimi denize vursam, her defasında
İnci ve cevher yerine çerçöp geliyor.
Ey çaresiz gönül! Feleğin cevrinden feryat etme;
(Çünkü) melek dedi, senin için hâkim geliyor.
Nefesi, Rahman‟ın nefesinin kokusundan bir koku;
O kimsenin kokusu bana Yemen tarafından geliyor.
Ey gönül! Çabuk “Ben Allah‟ım”ışığına doğru yüzünü çevir;
(Çünkü) Tûr‟(a giden) Mûsâ ondan (elinde) bir ateşle geliyor.
Dikkat et ey perişan gönül, sır kapısını kapat;
Perde ve duvar arkasından bir kişi geliyor.
Eğer cahil eşekten bir çifte yersen (ey) Ferit!
Sabret; çünkü arkasından birçok hayır geliyor

Ömer Ferid Kam

Ey gönül! Ey gönül! Vazgeç, vazgeç bu sevdadan ve bu kavgadan.

Ey gönül! Ey gönül! Vazgeç, vazgeç bu sevdadan ve bu kavgadan.
Akıllının nezdinde bir sivrisinek kanadı bile etmez dünya devleti.
Bu vadide şaşkın olma; çünkü ayakların izini apaçık
Bulursun; eğer bensem kafir, can ve gönülden uzaklaş.
Ey Allah’ın cezbesi! Sensin her zerreye nüfuz eden;
Gel, yukarıdaki âleme (gidişte) bize yardım et.
Ne dünyanın ikbalini isterim, ne de büyüklerin ihsanını.
Ben bu dünya şahını isterim ki tahtı ev ednâ’dır.
Ne güzel yakınlık, ne güzel yol, ne güzel güneş, ne güzel ay!
Eğer onu bilmek istersen illâ istisnasına bak.
Zirvesi ay olan gönül (için) gündüzleri, akşam vaktidir.
Allah’ın tecelli ettiği yerdir, gaflet gözünü aç.
Kilise ve cuma mescidi, hepsi tamahkar düşüncedir.
Ne güzel talih ve ne güzel baht! Kim görür her yerde onun yüzünü?
Ganimet bil sohbeti, onda bulursun sen devleti;
Ne devleti, bütün varlığın arzuladığı izz-i kurbeti.
Meydanın eşsiz Ferit’iyim; o sofranın döküntülerini topluyorum;
Gayri bir şey bilmiyorum Mevlâ’dan ve Mevlânâ’dan başka.

Ömer Ferid Kam

Senin yüzüne o kadar çok bakmışım ki, Var olan her şey gözüme görünmez oldu

Senin yüzüne o kadar çok bakmışım ki,
Var olan her şey gözüme görünmez oldu.
Sürekli güneşe bakan kişinin gözünde,
Onun ışığından dolayı dünya karanlık olur.

Ömer Ferid Kam

ز بس که وقف نظر کرده ام بعارض تو
شدست در نظرم هر چه هست آن تاریک
کسی که در نگرد آفتاب را پیوست
ز فر او شودش در نظر جهان تاریک

Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur

Benim bir suyum vardı akıyordu
Bir toprağı yeşertip akıyordu
Bir yerlerde birikmeden akıyordu
Öyle sakin öyle ince öyle güvende ama akıyordu
Ben çevirmedim gene akıp duruyor
     – O anlatılamaz çömleği bir dere çamurundan karıp yapmış­
     lar kıyılarındaki evliyakeçesi otlarının kokusu sinmiş sanki
     uzağa götürüyor insanı götürüyor bir çorak sarılığın düzü­
     ne yazısına bırakıyor değinmeleri insanları hele daha çok
     sevişmeleri özletecek bir yazıya, büyü sanki
Sevdiğimden değil sevindiğimden
Uzun geceleri durup bölüyorum
Uyanık sesleri geliyor utanmıyorum
Herkeslerin kaçıştığı bu yağmur
Beni arı duru yıkıyor ıslanıyorum
Hep bir hikâyeye girmek insan yönümüz mü
Islanıyorum
Bu yanım ıslanıyor daha çok
Akçaburgaz bir küçük kentti
Küçük evleri olan bir kentti
Yalnızdım inceydim kendi kendimeydim
Kalktım bu büyük kente geldim
     – Şimdi kimi acıyor kimi kınıyor beni hangileri haklı
     hangileri iyi ama iyiyi haklıyı aramak her zaman gerekli mi,
     ya benim yaşamam
Kalktım bu büyük kente geldim
Tozlarla böceklerle kalktım geldim
Yalınız sedef kabuklarla geldim
Bu kenttir toprak çanaklardan ayrıldım
Büyük yapraklardan sular beni sevindirsin
Gemilerin limandan çıkışları beni sevindirsin
Karanlığa uğramayan ezgiler beni sevindirsin
Yalnızlığım sığmadı kente
Çünkü dağlara alışıktı bana alışıktı
Birden evlere sokaklara çarptı
Büzüldü çirkinleşti kıvrıldı
Çünkü kentlerin yalnızlığı korkaktır
Akçaburgaz’da mutluydum onunla
Hoşnuttum ondan
Sığlarda balık yavruları gibi kuşkusuz
Bir oraya bir buraya bir ormana
Bunaldıkça bozgunsuz avuntularım vardı
Eski haydutları bilirdim
Bir zamanlar Akçaburgaz dolaylarını denize doğru kasıp kavururlardı
Yalnızlıklarını orman ateşlerinde yakarlardı
Korkularla yakarlardı
Kara sağrılı atları dağlara göreydi
Şehir uzaktan sevdikleriydi
Bıyıklarından sevinirlerdi
Ne efsanelere girip çıkmışlardı kan içinde
Kayalara gizlenip düzene karşı koyarlardı
Bir korkunç sevmeleri vardı en çok onu bilirdim
Sonu mutlak bir ölüme varırdı
Bir dağ ölümüne sanki
Sonra o bencil aşk o ölüm yıllarca tüter dururdu çatılarda
Sularda buğulanırdı düğünlere karışırdı
Ona özenen aşklar türerdi küçük odalarda
Ama bunları neye anıyorum ben Yaylabölüklü müyüm
Sonra ben kalktım bu büyük kente geldim
Çünkü kişi büyük kentlere de gelmeli
Kendi güzel yalnızlığı için gelmeli
Kalktım bu büyük kente geldim
Akçaburgaz yalnızlığımı da getirdim
     Dövündü kısırlaştı garipledi
Anladım yalnız avutamazdım onu
     – O deniz mavisinden neden kaçıyorlar sanki oysa onun
     avutması büyütmesi ince yaşamaya durgun isteklere karış­
     ması
Adile’yi buldum sevdim
Yalnızlığım onun şehrine ısındı
Yapılar önüme durmuyordu artık
Sokaklar aldatamıyordu
Belki ısınmadım ama katlanıyordum
En çok geceleri sevmemden anlıyordum bunu
Sonra Adile uzaklaşmadı
Erhan’ı buldu ama uzaklaşmadı
Ama ikiye bölündü
Benden aldığı güveni onda harcıyordu belki, ondan aldığı serin
     huzurla bana dönüyordu gene, benden ona ondan bana
     ilettikleri yahut ilettiğini sandıkları onu mutlu ediyordu
     denizin gereği yoktu sevişmesinde ben vardım çünkü,
     ilençsiz, yakınmasız hatta kinsiz, genç Erhan’ı kıvandıran
     çeken eti vardı, onun kendisinde mutlu olduğunu görmek
     bilmek bir çeşit aşk gibi sarıyordu onu -oysa bana da gerekliydi-
     o bilgi böylece sardıkça onu, kendi etinin tadı,
     geçmeye yüz tutmuşluğu yalım yalım gecelerine giriyordu
     onu arıyordu hep böylece
Benim bir suyum vardı akıyordu
Bir toprağı yeşertip akıyordu
Bir yerlerde birikmeden akıyordu
Öyle sakin öyle ince öyle güvende akıyordu
Yine akıyor ama yanıldım
Yine akıyor ama otlar cılız
Güneşler soluk günlerde aksak gibi
Bir avuntu buldum avunuyorum
Katlandıkça arınıyorum
Katlanmanın tadında acısında arınıyorum
Bir yerlerim temize çıkıyor sanki öyle güzel
Kara kara geceler abandıkça üstüme
Arapkanlı duygular abandıkça
Öksüzoğlan balıkları gibi kuytulara kaçıyorum
Akçaburgaz yalnızlığıma sarmıyorum

Turgut Uyar

Sokaktan Geçen Kadın

Önümden geçen güzel kadın,
Şimdi evine gideceksin.
Buğulu camların ardında, geceye karşı
Soyunup döküneceksin…

Aklıma gelenleri bağışla
İnsanız, neler düşünmeyiz!
Bir görüp bir yitirdiğim, hayal meyal
Beyaz göğsün, gerdanınla kimbilir
Kimlerin koynuna gireceksin…

Ömrümüz yükte hafif, pahada ağır
Amanvermez haramilere kaçırılmış.
Hem olmuş, hem olmamış istediğimiz.
Belki, bana düşündürdüklerini, birgün
Sen de düşüneceksin…

Turgut Uyar

Sonnet

– Yalnızlık için*

Çekemezsin bir yere sineden başka.
Biliyorum günler hep böyle geçecek.
Ne akşamleyin komşu, ne bir akraba,
Ne bir dost, oturup karşılıklı içecek..

Yalnızlık sade şurda burda değil,
Düşüncede, hatırada ve dilekte.
Hangi taşı kaldırsan, nerde “of!” çeksen,
Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte..

Bilmem rengi nasıldır, boyu ne kadar.
Biçen her kimse yıllardır yanlış biçiyor.
Bir elbise ki, alabildiğine dar..

Nedir bir türlü sırrını anlamadık,
Kimdir bizimle böyle şaka ediyor,
Hangi cebini karıştırsan yalnızlık..

Turgut Uyar

Ölüm Yıkanması

kadınlarla yatanlar kazandı ve parlamentocular
şimdilik
güneşin doğuşunu ve batışını hiçleyip
ve sonra sessiz sedasız dünya işleri
orman kanunu evlenmek filân gibi

şimdi bunların hepsi olur, nasır gibidir
sen bana bir haber ver geçtiğin yerlerden
yollar güvenli mi buğdaylar nasıl
pilleri var mı radyoların
özellikle pilleri var mı radyoların
bak olduğu gibi söyle elin nerelerde
aklının akşamı nerde batıyor
başka
kaç çocukla yetiniyor herkes
herkes gülmüyor mu bazı şeylere
daha iyisi denizin mavisi
hangi ellerde şimdilik
daha doğrusu ölenler için

sen şimdilik elimi bırakma
sen deyince anlıyorsun
ne dediğimi
dayanıksız duvarları düşünüyorum
62 santimlik toplara dayanıp
bir yabanî incire dayanamayan
bir akşamın en pis saatinde
şiir yapmaya çalışmadan

şimdi, nasıl olsa yıkayacaklar biliyorum
çünkü kimleri kimleri yıkadıklarını gördüm
yıkamak boyun eğdirmektir onlar adına
önce tanrı adına sonra öbürü sonra doğa
öyleyse, hiç değilse
ölen o gözüpekler gibi
kahramanlar gibi demiyorum
kahramanlık ancak birlikte olmaktır çağımızda
kahramanlar çağrılır
enlem boylam farkları tepelenerek
ve en iyi tütünleri içerek
en iyi silâhları kullanarak
ve yıkarak sûzidil efsanesini
ve estetiğini Lessing’in
ve 89 devrimlerini aşarak
denizin, ilk girdiğin denizin
kaç kulaç olduğunu sezinleyerek

en azından yıkanmaya hazır olmalıyım
nallanmaya hazırlanan at gibi
bedenimi cömertçe kullanmalıyım
yani ölüme
yani rahatça ölmeye

şimdi sevgili hüznüm, boynumun borcu
gerçi sensiz düşünemem sanırsın
bir kuzeyde ayın buza vurmasını
üçbuçuk milyon kişinin bir ağızdan yemin etmesini
denizin yenilen tafrasını

yani ölüme
sevgili hüznüm, boynumun borcu
yaşarken diri olarak
severken diri olarak
ölünce diri olarak
dipdiri bir gövdeyle

Turgut Uyar

baharat yolu

– Ben eskiden bilirdim tiryaki bir aktar vardı
uzun birtakım saplar ve hazin kokular satardı

bir aşktı günden geceye hazırlayıp durduğu
sağlam aşkları ahşap bir duman olarak savurduğu

elleri üç-beş yüz insanın nemli karanlık gecesinde
oysa o nemlerle ne renkler parıldardı bir yol gecesinde

Haritasız bir coğrafya henüz, kansız bir aracılık
çünkü Akdeniz acemilere ve büyük odalara açık

Kervanlar gümüş bir ağıt gibi İllirya’dan Anadolu’dan
atlar, tüccarlar ve kılıçlar hiç köprüsüz geçerlerdi sudan

Ey canım büyük suların ve geniş yolculukların adı
dantelli kadınların ve adamların ağzında bir iklimin tadı

– Ve aktarın düşlerinin birleşmesi büyük başkentlerle
sivri burunlu ve para kesesi kullanan bazı kişilerle…

Dantel ve aranış, zencefil ve tarçın ve misk ü amber
bir kaleyi almaya, bir bayrağı kaldırıp indirmeye yeter

Herkesin önce bir cinselliğe yatkın cömertliği
havalandırırdı odaları, söylevleri, kervansarayları ve her

Anadolu bir geçiş, Pers bir yenilgi, Hint bir varıştı
ey canım ay başka, otlar adam boyu, ağaçlar bir karıştı

Herkesin ağzında Avrupa’da bir yabancı acılık
ve Akdeniz bütün tüccarlara ve el değmemişlere açık

Kervanlar sevinçli bir tunç olarak Anadolu’dan
develeri ve uzun saçlarıyla köprüsüz geçerlerdi sudan

Önce Bizans, sonra İznik, sonra ovalar belki
hepsinin bir pusula ve bir varıştı akimdaki

Aldılar geldiler giysileri ve at kişnemeleriyle
keselerinde altın ve bol ceplerinde kişnişleriyle

—Aktarın büyükbabası da kendi gibi aktardı
ahşap bir dükkânda bir yol bulmayı satardı…

Adalardan adalara, aktarlardan aktarlara ve bir rüzgâra
karıştılar müslüman Mezopotamya ve hıristiyan Roma

Anadolu bir geçitti amansız bir sultan buyruğuna
birisi kırkbirinci düğümü atarken bir kısrağın kuyruğuna

Bir dağın arkası güç aşılırdı, aşklar da aşılırdı
tarçınla, büyük güneşlerle mavi pilâvlar pişirilirdi

Bir ülkede bir kraliçe bir mektubu okurdu
mektupta firengili aşklar ve yeminler olurdu

Güzel kelimeler, solgun yüzler ve fetihler çağı
hepsinin gönderlerinde bol geçmişli bayrağı

Bir şövalye çelik zırhında gerinirdi hızla
kuzeyde aşk da geçerdi mevsim de hızla

Kraliçe büyük hışırtıları ve yanında şairleri
dokuz bölümlü şatolarında bir ileri bir geri

Baharat Yolu bir gün elbet daha da kısalacaktı
o sıcak ülkeler ve baharları onların olacaktı

Suyu alınmış yemişler, güneşte kurutulmuş nesneler
koyu yeşiller, asya kırmızıları, gecelerle tükenmeyen kösnüler

– Ve aktarın düşlerinin birleşmesi büyük başkentlerle
sivri burunlu ve para kesesi kullanan bazı kişilerle

Büyük macerası insanoğlunun büyük kalma tutkusu
ey canım ey yengeç dönencesinin büyük tutkusu

Büyük avcılarla kaplan dişi ve pazar toplayan
kadınlarını ve çocuklarını azar azar toplayan

Neyin varsa gitti gidecek kadirbilmez metropollere
şimdi ananasa, bibere, daha sonra petrollere

Hazırla artık büyük ve geniş o mavi elbiseni
her şeyin öyle eski öyle köklü öyle koruyor seni

Senin hüznün bir yazgıdır bir eski zamandır
büyüksün artık büyük dirimine beni inandır

Ellerin hep insancıl ve beceriksiz nereye koysan
kıpır kıpır her şeyini biriktirir parmakların bir duysan

Mavi yeşil bir hançersin hiç kınında durmaz
bir çocuğun yeşil mavi gözü, bakar yorulmaz

Bir değişmezlik sanırsın çoktan beri her şeyi oysa
bir vakitler güneyde öyle kötü kullanılmış ki

Ovaya yayılır, dağda toplanır, sevdanı çiçeklersin
Şattülarap’ta bir gece ay tutulmasını beklersin

Ve kervanlar ordu olarak dörtnala Orta-doğu’dan
azgın bir yenilgi gibi köprülerle geçerdi sudan

Bakırçayı kendini bildi bileli Marmara’ya akardı
kuzey güney iki kıyısında insanlar yatardı

Bir okşamaydı koca gözlü Akdeniz’in rüzgârı
zeytinleri karartırdı bir Celâlinin hassas topukları

Ve İstanbul’da Haliç’in kıyısında, tahmis çarşısında
bir sinagog, bir kilise, bir cami karşısında

– Bir aktar vardı bir topaç gibi Sakız şimşirinden
kaytanı İngiliz, dönüşü Hindistan güneşinden

Büyük avcılar gibi kaplan dişi ve pazar toplayan
bir ülkenin sıcağını azar azar toplayan

İncelik ve zencefil ve firengi, petrol ve bakır
önce Akdeniz yöresini ve sonra her yeri sardı

Sonunda yeniden geldiler, ekmek ve şirkettiler
çok uzak gittiler, Baharat Yolu’nun başına gittiler

Papazlar, krallar ve Avrupa’nın bütün kopukları
gökleri sevmenin ve gülleri sevmenin ülkesine vardı

Artık bir okşama değildi koca gözlü Akdeniz’in rüzgârı
bütün rüzgârlar Konya’dan aşağı Kilikya’dan yukarı

Rüzgâr hep o rüzgâr, Hint denizinde kaldırır suları
sevindirir kuytu limanlarda kadınsız korsanları

Baharat Yolu korsanlarla uzadı, kanallarla kısaldı
sonunda ne kaldı, bahar görmemiş ölülerden başka, ne kaldı

Suları gemilerle geçtiler birçokları boğuldu
kalanlar kurtuldu, ölenler bir eski hikâye oldu

Irmaklar, aktarlar, askerler ve bir akşamın yarısı
ırmaklar, aktarlar ve bir akşamın sadece yarısı…

Turgut Uyar

Muhayyer Münacat

Allahım biraz konuşabilir miyim bağışla
Konuşuyorsun sen, duymuyorum ben ah bağışla
Ben de konuştum çok, çoğu boş, boşlukları doldurdum
Yarım kalmış bir çay gibi soğuttum kendimi,
İçime şeker attın, tatlanmadım yine
Seni anlayamadım, tişört yazıları, sokak isimleri,
Plaka harfleri, medet umdum tümünden, bir tıkız idrakle tıkandım,
Yağmurları anlamadım, karlarda üşüdüm, bilirsin
Şemsiyeseverim, o uçarı, o gizemli şiirseverler aksine
Lodosta başım ağrır, malum sinüzit, alerjim de var yağmura iyi mi
Benden şair yaptın ya, bu senin kudretin, memnun musun desem
Sana seslenmeye yarıyor, memnunum bense.

Kelimeleri sevdim, yabancı kelimeleri de, düşman olanlarını bile
Bazılarında bir tarçın kokusu, bazıları hurma gibi ezildi dilimde, kimi bir kasımpatı patladı
Onları tuttum içimde, bazılarını salsam da hindiba gibi göğe

Göğe o bedevi gibi baktım, Allah gökte diyen, ümmi, müsterih
Göğü sen yazdın, okuyamadım ben, dillerimde bir reçine
Aklımda kalp fikirler, kalbimde bir yer keşke cemalinin çiçeğine

Allahım, beni biliyorsun, bir mutlu son yazdın mı bana, deyiver şu kölene
Bazı repliklerimi unuttum, bazı rolleri çaldım, sahnede uyukladım
Ama şimdi geldi de sırası bir müjdenin, bir armağanın
Kullanmadığım kelimelerim var, saklamışım andıkça kamaşmışım
Kayıp dillerin arasından çekip çıkarmışım, kör hafızların lehçelerinden,
Sabahki taarruz için biriktirilmiş sözlerden, istiklal marşlarından,
Unutulmuş dervişlerin dağarından, vasat alimlerin notlarından,
Aşka yeteneksizlerin ezberinden, okunmayan yazarların defterinden,
Bütün o sözcükleri topladım, oturdum kumar masasına
Dünyanın en tuhaf eli bende, talihim bir ucundan tutuşuyor, görüyorum
Batmak üzere geldim, imha edesin şu beni, kullanıp atasın
Irmaklar geçirmeyesin, sallardan itesin, tenha koyasın
Senden gayrısına kaymasın gözlerimin ne akı ne karası diye

Musa nebi geliyor aklıma, konuştun kırk gün onunla
Yüce sözcükler, yalçın buyruklar, tok ünlemler,
Dağın yatağında bir sıtma tam kırk gün soludu
İncirleri balladı bir balad, kekikleri tütsüledi
Senin kelam mızrağınla kıvrandı yeryüzü biteviye
Musa nebiyi dinlemek isterdim indiğinde o dağdan
İlk sözcükleri koparmak o kekeme, o göksel dilinden
O kekeme, o dili reddeden dilinden
Gözlerini görmek isterdim kırk gün şarap küründen geçmiş
Soylu dertlerle demlenmiş sesini, sevgiliden koparılmış alınmış gözlerini
Ellerinden öpmek isterdim, iki söğüt dalı gibi sarkmış sanki gökten
Konuştun sen onunla, pişirdin onu kelamın tuzuyla
Dilinden geçirdin elektrikli balıklar aktı tarih aktı
Fikrini doldurdun bütün senden kaçış olmadığıyla
Senden kaçış olmaması iyi haber, yüce haber, son haber
Uykudan sonraki uykuda gibi düşüyorum kollarına

Türlü dillerde senin isimlerin yüzüyor, bazıları aşina, görkemle çınlıyor bazıları
Harfleri yıldırımlar gibi biçiyor isimlerin
Satırlar karışıyor, ağızlar kamaşıyor, sanki gelmişsin
Türkçe Türkçe değil artık, Âramca o değil
Suhuf dillerinden kalıntılar, bazı nebi sesleri Akdeniz kıyılarından
Kalyonları dolduran rüzgârlara bakarak fısıldanmış gipgizli isimler
Yılanların uykularını bölmüş bir haşmetten tortular
Büyük orgun tuşlarına mecalsiz düşen bir keşişin son nefesi
Sararırken çıkardığı sesler üzümlerin
Hepsini derliyor göğsümde bir mağara
Bütün büyük mağaralara, bütün suskun münzevilere, bütün
Dağ başlarını tutmuş veli ruhlarına, çile çekmiş ve mutlu tümü de
Hepsinin yuvalandığı mağaralara açılıyor mağaram
Yaktıkları sandal ağaçlarının kokusu burnumda, sarındıkları geyik postunun
Yiyemedikleri ekmeğin kokusu, oruçlu ağız kokusu
Hepsini içime çekiyorum, sana dillerden dil beğenmek için
Bütün isimlerine yetsin soluğum için, için, için

Bu dizeleri gidip okuyacağım dağ kovuklarında
Bir dere kenarında, toplayacak balıkları başına
Sümbüller eğilecek duymak için senin ismini
Dere kıvranacak belki düştüğü cezbede
Şairmişim, bakacağız şair miyim
Büyük bir harman yapabilirsem kederden ve ümitten
O zaman şairimdir zannımca, akıl ve cezbe iç içe geçince
Kalbin oyuklarında kımıldayınca senin aşkının tırtılları

Şarkılarda hülya diye bir şey geçiyor, radyodan bir iki damla kan geliyor
Şarkıcı kadının sesi çubuk kraker gibi kırılıyor, duyuyorum
Hayatla aynı otobanda kapışmak istiyorum acilen
Emniyet kemerini söküp atmak, hız sınırını taşmak, kafa kıyak, yalnayak
Ama mani oluyor şarkılarda geçen hülya
Duraklatıyor, her endişeyi tıkıyor mafsallarıma
Mafsallarımda sonbaharın son günleri ağdalaşıyor birden
Sarı yapraklar acılaşmış, onu süpüren asgari ücretli daha acıymış
Bütün bu mevsimler yaşanmasın gibi bir uzay istiyorum bense
Donuk, hissiz, zamansız bir boşluk
Sade senin isminin uzak bir yıldız gibi gömüldüğü
İsminin zonkladığı bir karanlık sade şu kırklı yaşlarımda
Ya peygamberlik yaşımı latteli pastayla kutlayan öğrencilerim,
Nasılsınız?

Ayetleri duyuyordum Fez’de açık pencerelerden
Şehri her sabah yıkıp yeniden kurma ayetleri
Peygamber adları dağılıyordu sokaklara alacakaranlıkta
Melekler inmiş, firavunu boğmuşuz, elimizde kutsal tabletler kutsal patikalardayız
Zeytin yapraklarından sakızlar ağzımızda, deveye hayranlıkla doluyuz
Senin ayetlerin havai fişekler gibi yakıyordu sokakları Allahu ekber
Asli insana dönmüşüz, nefsimizle kapışmaya hazırız gibiydi her şey

Meczupları gömdük sanırım, birer bomba gibi gezerlerdi pazarları oysa
Hayatta bir sekte olup iterlerdi hayatı hayata.

Kendimi nelerle avutuyorum bir bilseniz (sen biliyorsun)
Aşıklarının öykülerini okuyorum, inanıyorum bütün o delilerine
Suskun, başı önde ve düşünceyle dolu her biri
Çalmışsın ya onları sen obalarından, çadırlarından
Dilleri kımıldayınca belli belirsiz, isminin incileri sekiyor yerlerde
Seninle anıları var gibi, ama saklıyorlar nede
Aranıza giremem zannımca, dönemem de geri

Ya ben nereye aidim, ey benlerin ey nerelerin sahibi!

Ahmet Murat

Sakıncası yoksa, şiirin bir köşesine yaslanıp dinleneceğim.

Aşk kuvvetli bir duygu ve kuvvet gerektiriyor. Aşkın elinden kurtulmayacak iş yok. Sanırım ben o ‘’aşk’’ı kaybettim. Kısa bir süreliğine içimden aşk ve iştiyakın alındığını düşünmeliyim. Kısa bir süre diyorum ki, kendimden ümidi kesmeyeyim. Allahım ne çok ihtiyacım var. İlk listem şu olsun:

1. istemeyi istemek
2. istemek
3. ümit
4. güç
5. yeni güzel bir liste
6. aşk ile yeniden…

Bu sıralama değişebilir… Kafam karıştı. Önce belki de ümit ve güç istemeliyim.

Boş mu duruyorum sanki. Bana bugün yaşamak nedir diye sorsalar, ‘’hiç durmadan koşmak’’, derim. Yetişmeye çalışmak… Yetmeye çalışmak… Durup da kendine ‘’nereye koşuyorsun’’ diye soramayacak kadar hızlı koşmak… Ben bi yazarken kendime soru sorabiliyorum. Bu yüzden o harici listede ‘’yazmak’’ hep var. ‘’Mutluluk odası’’ demiştim ya…  İşte o odanın dört duvarında da ‘’fe eyne tezhebun’’ yazıyor. O odada okuyor, o odada yazıyor, düşünüyor, düş görüyorum. O odada musıki var, kamış var, simsiyah is mürekkebi var, şiir var, masal var… O odaya girebilmek için durmak lazım. Kilidi her zaman görünür olmuyor. Anahtarının dişlerinde ‘’aşk’’ yazıyor. 

Durmazsa ‘’kendiyle söyleşemiyor’’ insan. 

***

‘’Neden’’ sorusu tek başına bir isyan cümlesidir. ‘’Bu da benim payıma düşen imtihan’’ diye cevaplamaya çalışsanız da soruları, ayıklamaya çalıştığınız taşları birer birer yutmak bazen çok zor. Yürürken koşarken Allah ile konuşmak çok zor.

‘’Neden Sana yaklaşmama izin vermiyorsun’’ diye bitiriyorum cümlelerimi.

***

Mesela çocuklar her zaman güneşli sıcak yaz günleridir, ağlamaları bile yaz yağmuru gibi sevinçle gelir ve aniden buharlaşıp gider. Bazı insanların ise yaz ve kışları yoktur. Keskin/kesin hatları, ifadeleri, bakışları olmaz. Yine de berrak ve okunaklıdırlar. Bahar da işte o insanlardan. Hüzünlü fakat asla rahatsız edici ve yorucu değil. 

***

Bir çocuğu uykuya geçerken izlemek… Göz kapaklarının yavaş yavaş kapanmasını, uyumamak için direnirken yenilmesini ve yüzündeki tüm o güzel minik kasların gevşemesini… İşte bir süredir o geçiş anını dikkatlice seyrederek kendimi tedavi ediyorum. Çocukları uyurken seyretmek, üzerlerini açtılar mı diye kontrol edip yorganlarını örtmek,  her defasında onları koklamak hep yaptığım şeyler… Fakat o anın, yani o bir anlık melek dalgınlığının iyileştirici etkisini yeni farkediyorum. Ömerin yüzünde rengarenk bir masal okuyorum, Alinin gözleri şifalı bir ninni söylüyor.

***

Yani neden bu kadar önemli ki yazmak? Yazar değilsin, yoğun yorucu bir işin var, konuşarak kendini ifade edebiliyorsun ve konuşarak kendini ifade edebileceğin insanların da var. Çoluk çocuk eş dost ahbap tanıdık tanımadık onlarca yüz… Hepsiyle de konuşuyorsun, her biriyle de farklı farklı şeyler konuşuyorsun, anlatıyorsun… O halde ‘’yazarak’’ bu anlatma çabası niye? Yazmadığın zaman neden bu kadar ‘’eksik, dolu, taşacak, patlamak üzere, rahatsız’’ hissediyorsun? İşte! Aslında şu an, her zaman yaptığım gibi, neden yazdığımı ve neden yazmadığımı sorgulayarak bir yol açmaya çalışıyorum. Kendimi o kadar iyi tanıyorum ve bu sorduğum soruların cevabını o kadar iyi biliyorum ki! Fakat her seferinde bu soruları sorarak, cerrahların cerahati akıtmak için yaraya dokunduğu neşter gibi ya da ameliyat yerindeki dren gibi ya da su kaynağının yönünü tayin eden ve yeşerecek topraklara ulaştıran bir ark gibi, yol arıyorum… Yol açmaya çalışıyorum. 

***

Hiçbir zaman dört dörtlük hayatlarımız olmadı ve olmayacak. Bunu kabul ederek başlayabilirim konuşmaya. Her insanın doğar doğmaz başlayan bir hikayesi var. Kişisel hikayelerimiz, farklı farklı… Düşünsenize, dünya üzerindeki insan sayısı kadar hikaye, milyarlarca… Başlangıcı ve sonucu başka milyarlarca hikaye… Gördüğüm tanıdığım ve izlediğim hikayeleri kısmen biliyorum, kendi hikayemi de kısmen bilebiliyorum, geri kalanını bilmem imkansız fakat net ve emin olarak şunu söyleyebilirim ki, pür mutluluk diye birşey hiçbirimizin hikayesinde yok. Olsa burası cennet olurdu ve biz şimdilik dünyada ikamet ediyoruz. Bunu da kabul ediyorum. Niyetim mutluluk ya da mutsuzluk tarifi yapmak değil. Kimseye muhteşem mutluluk formülleri de vaadedemem. Sadece, dün gece uykumu kaçıracak kadar kafamın içinde dolaşan o iki kelimelik tamlamaya nasıl ulaşırım diye uğraşıyorum şu an. Bu kadar laf kalabalığının sebebi o iki kelime. Kestirme bir yol bulmaya çalışıyorum. ‘’Mutluluk odası’’ nın ne olduğunu, önce kendime anlatabilmek niyetim.

***

Tam uçurumun ucundan sonsuz bir boşluğa bakarken ve uçabileceğime kanaat getirmişken, Ferahfeza bir nefes ensemden yakalayıp savuruyor beni. 

***

Anne olmakla ilgili söylenebilecek bütün sözler söylenmiştir. Anlatılacak tüm duygu durumları anlatılmıştır şimdiye dek .. Tüm anlatılamaz ve anlaşılamaz güzelliklerinin yanısıra, hep söylediğim ve çok yoğun yaşadığım bir şey var ‘’Anne olmak, ömrünüzün sonuna kadar endişe etmek demektir.’’ Evet endişe… Saf, filtresiz, yoğun endişe…

***

Bu gürültüde kalbimi duyamıyorum. Başımı göğsüme doğru eğemiyorum, eğersem, kaldır kafanı, bize bak, bizimle konuş diyen binlerce göz var sanki. Bu kalabalık, bu gürültü, bu şehir, bu dünya, bir kalbimiz olduğunu hatırlamamıza ancak kendi istediği zamanlarda izin veriyor. Asri zamanlar… Yetişilmesi gereken yerler, yapılması gereken işler, bizzat dişi olduğumuz ya da dişlerin arasında ezildiğimiz çarklar… Fırsat kollayıp, gizli saklı kalbinizle söyleşirseniz onu yorgun ve dertli buluyorsunuz. 

Biz hekim milletinin ‘’taşikardi’’ diye seslendiği bir kuş vardır. Çırpınıp durur göğsün orta yerinde. Sesini duyurmak için…

***

Polikliniğin camından arka bahçeye bakıyorum.Birkaç meyve ağacı ve  hatırı sayılır miktarda toprak mevcut. Ağacın ve toprağın olduğu yerde kuşlar da konaklıyor. İstanbul’un kuşları, serçeler, kargalar, kumrular… Küçük bir bahçe bile yemyeşil bir köyün hayalini kurmaya yetebilir. Bazen billur bir akarsu ekliyorum o bahçeye. Isırganotları ve kır papatyaları… Hayal kuralım…

***

Ölüm demişken…



Bu yorucu ve üzücü günlerin biteceğine dair ümidim ve inancım var. Tuhaf. İnsan herşeye rağmen ümit edebilen bir varlık.

***

Sevdiklerimi yazmak istiyorum, vazgeçiyorum. Üzüldüklerimi yazmak istiyorum, vazgeçiyorum. Bir süre daha, içimde çarpışıp dursunlar…

***

…küçük hayatlarımıza ne çok şey sığdırmaya uğraşıyoruz’dur.

***

Ferahfeza ferahlık veren demekmiş. Ferah dinlemelerin, dinlenmelerin olsun. Zira yakinen bilmekteyim ki tababet sanatı tahsili ve icrası oldukça meşakkatli bir yoldur. Zaman zaman kendine nefes alacak pencereler açman gerekir.

***

Bir zamanlar şiire meraklı bir zat var imiş. Şiir okumayı çok severmiş. Güzel şiirler okur, şairlerine imrenir, keşke ben de şair olabilsem diye iç çeker durumuş.  Yaşı ortayı geçmiş bu zat, bir gün şair olmaya karar vermiş. Şiir yazma aşkıyla yanıp tutuşur olmuş. Fakat şair olabilmek için, şair bir mürşidin rahle-i tedrisinden geçmek gerekiyormuş. Müstakbel şair, kendine bir mürşid bulmuş ve şiir meşk etmeye başlamışlar. Şair hocamız talebesinin şiirlerini okur, kırmızı mürekkepli kalemiyle düzeltmeler yaparmış. Üstü çizilen mısralar talebe tarafından tekrar yazılır, tekrar tekrar meşk edilirmiş. Fakat ne yazık ki her seferinde, üzeri çizilen mısraların sayısı artarmış. Hoca, incelikli adam tabii… Bu şiir şiir değil, sen de şair değilsin diyemiyor. Şiir talebesi ısrarla şiir yazıp getiriyor, hoca da ısrarla kırmızı mürekkeple düzeltmeler yapıyor.  Bir gün yine yazdığı şiiri hevesle hocasına götürmüş, müstakbel şair. Hoca ne yapsam ne yapsam diye düşünürken gözü kırmızı mürekkep kovasına takılmış. Kalemi elinden bırakıp, şiir yazılı kağıdı mürekkep kovasına batırıp çıkartmış ve talebesine kıpkırmızı bir kağıt vermiş. Sonrasında ne olmuş bilmiyorum. Hevesli zat-ı muhterem şiir yazmaktan vaz geçmiş mi, kıpkırmızı şiirini yeniden yazmış mı… Şiir öğrenilir mi? Şiir nedir? Şair kimdir? Şiirin şiir olduğuna kim karar verir?

Bazen kendimi o yaşını almış şiire merak salan şair gibi hissediyorum. 

***

yani, ‘’ innallâhe meas sâbirîn’’

yani, biraz beklersek geçiyor.

***

Mesai bitimine doğru, eve gitmeden bu içimdeki sıkıntıyı nasıl atabilirim diye düşünürken, yürümeliyim dedim… Yürümeliyim… Çünkü, sokağa çıkıp yürüyünce, gerçek hayata dokununca işlerin yoluna gireceğine inanmam daha kolay oluyor. 

Bahar da yetmiyor bazen iyi olmaya Allahım!

***

-B. hanım niçin gelmiyorsun? Sorun ne?

-Doktor hanım, ben her ilaç yazdırmaya geldiğimde ilaçlarla ilgili bir sürü soru soruyorsunuz. Bunu niçin kullanıyorsun? Bu ilacın raporlu mu? Sanki ben ilaç kaçakçısı mıyım? Kendimi hırsız gibi hissediyorum……..

Anlattım. Hem de uzun uzun…

Helalleştik, ilaçlarını yazdım ve çıktı.

Sonra da çok şükür, Abidin amca ve Nursel teyze geldiler. Bana çikolata getirdiler…

Çabuk yoruluyorum bu aralar… Çok çabuk…

***

Sınanıyoruz. Yüzümüzün ve kalbimizin nereye baktığıyla… 

***

Fakat çocukların zihninde sözlerin ve nasihatlerin çok kalmadığını biliyorum. Çocuklar, görmeden, dokunmadan hissetmeden ikna olmuyorlar. Onları kandırmak kolay değil. Biliyorum ki, çocuklar etraflarında iyi insanlara dokunmazlarsa, “iyi insan” olmaları çok zor. Biliyorum ki “iyi insan” olurlarsa diğer herşey çok kolay. İyi insanlar olma ve iyi insanlarla karşılaşma içerikli dualarım var. Ve önce sevmek… Sevgi hatta aşk, bütün iyiliklerin besmelesi.

***

Yağmurun, karın, rüzgarın Sahibi, Mikailin Sahibi, büyük hüzünlerle, sıkıntılarla, kederle, dertle yerini hissettiren sonra minik sebeplerle aydınlanan, ferahlayan, umutlanan kalplerin Sahibi Allah’ım! Göğü de kalplerimiz gibi evirip çeviren, karartıp aydınlatan Allah’m!  Hani kar tanelerini senin meleklerin indiriyormuş ya yeryüzüne… Ayşe, o melekleri görmek istiyormuş, onlarla konuşmak istiyormuş… Daha dün söyledi… 

***

Bugünlerde biraz böyleyim, piyano ve viyolonsele yaslanıp, eski bir ilahiyi söylemeye çalışan caz solisti gibiyim, çiçeklerini döken menekşem gibiyim…

***

Hastalarla ilgili yazdığımda tedirgin oluyorum. monoklinik notlarının benim açımdan en zorlandığım kısmı budur. Tıp etiğini filan boşverelim, hastalarla aramızdaki sırları da boşverelim. Aslında tek önemsediğim onları satırlarımda gezdirirken onları rahatsız etmemek. İsimlerini değiştirsem de bu böyle… 

“Rabbim, kolaylaştır, zorlaştırma…”

Amin!

***

Dün Hüdayi amcanın oğlu, ilaç yazdırmaya geldi. Hüdayi Amca, evine girdiğim hastalarımdan. Bana bir not göndermiş. Parkinsonlu elleriyle yazdığı nottan sonra, son bir haftadır, canımı sıkan herşey anlamını yitirdi. Şikayetlendiklerim, alındıklarım, kırıldıklarım üzerine içime yazdığım sayfa sayfa mektuplar bir anda silindi. Ellerim henüz titremiyor, hatta güzel yazı yazmak için daha çok kalem alıyorum elime, kamış kalemlerim var, mürekkebim… O ihtiyar elden çıkan ve zor okunan çarpık çurpuk yazı üzerine, saçma sapan hırslarımız ve kibirlerimizle boşalttığımız hayatlarımızı iliştirmeliyiz. Ölüm mü büyük, şımarık arızalarımız mı?

***

Şimdi mesela en sevdiğin yazar şair kitaplarını imzalayacakmış deseler, ki oluyor hala böyle şeyler değil mi, gidip kitap imzalatamam gibi geliyor. Sebebini bilmiyorum. Belki de okuduğumuz yazarların çok yakınına yaklaşabilir olduk, onları sanki daha iyi tanıyor olduk, belki hayal kırıklıklarımız oldu, ne bileyim… Şimdi hemen netleştiremedim, gerek de yok… 

***

Sakıncası yoksa, şiirin bir köşesine yaslanıp dinleneceğim.

***

İnsanların kalbini, samimiyetlerini, duyarlılıklarını ölçmek gibi bir gayretim hiç olmadı. Kalplerde olanı sadece Allah bilir. Kalpölçerim yok. Zaman zaman kendimi bile ölçemiyorum. İçimden geçenlerin samimiyetini sorgulayıp, kendimle kavga ettiğim çoktur. Yaptıklarımdan ve yapmadıklarımdan hesaba çekileceğim. Bu konuda Allah’tan hep yardım dilerim. 
Çok takipçi , çok okunmak, çok “kalp” almak gibi bir derdim yok fakat yazdıklarımı okumasını istediğim insanlar var.

Yazmak da bir çeşit hâl tebliğidir. Kötü söz söylemekten Allah’a sığınırım. Yazarken bazen içimde hain bir kibrin büyüdüğünü hissediyorum. İnsanız, arızalarımız var, beğenilmekten, güzel söz işitmekten hoşlanıyoruz. Allah Rasûlünün karşımızdakini övmekle ilgili topraklı tavsiyesini biliyorum. Ama sevdiğinizi söyleyin, dediğini de biliyorum. Allahın sevmediğine benzememek gerektiğini de… Yani böyle… Gizli ve açık kibirden de Allah’a sığınırım.

Bu kadar açıklamayı yapmayı canım istedi. Hastayım, burnumdan nefes alamıyorum, iki gündür uyuyamıyorum ve bu ağzımıza aklımıza geleni söylediğimiz yeni konforlu mekanlarımızdan çok bağımsız birebir dokunduğum kafa kırışıklıklarım ve karışıklıklarım var.

Şu an burayı kapatıp gidecek kadar bile önemsemiyorum. Siz de önemsemeyin…

Zehra Betül