Alacakaranlıktaki Ülke

I
Göğün karanlık denizlerinde yelkenlerini şişiriyor ay
Ülkeme bakıyorum uzayıp giden bir gecede
Suskun ve boynu bükük yalnızlığında bir sokağın.
Elimde henüz açmamış bir gül var
Ve boşanmayı bekleyen bir konuşma isteği dilimde
Perdeleri çekilmiş, kapıları sürgülenmiş evlerde
Yaşayıp giderken halkım.

Rüzgara bırakılmış bir mumun alevi gibi
Titriyor bakışlarımda bütün görüntüler
Tabak, çatal sesleri geliyor çok derinlerden
Fısıltılı konuşmalar, ürkek gülüşmeler…
Çocuklar, ilk silah sesinde yaşlanacakmışcasına
Sıkıca tutuyorlar oyuncaklarını
Ve bir namluya dönüşeceklerinden kuşkulanarak çiçekler
Kırmak istiyorlar saksılarını

Yitirecekleri ne kaldı şimdi onların?
Doğan ve batan günlerle de var mıdır artık bir alıp verecekleri?
Birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar evlerinde
Güçlükle yorumlamaya çalışırcasına bir şeyleri
Öteki dünyalara ve düşlere dair kimi duygular
Usul usul yer değiştiriyor
Acımasız ve dünyasal olan birtakım kederlerle.

Her sabah evlerde yaşlı kadınlar uyanıyor
Yüzlerini yine dönüyor kıbleye, yine kalkıyor
Sabahın alacakaranlığında gökyüzüne elleri
Dilleri yine Tanrı’ya bir şeyler yakarıyor
Ama titriyor, yalancı bir çocuğun dili gibi.

Tedirginlik ve acı. Böyle yaşar halkım.
Evlerde, sokaklarda, yarınlardadırlar
Ağa vurmuş bir balık kadar yorgun…

II
Saatin kaç olduğunu biliyor musun?
Ben anlayamıyorum gece mi, yoksa gündüz mü?
Üç gündür yağmur yağıyor bu evlerin,
Bu ağaçların, bu yolların üstüne.
Sular alıp götürüyor sanıyorum
Ellerimi, ayaklarımı, yorgun yüzümü…
Günlerdir dökülüyor her yanım.

Saatin kaç olduğunu biliyor musun?
Duvarda çiviye asılı bir takvim sallanıp duruyor
Her sabah birileri gelip, bir yaprak daha
Koparıyorlar ondan görünmez elleriyle.
Üç gündür yağmur yağıyor
Yakıyor artık ellerimi kitaplarım.
Dışardan zincirleme silah sesleri geliyor…

Üç gündür gökyüzü kanıyor
Dönüp duruyor kentin üstünde ara vermeden
Nerden geldiğini bilmediğim bir helikopter
Her yanım yara bere içinde neden?
Arkadaşlarım şimdi nerdeler?
Bir yumruk iniyor sırtıma, neye uğradığımı bilmeden.

Kahvede oturmuş kitap okuyordum
Kahveci ellerini boyuna önlüğüne siliyordu
Birdenbire silah seslerini duydum
Dışarda gelin telleri gibi bir yağmur yağıyordu…
Burası benim evim mi, ne oldu bana?
Ya bu kanlı sargı, sızlayıp duran başımda?
Yağmur dineli ne kadar zaman oldu söyle?
Kanlar içinde yıkılıyordu biri boylu boyunca.
Herkes bir şeyler söylüyordu kendince
Tedirgin gölgeler kollarıma giriyordu
Sonrasını şimdi hiç anımsamıyorum.

Saatin kaç olduğunu biliyor musun?
Niye böyle uzak bana, ellerim, ayaklarım?
Her yanım uyuşmuş, öldürseler duymam
Ülkem şimdi niye bu kadar yakın?
Kollarımla sarabilirim sanki, uzansam…

III
Nicedir akşam kara bir kefen gibi geriliyor
Bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne.
Perdeler örtük, kapılar sürgülü
Polis arabaları dışında kimseler yok sokaklarda
Ay, bir boşluk arıyor sekerek gökyüzünde
Nicedir akşam, kara bir kefen gibi geriliyor
Bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne.

Cebinden bir sigara çıkarıp yakıyor bekçi.
Bir köpek ürmesi. Haberleri veriyor televizyon.
Dalında kaldı karanlıkta açan erik çiçeği
Kimseler görmeden solup gidecek yarın.
Tek tük arabalar geçiyor yoldan
Bu karanlığı püskürtmek ister gibi.
Sonra bir sarhoş geçiyor elinde şişesiyle
Görmezden geliyor yaşlı bekçi
Döndürerek yüzünü ondan çok ötelere.

Nicedir akşam, kara bir kefen gibi geriliyor
Bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne…

IV
Kendi sesimden korkuyorum bazan, inanır mısın?
Gördüğüm yüzlerden, tanıdığım insanlardan…
Gece oluyor. Bakıyorsun kimseler yok sokaklarda.
Karşı evin duvarında öldürülmüş birinin afişi
Boşluğa asılmış bir levha gibi
Usul usul sallanıyor
Ve uykusundan çığlık çığlığa uyanan bir çocuk
Yanında anasının olmadığına inandırıyor kendini
Birdenbire yalnızlığının bilincine varıyor.

Üstüste yığılmış kitaplarım ve yazılmış şiirlerim
Kalakalmış odanın bir köşesinde.
Masanın üstünde bir bardak, dolup dolup boşalıyor
Ve bir kalem yazıyor kendi kendine.

Her gece odama yağmur yağıyor
Bu çığlığı sana nasıl anlatayım şimdi?
Çeneme kadar çıkıyor sular, boğulmuyorum
Belli belirsiz bir iz görüyorum ama
Sabah uyanınca duvarların üstünde
Ve geceden artakalan bir çizgi
Elimle alnımı yoklayınca.

Sana nasıl anlatayım, her gün
Ölüme gider gibi ayrılıyorum evden
Son kez dokunuyorum bir kitaba
Ve tanıdık bir yüze bakıyorum
Onun çok uzağındaki bir ülkeden.

Bazan hayat sarıyor beni, belimden kavrayıp
Yukarlara kaldırıyor – sevecen bir baba gibi…
Hatta bazan baktığım yüzlerde
İyilik dolu bir şeyler buluyorum
O zaman parmağıma doluyorum bir ipliği
Geceleri bunları anımsamak,
Bu güzel şeyleri düşünmek için belki.

Kim çekip alıyor parmağımdan o ipliği
İlk karanlık çökerken sokaklara?
Onunla elimi, ayağımı kim bağlıyor?
Dilim şişiyor konuşmaya korkan ağzımda
Ellerim bütün düşleri dağıtmaya başlıyor
Yalnızlığın taşları takılıyor ayaklarıma…
Görünmez bir el ışığın düğmesine uzanıyor
Işık sönüyor ve kalakalıyorum bir başıma.

V
Gece geç saatlere kadar yürüyüp durudm
Kentin bitip tükenmeyen yollarında…
Arkadaşlarımın ölüleri kayıp gitti parmaklarımın ucundan

Okul çocukları gibi adlarını saydılar,
Öldürüldükleri günü söylediler, yaşlarını
Yüzlerini bir türlü seçemedim
Boşanan gözyaşlarımın parıltısından.

Bir uçurumuın önünde sabırla bekliyoruz
Taşlar atıyoruz arasıra boşluğa
Uçurum dolacak bir gün ve biz
Karşıya geçebileceğiz diye…
Ama çekilen acılar oluyor günler, geceler boyu
Kırlara değil, mezarlıklara çıkıyor yolumuz
Sevda sözcükleri yer değiştiriyor
Ölüm üstüne söylenen birtakım sözlerle.

Gece geç saatlere kadar yürüyüp durdum
Düşünüp durarak bir şeyleri,
Şarkılar söyleyerek, ağlayarak…
Bir ırmak donmak istiyordu kanımda,
Sanki bir nar dağılmak…

VI
Anlatmak isterdim ülkemin dağlarını, denizlerini
Çiçeklerinin, kuşlarının adlarını birer birer
Ama bütün bu güzellikleri görüp, duyacak olanlar
İnsanlarım, öldürüldüler, öldürülmekteler.
Nasıl mahzun durmasın meyveler dallarında?
Dönüp de kimsenin yüzüne bakmadığı şu kedi yavrusu,
Şu taş bile, ancak bir insan eli onu kavrayınca güzel.

Ve çocuklar bakıyorlar yüzümüze
Bir şeyleri sormak, anlamak ister gibi.
Kim yanıt verecek şimdi onlara?
Neye yarar bütün bu sözler,
Yazılmış ve yazılacak yığınla şey?
Artık unuttuk, onların düşlerini de
Çoğu şey gibi bu kargaşada.

Soruyor yedi yaşında bir çocuk:
– Niye bu silah sesleri, niye bu ölümler baba?

VII
Analar, çocuklarının ölümlerini düşünüyorlar
Kendi ölümlerinden daha çok.
Sokaklara bakan pencerelerde
Gözlerinin izi kaldı artık.
Bütün hayatlar tek bir çizginin üstünde
Birdenbire birleşti ülkemde.
Herkes birbirinin yüzüne sorar gibi bakıyor:
-Bugün kim ölecek?

Gencecik tarihler düşüyor
Mezar yazıtlarına yaşlı mermerci
(Mezarlığın yakınında dükkanı olan adam).
Soruyorum: -Alıştın mı buna baba?
– Mermer çatlamıyor diye şaşıyorum
Yavrum, elimin altında!

Kentin alanındaki çiçekçiler yakınıyor
Akbabalara benzetir olmuşlar kendilerini
– Bana bir çelenk yap kardeş,
Üstüne de bir şey yazma
Ölüler okumayı bilmez ki…

Korkarım, kalacak bu toprakta
Gitgide ağırlaşan gözyaşlarımın izi.
Dilerim, inci diye toplasınlar onları
Bizden sonra yaşayacak olanlar.
Dilerim, mermi diye toplamasınlar!

VIII
Penceresinde yağmuru dinleyen şu çocuk ölecekse
(Yüzünde kederi, çocukluktan öter her şeyin)
Duvarları kurşun yaralarıyla
Dökülüp saçılacaksa şu güzeşim evin.
Biri çıkıp da, bu geceki ayın görkeminden söz etmeyecekse
Artık ölebilirim, diyebilirsin
Yanımda, yöremde yıkıntılar
Ve yüreğimde, aynı ülkenin nüfus cüzdanını
Taşıyan birinin kurşunu var!

IX
Geceyarısı bindim bu otobüse
Yağmur yağıyordu.Titriyordu her yanım.
Fazlaca dolanmadım ortalıkta
Girip de ilk oturan ben oldum.

Başımı öndeki koltuğa dayayıp,
Evde bıraktığım yaşlı anamı düşündüm
Kitaplarımı, sonradan sarıya boyadığım
O küçücük odamı ve yola çıkmadan önce
Yaktığım mektupları düşündüm uzun uzun
Bindiğim otobüs gürültüyle hareket ederken
Gülümsedim yanımdaki köylüye.

Geceyarısı bindim bu otobüse…
Bir elma uzattı bir ara yanımdaki adam – aldım
Şaşılacak kadar saf ve hayata ilişkin
Bir şeyler sordu bana – yanıtladım.
Gidiyormuş uzaktaki kızını görmeye…

Niye durdu bu otobüs, söylesene?
Işıkları yandı, yolcular uyandılar
Önce hiçbir şey, hiçbir şey göremedim
Çevirdi otobüsün dört bir yanını eli silahlı adamlar
Boğuk bir ses yükseldi dışardan:
-Herkes aşağı insin!

Bir bir indi bütün yolcular
Sonunda ben de. Gizlenmeye çalışarak yüzümü,
O zaman ayırdılar beni bir kenara.
Ellerimi yukarı kaldırttılar
Kavuşturdum yukarda kollarımı;
Kaçırmamaya çalışır gibi bir kuşu,
Ya da düşürmemeye bir gülü…

Yaralı ülkemin özgürlüğünü…

X
Karanlık, alabildiğine karanlık
Kentimin üstünde, ülkemin üstünde…
Tutacak bir dalımız kalmadı mı artık?

Herkes bıkıp usanmadan birbirini suçluyor
Komşusuna atmaya çalışıyor, yüreğinde bekleyen ölüyü.
Polis arabaları gidip geliyor
Yol boyunca
ağır aksak.
Kapılar kapandı çoktan, perdeler örtüldü.

Karanlık, alabildiğine karanlık…

Gökyüzü hiç bu kadar yıldızlanmadı
Ay, inadına ışık sızdıran koca bir testi.
İnce ince bir yaz yağmuru başladı.

– Ölen kim? Öldüren nereye kaçtı?

Ana caddeyi askerler sardı.
Dışarıdakiler elleri başlarında duruyorlar öylece.
Bir enik, anasını arıyor incecik çığlıklarla
Onun o küçücük bedeninden çıkan
O cırlak sese şaşmıyor hiç kimse.
Bir kadın, yerde yatan ölüye bakarak
Örtüyor yüzünü elleriyle.

Karanlık, alabildiğine karanlık
Kentimin üstünde, ülkemin üstünde…

XI
Mermerlerin üstüne kazınacak
Sözler söylemediler bu dünyada.
Yüzleri bir ressama poz vermeye de uygun değildir
Çünkü değişir, acıdan sevince
Umuttan düş kırıklığına ikide bir.

Adlarını da aklında tutmaya çalışma.
Kahpece öldürüldüler, dersin
Çok severlerdi bu ülkeyi…
Böyle söylersin.Bir gün sonra olursa.

XII
Kitaplarını paket adersin
Ayırırsın bir bir yasaklanmış olanları
Sonra alırsın başını avuçlarına
Bir arkadaşını kefenlemişcesine suçlu.

İnce bir yağmur dalar gözlerini
Harlı bir ateş ellerini yakar
Yüreğin göğsünü delecek kadar büyümüşken
Bir el, sobanın kapağını açar.

Kibrit tutuşmamak için direnir bir süre
Yeniden okumak geçer içinden
Belki yüzlerce kez okuduğun o kitapları…
Alıp götürür gözünün değdiği her sözcüğü bir yalım.

Ve iki büklüm oturup da başına sobanın
İçini çekerek ağlarsın, tıkanırcasına
Gözyaşlarının da hiçbir ateşi söndüremediğini
O zaman anlarsın en sonunda.

XIII
Ölüm gelir. Ve dalar yüzünü, saçlarını
Hiç tanımadığın sinsi bir rüzgar.
Ölüm gelir. Evde seni bekleyen
Birileri var mı diye sormaz.
Ölüm gelir sonra silah sesleri,
Önce silah sesleri duyulur çok yakınında
Ve yankılanır az sonra uzak bir ülkede.
Ölüm gelir. Bir kapıyı örter gibi.
Doğum tarihlerine, düşlere aldırmaz.

Niye böyle bu, niye bu ölüm?
Nedir son düşündüğü acaba
Kahpece vurulup giden birinin?
İçinde portakal olan bir kağıt torba
Patlayıp, dağılır sokağın ortasında.
Dürülmüş, çok okunmuş bir gazete kanlanır.
Düşer bir can daha sessizce toprağa.

Ölüm gelir. Çiçekler ölülerin tabutlarına
Çelenk olmak için büyür.
Anaların gözyaşları bekler göz çukurlarında
Zamanı gelince akmak için.
Dudakları hep aralık durur
Bir gün ağıt yakmak için.
Gözleri hep yollara, yollara bakar.

Ölüm gelir. Bakılan o yollardan
Bir tek insan geçmez olur.
Ölüm gelir. Önce silah sesleri…
Ve bir el, hayatın sesini boğan
O çanlara, birdenbire dokunur.

XIV
Ülkemin üstündeki bu alacakaranlık,
Bu belirsizlik, bu umarsızlık, bu korku biterse eğer
Halkım bu ufkun nereye uzanacağını bilirse bir gün
Şiirler yazarım o zaman, saf ve belki de
Oyun olsun diye boş, anlamsız…

Niye böyle gecikiyor o gün?
Niye her yerde bir naftalin kokusu?
Neyi saklayabiliriz ki yarına?
Tek görebildiğim, uçsuz bucaksız bir alacakaranlık
Herkes maskeler taşıyor koyunlarında
Nerede hangi maskenin – ve niçin,
Ne amaçla kullanılacağını biliyor.
Dokunsam bir adamın koluna dostça
Neden bir madeni ses çıkıyor ondan?
Kendi cebinde paslı bir bıçak taşıyan biri
Önüne çıkan herkesi katil sanıyor.

Ülkemin üstündeki bu alacakaranlık,
Bu tedirginlik, bu çılgınlık, bu sancı biterse eğer
Bırakacağım şiir yazmayı
Gidip portakal satacağım bir denizin kıyısında
Ne bileyim, bir dalgıç da olabilirim örneğin
Sabahlara kadar yollarda dolaşabilirim
Üstelik sevdaya filan da tutulmamışken…
Şimdi kurumuş olan göz pınarlarım
En küçük şeylerde bile boşanabilir örneğin.
Yeter ki, silah sesleri gelmesin
Her gece kentimin sokaklarından
Yeter ki, hiç kimse ecelsiz ölmesin!

XV
Acılı oğulları ülkemin
Kahvelerde otururlar sessiz, sakin.
Gözlerine baksan çayırları görürsün,
Bir tavşanın ekinler arasında kaçarken açtığı yolu.
Bir ürkeklik, yabancılık hepsinde
Acılı oğulları ülkemin
Taşralılık sarılı bedenlerine.

Uçup şarap içerler, kötü sigara
Ceplerinde mutlak, kıvrılmış bir gazete vardır.
Bir gecekondu nemli bir oda.
Döşemenin üstünde telleri kopuk bir saz.
Masanın üstünde çay bardakları,
Ekmek kırıntıları, eski bir demlik.
Onun altında gazeteler, kitaplar.
Duvarlarda resimler ve yazılar…
Naylonla örtülmüş bir pencere – camları kırık.

Acılı oğulları ülkemin
Ölüp giderler bir akşamüstü
Karanlık, kuytu bir sokakta;
Gözleri sonuna kadar hayata açık.
Elleri kavuşmuş, bilmezmiş gibi
Ölümü ve kalleşliği bu dünyada.

Ertesi gün resimleri gazetelerde
Ve bir tarih resmin altında:
Doğumu şu yıl, ölümü üç nokta…

Ahmet Erhan

Aşk Romanları Okuyan İhtiyar

“Aramızda kalsın, kaç yaşındasın Antonio Jose Bolivar?”

“Çok, ama çok yaşlıyım. Kafa kağıdıma göre altmış filan, ama kaydım yapıldığında çoktan koşturduğuma bakılırsa yetmişime yaklaşmış olmalıyım.”

“Sucre”nin hareket çanı çalınca kalkıp vedalaşmak zorunda kaldılar. İhtiyar, gemi ırmağın kıvrıldığı noktada gözden kayboluncaya kadar iskelede kaldı. Sonra artık o gün kimseyle konuşmamaya karar verip takma dişlerini çıkardı, bir mendile sardı ve kitaplarını göğsüne bastırıp kulübesine doğru yürüdü.”

“Antonio Jose Bolivar okur, ama yazamazdı.
Gerçi hiç olmazsa seçim dönemlerinde herhangi bir belgeyi imzalamak üzere adını karalamayı öğrenmişti, ama böylesine olaylar o kadar az yaşanıyordu ki sonunda neredeyse bunu bile unutmuştu.

Heceleri birbirine ekleyerek yavaşça okur, ağzında eritircesine sessizce mırıldanır, bir sözcüğü söktüğü an bir solukta tekrarlardı. Aynı işi daha sonra bütün bir tümceyi söktüğü zaman da yapar, böylece sayfalara işlenmiş duygu ve düşüncelerle kendisini özdeşleştirirdi.

Herhangi bir paragraftan özellikle hoşlandığında birkaç kez daha okurdu: İnsan dilinin ne kadar güzel olduğunu kavramak için yeterince çok tekrarlamanın gerektiğini düşünürdü.

En çok sevdiği ikinci eşyası olan bir büyütecin yardımıyla okurdu. En sevdiği eşyası ise takma dişleriydi.”

Luis Sepulveda, Aşk Romanları Okuyan İhtiyar, Can Yayınları

Dudaklarından ayrılan ben değildim

Yeniden yola koyulduk.

“Piramitlere ilişkin daha neler bu İbni Battuta?”

“Onları, yıldızların devinimlerini çok iyi bilen, tufanı önceden haber veren bir bilge kişinin yaptırdığını. Piramitleri şu nedenle yaptırmış: Sanatın ve bilimin bütün yapıtlarını buralarda saklayıp yok olmalarını önlemeyi amaçlamış.”

Daha alay edilmemek için çarçabuk ekledim.

“Yine de İbni Battuta bunların varsayım olduğunu, bu yabansı yapıların tam ne amaçla yapıldığını bilmediğini yazıyor.”

“Bence piramitler güzel ve etkileyici olsunlar diye, yeryüzünün ilk harikaları olsun diye yapılmışlardır. Bir işlevi vardır kesinkes ama bunu yalnızca o zamanın hükümdarları biliyordu.”

Bir tepenin doruğuna ulaşmıştık. Ve piramitler işte orada, çevremizdeydi. Devesini durdurup kolunu doğu yönüne doğru öylesine duygulu bir biçimde kaldırdı ki kolu sanki saygınlık kazandı.

“Evlerimiz, saraylarımız ve bizler yok olduktan çok uzun zaman sonra da piramitler olacak. Bu Ölümsüz Olan’ın gözünde de en yararlı oldukları anlamına gelmez mi?”

Elimi onunkinin üstüne koydum.

“Şimdi biz yaşıyoruz. Ve birlikteyiz. İkimiz yalnızız.”

Çevreye bir göz attıktan sonra,

“Evet, ikimiz yalnızız,” dedi.

Devesini benimkine yaklaştırdı, peçesini kaldırdı, beni dudaklarımdan öptü. Tanrım, Kıyamet Gününe dek öylece kalabilirdim.

Dudaklarından ayrılan ben değildim. Benden ayrılan da o değildi. Develerimiz, çarçabuk birbirinden uzaklaştı; dengemizi yitirip düşmekten korktuk.

“Geç oluyor. Dinlensek.”

“Piramitlerde mi?”

“Hayır, biraz daha ötede. Buradan birkaç mil uzakta beni büyütmüş olan dadımın köyü var. Her pazartesi akşamı beni bekler.”

Amin Maalouf / Afrikalı Leo

Güneş Öğretmen

Güneş öğretmen
Sevdirir kendisini çok
Ona döner bitkilerin hepsi
Yoksa o
Onun aydınlığına döner hep
Olduğu olmadığı başka
Yaksa tam tepemizdeyken
Yandırsa da bizi
Kavursa da yalaz yalaz
Onun sıcaklığı başka

Bütün günler sürer
Öğrettikleri
Geceleyin bile
Karanlıkta dolaşır sözleri onun
Aydeden yıldızlardan başka

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Adına Kızan

Dedi ki kuşkonmaz
Düşte kımıldar gibi
Çok kızıyorum
Adımı böyle koyanlara ben

Ya kuşlar duyarsa bunu
Ya
Bile bile konmazlarsa bana

– Bilmiyorum
Ellerine ne geçecek
Ne kazanacaklar
Adımı kuşkonmaz koyanlar

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi

“Gelecek Yüzyılın Çiçeğiyim”

“1984 çıkıp gidiyordu dünyadan. Saat 24’e doğru 67 ilimizin bazılarında bir sürü olay oldu. Ben bunların ancak bir kısmını anlatacağım. Tabii, çok küçük olaylar.

Ankara’da bir çocuk erken uyudu, düşünde bir ırmağın kıyısında kocaman bir çiçek gördü; ata benziyordu çiçek; konuşuyordu da. “Ben”, dedi, “gelecek yüzyılın çiçeğiyim.”

***

“Hiçbir Yılbaşını Birlikte Geçirmedik”

“Kars’ta bir kale vardı. Tarihçidir. Sosyal Bilgiler Dersi’nden hep tam not almıştır. “Ben, 1883’ü çok sevmiştim,” dedi, “şimdi yüz yaşına girmiştir; kim bilir nerelerde?”

Bursa’daki Yeşil Camii, Edirne’deki Selimiye Camii’ni düşünüyordu. “Hiçbir yılbaşını birlikte geçirmedik. Ama minarelerimizin uçları anten gibidir; onların sayesinde haberleşebiliyoruz. Bu gece, Edirne’de çok mu rüzgar var acaba? Şu saate kadar bağlantı kuramadık.”

***

“Çok Şükür Bu Gece Ay Işığı Var”

“Aydın’da, trenden bir adam indi, elinde kocaman bir torba vardı. Naylon torbalar olur ya, işte onlardan. “Eyvah!” dedi, “başkasının torbasını almışım. Bunun içinde birkaç oyuncak var. Şimdi beni Noel Baba sanacaklar.”

Trabzon’da kıyı sessiz ve iyice tenhaydı. Bir taka çalkanıp duruyordu suda. “Çok şükür,” dedi, “bu gece ay ışığı var; onunla kutluyorum yeni yılı.”

***

“Yaşlı Bir Çam Ağacı Gözlüklerini Takmış…”

“Mersin’in dağ köylerinden biri de Aslanköy’dür. Bu köyde yaşlı bir çam ağacı gözlüklerini takmış, masanın başına geçmiş bir şeyler yazıyordu: “Nedir bu yılbaşı günlerinde biz çam ağaçlarının başına gelenler! Danıştay’a başvuracağız. Büyük Millet Meclisi’ne de dilekçe sunduk. Hep bizim dallarımızı mı kesecekler?”

***

“1 Ocak Şakası Olmaz Mı?”

“Bir otobüs bir yokuşu tırmanırken birdenbire durdu. “Buraya kadar arkadaşlar!” diye bağırdı yolculara. “Ben geri dönüyorum.”

Döndü. Hızla aşağı doğru ilerlemeye başladı. Yolcular önce şaşırmış, sonra da korkmuşlardı. Hepsi buz kesilmişti sanki. Ama biraz sonra otobüs yeniden göründü. Bu kez çok neşeliydi! “Şaka!” dedi, “şaka yaptım yahu! 1 Nisan şakası olur da, 1 Ocak şakası olmaz mı?”

***

“Çocuklar Her Şeyi Anlar/Okuma Tadı Yaratmak”

Çocuklar İçin Edebiyat*

“185. Gün

İki ay olmuş Çocukça dergisinden kovulalı. Oysa ben oradaki “Aritmetik İyi, Kuşlar Pekiyi” başlıklı sütunumu çok seviyorum. On iki yazı yazmışım. Orhan Alkaya’nın isteği üzerine girdiğim bu işte, başta, bayağı zorlandım. Kolay değil, yedi sekiz yaş düzeyindeki çocuklara, onların öğrenci olmayan yanlarına seslenebilmek. İki yazı çok zor çıktı. Giderek ısınmış ve kendime göre bir yol bulmuştum. Çocukların her şeyi zaten anladığı düşüncesinden çıkış yaptım. Geliştirebilirdim de bunu.

Kapılıp gitmek isterdim o yazılara.”

*Bu bölüm Cemal Süreya’nın Günler (YKY, 1996) adlı yapıtından alınmıştır.

-“Hiç uğramıyorsun yahu!” dedi. Senin çocuk dergisinden ne haber?
– Yakında çıkıyor, diye karşılık verdim.
– İlk yazıyı yazdın mı?
– Nasıl başlayacağımı bilemiyorum.
– Hadi hadi! Yazarsın. Yalnız şunu unutma: Çocuklar her şeyi anlar. Her şeyden söz edebilirsin onlara. Enflasyondan bile.
– Ama…
– Aması yok bunun. Savaşlardan söz et; dünyası sarsan günlerden. Bak, her ay ne kadar kitap çıkıyor. Şairler var. Ressamlar. Sonra, uzay bilginleri. Çevre kirlenmesi, İran’a ve Irak’a domates satıyormuşuz.”

– Bilgiçlik taslayan şeyler yazma. Serüvenlerden, düşlerden de söz et. Sözgelimi lacivert ipek helikopter uçsun yazılarında. Bilgi de ver. Yavru belinanın ağırlığını söyle bakalım.

– Hep bilgi mi vereceğim çocuklara?
– Yok canım. Senin işin onlarda okuma tadı yaratmaya çalışmak.

Cemal Süreya, Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi, Yapı Kredi Yayınları

Çavdar Tarlasında Çocuklar

Bir yerlerde, bir benzin istasyonunda bir iş bulurum diyordum, arabalara benzin, yağ filan doldururdum. Nasıl bir iş olursa olsun, farketmezdi zaten. Kimse beni tanımasın, ben kimseyi tanımayayım, bu yeterdi. Düşündüm, sağır-dilsizmişim gibi numara yapardım. Böylece, hiç kimseyle o salak konuşmaları yapmak zorunda kalmazdım. Biri bana bir şey demek istediğinde bir kâğıda yazar, bana uzatırdı. Bundan bir süre sonra sıkılınca da, ömrümün sonuna kadar insanlarla konuşmaktan kurtulurdum. Herkes beni sağır-dilsiz herifin teki sanır, beni rahat bırakırdı. Salak arabalarına benzin, yağ filan doldururdum, onlar da bana bir maaş verirlerdi. Kazandığım parayla bir yerlerde kendime küçük bir kulübe yapar, ömrümün sonuna kadar orada yaşardım. Ormanın hemen yakınında yapardım kulübeyi, fazla içerlere yapmazdım, çünkü daima güneşli bir yerde olmak istiyordum. Kendi yemeğimi kendim pişirirdim, eğer evlenmek filan istersem de, gider kendim gibi sağır-dilsiz bir kız bulur, onunla evlenirdim. Kulübede benimle yaşardı, bana bir şey demek istediği zaman, herkes gibi o da lanet bir kâğıda yazardı. Eğer çocuklarımız olursa, onları bir yerlere saklardık. Onlara bir sürü kitap alırdık, okuma-yazmayı biz öğretirdik.

Bunları düşünürken felaket heyecanlandım. Gerçekten çok heyecanlandım. Bu, sağır-dilsiz numarası çekme işi çılgıncaydı, biliyordum, ama bunları düşünmek yine de hoşuma gitmişti. Ama batıya gitme konusunda gerçekten kararlıydım. Pho-ebe’ye bir hoşça kal diyecektim yalnızca. Ben de birdenbire çılgınlar gibi karşı kaldırıma fırladım -bu arada, az kalsın geberiyordum, doğrusunu isterseniz- ve o kırtasiyeciye girip bir kurşunkalemle bir de bloknot aldım. Vedalaşmak ve Noel harçlığını geri vermek üzere onunla buluşmak için bir not yazarım, okuluna gider, müdürün bürosunda birini bulur, notu ona yollardım. Ama kalemle bloknotu hemen cebime koyup, Pho-ebe’nin okuluna doğru felaket bir hızla yürümeye başladım; notu kırtasiyecide yazamayacak kadar çok heyecanlanmıştım. Hızlı hızlı yürüyordum, çünkü Phoebe öğle yemeği için eve gitmeden önce notu ona ulaştırmak istiyordum ve bunun için de pek fazla zaman kalmamıştı.

Okul nerede biliyordum tabii, küçükken ben de aynı okula gitmiştim. Okula vardığımda kendimi bir tuhaf hissettim. Okulun içinin nasıl olduğunu hatırlayabileceğimden pek emin değildim, ama hatırladım. Her şey aynı, benim zamanımdaki gibiydi. İç tarafta o hep öyle karanlık olan avlu vardı, top atıp kırmasınlar diye lâmbaların üstünde bulunan kafesler yine aynıydı. Avluda oyun için filan yere tebeşirle çizilmiş daireler de aynıydı. Ve o hep filesiz basket potaları; yalnızca panyalar ve potalar.

Kimse yoktu ortalıkta, herhalde daha teneffüs zili çalmamıştı, öğle tatili de olmamıştı henüz. Ortalıkta yalnızca küçük bir oğlan gördüm, zenci bir çocuk, helaya gidiyordu. Aynı bizim zamanımızdaki gibi, öğretmenin helaya gitmesine izin verdiğini gösteren tahta bir çubuk sokuluydu arka cebine.

Halâ terliyordum, ama eskisi kadar çok değildi. Merdivenlere gittim, ilk basamağa oturup satın aldığım kurşunkalemle bloknotu çıkardım. Bizim zamanımızdaki o koku vardı merdivenlerde. Sanki birileri küçük su dökmüş gibi. Okul merdivenleri hep böyle kokar. Her neyse, orada oturup şunları yazdım:

Sevgili Phoebe,

Çarşamba gününe kadar bekleyemeyeceğim, herhalde bugün akşamüstü otostopla batıya doğru yola çıkacağım. Gelebilirsen, saat on ikiyi çeyrek geçe Sanat Müzesi’nİn kapısında buluşalım, Noel harçlığını sana geri vereceğim. Fazla harcamadım.

Sevgiler, Holden

Okul, müzenin yanı başında sayılırdı, zaten eve yemeğe giderken müzenin önünden geçmek zorundaydı, yani beni bulacağından emindim.

Sonra, müdürün odasına doğru çıkmaya başladım merdivenlerden, notu birine verip Phoebe’ye ulaştıracaktım. Kimse açmasın diye belki on kez katladım. Lanet bir okulda hiç kimseye güvenemezsiniz. Ama, ağabeyi filan olduğum için notu ona vereceklerini biliyordum.

Merdivenlerden çıkarken, yine kusacak gibi oldum birdenbire. Yalnız kusmadım. Bir saniye yere oturunca biraz düzeldim. Yerde otururken, beni delirten bir şey ilişti gözüme. Biri duvara, “Seni —” diye yazmıştı. Az kalsın kafayı üşütüyordum. Phoebe’nin ve bütün öbür çocukların bunu görünce ne demek diye merak edeceklerini düşündüm, sonra pis bir çocuk -rezil herifin teki- onlara bunun anlamını söyleyecek, onlar da bunu birkaç gün kafaya takacaklar, belki de üzülüp duracaklardı. Bunu yazanı bulup öldürmek geçti içimden. Herhalde gece geç vakitte sapık bir serserinin teki içeri süzülüp küçük su filan dökerken bunu da duvara yazmıştır diye düşündüm. Onu yakalarken düşledim kendimi, kafasını nasıl taş basamaklara çarpa çarpa, kan içinde geberttiğimi. Ama, biliyordum tabii, bende bunu yapacak yürek olmazdı. Biliyordum bunu. Bu yüzden moralim daha da bozuldu. Doğrusunu isterseniz, yazıyı duvardan elimle silmeye bile cesaret edemedim. Yazıyı silerken öğretmenlerden biri onu benim yazdığımı filan sanabilirdi. Ama sonunda sildim yine de. Sonra müdürün odasına çıktım.

Müdür yoktu ortalıkta, ama bir daktilonun başında oturan yüz yaşında filan bir kadın vardı. Ona, 4 B-l’den Phoebe Caul-field’in ağabeyi olduğumu söyleyip, notu lütfen ona vermesini rica ettim. Çok önemli dedim, annemiz hastalanmıştı, evde yemek yoktu, Phoebe’yle buluşup bir büfede yemek yiyecektik. Yaşlı kadın beni çok iyi karşıladı. Notu benden aldı, yan odadan başka bir kadını çağırdı ve bu kadın notu alıp Phoebe’ye vermeye gitti. Sonra bu yüz yaşındaki kadınla bir sürü ıvır zıvır konuştuk. Oldukça iyi bir kadındı, ona benim, erkek kardeşimin ve ağabeyimin de hep bu okula gittiğimizi anlattım. Bana şimdi hangi okula gittiğimi sordu. Pencey dedim. Pencey’nin çok iyi bir okul olduğunu söyledi. Canım çok istediği halde, ona tersini iddia edecek gücüm olmadığından, sesimi çıkarmadım. Ayrıca, kadıncağız Pencey’yi çok iyi sanıyorsa, bırakın öyle sansın. Yüz yaşındaki birine yeni bir şey söylemekten nefret ediyor insan. Böyle şeyleri duymak istemiyorlar. Bir süre sonra, oradan ayrıldım. Ne tuhaftı. Kadın arkamdan “İyi şanslar!” diye bağırdı, ben Pencey’den ayrılırken aynen bizim Spencer’ın dediği gibi. Tanrım, birisi arkamdan, “İyi şanslar!” diye bağır-dfğında çok kızıyorum. Çok moral bozucu bir şey bu.

Aşağıya bu kez başka bir merdivenden indim. İnerken duvarda bir başka “Seni —” yazısı daha gördüm. Onu elimle silmeye çalıştım, ama bıçakla veya benzeri bir şeyle duvara kazınmıştı. Çıkmıyordu. Durum umutsuzdu. Sileceğim diye bir milyon yıl uğraşsanız, bu dünyadaki tüm “Seni —” yazılarının yansıyla bile başa çıkamazsınız. Olanak yok buna.

Avludaki duvar saatine baktım, saat daha on ikiye yirmi vardı, bizim Phoebe’yle buluşana kadar epey zaman vardı. Ama ben yine de müzeye doğru yürüdüm. Gidecek bir yer yoktu. Kendimi batı yollarına vurmadan önce, bizim Jane Gallagher’ı aramak üzere bir telefon kulübesine gideyim mi diye düşündüm, ama havamda değildim. Her şeyden önce, tatil için eve gelip gelmediğinden emin değildim. Ben de doğru müzeye gidip orada oyalandım.

Müzede Phoebe’yi beklerken, hemen giriş kapısının iç tarafında iki küçük çocuk yanıma gelip bana mumyaların nerede olduğunu sordular. Bana bunu soran çocuğun pantolonunun önü açıktı. Bunu ona söyledim. Çocuk da, hemen benimle konuştuğu yerde -bir köşeye çekilmeden filan- düğmeledi önünü. Bittim buna. Gülecektim, ama kusarım filan diye korktum, gülmedim. “Mumyalar nerde, arkadaş?” dedi çocuk yine. “Biliyor musun?”

Şunlarla biraz dalga geçeyim dedim. “Mumyalar mı? O da ne?” dedim çocuğa.
“Biliyorsun. Mumyalar; şu Ölü herifler. Öylece nezarda yatıyorlar hani.”
Nezarmış. Bittim. Mezar demek istiyordu.
“Siz ikiniz neden okulda değilsiniz?” dedim.
“Okul yok bugün,” dedi benim konuşan çocuk. Kerata palavra atıyordu, adım gibi biliyordum. Bizim Phoebe gelene kadar yapacak bir şey de yoktu zaten, mumyaların olduğu yere gitmelerine yardım ettim. Vay canına, nerede olduklarını iyi bilirdim, ama müzeye yıllardır gelmemiştim!
“Siz ikiniz mumyaları mı merak ettiniz?” dedim.
“Evet.”
“Arkadaşın konuşamıyor mu?”
“Arkadaşım değil. Kardeşim.”
“Konuşamıyor mu?” Konuşmayan çocuğa baktım. “Sen konuşamıyor musun?” diye ona sordum.
“Konuşuyorum,” dedi. “Canım istemiyor.”
Sonunda mumyaların olduğu yeri bulduk ve içeri girdik.
“Mısırlılar ölülerini nasıl gömerlermiş biliyor musun?” diye sordum konuşan çocuğa.
“Yoo.”
“Aa, bilsen iyi olur. Çok ilginç. Ölülerin yüzlerini gizli bir kimyasal maddeye batırılmış bezlerle sararlarmış. Bu yolla ölüler mezarlarda yüzleri çürümeden binlerce yıl kalabiliyorlar-mış. Bu gizli maddeyi Mısırlılardan başka hiç kimse bilmiyor. Çağdaş bilim adamları bile.”

Mumyaların bulunduğu odaya girebilmek için, duvarları firavun mezarlarından getirilmiş taşlarla döşeli çok dar bir geçitten geçmek zorundaydınız. Oldukça ürkütücü bir yerdi, bu iki uyanığın da bu işten pek hoşlanmadıklarını anlıyordunuz. Felaket sokulmuşlardı bana, hiç konuşmayan çocuk resmen koluma yapışmıştı. “Hadi, gidelim,” dedi ağabeyine. “Ben zaten görmüştüm. “Hadi, hey.” Döndü ve sıvıştı.
“Ödü koptu valla,” dedi ağabeyi. “Hoşça kal!” O da sıvıştı.

Mezar odasında yalnız kaldım. Hoşuma gitti bu, bir bakıma. Güzel ve huzurlu bir yerdi. Sonra birdenbire, duvarda ne gördüm, bilemezsiniz. Bir tane daha “Seni —”. Kırmızı pastel, boya kalemi gibi bir şeyle yazılmıştı, vitrinin altında kalan duvar parçasına, taşların altında.

Sorun da buydu işte. Asla güzel ve huzurlu bir yer bulamı-yordunuz, çünkü böyle bir yoktu. Var sanıyordunuz, ama siz oraya varır varmaz, sizin bakmadığınız bir sırada biri gizlice gelip, burnunuzun dibinde, “Seni —” diye yazıveriyordu. Sanırım, öldüğüm zaman bile, beni bir mezara tıktıklarında başıma diktikleri taşın üstündeki “Holden Caulfield” ile doğduğum ve öldüğüm tarihlerin hemen altında, “Seni —” yazılmış olacaktır. Biliyorum bunu, gerçekten.

Mumyaların olduğu odadan çıktıktan sonra, helaya gitmem gerekti. İshal olmuştum, doğrusunu isterseniz. İshali pek önemsemedim, ama kenefte bir şey geldi başıma. Dışarı çıkarken, tam kapının önünde baygınlık geçirdim. Ama şansım varmış. Yere düştüğümde az kalsın geberiyordum, neyse ki yan tarafıma düştüm. Gülünçtü ama, baygınlığım geçince kendimi daha iyi hissettim. Kolum acıdı biraz, üstüne düştüğüm yer, ama artık lanet başım dönmüyordu.

Saat on ikiyi on filan geçiyordu, dönüp kapıya gittim, orada bizim Phoebe’yi bekledim. Onu bu son görüşüm nasıl olacak diye düşünmeye başladım. Bizimkileri düşündüm. Onları belki yine görürüm diyordum, ama ancak yıllar sonra. Otuz yaşındayken filan eve giderim diye düşündüm, biri hastalanıp, ölmeden önce beni görmek isterse filan, ama yalnızca böyle bir şey olursa kulübemden ayrılıp giderdim eve. Eve döndüğüm zaman ne olacağını bile getirdim gözümün önüne. Biliyordum, annem felaket sinirlenip ağlamaya başlayacaktı, bana evde kalmam, kulübeye dönmemem için yalvaracaktı, ama ben yine de gidecektim. Acayip rahat havalarda olacaktım. Onu sakinleştirecektim, sonra oturma odasının öbür yanına giderek sigaralıktan bir sigara alıp yakacaktım, felaket soğukkanlı bir havada. Ne zaman isterlerse, beni ziyaret etmelerini söyleyecektim onlara, ama ısrar etmeyecektim. Ne yapacaktım, bizim Phoebe’nin gelip beni ziyaret etmesine izin verecektim yaz tatillerinde, Noel ve Paskalya yortularında. D.B.’nin de beni ziyaret etmesine izin verecektim, yazmak için güzel ve sakin bir yerde kalmak istediğinde, ama film senaryosu yazamazdı benim kulübemde, yalnızca Öyküler ve kitaplar yazabilirdi. Kural koyacaktım, beni ziyarete gelenlerin sahtekârca şeyler yapması yasak olacaktı. Sahtekârlık yaparlarsa, yanımda kalamazlardı.

Danışma odasının duvarındaki saate baktım, saat bire yirmi beş vardı. Okuldaki yaşlı kadın öbür kadına mesajımı Phoebe’ye vermemesini söylemiş midir acaba diye üzülmeye başladım. Acaba kâğıdı yakmasını filan mı söyledi diye üzülüyordum. Felaket üzüldüm ama. Yola çıkmadan önce bizim Phoebe’yi gerçekten görmek istiyordum. Yani, Noel harçlığı filan üstümdeydi hâlâ.

Sonunda onu gördüm. Kapının cam kısmından gördüm onu. Başında benim çılgın avcı şapkam vardı; on mil öteden görebilirdiniz o şapkayı.

Kapıdan çıktım, onu karşılamak için taş basamaklardan inmeye başladım. Anlamadığım şey; elinde bir de bavul vardı. Beşinci Caddeyi geçmiş, geliyordu, elinde de koskoca lanet bir bavul sürüklüyordu. Zor kaldırıyordu bavulu. İyice yaklaşınca, benim eski bavulum olduğunu anladım, VVhooton’dayken kullanmıştım onu. Bu bavulu ne halt etmeye getirdiğini çıkaramamıştım. Yanıma gelince, “Merhaba,” dedi. O çılgın bavulu taşıyacağım diye soluksuz kalmıştı.

“Gelmeyeceksin sandım,” dedim. “Ne var o lanet bavulda öyle? Benim bir şeye ihtiyacım yok ki. Olduğum gibi gidiyorum. İstasyona bıraktığım bavulları bile almayacağım. Ne halt doldurdun bunun içine?”

Bavulu yere bıraktı. “Elbiselerim var içinde. Seninle geliyorum. Gelebilir miyim?” Tamam mı?”

“Ne?” dedim. Bunu duyduğumda neredeyse düşüyordum yere. Yemin ediyorum size, bayılıyordum. Başım döndü ve düşüp bayılıyorum sandım.

“Arka asansörden indim, Charlene beni görmedi. Pek ağır değil. Yalnızca iki elbisemi, çamaşır, çorap ve birkaç şeyimi aldım. Sen de bak. Ağır değil. Bir baksana… Seninle gelebilir miyim, Holden? Gelemez miyim? Lütfen.”

“Hayır. Kapa çeneni.”

Küt diye yere düşeceğim sandım. Ona öyle kaba konuşmak istememiştim, ama yine de bayılacağım sandım.

“Niçin istemiyorsun? Lütfen, Holden! Bir şey yapmam; yalnızca yanında gelirim, o kadar! İstemezsen, elbiselerimi de götürmem; yalnızca bir iki-“

“Hiçbir şeyini götüremezsin. Çünkü gelmiyorsun. Ben yalnız gidiyorum. Çeneni kapat bakalım.”

“Lütfen, Holden. N’olur, ben de geleyim. Yanında çok, çok, çok – geldiğimin farkında bile-“

“Gitmiyorsun. Kes artık! Ver şu çantayı,” dedim. Çantayı ondan aldım. Az kalsın ona vuruyordum. Neredeyse ona bir tokat patlatacaktım. Ona gerçekten vurmak üzereydim.

Phoebe ağlamaya başladı.

“Okulda bir oyunda rol aldığını filan sanıyordum. Oyunda, Benedict Arnold rolü filan oynayacağını sanıyordum,” dedim. Bunlan çok kaba bir biçimde söyledim. “Sen ne yapmak istiyorsun şimdi? Oyunda çıkmayacak mısın yani, Tanrı aşkına?” Bu sözlerim onu daha da ağlattı. Memnun olmuştum. Birdenbire, onun gözlerini patlatacak kadar ağlamasını istedim. Ondan nefret bile ettim. Sanırım, eğer benimle gelirse oyunda çıkamayacağı için ondan nefret etmiştim.

“Hadi, gel,” dedim. Müzenin merdivenlerinden çıkmaya başladım. Benimle yürümüyordu. Ben yine de çıktım, çantayı danışmaya götürüp bıraktım, sonra yine çıkıp aşağıya indim. Hâlâ orada, kaldırımda duruyordu, ama ben yanına gidince bana sırtını döndü. Dönerse dönsün dedim. Canı istiyorsa eğer, size sırtını dönebilirdi yani.

“Ben hiçbir yere gitmiyorum. Fikrimi değiştirdim. Sen de ağlamayı kes artık,” dedim. İşin gülünç yanı, ben bunu söylediğim sırada, kız ağlamıyordu. Ben yine de söyledim. “Hadi artık. Okula dönüyoruz seninle. Hadi artık, geç kalacaksın.”

Bana yanıt filan vermiyordu. Elini tutmaya yeltendim, ama elini kaçırdı benden. Bana sırtını dönmeye devam ediyordu.

“Yemek yedin mi? Öğle yemeği yedin mi?” diye sordum ona.

Bana yanıt vermedi. Ne yaptı beğenirsiniz, benim kırmızı avcı şapkamı -ona verdiğim- çıkardı ve resmen yüzüme fırlattı. Sonra yine sırtını döndü bana. Kahrımdan ölecektim o an, ama bir şey demedim. Şapkayı yerden aldım ve cebime soktum.

“Gel hadi, hey. Birlikte okula dönüyoruz,” dedim.

“Ben okula gitmiyorum,” dedi.

Bunu bana söyleyince, ona ne diyeceğimi bilemedim. Orada, öyle, birkaç dakika durdum.

“Okula gitmek zorundasın. O rolü oynamak istiyorsun, değil mi? Benedict Arnold olmak istiyorsun, değil mi?”

“Hayır.”

“Tabii ki istiyorsun. Kesinlikle istiyorsun. Hadi artık, gidelim,” dedim. “Her şeyden önce, ben hiçbir yere filan girmiyorum, söyledim ya sana. Eve gidiyorum. Sen okula gidersen, ben de eve gideceğim. Önce istasyona gidip bavullarımı alacağım, sonra da dosdoğru-“

“Sana, okula gitmeyeceğim dedim. Canın ne istiyorsa yap, ama ben okula gitmiyorum,” dedi. “Kapa çeneni, tamam mı?” Ömründe ilk kez bana, kapa çeneni diyordu. Korkunçtu, korkunç. Tanrım, ne kadar korkunç bir şeydi. Küfürden de beter geldi bana. Hâlâ bana bakmıyordu ve elimi her omzuna uzatışımda filan, benden kaçıyordu.

“Baksana, gezmeye ne dersin?” diye sordum ona. “Hayvanat bahçesine gitmek ister misin? Bugün öğleden sonra seni okula değil de, gezmeye götürürsem, keser misin bu saçmalığı?”

“Bana yanıt vermedi, ben de ona bir kez daha söyledim. “Bugün öğleden sonra okulu asmana izin verirsem, gezmeye gidersek, bu saçmalığı keser misin? Yarın uslu bir kız gibi okula gider misin?”

“Gidebilirim de, girmeyebilirim de,” dedi. Sonra, gelen arabalara filan hiç bakmadan, hızla lanet sokağın ortasına fırlayıp karşıya geçti. Bazen böyle delirir bu kız.
Peşinden girmedim ama. Peşimden geleceğini biliyordum, ben de sokağın park yakası boyunca hayvanat bahçesine doğru yürümeye başladım. O da aynı yönde, sokağın öbür yakasında yürümeye başladı. Benden yana bakmıyordu hiç, ama göz ucuyla deliler gibi benim nereye gittiğimi izlediğini anlıyordunuz. Her neyse, öylece, ta hayvanat bahçesine kadar yürüdük durduk. Yalnız, iki katlı bir otobüs gelip aramıza girince onu göremedim ve canım sıkıldı. Ama, hayvanat bahçesine vardığımızda ona, “Phoebe! Ben hayvanat bahçesine giriyorum! Hadi gel artık!” diye bağırdım. Bana bakmıyordu, ama beni duyduğunu anlıyordunuz. Hayvanat bahçesinin merdivenlerinden inerken arkama dönüp baktım. Sokağı geçmiş, peşimden geliyordu.
Hayvanat bahçesinde pek fazla insan yoktu, çünkü oldukça berbat bir gündü, ama deniz aslanlarının yüzme havuzunun çevresinde filan birkaç kişi vardı. Ben pek bakmadan geçmeye başlamıştım, ama bizim Phoebe durdu ve sanki deniz aslanlarının beslenmesini seyrediyormuş gibi numara yapmaya
başladı -herifin biri onlara balık atıyordu- ben de geri döndüm. Onunla arayı düzeltmek için bir şans bu, diye düşündüm. Gidip arkasında durdum ve ellerimi omuzlarına koydum, ama dizlerini kırıp elimden sıyrıldı; istediği zaman çok gıcık olabileceğini söylemiştim size. Phoebe deniz aslanları beslenirken orada bekledi ve ben de hemen arkasında durdum. Ellerimi omuzlarına filan koymadım ama, çünkü koy-saydım belki de gerçekten yanımdan sıvışabilirdi. Çocuklar bir tuhaf yani. Onlara karşı nasıl davranacağınıza dikkat etmek zorundasınız.
Deniz aslanlarının oradan ayrıldıktan sonra yanımdan yürümedi, ama pek de uzak durmuyordu artık. Kaldırımın bir yanında o yürüyordu, öbür yanında ben. Durum pek de şahane sayılmazdı, ama daha önce olduğu gibi bir mil uzaktan yürümekten daha iyiydi. O küçük tepeye çıkıp ayılara baktık bir süre, ama bakılacak pek bir şey yoktu, ayılardan yalnızca bir tanesi, kutup ayısı dışardaydı. Öbürü, boz ayı, lanet inine girmiş, çıkmıyordu. Yalnızca kıçını görebiliyordunuz. Başında, kulaklarına kadar inmiş bir kovboy şapkası olan küçük bir çocuk vardı yanımda, babasına durmadan, “Onu dışarı çıkar. Baba. Onu dışarı çıkar,” diyordu. Bizim Phoebe’ye baktım, gülmüyordu. Çocuklar size kızdıklarında neler yaparlar, siz de bilirsiniz. Hiç gülmez bunlar.
Ayıların oradan ayrıldıktan sonra, hayvanat bahçesinden çıktık ve parkın içindeki o küçük yolun karşı tarafına yürüdük. Sonra, o hep birileri küçük su dökmüş gibi kokan o ufak tünellerin birinden geçtik. Atlıkarıncaya giden yolun üstündeydi tünel. Bizim Phoebe benimle hâlâ konuşmuyordu, ama artık biraz yanımdan yürümeye başlamıştı. Mantosunun kuşağını arkadan tuttum gırgır olsun diye, ama sıyrıldı elimden. “Bir zahmet, çek ellerini üstümden,” dedi. Bana hâlâ kızgındı. Ama önceki kadar kızgın değildi. Her neyse, atlıkarıncaya iyice yaklaştık. Yaklaştıkça da o her zamanki fıttırık müziği de duymaya başlıyordunuz. “Oh, Marie!” adlı şarkıyı çalıyordu. Elli yıl önce, ben çocukken de aynı şarkıyı çalarlardı. Atlıkarıncaların iyi yanlarından biri de bu zaten, hep aynı şarkıları çalıyorlar.
“Kışın atlıkarıncayı kapatıyorlar sanıyordum,” dedi bizim Phoebe. Daha ağzını yeni açıyordu ne zamandan beri. Benimle küs olduğunu unutmuştu herhalde.

“Belki Noel diye açılmıştır,” dedim.

Ben ona bunu söyleyince, bir şey demedi. Herhalde benimle küs olduğunu hatırlamıştı.

“Binmek ister misin?” dedim. İstediğini biliyordum. Phoebe çok küçükken, Allie, D.B. ve ben onu parka götürürdük, atlıkarıncaya binmeye bayılırdı. Lanet şeyin üstünden indiremezdiniz onu.

“Ama çok büyüğüm,” dedi. Bana yanıt vermeyecek sanıyordum, ama vermişti.

“Hayır, değilsin. Hadi, bin. Seni beklerim. Hadi, bin,” dedim. Sonra hemen atlıkarıncanın önüne gittik. Atlara binmiş birkaç çocuk vardı, çoğu küçük çocuklardı, birkaç büyük de atlıkarıncanın çevresindeki kanepelere oturmuşlar, onları bekliyorlardı. Gişeye gittim, bir bilet aldım ve ona verdim. Yanımda duruyordu hâlâ. “Al,” dedim. “Ha, bir saniye. Bu da Noel harçlığından kalanlar.” Bana ödünç verdiği parayı uzattım ona.

“Sende kalsın. Parayı benim için sakla,” dedi. Ardından da hemen, “-lütfen,” dedi.

Moral bozucu bir şey, böyle birinin size, “lütfen,” demesi. Yani Phoebe’nin filan. Felaket moralim bozuldu. Ama parayı cebime koydum.

“Sen binmeyecek misin?” diye sordu bana. Bana biraz tuhaf bakıyordu. Anlıyordunuz, artık bana fazla kızgın değildi.

“Bir başka zaman. Ben sana bakacağım,” dedim “Bilet sende, değil mi?”

“Evet.”

“Hadi bin, öyleyse; ben şurdaki kanepedeyim. Seni seyredeceğim.” Gidip kanepeye oturdum. Phoebe atlıkarıncaya çıktı. Çepeçevre dolaştı. Atlı karıncayı bir kez hırladı. Sonra, iri, kahverengi, yıpranmış görünüşlü bir ata bindi. Atlıkarınca dönmeye başlayınca onu izledim. Atların üstünde yalnızca beş altı tane çocuk vardı. “Smoke Gets in Your Eyes” şarkısı çalmaya başladı. Cazlı ve neşeli çalıyordu. Çocukların hepsi altın yüzüğü yakalamaya çalışıyorlardı, tabii bizim Phoebe de. Lanet atın üstünden düşecek diye ödüm kopuyordu, ama bir şey söylemedim, bir şey yapmadım. Çocuklar altın yüzüğü yakalamak istiyorlarsa, bırakın yakalasınlar, bir şey söylemeyeceksiniz. Düşerlerse düşsünler. Onlara bîr şey demeniz bundan daha kötüdür.
Atlıkarınca durunca, Phoebe attan indi ve yanıma geldi. “Sen de bin ama, şimdi,” dedi.

“Hayır. Ben seni seyredeceğim yalnızca. Sanırım, yalnızca seni seyredeceğim,” dedim. Ona harçlığından biraz para verdim. “Al şunu. Hadi, git bilet al.”

Parayı aldı. “Artık sana kızgın değilim,” dedi.

“Biliyorum. Acele et; başlamadan yetiş bari.”

Sonra birdenbire beni öptü. Sonra elini havaya kaldırdı, “Yağmur yağıyor. Yağmur başladı.”

“Biliyorum.”

Sonra, ne yaptı dersiniz -bittim buna- uzanıp cebimden kırmızı avcı şapkamı çıkardı ve başıma koydu.

“Şapkayı istiyor musun?”

“Biraz giyebilirsin.”

“Peki, acele et ama, hadi. Kaçıracaksın. Atın filan kaçacak.”

Ama yine de oyalanıyordu.

“Doğru söylüyorsun, değil mi? Gerçekten bir yere gitmiyorsun, değil mi?” diye sordu bana.

“Tabii,” dedim Doğru söylüyordum ona. Yalan değildi. Buradan eve gidecektim artık. “Acele etsene, hadi,” dedim. “Başlıyor.”

Koştu, bilet aldı ve lanet atlıkarıncaya tam zamanında yetişti. Sonra, kendi atını buluncaya kadar bakındı. Sonra ata bindi. Bana el salladı, ben de ona el salladım.

Vay canına, namussuz bir yağmur başladı! Gök delinmişti sanki, yemin ederim. Bütün anne babalar, herkes sırılsıklam olmamak için kalkıp atlıkarıncanın sundurmasının altına girdiler, ama ben epey bir süre daha kanepede oyalandım. İyice ıslandım ama, özellikle boynum ve pantolonum sırılsıklam oldu. Avcı şapkam epey işe yaramıştı, ama iyi ıslandım yine de. Hiç umursamadım. Birdenbire kendimi  acayip mutlu hissettim,
Phoebe’yi böyle durmadan dönerken görünce. Az kalsın haykıracaktım, kendimi felaket mutlu hissediyordum, doğrusunu isterseniz. Neden, bilmiyorum. Felaket güze! görünüyordu yalnızca, üstünde mavi mantosuyla filan dönüp duruyordu. Tanrım, keşke siz de orada olsaydınız.

J. D. Salinger / Çavdar Tarlasında Çocuklar

Sen aklıma getirdin sen bitir bunu

37

Sen aklıma getirdin
sen bitir bunu

“Gözümde tütüyor kırlar, tek ağaç bile.

…bellek hiç şaşmadan çalışıyordu
buralardan gideli bir yılı geçmemişti sanki.

Bütün varlığım İskele’nin yüzüne bağlı.”

Süreyya Berfe

Kim tartabilir çektiklerimizi

19

Kim tartabilir çektiklerimizi
bulduklarımızı yitirdiklerimizi
nasıl hangi tartıyla

Biz zorla bedel ödeyenler gnomonuz
bilmenin bir yoluyuz
sadece yolu

Tahta bir çubuk çakmışlar yere
zamanı öğreniyorlar bakamayan gözleriyle
basarak gölgelerimize

Süreyya Berfe

Evler Evlilik

aşkı ehlileştirir

Kuzu kuzu oturur bir kenarda
kırlent gibi durur
o kısa ömürlü vahşi

Süreyya Berfe