Aldırmamalıyım

Öldüğümde; üzerimde güneşli nisan ayı
Yağmurda ıslanmış saçlarını sallarken
Kalbi kırık bir şekilde üzerime kapanmış olsan bile, aldırmamalıyım
Huzur bulmam için, yağmur dalları eğdiğinde
Yapraklı ağaçlarınki gibi bir huzur
Ve senin şimdi olduğundan, daha sessiz ve acımasız olmalıyım.

Sara Teasdale

Bir Genç Kıza Öğüt

Sahip olunmaya değer hiç kimseye
Tam anlamıyla sahip olunamaz;
Şunu kalbinin üstüne koy,
Benim küçük kızgın sevgilim;
Bu gerçeği, bu sert ve değerli taşı,
Koy sıcak yanağının üstüne,
Bırak saklasın gözyaşını.
Yalnız olduğunda
Bir kristal gibi tut onu
Ve dikkatle bak buzlu taşın derinliklerine
Uzun, uzun bak ve mutlu ol:
Sahip olunmaya değer hiç kimseye
Tam anlamıyla sahip olunamaz.

Sara Teasdale
Türkçesi: Nurduran Duman

M Treni Patti Smith

Gitmiştim, artık orada değildim; ama kimse bunun farkında değildi. Çünkü hepsine hâlâ oradaymışım gibi geliyordu; küçük yatağımın üstünde oturmuş, oyuna dalmış gibi görünüyordum.

*

Kaybettiğimiz eşyalarımız bizim yasımızı tutar mı?

*

Hiçbir şey hakkında yazmak o kadar kolay değildir.

*

– Siz ikiniz ne konuşuyordunuz?
– Tam emin değilim, o sadece Fransızca konuşuyordu.
– Nasıl anlaştınız peki?
– Kanyak.

*

“What a Wonderful World” şarkısı çalmaya başladı. Oturduğumda gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Arkama yaslandım ve şarkıyı duymamaya çalışarak gözlerimi kapadım.

*

Fakat uçakta çok az kitap okudum. Onun yerine Dünyanın Uzak Ucu’nu izledim. Kaptan Jack Aubrey Fred’i öylesine andırıyordu ki filmi iki kez izledim. Uçuşun ortasında ağlamaya başladım. Sadece geri dön. Geri dön işte. Seyahat etmeyi bırakırım; kıyafetlerini yıkarım.

*

Ran’ı Detroit’in kenar mahallelerinden birinde, yerel bir sinemada izlediğimi anımsıyorum. Kırkıncı yaş günüm için Fred götürmüştü beni. Güneş henüz batmamıştı ve gökyüzü aydınlık ve parlaktı. Fakat üç saatlik film süresince, ki bizim bundan haberimiz yoktu, dışarda bir kar fırtınası kopmuştu ve filmden çıktığımızda kar girdabıyla kaplı kapkara bir gök bizi bekliyordu.
– Film devam ediyor, dedi.

*

– Nasıl oluyor da birbirimizden uzaklaşıp uzaklaşıp yeniden hep birbirimize dönüyoruz?
– Gerçekten birbirimize mi dönüyoruz? diye yanıtladım. Yoksa sadece buraya geliyor ve miskince birbirimizle mi çakışıyoruz?
   Cevap vermedi.
– Topraktan daha yalnız bir şey yok, dedi.
– Niçin yalnız?
– Çünkü meret fazlasıyla özgür.
  Ve sonra gitti. Onun durduğu yere yürüdüm ve varlığının sıcaklığını hissettim.

*

Ferd öldüğünde anma törenini evlendiğimiz yer olan Detroit Mariners Kilisesi’nde düzenledik.

*

Sonunda Michigan’dan ayrıldım ve çocuklarımızla New York’a döndüm. Bir akşamüstü karşıdan karşıya geçerken ağladığımı fark ettim. Ama gözyaşlarımın kaynağını saptayamadım.

Patti Smith
M Treni /Domingo Yayınları

Take me now baby here as I am
-Şimdi al beni bebeğim, ben buradayken.
Pull me close, try and understand
-Yakınına çek beni, dene ve anla!
Desire is hunger is the fire I breathe
-Arzu açlıktır, o da soluduğum ateştir.
Love is a banquet on which we feed
-Aşk yediğimiz bir ziyafettir.

Come on now try and understand
-Hadi dene ve anla
The way I feel when Im in your hands
-Senin ellerinde olduğumda hissettiğim şekilde.
Take my hand come undercover
-Ellerimi alıp sarmala
They cant hurt you now,
-Şimdi canını yakamazlar
Cant hurt you now, cant hurt you now
-Seni incitemezler, canını acıtamazlar şimdi.

Because the night belongs to lovers
-Çünkü gece aşıklara ait.
Because the night belongs to lust
-Çünkü bu gece tutkuya ait.
Because the night belongs to lovers
-Çünkü gece aşıklara ait.
Because the night belongs to us
-Çünkü bu gece bize ait.

Have I doubt when Im alone
-Yalnızken şüphe eder miydim?
Love is a ring, the telephone
-Aşk bir telefon zili…
Love is an angel disguised as lust
-Aşk kılık değiştirmiş bir melek, tutku gibi…
Here in our bed until the morning comes
-Yatağımızdayım, sabah olana kadar.

Come on now try and understand
-Hadi şimdi dene ve anla!
The way I feel under your command
-Senin emrin altında hissettiğim şekilde.
Take my hand as the sun descends
-Ellerimi al, güneş batarken…
They cant touch you now
-Onlar artık sana dokunamazlar.
Cant touch you now, cant touch you now
-Sana dokunamazlar, şimdi sana dokunamazlar.
Because the night belongs to lovers …
-Çünkü gece aşıklara ait…

With love we sleep
-Aşkla uyuyoruz.
With doubt the vicious circle
-Şüpheyle, şiddetli kuşatmayla…
Turn and burns
-Dönüyor ve yanıyoruz.
Without you I cannot live
-Sensiz yaşayamam.
Forgive, the yearning burning
-Affet, özlem tutuşuyor.
I believe its time, too real to feel
-İnanıyorum ki zaman geldi. Hissetmek için çok gerçek.
So touch me now, touch me now, touch me now
-Bu yüzden şimdi bana dokun, şimdi dokun bana, dokun bana!
Because the night belongs to lovers …
-Çünkü gece aşıklara ait…

Because tonight there are two lovers
-Çünkü bu gece burada iki aşık var.
If we believe in the night we trust
-Gecenin içinde inanırsak, güveniriz.
Because tonight there are two lovers…
-Çünkü bu gece burada iki aşık var.

6666. Paylaşım

Derin Kesik

1.
Sitem de cana böyle mi batarmış
Giyindim oturdum sesini çın çın.

2.
Yazmasaydım
Borçlu ölürdüm aşka.

3.
Öyle çok güldünüz ki
Geceyi bozdunuz.
Sizin hüznünüzü de
Korumak bana düştü.

4.
Gözlerine tek nokta siyah düşmesin diye
Işıttım geceyi sabaha dek gövdemle.

5.
Bir tek ben bilirim değerini
Ağzından ağzıma akan sözlerin.

Kim neyi susarsa canımda gölleniyor.
Bu aşkı ben senden sonra da söylerim.

6.
O kadar doğru konuşuyordu ki
Hülyası kalmadı hiçbir şeyin
Kalktım yapacak bir yanlış aradım.

7.
Hepsinin de gözü dışarda
Bu kadar özenme evlere
Yoksa neden bunca pencere…

8.
Yaşlı adam, yaşlı çocuk, yaşlı kız
Savaşın sağladığı eşitlik!

9.
Sorularının yanıtını bilseydim
Şiir yazmazdım.
Git sende herkes kadar
Payını al güneşten.

10.
Bir halkın vicdanıyım ben
Koroya karşı en güzel şarkı.

11.
Bir sarkaçsın, dedi
Yapıp yıkan
Yapıp yıkan.

Beni anladı ve gitti.

12.
Yakın olan her şeyi sıkıcı yapan
Ey uzak zamanlar
Her yerden sızıyorsunuz.

Gidip o ihtiyara sormalı bunu
Kirpikleri ellerinden çok titreyen.

13.
Dil yarası ağır dedim susmadın
Sesin yetmedi ki sürdün üstüme
Gözlerini de elimden aldın.

14.
Pınarın başı değil
Evlerinin önü değil
Bahçe bağ hiç değil.

Tam bir umutsuzluk
Bu koyu kalabalık.

15.
Memeleri sesinden daha yüksek çıkıyordu
Bir şarkıyı ustaca bitirdi bacakları.
Her şeyi kasıklarıyla dinleyen kalabalığa
Sanat üzerine uzun uzun konuştu.
İlgisi olursa büyüklerinin
Ülkesini dışarda temsil etmek istiyordu.

Ruhi Su’yu alıp yanıma acıyla çıktım geceye.

16.
Gitsem yaprak gibi titriyor
Gitmesem
Günah sayıyor sevincini.

17.
Kar geçti. Papatya geçti.
Kehribardan nergise döndü dünya.

Azala azala canımla kaldım
En uzun sensin ey beşinci mevsim.

18.
Evlerden çıkınca gittiğini sananlar
Taşıtlara binince gittiğini sananlar
Bir ülkeden bir ülkeye salıncaklar kurun
Değil mi önünüzde ardınızda çocukluğunuz
Bir sitem taşıdır ancak başınızı koyduğunuz.

19.
Ne zaman beni göremezsen
Arkana döndüğünde
Yalnızlığın o zaman başlayacak.

20.
Ben eşikleri seviyorum
Kirpikleri, parmak uçlarını
Dumana batmış sözleri;
İçeriyi de dışarıyı da
Güzel gösteren eşikleri.

21.
Anneleri polis götürüyor.

Çocuklarını da götürmüşlerdi.

Gözlerimiz dilimizde bir kekeme köz
Bütün bir ülke
Güvenlik içinde yaşayıp gidiyoruz!..

22.
Odalara yağan yağmurları içtim
Elmaların çiçeklerini öptüm uzun uzun
Kırlangıçlar bulutlara girdi çıktı
Bir güneş sağanağı bir güneş sağanağı
Her şeye genişlik veren bir rüzgâr…

Şimdi bir türkü söylese birisi
Sesi kim bilir ne güzel kokar.

23.
Yüz felcine çevirdik su gibi gülüşleri
“Mezar arasında harman olur mu?..”

24
Biri gelişin, dünyayı isteyen sorular
Öteki gidişin, kırılmış kirpik tufanı
İki ölümle besleniyor kalbim.

Şiirden başka bağışlayanım yok.

25.
Küçücük bir serçe kuşu
Çıkmış şakıyor ölüme karşı.
Güzel değilsiniz işte
Ağzından bir kez dünya çıkmayanlar.

26.
Şiddetin özgürlüğü
Olsa gerek bu, dedim
Bir meydan dolusu polis
İnsanları dövüyordu.

Islık gibi çevirdim
Yüzümü gökyüzüne
Güneşin üniforması yoktu.

27.
Bir cezayirmenekşesiydi ağzı
Memelerinin tomuru, kasıklarında çarpan kan
Saksısı ne kadar darsa o kadar geniş açan;
Aşkı iyilikle yoğura yoğura
On üç yıl menevişler düşürdü canıma…

Odur mezarımdan yükselecek son şiir.

28.
Balı anlamadım
Yarım bıraktım tuzun tadını
Köpüren süte su kattım.
Bilemedim, bir kirpik
Nasıl bunca uzağa düşer.

Sevmesin senden sonra
Beni kimseler…

29.
                                   Fethi Naci’ye

Gidin o vadesi ölülerü toplayıp getirin
Son çığlıklarına sararak soğumuş bedenlerini.
Ben bir cumhuriyet kuracağım, ülkesiz, sahipsiz
Şarkılarına küçücük bir iç çekişin karışmadığı.

30.
Geceyi giyinen kadın
Sokak mı ev mi
Bilsem söylemez miyim?
Her yerde bir bunaltıyken.

Bize kadardır hükmü
Gittiğimiz yeniliğin.

31.
Bütün tezgâhları boşa çıkardı
Güneşe bakan adam.

Bir iğdiş şehvettir hükmün
Ey alınır satılırın saltanatı.

32.
Büyüklerin bunca uzun yaşadığı bir ülkede
Bir onur dersi midir çocukların ölümü?…

Sevgilim
Aşkın yaşını geçtiğim gün
Beni ellerinle kalabalığa göm.

33.
Ay ışığını yemenisine doldurup
Evine giriyor kadın
Bugün de uzak dolandı güneş…

Ey yalnızlığın dili
Kimleri nerelerden getirirsin şimdi.

34.
Yaz gelir, dedim
Geçer üşümesi kalbimizin.
Bu, dünyalık acele
Batar bir gün bedenine insanın.
Bir külü üflemekten bembeyaz
– Ağzımızda bir kesik su –
Uzanırız simsiyah yataklara..

Anlatabilmek için bunu sana
Kaç güz yaşattım, kaç gözyaşı kurusu:

Bir tek pişmanlığın gülü solmaz.

35.
Annem yollara bakarak uzatıyor ömrünü
Kızlarını kendi yaşına getirdi uğraşa uğraşa.
Mezarlığı yatak odasına taşıyalı beri
Yalnız oğullarının uzaklığını büyütüyor.

Ödül müsün ceza mı ey geçmiş zamanlar
Kurtulan da mutsuz senden kurtulmayan da.

36.
Küçücük adımlarıyla büyük bir koşuya çıkmış
Var olmaktan önce görünmek istiyor.
Bir insan resmi çiziyorum kâğıda
Dili ensesinden çekilmiş, gözleri yarılmış nar
Suçu neydi diye bana soruyor.

37.
Gecesini gözyaşıyla ışıtan çocuk
Daracık bir oda benim de aydınlığım.
Kimi görürsem kalbini eliyle tutan
İki elim iki çığlık yalvarıyorum:

Güneş batarken ayrılmayın ne olur…

38.
Bu uzaklıktan sonra
Yedi rüzgâr yılı bu uzaklıktan
İki kaşının arasında durdum.
Ayrılırken su verdiğim keder
Bir gülüşlük olsun solsaydı eğer
Gecikmiş bir ölümü
Oracıkta ölürdüm.

Şükür çektiğim bu güzel acıya
Şükür kaşlarının gönül bilir eğrisine…

39.
Ölüm mü?..

Bütün ayrılıklarımı yüklenmiş bir tren
Sarı bir istasyondan alsın beni.

Ey dalgın kasabalar
Böyle ödeşelim bari
Yaşarken küçümsedim kaderinizi.

40.
                                        Hatice’ye

Kadınım benim
Tenha gezen evliyam.
Ben gittimn harf harf dağıldım
Sen tamamladın cümlemi.

İyi adam olur muydum
Yazmasaydım…

Ölüm bile zor yanıtlar bunu…

41.
Su verdin çocuğa
Dicle’den bu yana susuyor
Devletin ateşinde.

Ey rahat uykular
Doğan günden sizin
Ne alacağınız var…

42.
Hece hece bölerek
İnandığım her güzelliğini
Kime seslendim neyi sustuysam
Seni yücelttim.

Bu yüzden azaltmadı gidişin beni.

43.
Ey tek heceli bir dille
Dünyayı dolduranlar
Nasıl duyacaksınız susanları…

Gölgeniz bir gün önünüze düşmedi
Hezaran sandalyeleri bilmezsiniz.
Geceniz yok, akarsuyunuz yok
Siz içerdeyken yağar hep yağmur.
Bahçeniz yüzü olmayan bir mevsimdir
Yıldızları küçümser ışıklarınız…

Dünya nereye kadar sizi- –
Bir gün aynalarınızda
Gözleri topuklarından başlayanlar…

44.
Ben hep başkalarını- –
İnceliktir en azından.
Sizin neyiniz vardı
Sevincinizden başka?..

45.
Üç yıldır sessizce çalışıyorum ölüme
Azrail gelecekse senin yüzünle gelsin.
Ben, son bir kez yüreğim ağzımda
Sen bütün acılarının hesabını görürsün.

46.
Kimseyi zorlamadım,
İçtenlikten başka.
Yanlış bedestende
Yanlış akçe.
Has duyguydu
Verilen, alınan
Hak etmedim kimseden
Benim, bana
En büyük sitem.

1998-1999

Şükrü Erbaş

Gururla Bakıyorum Dünyaya

çünkü isyan bıçağıdır böğrüme saplanan sancı
çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum
ve kederin
ve solgun yüzlü işçilerin üzerine
dağbaşlarının hırçınlığı savruluyor benden.
çünkü beni ateşiyle dimdik tutan kin
çünkü benim gözbebeklerimde tutuşan şafak
miting afişleri
cesur pankartlar
ve binlerce militan
derin denizlerin aydınlığı
zorlu sabahlar
gökyüzü ve lâle
sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata.
çünkü ben sevdiğim kızı
yaşamak gibi
halkım gibi sevdiğim kızı
/ki şiirini yazamayan
ve türküsünü söyleyemeyen halkım gibi
binlerce ve binlerce kurşunlanan halkım gibi
zincirlere vurulan
savaşlara yollanan
vergilere bağlanan halkım gibi
felç ofmuş yalnızlıklara bırakarak
büyük acıların ve gözyaşının içine bırakarak
şiirlerimin bir bıçak gibi ışıldadığı
devrim türkülerini
ve başkaldırmayı öğreten dudaklarını
bir kere olsun öpemeden
bir kere olsun tutamadan kaygısızca
serin bir yaz gecesi gibi ürperen ellerini
hatta boynunu ve ayak bileklerini
bilemeden bilemeden bilemeden
vurdum yüreğimi şanlı kavgaya
barışın ve özgürlüğün dağlarına yürüyorum işte
/yiğitsen uslandır beni
ey yasakların
kahpeliğin
ve soygunların koruyucusu
türkü çağıran kızlarımı sustur
ve kahraman oğullarımı,
mezar kaza kaza kederli, kızgın
tohum serpe serpe hünerli
ve sömürüle sömürüle bomboş
ve açlığın
ve zulmun izlerini
derin uçurumlarında taşıyan ellerimi
nacaklara ve tırpanlara sarılan ellerimi
mavzerlere sarılan ellerimi
zincirlere vur gücün yeterse.
ama adına yaşamak dersen
ot gibi, saman gibi yaşamak dersen
bir solucan gibi yerlerde sürünerek
ezilerek
horlanarak
sömürülerek
re-zil-ce
çatlayan tomurcuğun
doğan çocuğun çığlığını duymadan
gül benizli sevgilinin
titreyen göğüslerini öpmeden doyasıya
korka korka
yana yana
her gün biraz daha derinden
her gün biraz daha kapkara duyarak ölümü
aç ve arkasız
köpekleşerek
yaşamak dersen
bu yürek
çat diye çatlasın be!
gelgelelim parlayan güneşi
emekçi halkların
kahraman halkların güneşini
şehvetle içine dolduran toprak
şimdi sımsıcak
şimdi ulaşılmaz
şimdi olgun meyvalarla dolu
bahar bahçelerini salmaktadır dünyaya,
ve gül benizli sevgililerin dudaklarında hayat
bizi aşka ve kavgaya çağırmaktadır,
bıçak kemiğe dayandığı
ok yaydan fırladığı için değil
/bu bezirgan saltanatı
bu zulum bitsin diye
ağaran günler için
yeni bir dünya uğruna
yüzlerinde cesaretin onuru
ve imanlı gücü dövüşen dünyanın
emperyalizme karşı dövüşen dünyanın
ve ölüme
gülerek koşan genç savaşçıların
al bayrakları dalgalansın
dalgalansın dalgalansın
kinle boğuşan yorgun yüreği
aydınlansın diye anamın.
felaketler geçirmiş anamın
dişleri dökülmüş kederli ağzı
ağlamaya hazır gözleri
safrası
ve sonsuz
ve dağlar eriten sabrı,
merhameti
yani bir bütün halinde insanlığımız
yunsun, arınsın diye duru pınarlarda
alın terinin namusu kurtulsun diye
kurtulsun diye sıcak somun
acı soğan
ve çiçekli basmalar
ahdettik
vefa ettik
kelle koyduk
ölen ölür dostlar
düşmanlar heyy
kalan sağlar

Orhan Kotan

Yoksulluk Bilgisi

Yoksulluktan ışıklı bir durum olarak söz ettiğimde, görüyorum, sefaleti yüceltiyormuşum gibi yüzlerini buruşturuyorlar… Sesim ince bir dumana, sonra bir cine dönüşüp mallarını mülklerini çarpacakmış gibi kirpik telaşıyla bakışlar boşluğa…

Bir yutkunma, bir soluk kaçırma şiddeti; yoksulluğumu sevdim seveli gözler kapanıyor yüzüme, kalbimin derinliklerinde sessizce patlayan bir şiddet, neredeyse ilk gençliğimden beri bu şiddete karşı cebimde bir kurbağayla dolaşıyorum, yoksulluk bilgisi dediğim küstah bir kurbağayla…

Pek de acele etmeden çekip giderim ve havada yabansı bir vıraklama sesi asılı kalır…

Yoksulluk, bir yaşam biçimi olarak seçilebilir, dünyada kendiliğinden var olan şeylere eklenerek sessiz, sade, mudu bir yaşam sürebilir insan, azla yetinme konforunu isteyebilir… Yaşamak için hiç de gerekli olmayan nesneleri satın almak için, ömrünüzü satmamayı seçebilirsiniz pekâlâ, mümkün olduğunca kaçınabilirsiniz bundan ve kaçınabildiğiniz ölçüde de özgür olursunuz. Yoksul bir hayatın içine doğmuş olan insanlar, bir masal sessizliğinde yaşayıp gidebilir, sürekli olarak hayatlarının kötülendiği, onları dışarı çağıran, zalimce bir aşağılamaya, propagandaya maruz kalmasalar… Ne yazık ki.

Başından beri yoksul insanlarla diğer insanlar arasında geçiş olamayacağını söylüyorum ben, iki ayrı dünya, iki ayrı hayat… Yoksulların dünyadaki varoluş bilgisine öteki insanlar sahip değiller, öteki insanların varoluş bilgisine de yoksullar sahip değil… Bu, iki ayrı dünyayı kafamda eşitleyen bir durum, ama dil öyle kurulmamış. Yoksulluğa düşülüyor, zenginliğe çıkılıyor, yukarıda, yüksekte onların dünyası.

Hayatın aşağısı yukarısı yoktur, varsın öyle yanılsınlar diyebiliriz, ama kurdukları dil, sürekli üreyen, yıldırıcı, yıkıcı bir şiddete yol açıyor…

Yoksullar, kendileri hakkında kavramlar kullanarak konuşmazlar, nasıl yaşayıp gittikleriyle ilgili yorum yaparken dinlediniz mi onları hiç? Yoksullar hakkında konuşurken istemeyerek ödünç aldığım bir dille konuştuğumu hissediyorum sürekli olarak, kurduğum her cümlede, anlattığım her hikâyede, bize dayatılmış bir dilin sıkıntısı taşıyor içimden… ‘Yoksulluk, yoksullar… Fakirlik… Bu sözcükler
dışarıdan söylenmiş, bizi aşağılara bir yere, kendilerini de yükseklere konumlandırmak isteyen başkaları tarafından söylenmiş, aralarında doğup büyüdüğüm insanlardan söz ederken, ‘Yoksullar, diye lafa başladığımda hep o ağır üzüntüyü yaşıyorum, tepeden, yukarıdan bakmış gibi oluyorum onlara çünkü…

Madem dile o kadar karşısın, neden yazıyorsun diye sorarlar bana hep, dili aradan çıkarmak için sanırım, dilin yarattığı uğursuz gürültüye katlanamıyorum. Bugün ve geçmişte, yoksullar hakkında konuşan insanlar, yoksulluğunu kaybetme durumuna gelmiş, içine doğduğu hayatın kötülüğüne kanarak dışarı uğramış, ya da dışarı çıkmak için çırpınan insanlar hakkında konuşuyorlar, yoksulluğuna ihanet etmiş ve edecek insanlar hakkında konuşuyorlar, yoksullar hakkında değil.

Yoksullar dünyada kendilerini nasıl taşıyor, mülkiyet duygusundan uzak, güçsüz, iktidarsız… Bu durum nasıl bir iç dünyaya denk düşer? Yoksulluk bir razı olma durumu mudur? O ilk duygulara dönerek yoksul olduğumu nasıl ve ne zaman anladığımı anımsamaya çalışıyorum, dışarıdan yönelen uzak bakışlarla hissettiriliyor, anımsadığım şeylerden biri bu, yoksul olduğumu kendi yakınlarımdan öğrenmedim. Ama onlardan çevreye rahatsızlık vermeden, yoksulluğumu nasıl taşıyabileceğimin eğitimini aldım. Yoksul çocuklar başka türlü terbiye ediliyorlar. Yoksulların da geleneksel bir bilgisi var. Yoksul kalarak, mutlu yaşamanın mümkün olabileceğini aktaran bir bilgi bu…

Yoksul bir insan olduğumu öğrendikten, belli bir yaşta bu bana başkaları tarafından sözle de işittirildikten sonra, dünyada kendimi yoksul bir insan olarak nasıl taşıyacağımı öğrenmeye geldi sıra… Çocuklara büyüyünce ne olmak istedikleri sorulur, tüm çocuklara sorulur bu, yoksul çocuklara ne olmamaları gerektiği konusunda bir bilgi aktarılır. Benim olmaktan en çok korktuğum şey hırsız olmaktı, sürekli olarak yoksul çocukların çalmasına karşı açık ya da gizli önlemler alınır çünkü, geri dönüp baktığımda anımsadığım ilk şeylerden biri de bu, olabileceğim şeylerin heyecanıyla öne atılacak bir çocuk değilim ben, olmamdan korkulan şeylerin dikkatinin oluşması gerekiyor bende…

İnsanın olamayacağı bir şeyi aşağılaması bana çok aptalca gelir her zaman, karıncanın üstüne basıp onu öldürebilirsiniz ama asla o karıncanın dünyada nasıl varolduğunu, kendini nasıl hissettiğini, karınca olma halinin ne demek olduğunu bilemezsiniz… Bilemediği her şey, her durum için insanın bir çekingenliğinin olması lazım… Sadece yoksullar için değil, bütün varlıklar için söyleyebilirim
bunu, kuşları izlerken nasıl büyüleniyor, bir dağın, bir vadinin görünümü karşısında nasıl iç geçiriyorsa, başı hoş yoksullar karşısında da öyle büyülenmeli insanlar. Ancak böyle bir kendini bırakışla, gönül yumuşaklığıyla dünyada gerçek eşitlik kurulabilir, benim yoksullukta eşitlenmek dediğim şey bu…

Efendilerin dünyası yoksullara ne kadar kapalıysa, yoksulların dünyası da efendilere o kadar kapalı, bunun bir duyarlılık, çekingenlik yaratacak bir bilinç olarak insana işlemesinden söz ediyorum…

Latife Tekin

Evimin En Yüksek Penceresinden

Evimin en yüksek penceresinden
Beyaz bir mendille veda ediyorum
İnsanlığa armağan şiirlerime.

Ve ne mutluyum ne de üzgün.
Bu alın yazısı şiirlerimin.
Ondan yazdım ve göstermem gerekir herkese.
Çünkü başka bir şey yapamam.
Çiçek rengini nasıl gizleyemezse,
Nehir akışını nasıl gizleyemezse,
Ya da ağaç meyve vermesini.

İşte almış başını gidiyorlar, sanki bir arabayla
Ve elimde olmadan üzülüyorum,
Bir yerim ağrıyormuş gibi.
Kim bilir kim okuyacak onları?
Kim bilir kimlerin ellerine geçecekler?

Çiçek, yazgım gözler için koparmıştı beni.
Ağaç, ağızlar için toplanmıştı meyvelerim.
Nehir, sularımın yazgısıydı benim içimde kalmamak.

Boyun eğiyorum ve neredeyse mutlu
Hissediyorum kendimi
Neredeyse mutlu, üzgün olmaktan yorulmuş
Biri gibi.

Gidin, gidin benden!
Ağaç geçip gidiyor, doğa her yana saçıyor
Ondan kalanları
Çiçek soluyor, tozu sonsuza kadar kalıyor.
Nehir akıyor, denize ulaşıyor, sularında her zaman
Kendi suları.
Ben de geçip gidiyorum ve kalıyorum, Evren gibi.

Fernando Pessoa

Huzursuzluğun Kitabı

193
2 Eylül 1931

Hayatımın adım adım çöküşüne, olmaya özendiğim her şeyin ağır ağır sulara gömülüşüne tanıklık ettim gizlice. Diyebilirim ki, gönlüm neyi arzuladıysa ya da bir anımı, en azından bir anın düşünü neye vakfettiysem, en üst kattaki bir saksıdan düşmüş bir taş gibi kapımın önünde bin parçaya ayrılmıştır, lafı dolandırmadan söylenebilecek ölü gerçeklerdendir bu. Hatta Kader’in oldum olası en büyük eğlencesi, kendine ait şeylere karşı bende sevgi ya da istek uyandırmak olmuştur, sırf ertesi gün o şeye sahip olmadığımı, asla da olamayacağımı göreyim diye.

Kendi kendimi alaycı bakışlarla izlerken, ne olursa olsun hayatı seyretmekten de hiç vazgeçmedim. Ve artık, bütün muğlak umutların hüsranla sonuçlanacağını kabullenmiş biri olarak, umutla hayal kırıklığını aynı anda tatmanın özel zevkinin ıstırabı içindeyim, hem acı, hem tatlı bir yemeğe benziyor, bu acıyla tatlı arasındaki zıtlık, tatlıyı iyice bala çevirmiş. Bütün savaşlarda peşinen yenilmiş şimdi her yeni çarpışmadan önce son geri çekilme hareketini her ayrıntının tadını çıkararak kağıda döken karamsar bir generalim ben.

Kader muzip bir cin gibi hep peşimdeydi. Akıl fikri her neyi arzularsam arzulayayım elimin boş kalacağını zihnime kazımaktaydı. Yolda yürürken gözüm evlenme çağına gelmiş bir genç kızın siluetine ilişse, gayet kayıtsız bir edayla bir an için o benim olsa ne hissedeceğimi hayal etsem, hayalimin on adım ötesinde genç kız mutlaka bir adamla buluşur, o da ya kocası çıkar ya aşığı. Romantik biri bundan bir trajedi çıkarırdı; bir yabancı ise aynı olayı bir komedi gibi yaşardı; ben ise ikisini harmanlarım; çünkü benliğimin derinlerinde romantik, kendime karşı ise bir yabancıyım; sonra da yeni bir ironi sayfası açarım.

Kimileri, umutsuz yaşanmaz, der; kimine göreyse esas umut varken hayat bomboş kalırmış. Bugün ne umut besleyen, ne de umutları kırılan biri olarak bana göre hayat, benim de dahil olduğum basit bir çerçevedir, sırf göz zevkine hitap eden, belli bir konusu olmayan bir gösteri gibi izlerim onu– hep yarım kalan bir baledir o ya da rüzgarla kımıldayan yapraklar, gün ışığının sürekli renk değiştirdiği bulutlar, şehrin birbirine benzemez mahallelerinde rasgele çizilmiş eski sokaklardaki keşmekeş.

Aslında varlığımın büyük bir kısmını yazdığım metinler oluşturur; bölümler ve paragraflar halinde ilerlerim ben, kendime noktalama işaretleri serpiştirir, imgeler çılgınca kapışılırken çocuklar gibi gazete kağıdından kaftanımla kral olurum ya da kelime öbeklerini bestelerken, kupkuru, ama düşlerimde hep canlı kalan çiçeklerden deliler gibi taçlar takarım başıma. Ve hepsinden önemlisi varlığının bilincine varmış bir kukla kadar sakinimdir arada bir sivri külahının tepesinden sarkan ve zaten kafasının ayrılmaz bir parçası olan çıngırağı sallayan bunu da hiç olmazsa bir şeylerin yankısı duyulsun diye yapan bir kukla – bir ölünün hayatıdır şıngırdayan, Kader’e yapılan nazik bir uyarı.

 Ne var ki kim bilir kaç kez, o keskin boşluk duygusunun ve bütün bunları düşünmenin sıkıntısının bu dingin tatminsizliğin içinden yavaş yavaş yükseldiğini, bilinçli bir coşkuya dönüştüğünü duymuşumdur! Bir susup bir başlayan seslerin ortasında konuşmaları yakalamaya çalışan bir adam gibi, bu insan hayatına yabancı hayatın -kendine dair bilincinin dışında hiçbir şeyin yaşanmadığı bu hayatın temelindeki acıyı kim bilir kaç kez tatmışımdır! Kaç kez kendimden uyanıp bir sürgün yeri olan benliğimin derinliklerinde en azından gerçek bir acıya sahip mutlu insan, sıkıntı yerine yorgunluk duyan mesut insan, ıstırap çektiğini farz edeceğine ıstırap çeken, ölmeye yatacağına, evet, kendini öldüren herkesin “insanı” olmanın katbekat daha iyi olacağını sezmedim mi!

Bir roman kahramanı, okunmuş bir hayat olup çıktım. Hissettiğim her şey, sadece ve sadece (bütün çabalarıma rağmen) yazılmak üzere hissediliyor. Ne düşünürsem anında kelimelere dökülüyor, imgelere karışarak bozuluyor, belli ahenklere kavuşuyor, ne var ki o ahenkler de çoktan başka şeye dönüşmüş oluyor. Kendimi durmadan sil baştan kurgulamaktan mahvoldum. Kendimi düşünmekten düşüncelerim haline geldim ama artık ben değilim. Kendime iskandil salladım, sonra iskandili bırakıverdim elimden; ömrüm, derin miyim, değil miyim diye düşünmekle geçiyor, ama artık bakışlarımdan başka iskandilim yok, baş döndürücü bir kuyunun kara aynasında, kendi yüzümü gösteriyor bana bakışlarım, yüzü onu seyretmemi seyrediyor.

Bir tür iskambil kağıdıyım ben, eski, bilinmedik bir resim, kaybedilmiş bir oyunun biricik izi. Hiçbir anlamım yok, değerimi bilmiyorum, kendimi bulabilmem için nirengi noktalarım ya da kendimi tanımama yardım edebilecek bir işlevim yok. Ve böylece, özümden çok, kendimi tarif etmek için (tarifte doğruluk payı varsa da üç beş yalan da yok değil) kullandığım art arda yağan imgelerde bulur oldum kendimi, kendimi öyle çok anlattım ki sonunda varlığım tükendi, mürekkep niyetine ruhumu kullandım ben de, hem zaten başka bir işe yaramıyor. Ama heyecan söndü bile, tekrar boyun eğiyorum. Kendimdeki bene geri dönüyorum, bir hiç olsa bile. Ve gözyaşsız yaşlara benzeyen bir şey donup kalmış gözlerimi yakıyor, var olmamış bir sıkıntıya benzeyen bir şey kupkuru boğazıma oturuyor. Ama ağlamış olsam, ne, ne uğruna ağlamış olacağımın farkındayım, ne de niye ağlamadığımı biliyorum. Düş evreni gölge gibi peşimde. Ve benim uyumaktan başka isteğim yok.

194

Yüreğimin tam ortasında büyük bir yorgunluk var. Asla olamadığım kişi beni üzüyor, ondan bana kalan anılardan neye olduğunu anlayamadığım bir özlem kabarıyor. Umutlara ve kesin inançlara çarpıp düştüm, benimle birlikte bütün batan güneşler de düştü.

Huzursuzluğun Kitabı / Fernando Pessoa
Can Yay. Çeviri: Saadet Özen

Hişt, Hişt!..

Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.

Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekalâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.

Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:

– Hişt, dedi.

Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:

– Hişt hişt, dedi.

Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.

Hişt! dedi yine.

Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.

Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi hişt hişt diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:

– Hişt hişt hişt, dedi.

Hani bazı kulağımızın dibinde çok danıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.

Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.

Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.

Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.

İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.

Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.

Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.

– Merhaba hemşerim, dedi.

– Ooo! Merhaba! Dedim.

Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!

– Buyur beğim, dedi.

– Bir şey söylemedim, dedim.

Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.

– Hişt hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.

– Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.

– İyi değil, dedi.

– Baklayı ne zaman keseceksin?

– Daha ister, dedi.

Nefes alır gibi hişt dedim.

Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.

– Kuşlar olmalı, dedim.

– Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.

– Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı…

– Yıkattın mı?

– Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.

– Çocuklar nasıl? diye sordum.

– İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya…

– Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi Allah’aısmarladık!

– Haydi güle güle.

Biraz uzaklaşınca:

– Hişt hişt.

Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.

– Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.

– Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?

– Sen değil misin hişt hişt diyen?

– Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

– Hişt hişt!

– Hişt hişt!

– Hişt hişt!

Sait Faik Abasıyanık

‘Bir gönüle iki sevda sığmaz’

Bediüzzaman’ın ‘Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek evladır.‘ sözünü çok severim. Bu, insandaki ilahi merkez olan kalbin asıl sahibinin Allah olduğunu söyler.

Orası, Sahibi’nin teşrifine hazır olmalıdır. Yani gayrdan arınmalıdır. Dünyayı fiilen terk etmek imkânsızdır, o halde asıl terk kalpte olacaktır. Büyük bilge Rabia günlerdir su ile iftar ve sahur etmekten bitap düşmüştür. Akşama doğru komşusu yaşlı kadın bir kap yemek getirir. Almak istemez. Kadın ısrar edince alır. Ezan yaklaşınca, pınardan su getirmek üzere elinde desti çıkar. Eve döndüğünde kapıyı açık bıraktığını, içeri muhtemelen aç bir hayvanın girdiğini, yemeği afiyetle yiyip gittiğini anlar. ‘Neyse’ der, ‘onun kısmetiymiş, ben de su ile iftar ederim.’ Vakit girince önce abdest alıp namaz kılmak ister. Başı döner, elindeki desti düşer, kırılır, su yere saçılır. Yerde yığılıp kalmış halde, göğe bakar, ‘yetmedi mi?’ diye seslenir. Kalbine bir kelime siner : ‘İste, bütün dünyayı sana vereyim…’ Gözleri bir an parlar. Fakat sevinci kursağında kalır. ‘Bu durumda, senden kırk yılını geri alırım…’ Kırk yıldır zühd içinde yaşamaktadır. ‘Zira bir gönüle iki sevda sığmaz…’ Yaşamımıza yön verdiğini sandığımız o hadisi anar dururuz: ‘Yarın ölecekmiş gibi ahiret yurdu için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın.’ İyi güzel de, bizler genellikle bunun ikinci yarısını dikkate alırız. Oysa insanın kalbini asıl yatıştıran, onu tümüyle Sahibi’ne iade etmektir. Kalbimizdeki en küçük dünya tortusu, bizi, bütün Rububiyet vehimlerinden arınmamızı gerektiren kulluk düzeyine erişmekten alıkoyar. Hele yoksulluğun yaygınlaştığı, tabakalar arasındaki uçurumun büyüdüğü, zenginliğin bizatihi bir değer olarak algılandığı bir zeminde… İşin doğasında bir yatışmaz yapı var demek ki. Zenginleşmeli, hizmet etmeli… Bu önerme çoğu zaman tersine de işleyebiliyor. Zenginlik bizatihi istenen bir şey haline geldiğinde amaca dönüşebiliyor. Oysa, İbn Arabi’nin dediği gibi ‘neye talipsen osun’ ve, ‘bir şeyi elde etmek istiyorsan onu terk et.’ terk ettiğin şey mutlaka sana döner... Bu satırları yazmama sebep, bu ayda doğup ölen büyük Akif’in ‘Kocakarı ile Ömer’ hikâyesini tekrar okumam. Özellikle yönetici elitlerin okumasını salık veririm. Özellikle de, ‘Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,/ Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!’ dizelerini.

Sizler için fakirlikten korkmuyorum…

Aralık ayı bir Hz. Mevlânâ’ya, bir de Akif’e yuvalık ediyor. Bugünlerde Akif’i yeniden yeniden okumanın vaktidir. Hele de andığım hikâyeyi. Bediüzzaman’a, ‘İslamiyet ehl-i ilmin ve fukaranın kalesidir’ sözünü hangi gerekçe söyletti bilmiyorum, ama, evsizler, göçmenler, sokaktakiler, yoksullar, zayıflar, hastalar, yetimler, dullar, sahipsizler, düşkünler, çaresizler, çocuklar, yaşlılar… bir ülkede insanlığın hicranı olan bu zümre mutsuz ise, kendisini sahipsiz hissediyorsa, Müslümanların dilinden zenginliğe dair sözler düşmüyorsa durum hiç de içaçıcı değildir. Evsizliği, modern teknolojinin bir semptomu olarak gören Heidegger’e tümüyle katılmak mümkün değil. Yoksulların mesken tutmayı bilmemeleri, evin çağrısına sağırlaşmaları, bizim gibi çarpık kapitalist memleketlerde, ontolojik olarak bir ‘yerleşme’ sorunu olmaktan çok, adaletsizlikle, servetin birilerinin lehine/aleyhine birilerinde birikmesi dolayısıyla kirlenmesiyle ve bizatihi zulmün bir aracı haline gelmesiyle ilgilidir. Derrida’nın hatırlattığı gibi, mesken tutmak varoluşun koşulu olmadığı gibi, meskensizlik de anlamsız bir varoluş değildir.

O halde bir gönüle iki sevdanın sığmayacağını öğrenmeksizin hakiki anlamda mümin olmak da imkânsız görünüyor. Dünya bir emanet, içindekiler minnetsiz koparacağımız mülkümüz değil. Biz bu muazzam varoluşun içinde, O’nu temsilen, adalet ve merhameti koruma isteğiyle donanmış fanileriz. Bunu bize sık sık hatırlatan Mehmed Akif gibi dervişleri can kulağıyla dinlemeliyiz:

‘(…) Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?/ Yarın huzûr-i İlâhide, kimseler, Ömer’in/Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;/Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle./Bir ihtiyar kan bî-kes kalır, Ömer mes’ûl!/Yetîmin, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!/Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:/Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!/Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:/O damla bir koca girdâb olur boğar Ömer’i!/Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;/Ömer koğulmada her mâtemin civârından!/Ömer halife iken başka kim çıkar mes’ûl?/Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl!/Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den…/Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?(…)’

Bir mazlumun, bir yoksulun, bir kimsesizin ahı düşerse toprak kirlenir, zulme batar ve koca bir girdap haline gelerek başta yönetici seçkinler olmak üzere zenginleri boğar. Akif, Hz. Ömer’in taşımakta zorlanacağı bu ağır yüke sesleniyor yüzyıllar sonrasından. Bugüne de, bize de sesleniyor, boynumuzdaki vebali göstererek… Bir gönüle iki sevda sığmayışının işareti bu. Geçenlerde Ahmet Altan’ın Haram yazısında yeniden hatırlattığı gibi, kamu parasını kullanırken mutlak adalet duygusunu kuşanmış olmak gerekiyor.

“Benden sonra size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılmasından (gönlünüzü onlara kaptırmanızdan) korkuyorum.” Bu uyarıya her zamankinden daha çok muhtacız. “Şüphesiz her ümmetin bir fitnesi vardır, ümmetimin fitnesi (imtihan vesilesi) de maldır.” Bunun gibi Nebevi uyarılara… “Altın, gümüş, kumaş ve abaya kul olanlar helâk oldular. Eğer onlara istedikleri verilirse hoşnut olur, verilmezse hoşnut olmazlar.”

“…Sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”

“Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye (aşırı) düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.”

Yoksulların hikâyelerini bize en güzel anlatan Latife Tekin’e kulak vermeli bir de: ‘Yoksulluktan ışıklı bir durum olarak söz ettiğimde, görüyorum, sefaleti yüceltiyormuşum gibi yüzlerini buruşturuyorlar… Sesim ince bir dumana, sonra bir cine dönüşüp mallarını mülklerini çarpacakmış gibi kirpik telaşıyla bakışlar boşluğa… Bir yutkunma, bir soluk kaçırma şiddeti; yoksulluğumu sevdim seveli gözler kapanıyor yüzüme, kalbimin derinliklerinde sessizce patlayan bir şiddet, neredeyse ilk gençliğimden beri bu şiddete karşı cebimde bir kurbağayla dolaşıyorum, yoksulluk bilgisi dediğim küstah bir kurbağayla… Pek de acele etmeden çekip giderim ve havada yabansı bir vıraklama sesi asılı kalır… Yoksulluk, bir yaşam biçimi olarak seçilebilir, dünyada kendiliğinden var olan şeylere eklenerek sessiz, sade, mutlu bir yaşam sürebilir insan, azla yetinme konforunu isteyebilir… Yaşamak için hiç de gerekli olmayan nesneleri satın almak için, ömrünüzü satmamayı seçebilirsiniz pekâlâ, mümkün olduğunca kaçınabilirsiniz bundan ve kaçınabildiğiniz ölçüde de özgür olursunuz. Yoksul bir hayatın içine doğmuş olan insanlar, bir masal sessizliğinde yaşayıp gidebilir, sürekli olarak hayatlarının kötülendiği, onları dışarı çağıran, zalimce bir aşağılamaya, propagandaya maruz kalmasalar… Ne yazık ki.’

Sdık Yalsızuçanlar